> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Kutul Kulub > Tevekkül Makamının Şerhi
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Tevekkül Makamının Şerhi  (Okunma Sayısı 2922 defa)
04 Ocak 2010, 17:11:39
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 04 Ocak 2010, 17:11:39 »



Tevekkül Makamının Şerhi Ve  Tevekkül Ehlinin Sıfatları Hakkındadır
Heva ve heveslere rağbet, dünya sevgisinin özünü teşkil eder. Eğer kul, vermesi bakımından malda zühd sahibi ise, zühdü eksik olmuş olur. Bu durum, övgü ve senada zühd sahibi olurken malda zühd sahibi olmamaya benzer. Kişi yemeklerinde zühd sahibi değilken malda zühd sahibi olabilir. Revasının ağır basmasından dolayı ma­kamı hakkında zühd sahibi olmayabilir. Hevaları noktasında zühd sahibi olan kimse, -kim olursa olsun- dünyada zühdün hakikatine erdirilmiş olur. Nefste zühd de budur. Çünkü nefs, arzuların kay­nağıdır. Heva da, nefsin özü ve ruhudur. Bunları iyi bilmek gerekir.

Yunus b. Meysere el-Geylani şöyle derdi:
Dünyada zahidlik, he­lali haram kılıp malı çarçur etmek değildir. Dünyada zühdün aslı, Allah Teala´nm elinde olana, kendi eliniz dekinden daha sıkı sarıl­mak, bela anındaki halle normal andaki halin bir olması, hakka dair bir hususta sizi kınayanla öven karşısındaki tavrınızın aynı olmasıdır. Selam b. Ebi Muti´ (ra) şöyle demiştir: Zühd üç türlüdür: İlki bütün söz ve fiilleri Allah Teala´ya halis kılmanız ve bunlarla dünyalık murad etmemenizdir. İkincisi uygun olmayanla amel et­meyi bırakıp uygun olanla amelde bulunmaktır. Üçüncüsü ise, na­file niyetiyle helallerde zühd göstermektir.

Bu ilimdeki imamımız İbrahim b Edhem (ra) şöyle demiştir: Zühd üç türdür
: Farz zühd, fazilet gayesiyle zühd ve kurtuluş için zühd: Farz zühd, haramlarda sözkonusu olur. Fazilet icabı zühd, helallerde sözkonusudur. Kurtuluş için zühd de, şüpheli hususlar­da gösterilen zühddür. Eyyub es-Sahtiyani (ra) ise şöyle derdi: Zühd, sizden birinin eğer oturmasında Allah Teala´mn rızası varsa evinde oturması, aksi takdirde dışarı çıkması; eğer çıkışında Allah Teala´mn rızası varsa çıkması, aksi takdirde evine dönmesindedir.

Eğer dönüşünde Allah Teala´nm rızası varsa dönmesinde, yoksa gezinmesindedir.

Dirhemini infak etmesinde Allah Teala´mn rızası varsa çıkartıp vermesinde, aksi takdirde elinde tutmasmdadır. Eğer elinde tut­masında Allah Teala´nm rızası varsa tutmasında, yoksa harcama-smdadır. Eğer konuşmasında Allah Teala´nm rızası varsa konuş­masında, yoksa sükut etmesindedir. Eğer sükutunda Allah Tea-la´nm rızası varsa sükutunda, yoksa konuşmasmdadır. Bunun üze­rine, ´Böyle davranmak çok zor olmaz mı?´ denildi. O da şu cevabı verdi: ´Bu, Allah Teala´ya götüren yoldur. Aksi halde boşuna oyalan­mış olursunuz. Ona göre zühd; murakabe, murakabe ise ihlastı.

Şakik el-Belhi´nin dostu Hatim el-Esamm´a (ra) zühd hakkın­da bir soru sorulmuştu. Cevabı şu oldu: Zühdün başı güven, ortası sabır, sonu ise ihlastır. İhlas zühdün son basamağı olduğuna göre, bir kulun zühdün başına ermeden sonuna ulaşması mümkün mü­dür? Ya da ihlas atlanarak marifetin diğer makamlarına çıkılabilir mi? Bu zatlara göre zühdün son basamağı, marifetin de başını oluş­turmaktadır.

Bir topluluğa göre dünya hakkında zühd göstermek, müminle­re farz kılınmıştır. Çünkü onlara göre İhlasın hakikati, zühdden ibarettir. Onlar müminler için ihlası farz gördükleri gibi, zühdü de farz görmüşlerdir. Abdürrahim b. Yahya el-Esved de bu görüşe ya­kındır.

Bu anlamda bir ifade İmam Ahmed b. Hanbel´den de (ra) riva­yet edilmiştir. Ona, ulemanın nasıl zikre şayan hale gelip imam ol­dukları sorulmuştu. O da, ´Doğruluk (=sıdk) ile´ dedi. Bunun üzeri­ne, ´Sıdk nedir?´ diye soruldu. ´İhlastır1 dedi. ´İhlas nedir?´ diye so­ruldu. O da, ´Zühddür´ dedi. ´Peki zühd nedir ey Ebu Abdullah?´ di­ye sordular. Bir süre daldıktan sonra şu cevabı verdi: ´Onu zahidle-re, mesela Bişr b. el-Hars´a sorun.

Bir topluluğa göre dünyada zühd, helali aramaktır. Bu da, hü­kümlerin karıştığı ve şüphelerin arttığı böyle bir zamanda müslü-manlara farz kılınmış bir husustur. Bunlara göre zühd, kesinlikle farzdır. Bu toplulukta İbrahim b. Edhem, Vüheyb b. el-Verd, Sü­leyman el-Havvas gibi zatlar ile Şamlılardan bir cemaat bulun­maktadır.

Sehl şöyle derdi: Halk içinde dünya hakkında en çok zühd sahi­bi olan, yiyecek bakımından en temiz olandır. Onun bir sözü de şöy­ledir: Vera´ babında en üst makam, zühdün en alt makamıdır.

Yusuf b. Esbat ve Veki´den de (ra) şu söz rivayet edilmiştir:
Ya­şadığımız şu devirde zühd sahibi olan kimse, Ebu Zerr ve Ebu´d-Derda (ra) gibi olsa dahi yine de zahid olarak adlandıramayız. Çün­kü bu zamanda zühd, ancak mutlak helaldedir. Günümüzde ise mutlak helal bulunabileceğini sanmıyoruz. İmamların imamı Ha­san el-Basri (ra) de şöyle derdi: Dünyayı reddetmekten daha fazi­letli bir şey yoktur.

Fudayl b. Sevr şunu aktarmıştır:
"Hasan el-Basri´ye, ´Ey Ebu Said, iki kişi var, bunlardan biri dünyayı helalinden istiyor ve ona ulaşarak bununla aile bağlarım sağlamlaştırıp onu kendine de su­nuyor, diğeri ise dünyayı tamamen reddediyor, -hangisi daha üs­tündür?-´ diye sordum. ´Dünyayı reddeden bana daha sevimli gelir* dedi. Bunun üzerine, ´Ey Ebu Said, ama bu adam dünyayı helalin­den istiyor, onu elde ettikten sonra da onunla aile bağlarım güçlen­dirip nefsine sunuyor´ diyerek şaşkınlığımı belirttim. Sözünü tek­rarlayarak, ´Dünyayı redden bana daha sevimli gelir" dedi.

Hasan el-Basri´nin (ra), dünyayı reddedeni üstün tutmasının sebebi şuydu: Zühd; tevekkül ve rıza hallerini içine alan bir ma­kamdır. Sonra şu hadis de bunu teyid etmektedir: "Zühd, Allah Te­ala´nm elindekine, kendi elindekinden daha sıkı sarılmandır".[1]Te­vekkül budur.

Hadisin devamında da şöyle buyrulmaktadır: "Bir belanın deva­mına onun sevabından daha çok sevinmendir". İşte rıza da budur.

Ayrıca zühdden sonra marifet ve muhabbet makamları ona da­hil olurlar. Bu dördünü içeren bir makamdan daha üşütün bir ma­kam olabilir mi? Taliplerin nihai hedefleri de budur. Gerçekten de zühd böyle değerli bir makamdır.

Nitekim İbni Abbas´dan (ra) bu hususta etkileyici bir hadis-i şe­rif rivayet edilmiştir: "Dünya kıyamet günü, saçları ağarmış, köpek dişleri mavi renkte, şekli bozulmuş ve çirkin bir yaşlı kadın sure­tinde getirilerek bütün insanlara gösterilir. Sonra da, ´Bunu tanı­yor musunuz?´ diye sorulur. Onlar da, ´Bunu tanımaktan Allah´a sığmırız´ derler. O zaman şöyle nida edilir: ´İşte bu, uğruna birbirini­ze karşı övünç duyduğunuz, yolunda akrabalık bağlarını kopardı­ğınız, birbirinizi çekemeyip düşmanlıkla dolduğunuz ve aldandığı-nız dünyadır5. Sonra cehenneme atılır. Düşerken de şöyle seslenir: Rabbim, nerede benim taraftarlarım, nerede dostlarım?´ Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurur: ´Dostlarını ve taraftarlarını ona katın".

Bu konuda Allah Resulü´nden (sav) daha da ağır bir hadis riva­yet edilmiştir:
Abdülvahid b. Zeyd, Hasan el-Basri (ra) kanalıyla Enes b. Malik´ten (ra) şu hadisi rivayet etmiştir:

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kıyamet günü, öyle kavimler gelecektir ki, Tihame dağları yüksekliğinde amelleri olmasına rağ­men cehenneme atılmaları emredilecektir". Bunun üzerine sahabe, *Ey Allah Resulü, onlar namaz kılarlar mıydı?´ diye sordular. O da, ´Evet, namaz kılar, oruç tutar, geceleri çirkinlik yapar ve kendileri­ne bir dünyalık geldiği zaman onun üzerine atılırlardı´ buyurdu".

el-Hars b. Esed el-Muhasibi (ra) şöyle derdi:
"Zühd, kalpten dünyanın değerinin atılması ve dünyevi bir şeyin kalpte ağırlığının bırakılmamasıdır. Eşyanın kıymeti kaldırıldığı ve kalpte yoklukla-rıyla varlıkları denk olduğu zaman, zühd gerçekleşmiş olur.

Beyazıd-ı Bestami (ra) de şöyle derdi
: Zahid, bir şeye malik ol­mayan değil, hiçbir şeyin kendisine malik olmadığı kimsedir. Diğer bir alim de bu manada şöyle demiştir: Zahid, hiçbir şeyin mülkiye­tine sahip olmayıp onlara meyletmeyen kimsedir. Aynı zat şöyle de­miştir: Zahidin gıdası bulduğu, giysisi örtündüğü, evi sığındığı, ha­li de bulunduğu vaktidir.

Ariflerden bir zat şöyle demiştir: "Zahid ancak o kimsedir ki tedbiri ve tercihi terkedip sıkıntı veya rahatlık olmasına bakmak­sızın tercihine rıza gösterip teslimiyette bulunur. İşte zühd babın­da havassın, Sevri ve Zünnun´un (ra) izledikleri yol da budur.

Beyazıd-ı Bestami (ra) bir defasında şöyle demişti: Zahid, bir şe­ye malik olmayan değil, hiçbir şeyin kendisine malik olmadığı kim­sedir. Ona göre zühdün hakikati, ancak kudretin bulunması halin­de ortaya çıkar. Aciz ve aslen mahrum olan birinin zühdü sağlıklı olmaz. Kişiye önce ´ol sıfatının tecellisi verilmeli, sonra isme mut­tali kılınmalı ve kevnin izharı ile eşya üzerinde kudret verilmelidir.

Kul, bütün bunlara sahip olmasına rağmen Rabbinden duydu­ğu haya ile bu imkanlara önem vermez ve onları Allah´a olan sev­gisi uğrunda terkederse zühdün hakikatine ermiş olur.

Beyazıd-ı Bestami, kudretin izharıyla ilgili yirmi dört makam­dan Alalh Teala´ya sığınırdı. Abdürrahim, şöyle bir hadise anlat­mıştır: Bir defasında Ebu Musa, bana, ´Ne hakkında konuşuyor­sun?´ dedi. ´Zühd hakkında´ dedim. ´Nede zühd?1 diye sordu. Ben de, ´Dünyada zühd´ dedim. Bunun üzerine elini sallayarak şöyle dedi: ´Hiçbir şey olan dünya eşyası hakkındaki zühdle ilgili konuştuğu­nu sandığım için ´nede zühd?´ diye sordum. Sehl ve diğer arifler de bu yönde görüş bildirmişlerdir.

Marifet yolunda on y...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Tevekkül Makamının Şerhi
« Posted on: 19 Nisan 2024, 18:02:02 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Tevekkül Makamının Şerhi rüya tabiri,Tevekkül Makamının Şerhi mekke canlı, Tevekkül Makamının Şerhi kabe canlı yayın, Tevekkül Makamının Şerhi Üç boyutlu kuran oku Tevekkül Makamının Şerhi kuran ı kerim, Tevekkül Makamının Şerhi peygamber kıssaları,Tevekkül Makamının Şerhi ilitam ders soruları, Tevekkül Makamının Şerhi önlisans arapça,
Logged
04 Ocak 2010, 17:16:46
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 04 Ocak 2010, 17:16:46 »

Yukarıda anlattığımız hususlar, tevekkülün farzlarıdır. Bunları taşıyan bir kul, eğer tevekkülün faziletlerini bırakarak onları tevekkül sınırından çıkarırsa, yakini imanında zaafa kapılır. Tevek­kül ehli arasında güçlü olanlar, tevekküllerine musallat olabilecek bu tür müfsit arzulardan biriyle karşılaştıkları zaman, ona sebep olan bütün bağları koparır, onların köklerini kazır, tamamını ter-ketmeye yönelip yurtlarından ayrılır, dostlarından uzaklaşırlardı.

Böyle yapmak suretiyle de, kendilerine musallat olan heva ve arzuları uzaklaştırır ve onların yerine gerekli ilaçları koyarlardı. Kimi zaman da kendilerine musallat olan arzuların tam zıtlarına meyle derler di. Bu duyarlılık; bazan zahir ilmini terketmelerine ve batın ilmine yönelerek zahir ulemaya muhalefet etmelerine dahi yol açardı. Ama onların bu tavrı, müşahedelerinin bir hükmü ve hallerinin hakiki icabını yerine getirmekten başka bir şey değildi.

Öte yandan zahir alimleri, onlar hakkında bir hüccet konumun­da olamazlardı. Hatta bu gibi hususlarda, onlar zahir uleması için hüccet olabilirlerdi. Zira iman hem zahir, hem batın olduğu gibi, ilim de muhkem ve müteşabihten ibarettir. Ayrıca hakikat ehli, Al­lah Teala´nm tevfikine daha yakın oldukları için hakikati bulma noktasında daha da başarılıdırlar.

Hakiki tevekkül ehlinin bu tavırları, tevekküllerinin sıhhati, sözlerinde durma gereği ve hallerinin hükümlerini ifa edebilmeleri için sergilenen tavırlardır. Kalpleri, ancak bu şekilde Allah´tan baş­kasına dayanmayacak, himmetleri O´ndan başkasıyla beraber ol­mayacak, nefisleri yalnız O´nunla mutmain olabilecek, O´ndan baş­ka sükunet kaynağı aramayacak, nefsani arzularla huzur bulma­yacak ve nefislerin sükununa bakarak kalplerin sükunetini ihmal etmeye çalışmayacaklardır. Zira bütün bunlar onların yakini iman­larını zedeleyecek durumlardır.

Asıl olan da zaten imandır. Üstteki sakıncalı durumlara düşme­leri halinde şeytan, keşf ve şehadetin tecelîigâhı olan kalplerini teslim alacaktır. Bu da onlara, en kıymetli sermayelerini kaybetti­recek, tevekkül halinin hakikatine ermelerini engelleyecektir. Böy­le bir hale düştüklerinde ne ile ricada bulunacak ve neyle ayakta durabileceklerdir? Bütün bunlar, ancak akıl sahiplerinin idrak ede­bilecekleri, gözle bakanların şahit olamayacakları hususlardır.

Mukarrebun zümresinden bir zat, kendisine tevekküle ilişkin bir soru sorulduğu zaman şu cevabı vermişti: Tevekkül, tevekkülden kaçıştır. O bu sözüyle şunu kasdetmekteydi: Tevekkül maka­mında bulunmaya da güvenmemek gerekir. Kul tevekkül ettiği za­man, tevekkülüne bakıp onun kendisi için yeterli, kendini afiyette kılıcı veya koruyucu olduğunu düşünmemelidir.

Kulun tevekküle böyle bakışı, tevekkül için bir hastalık belirti­si olarak görülmüş ve bundan kaçılması tavsiye edilmiştir. Böyle­likle sürekli ve yalnızca Vekil´e bakacak ve bu bakışını hiç bir şey sarsamayacaktır. O´na dönük kesintisiz şahitliğinde de sıkıntı his­setmeyecektir. Bu durumda, Vekil ile kendi arasında gözetilecek, dayanılacak veya rehberliği gerekecek hiç bir varlık olmayacaktır. Onun ana yolu, bundan sonra yalnız ´tevekkül´ olacaktır.

Ariflerden bir zat, Allah Teala´nm "Yoksa o kendisine dua etti­ğinde zarurete düşmüş olana icabet eder mi?" (Neml/62) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Zarurete düşen kişi mevlasmın huzurun­da niyaz ederek ellerini açar ve kendisi ile Allah Teala arasında bir karşılığı hak edecek iyiliği bulunduğunu düşünmez. ´Rabbim bana karşılıksız olarak ver* der.

Çünkü onun sermayesi Rabbi katında hiç bir şey ifade etmez. Onun bütün amelleri için de geçerli olan hiçliktir. İşte ayette geçen zarurete düşmüş kişi böyle biridir. Bunlar Allah Teala´nm takva ve Allah korkusu sahipleri olarak nitelediği kimselerdir. ?

Allah Teala onları davet ve uyarıcılık görevlerine layık kimseler kılmıştır. Onların kendisi ile aralarında bir sebep ve vasıta bulun­duğuna inanmayan kimseler olduklarını haber vermiştir. O, Resu-lü´ne bu kimseleri Kur*an ile uyarmasını emretmiştir. Böylelikle Al­lah Teala onları halk için bir başvuru kaynağı, buyruğu için de, sağ­lam bir zemin kılmış olmaktadır. Resulü´nü de onlar için bir başvu­ru kaynağı ve buyruğunun tecelîigâhı kılmıştır. O, bu hususu şu ayet-i kerimesiyle teyit buyurmaktadır: "Rablerinin huzuruna top­lanacaklarına inanıp bundan korkanları onunla uyar ki; kendileri­nin, O´ndan başka ne dostları, ne de aracıları yoktur. Umulur ki ko­runurlar". (En´am/51)

Allah Teala bizler gibi oyun ve eğlenceye dalmış hata ve gurura kapılmış kimseleri nitelerken de şöyle buyurmuştur:
"Onlar ki din­lerini bir oyun ve eğlence yerine koydular ve dünya hayatı kendile­rini aldattı". (A´raf/51);

Alimlerimizden birine, ´Tevekkül nedir? diye sorulmuştu. Şu ce­vabı verdi: Havi ve kuvvetten beri olmaktır. Havi, kuvvetten daha ağır bir fiildir. Havi hareket anlamına gelir. Kuvvet ise, bir hareket üzerinde sebat etmektir. Buna göre de fiilin başlangıcı havi olmak­tadır. Onun ifadesine göre kişi ´Muharrik´ yani hareket etme kabi­liyetini veren Allah Teala karşısında kendi hareketini önemseme-melidir. Çünkü ilk hareketi veren bizatihi Allah Teala´dır.

Aynı şekilde kuvveti yani hareket halindeki sebatını da önem-sememelidir. Çünkü sonuç itibarıyla onu sabit kılan da yine Allah Teala´dır. Bu durumda başlangıç da sonuç da sizin Allah Teala hak­kındaki Evvel ve Ahir oluşu yönündeki şahitliğiniz olmaktadır.

Tevekkül de ancak Vekil´in bu şekilde şahitliği ile sıhhat kaza­nabilir. Aynı alim başka bir vesile ile şöyle demiştir: Tevekkül ted­biri bırakmaktır. Çünkü her türlü tedbirin ardında bir arzu ve is­tek vardır. Arzu ve isteklerin ardında ise tûl-i emel fikri yatar. Tûl-i emel ise beka arzusunun bir sonucudur. Bu da şirktir. Böyle ya­pan biri Allah Tfeala´ya beka sıfatında ortak olmuş olur.

Allah Teala varlıkları yarattıktan sonra onları kendi zatından perdelemediğini, aksine onların tedbirlerini perde kıldığını buyur­muştur. Ulemanın; tedbirin (=yaşanan an ve yakın gelecek için ol­mayıp uzun vadeli planma yapmanın) terkedümesi yönünde bir çok sözü vardır. Ancak tedbirin bırakılması kulun yöneldiği ve ken­disine mubah kılınan hususlarda tasarrufta bulunmayı terketmesi anlamına gelmez.

"Kazanç için çalışmayı tenkit eden, sünneti tenkit etmiş olur. Kazanç için çalışmayı terkettiği için tenkit edilen kimse tevhid noktasında tenkit edilmiş sayılır" diyen biri, nasıl olur da insanın iş için düşünmesini yanlış bulur? Tedbirin terki ile kastedilen; ümit ve temennileri terk etmek ve "Niye böyle oldu? Niye şöyle olmadı? Keşke şöyle olsaydı?" gibi sözlerin yanlışlığını vurgulamaktır. Çün­kü bunlarda itiraz, Allah Teala´nm sabık ilmini bilmemek, O´nun kudret ve hikmetinin güç ve şahitliğinin ötesine gitmek, Allah Te-ala´nın iradesini ve hükümlerin bu yönde cari oluşunu görememek sözkonusudur.

Burada tedbiri terketmekle kastedilen gelecek zaman ve henüz vakti gelmemiş bir husus için planlama yapmamaktır. İnsanın aklını ve ilmini bu tür planlarla meşgul etmemesi gerekir. Zira bu, onun için çok daha elzem ve gerekli olan yaşadığı anı (=hâl) kaçır­maya ve o anla ilgili hükümleri yerine getirmemeye sevkeder. Ted­birin terk edilmesindeki tasarrufla hükümlerin eksik veya fazla olarak takdirinde veya bunların bir vakitten diğerine, ya da bir kuldan diğerine takdim ve tehir yoluyla nakledilmesinde sözkonu-su olan da budur.

Çünkü geçmiş, kul için önemli değildir. Bir insanın geçmiş için planlama yaptığı görülmüş müdür? Kişi aynı şekilde gelecek için de bir takım beklenti ve temennilere dayanmamalı işi Allah´a ha­vale ederek uzakl geleceğe dönük planlardan uzak durmalıdır. Bu­nu yukarıda da izah etmiştik.

Bize göre geçmiş ve gelecek aynı konumdadır. Allah Teaîa hü­küm verenlerin en güzeli, kul da O´nun hüküm ve fiillerine râm olandır. Kul, akıbetlerini bilmediği hususlarda Rabbi´nin takdirine rıza gösterip tedbiri de üstteki anlamıyla terk ettiği zaman yakini imana ulaşmış olur. Yakini iman ise marifetin tecelli ettiği yerdir. Zira, Allah Teala yakini iman sahibinin kalbini kendi mekanı kıl­mış ve kulun liyakatine göre orada yer almıştır.

Bu fikrin sahibi olan alim zat şöyle derdi: Ey zavallı; oldu ve sen olmadın, oluyor ve sen olmuyorsun. Sen bugün de olduğunda der­sin ki ben´ ve ben derim ki, ´şimdi olduğun anda olmadığın gibi ol´. Çünkü o, olduğu gibi bu gündür. Aynı alim şöyle derdi: Zühd tedbi­rin terkedilmesidir. Onun bu ifade ile kasdettiği ise; tedbiri gerek­tiren sebeplerin terkedümesi ve tedbiri gereken sebebin kalpten çı­karılması idi. Bu, onun sebeplerin varlığım inkar etmesi ve onlara yakinen inanmasını engelleme kasdma yönelik değildir.

Asıl maksat bu sebepleri planlamayı terk etmektir. Çünkü, bu noktada yapılacak sağlıklı bir tedbir; onları ayrıştırmak, sebeple­rin hükümlerini ifa etmek ve eşyayı yerli yerine koymaktan ibaret­tir. Akıl sahibi, mümeyyiz, hükümlere muhatap ve Allah Teala´ya ilim üzere ibadet etmekle mükellef olan bir kulun eşyanın varlığı­na rağmen böyle yapması düşünülemez bir davranıştır.

Yukarıdaki sözün maksadı da böylelikle şu ifade ile tamamen açığa çıkmış olacaktır
: Tedbire dayanan eşyayı terk edip temyize dayanan sebeplerde zühd sahibi olun ki tedbir ve plan yapma illetinden kurtulun. Kul bunları terk etmekle tedbiri de terk etmiş ve bunlara kafa yormaktan, bunlar üzerinde düşünmekten uzak dur­muş olur. Tedbirin terk edilmesi ile ilgili yukarıda aktardığımız sö­zün özü de işte budur.

Hakkı ile tevekkül eden kulların durumu yukarıda anlattığımız gibidir. Böyle ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

04 Ocak 2010, 17:22:35
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 04 Ocak 2010, 17:22:35 »

Yukarıdaki ayetin zahiri yorumu ´küm=siz´ harflerinin, yemek verilenleri ifadesi yönündedir. Buna göre anlam ´Biz sizden bir kar­şılık, yani bedel ve teşekkür istemiyoruz´ şeklinde olmaktadır.

Çünkü yemek verenler yemek verdikleri kimseler için maddi bir karşılık istemedikleri gibi onlardan bir Ödül de beklememekte­dirler. Ve ayetin devamında şöyle demektedirler: "Çünkü Biz surat­sız, çok katı bir günden dolayı Rabbimiz´den korkarız". (İnsan/10) Allah Teala da onları, en güzel şekilde ödüllendirmiş ve kendi­lerine en büyük ihsanda bulunmuştur: "Rabbleri onlara tertemiz bir içki içirmiştir. "Bu sizin ödülünüzdür. Muhakkak ki sizin çaba­nız şükrana değerdir". (İnsan/21-22) Onlar, yemek verdikleri kim­selerden hiç bir karşılık ve teşekkür beklemedikleri halde Allah Te­ala onların karşılıklarını, tertemiz bir içecek kılmış, çabalarını da katında şükrana değer bulmuştur.

Allah Teala´mn hükümlerine teslimiyette ve O´na rızada da te­vekkül sözkonusudur. Bu konuda Yakub (as) ile ilgili olarak şu ha­dise nakledilmiştir: O, Hakim ve Vekil olan Rabbi´ne tevekkül edip O´nun hükmüne teslim olduktan sonra şöyle demişti: "Hüküm an­cak Allah´ındır, ben de O´na tevekkül ettim". (Yusuf/67) Çünkü kul, nefsi için birtakım şeyleri murad ettiği zaman, murad ettiği şeylerin tamamında Allah Teala´run iradesi mevcut olmayabilir. Ancak o, Rabbi´nin iradesinin mevcut olduğu şeyleri yakinen bilebilir.

Vekili tarafından murad edilen her şeyde, O´nun murad ettiğini murad etmesi gerekir. Ama kulun murad ettiği şeylerin bazıları, O´nun iradesine uygun düşmeyebilir. Bu durumda kul için esas olan, Mevla´sının murad ettiği şeylerin daha sevimli ve daha iyi gö­rünmesidir. Çünkü Mevla´nın murad ettiği şeylerde kul için her­hangi bir ceza ve azap sözkonusu değildir. Bunlar, O´nun gazabını da celbedici değildir. Aksine Allah Teala tarafından sevilen ve O´nun tarafından tercih edilen şeylerdir. Bu durumda Allah Tea-la´nın sevgisini, kendi sevgisine, O´nun tercihini kendi tercihine yeğlemesi gerekir. Zira işlerin sonu Allah´a varacaktır.

Allah Teala, takva sahiplerini yüceltip değersiz dünyevi takıntı­lardan tenzih ederek şöyle buyurmuştur:
"(Güzel) son, takva sahip-lerinindir". (Kasas/83) Musa (as) hakkında nakledilen haberler ara­sında Allah Teala´nm şu buyruğu yeralmaktadır: "Senin istediğin olmadığında, olana yönel. Eğer, yalnızca murad ettiğini istersen, o hususta seni yorarım. Çünkü ancak Benim murad ettiğim olur".

Hasan el-Basri´den de (ra) şu söz nakledilmiştir: Bütün Basra halkının, çocuklarım ve bir buğday danesinin de bir dinara denk ol­masını ne kadar isterdim. Onun bu ifadesi, tevekkülde ulaştığı mertebenin ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Bu merte­bede, ilahi hükümlere her şartta teslimiyet ve rızadan başka bir karşılık sözkonusu değildir. Zaten onun sözü de aklın alabileceği sı­nırları aşan bir ifadedir.

Vüheyb b. el-Verd el-Mekki şöyle derdi: Gök bakır, yer demir ol­sa bile rızık için tasalandığımda kendimi şirkte zannederim. Denir ki: Her kim, yarının rızkına bugün sahip iken daha sonraki günün rızkının tasasını çekerse, amel defterine günah yazılır. Süfyan-ı Sevri de (ra) şöyle demiştir: Oruçlu kimse, henüz günün başında if­tar yemeğinin tasasına düşerse kendisine günah yazılır.

Sehl ise şöyle derdi: Bu tür davranış, orucun sevabını eksiltir. Yine o, şunu anlatmıştır: -Bir konağı kasdederek- Basra´da muhte­şem bir mezar bilirim. Onun sakinlerinin rızıkları sabahleyin cen­netten getirilir. Sabah, akşam da cennetteki evlerini görürler. Ama öyle tasa ve sıkıntıları vardır ki, eğer bunlar Basralılar´a taksim

ve heveslerden kaynaklanan görüşlere kapılarak bunalıma düşme­mek, teşbih ve temsil gibi yanlış fikirlere saparak çelişkiye kapıl­mamak alimlere göre imanın farzlarındandır. Kulun imanı, ancak bütün bu hususlara teslim olduğunda sıhhat kazanır. Halbuki bun­ların tevekkülle uzaktan yakından hiç bir alakası yoktur.

İbni Abbas (ra) konuyla ilgili olarak şöyle demiştir:
Kader, Tev-hid nizamıdır. Allah Teala´yı birleyip kaderi yalanlayan kimsenin kaderi yalanlaması, tevhidi için bir kusurdur. Görüldüğü gibi o, ka­derin bütününün irade ve hüküm olarak Allah´tan oluşuna imanı, Allah sevgisinin bağlandığı bir sicim olarak görmüştür. Tevhid de bunun içinde yeralmaktadır. O, bu meyanda şöyle demiştir: Sicim koptuğu zama"n, Allah sevgisi de boşa gider. Yine o, başka bir mü­nasebette şunu ifade etmiştir: Kul, kaderi yalanladığı zaman iman

da gider.

Sonuç itibarıyla tevekkül, farz ve fazilet boyutlarına sahip bir fiildir. Tevekkülün farziyet boyutu, imana dayanmaktadır ki bu, kaderin bütünün Kadir-i Mutlak olan Allah Teala´dan oluşuna iman etmek, kaza ve kaderin, tamamıyla O´ndan kaynaklandığına itikad etmektir.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Allah Teala, Resulü´nün (sav) verdiği hükme teslim olmayışı imandan çıkış olarak koymakta ve bunu da Zatı üzerine yemin ederek şöyle teyid etmektedir: "Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni ha­kem kılıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir buruk­luk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmaz­lar". (Nisa/65) Allah Resulü (sav) tarafından verilen hükümler hak­kında geçerli olan durum bu olduğuna göre, Hakim-i Evvel ve Ka­dir-i Mutlak olan Allah Teala´nın verdiği hükümlere teslim olmayı­şın neticesi ne olabilir ki?

Tevekkülün fazilet boyutuna baktığımızda ise, bunun Vekil Te­ala´nın müşahedesiyle ortaya çıktığını görürüz. Bu da, marifet ma­kamında olur ve bu tür tevekküle sahip olan bir kul, aynel-yakin gözüyle görür. Buna, Kur´an-ı Kerim´de salih kul Nuh (as) hakkın­da nakledilen şu sözlerde şahit olmaktayız: "Haydi, hepiniz bana tuzak kurun, sonra da bana hiç göz açtırmayın". (Hud/55) Bunun üzerine ondan, Allah Teala´nın vergisiyle muazzam bir güç doğdu

ve Aziz olan Rabbi´nin izzetini onlara bildirdi. Sanki ona, ´Sen de bizler gibi zayıf bir insansın, bu gücün nereden geliyor?´ diye sorul­muştu. O şöyle dedi: "Ben, benim de, sizlerin de Rabbi olan Allah´a tevekkül ettim.". (Hud/56)

Bunun üzerine, Teki bu tevekkül de nedir?´ diye sorulmuşcası-na onlara Rabbi´nin kudretini haber vererek şunu söylemiştir: "Hiç bir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın". (Hud/56) Bunu bildirdikten sonra da, O´nun bu kudretine rağmen nasıl adil ve hikmetli davranıp varlıkları iyiye ve kötüye, faydaya veya zara­ra sürerken adaletle davrandığını bildirmek için de şu ifadeyi kul­lanmıştır: "Gerçekten Rabbim, doğru bir yol üzerindedir". (Hud/56)

Allah Teala, tevekkülün farziyeti hususunda şöyle buyurmuş­tur: "Eğer müminler iseniz, Allah´a tevekkül ediniz". (Maide/23); "Eğer Allah´a iman ettiyseniz, şayet müslümanlarsanız yalnız O´na tevekkül ediniz". (Yunus/84) Allah Teala, tevekkülün fazileti hak­kında da şöyle buyurmuştur: "Tevekkül edenler, Allah´a tevekkül etsinler". (İbrahim/12); "Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri se­ver". (Al-i İmran/159) [10]


Sebep Ve Vasıtaların Hikmet-i İlahi´nin Tezahürlerini İsbati; Hüküm Ve Kudret´in Bunlar Tarafından Şekillendirilme Ve Belirlenme İddiasının Reddi Hakkındadır


Allah Teala kudret ve hikmet sahibidir. O, kudret sıfatının gereği olarak birtakım şeyleri açığa çıkarırken, hikmet sıfatının gereği ola­rak da birtakım şeyleri cari kılmaktadır. Tevekkül eden kul, O´nun kudretine dair şahit olduğu bir şey yüzünden, O´nun hikmeti gere­ği isbat ettiği bir şeyi düşüremez. Çünkü Allah Teala, her şeyden ön­ce Hakim, yani hikmet sahibidir. Hikmet, O´nun bir sıfatıdır.

Tevekkül eden kul, eşyayı ve varlıkları, hükmedici, yaratıcı, ya­rarlı ve zararlı olarak isbat ve var edemez. Böyle yaptığı takdirde, tevhidine şirk bulaştırmış olur. Zira Allah Teala, aynı zamanda Ka­dir-i Mutlak´tır. Kudret O´nun sıfatıdır. Muhakkak ki O hüküm sa­hibi, yaratıcı, yarar ve/veya zarar verebilendir. O´nun bu fiililerin­de hiç bir ortağı olmadığı gibi hükümlerinde de hiç bir destekçisi yoktur. Nitekim O bir ayetinde bunu teyid ederek "Hüküm ancakAllah´ındır" (Yusuf/40) buyurmuştur. O, hiç bir hükmünde kimseyi ortak etmez. Bu meyanda da şöyle buyurmuştur: "Bu ikisinde bir ortaklıkları yoktur. Ve Allah´ın onlardan bir yardımcısı da yoktur." (Sebe/22) Ayette geçen ´Zahir1 kelimesi, yardım eden ve destek ve­ren anlamındadır.

Tevekkül eden kul Allah Teala´mn eşya üzerindeki kudretini müşahede etmesiyle birlikte, takdir ve tedbirde de yegane gücün O olduğunu görür. O, mülke ve memlûke yani bütün yaratılmışlara sahip olandır. Yine O, sebepleri ve vasıtaları ortaya çıkararak yap­tığı sevk ve tasarruflarda mevcut olan hikmetlerin bütün yönlerini bilendir. Sebep ve vasıtalar; mahkum olanlara dönük hükümlerin vazedilmesi için görünen ve görünmeyen varlıklar için yaratılmış­lardır.

Aynı durum sevap ve azabın takdirinde de geçerlidir. Buna gö­re tevekkül eden kul, şeriatın hükümlerini yerine getirerek ilmin gereklerini yapar ve ilk hükmü Allah Teala´ya teslim eder. Ayrıca her şeyin Allah´ın takdiriyle olduğunu da itiraf eder. Çünkü o Rab-bi´nin şu buyruğunu iyi bilmektedir: "O, yaptığından sorulmaz, ama onlar (Bütün yaratılmışlar) sorulurlar". (Enbiya/23)

Allah Teala açığa çıkardığı tüm sebep ve vasıtalarda hükmün­deki kudretini gizlemiştir. O´nun hikmeti, hükümlerin açığa çıkarı­lan hususlara dayanması sebebiyle eşyada açıkça görülür. Ama eş­ya üzerindeki kudreti, emrin tamamıyla kendisine ait olmasından dolayı gizlenmiştir. Allah Tea...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

04 Ocak 2010, 17:26:50
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 04 Ocak 2010, 17:26:50 »

Ayet-i kerimede geçen öldürme emri başka bir yerde vasıta be­lirtilerek zikredilmektedir: "Onlarla savaşın ki, Allah onlara sizin ellerinizle azap etsin". (Tevbe/14) Daha sonra emir sahibi ile emre muhatap olanlar birleştirilerek şöyle buyurulmuştur: "Onları siz öldürmediniz ancak Allah öldürdü". (Enfal/17)

Allah Teala sebepleri yaratışı ve bunların hakikatlerini kaldırı­şı noktasında da şöyle buyurmaktadır: "Sen attığında aslında at­madın, ancak Allah attı". (Enfal/17) Allah Teala aracıları zikrettiği başka bir ayetinde ise şöyle buyurmaktadır: "Onların malları ve ço­cukları seni imrendirmesin. Allah ancak onlara bunlarla azap et­mek istemektedir". (Tevbe/55)

Benzer bir örnek ise: "O ki, kalemle (yazmayı) öğretti" (Alak/4) ayetinde görülmektedir. Allah Teala, "Ona beyanı öğretti" (Rah­man/4) buyurduktan sonra, "Sonra onun beyanı da Bize düşer" (Kı­yamet/19) buyurmaktadır.

Yüce Allah mülkiyetin sübutu ile kendi ikram ve lütfunun bir işareti olarak çeşitli bedellerle satılması hakkında da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah müminlerden canlarını ve mallarım cennet karşılığında satın almıştır". Tevbe/111) Allah Teala burada mülkiyetini daha Önceden kendilerine devretmiş olduğu malları takdir ettiği bir bedelle onlardan satın almaktadır. Buna bir örnek de köle sahipleri hakkında kullanılan "Ancak sağ ellerinin malik oldukları dışındakiler" (Nisa/24) ifadesidir.

Marifet ehline göre hakiki anlamda Allah Teala´dan başka bir fail yoktur. Çünkü gerçek bir fail, fiilinde araç veya sebep olması bakımından başka birinden yardım görmez. Yine onlara göre hiç bir fîil, iki faile sahip olamaz. Aksi takdirde şirk ve ortaklık sözko-nusu olur. Fiili ortaya çıkaran ve icra eden ikinci fail, hakiki failin vasıtası olup tâli ve muhdes yani sonradan olmadır.

İlk ve Kadim olan Allah Teala ise asli Fail´dir. Yine marifet eh­line göre hakiki Mâlik, her şeyin Yaratıcı sı´dır. Elinde bir mal bulu­nan kimse, bunun mülkiyetine sonradan sahip edilmiş bir maliktir. Çünkü o kendi eliyle hiç bir şey yaratmamıştır. Onun durumu as­lında edilgen (=mefûl) olup fiilin kendi eliyle icra edilmesinden başka bir özelliği bulunmayan icra sahibine benzer.

Allah Teala ise İlk ve Zatı ile Kâim olandır. Zatından başkası­nın asla yardımını görmez. Allah Teala hikmet ve izzeti gereği ya­ratış ve hayat veriş için de bir vasıta ihdas etmiştir. Bu vasıta da Melek-i Erhâm olarak bilinen ve ana rahimlerinden sorumlu olan bir melektir. Rivayete göre bu melek, ana rahmine girerek meniyi eline alır ve onu bir beden halinde şekillendirir. Ardından gerçek Yaratıcıya dönerek ´Ey Rabbim, erkek mi kız mı, sağlıklı mı özürlü mü olsun?´ diye sorar. Allah Teala da dilediğini buyurur. Melek de O´nun emrini uygular.

Bu rivayetin başka bir lafzında ise şu ifade yer almaktadır: "Melek bebeği şekillendirir, sonra ona bedbahtlık ya da mutlulukla ruhunu üfler."

Denir ki: ´Ruh´ olarak bilinen melek hakkında şöyle denmiştir:
O bedenlere ruhları katar. Başka bir yerde ise onu sürekli nefes alıp verdiği ve bu nefeslerden her birinin de ölü bedene ruh kattığı söylenmiştir. Bu nedenle de ´Ruh´ olarak adlandırıldığı söylenmiş­tir. Allah Teala kendi Zatım nitelerken (Bâri´, ´Musavvir5 sıfatları­nın yanısıra ´Hâlık´ sıfatını da kullanmıştır. Yine O bir ayet-i kerimede kendi Zatı ile ilgili olarak "Ölümü ve hayatı yarattı" (Mülk/2) buyurmaktadır.

Allah Teala ölüm için bir vasıta yarattığı gibi diriliş için de bir vasıta yaratmıştır. Bu vasıta İsrafil (as) adı verilen ve Sur´a üfle-mekle görevli olan bir melektir. O Sur´a ikinci kez üflediğinde bü­tün cansız varlıklar dirilirler. Ardından Allah Teala o meleği kendi­ne yükseltir. O, bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Sur´a üfürüldüğü gün" (Neml/87). Buna rağmen hayat verenin de, Öldü­renin de kendisi olduğunu, ´can veren de can alan da Ben´im´ buyu­rarak teyid etmiştir.

Konuyla ilgili rivayetlerden biri de şudur:
"Ölüm meleği ile ha­yat meleği birbirleriyle tartışmışlardı. Ölüm meleği şöyle dedi: Ben canlıları öldürürüm. Hayat meleği de buna karşılık şöyle dedi: Ben de bütün ölüleri diriltirim. Bunun üzerine Allah Teala o ikisine şöy­le vahyetti: "Sizler işinizle ve Ben´im sizi görevlendirdiğim fiille meşgul olun. Öldüren de dirilten de Ben´im. Ben´den başka hiçbir öldüren ve dirilten yoktur". Bu rivayetlerden birinde ise Allah Tea-la´mn şöyle buyurduğu söylenmektedir: "Ben Zatıma delalet ede­rim. Hiç kimse zatıma Ben´den daha iyi delalet edemez".

Yukarıda sözü edilen vasıta ve sebeplerin varlığı, Allah Tea-la´nın her şeyde İlk ve her şeyin ortaksız Faili oluşunu engellemez. Nitekim hiçbir müslüman, ´beni falan melek yarattı, Azrail beni Öl­dürdü, İsrafil diriltti´ gibi ifadeler kullanmaz.

Yakin ve müşahede ehli bir kimsenin de, aynı şekilde Talan ba­na verdi, falan beni engelledi, filan rızkımı temin etti, falan benim için takdir etti´ türünden ifadeler kullanması asla uygun düşmez. Bütün bu kimseler, bir vasıta kılınmış ve Allah Teala´nm takdir et­tiği fiiller onların elleriyle icra edilmiştir.

Çünkü verme fiili rızık vermeyi, engelleme fiili de kudreti ifade eder. Yakini iman sahiplerine göre Allah Teala´nın bu gibi isim ve sıfatlarında ortağı yoktur. Veren de, Engelleyen de, fayda sağlayan da, zarara uğratan da yalnız O´dur. Aynı biçimde de hayat verip öl­düren de yalnız O olup mülkünde hiç bir ortağı ve yaratışta kulla­rından hiç bir destekçisi yoktur.

Yakini iman sahiplerine göre bu tür ifade ve kanaatler kulun tevhidi hakikatini zedeleyen gizli şirk göstergeleridir. Allah Resulü (sav) bu illet hakkında şöyle buyurmuştur: "Şirk Ben´im ümmetim­de karıncanın karanlık gecedeki yürüyüşünden daha gizlidir".

Bir alim ise Allah Teala´mn, "Onların çoğu Allah´a iman etmez­ler, onlar şirk koşanlardır" (Yusuf/106) buyruğunun anlamı hak­kında şöyle demiştir: Yani Allah Teala´mn takdir ve tedbir sahibi ol­duğuna inandıkları halde sebeplere dayanmak ve fiilleri bu sebep­lere dayandırmak suretiyle şirke düşerler.

İhlas sahiplerine göre İhlasın özü Allah´tan başka hiçbir ilah, rı-|zık veren ve engelleyen bulunmadığına, O´ndan başka hidayet ve­ya dalalete sevkeden olmadığına yürekten inanmaktır. Onlara gö-´re kelime-i tevhid ayrılmaz bir bütün ve tek bir şehadet olarak tev­hidin ilk basamağını oluşturur. Eğer bir takım hidayet ve dalalet rehberleri, rızık veren ve engelleyenler mevcut ise, bunlar da ancak O´nun izni, iradesi ve hükmünden sonra yetkili olurlar.

Allah Teala değişik ayetlerinde yaratanların en güzeli, rızık ve­renlerin en hayırlısı olduğunu beyan etmektedir. Çünkü O diğer yaratıcı ve rızık vericilerin de Yaratanı´dır. Onların yaratışlarını yaratan O olduğu gibi, rızıklarmı yaratan da yine O´dur. Onların hidayetlerini yaratan O olmuş ve onlar bu hidayetle diğerlerini hi­dayete sevketmiş, dalaletlerini yarattıkları da diğerlerini dalalete: sevketmişlerdir.

Sonuç itibarıyla hidayete erenler O´nun sayesinde hidayet bul­dukları gibi yoldan çıkanlar da O´nun takdiri ile dalalete düşmüş­lerdir. Bu durum O´nun dışındaki yaratanlar ve rızık verenler için de aynen geçerlidir. Aşağıdaki ayetlerin de tefsiri ancak bu şekilde yapılabilir: "Hani topraktan Ben´im iznimle kuş suretinde bir şey yaratırdın" (Maide/110); "Eğer Allah bize bir hidayet verirse biz de size hidayet veririz" (İbrahim/21); "Biz sizleri yoldan çıkardık. Çün-! kü bizler yoldan çıkmışlardık". (Saffat/32) ; .

Kul üstte zikrettiğimiz bilgiler sayesinde gizli şirkten kurtularak tasdik ettiği kelime-i tevhidin tahkikine ulaşır. Kalpler Allah´tan başka hiçbir ilahın varlığına inanmayarak yalnız O´na sığınırlar. Ardından da ´Ortağı olmayan Tek´ derler. Yani O, kudret ve, tevhidinde Tek, mülkünde ise ortaksızdır. "Mülk yalnız O´nundur"buyruğu ile de, bu vurgulanmıştır.

Verdiği ve engellediği her şeyde Allah Tela´ya hamdetmek gere­kir. Çünkü, bunu yalnız O hakeder. O, her şeye Kadir olandır. Yaratma ve emr, O´nun kudreti dahilindedir. Yaratma da yalnız O´na mahsustur. O, yarattıkları hakkında dilediğini, dilediği şekilde hükmeder. Aracı ve sebepler ise bir ustanın elindeki aletler gibidir. Örneğin ´Bıçak deriyi kesti, kırbaç köleyi dövdü´ denmez. ´Kundu­racı deriyi kesti, falan kişi kölesini kırbaçladı´ denir.

Bu ifadelerdeki vasıtalar, fiilleri bizzat gerçekleştiren unsurlar olmalarına karşın sahiplerinin ellerindeki aletler olmaktan öte gi­demezler. Aynı şekilde insanlarda birtakım sebepleri zahirde icra ediyor gibi görünürler. Ama onların ardında, her şeyi kuşatan, Ka­dir ve Fâ´il olan Allah Teala vardır ki, kudretin incelikleri ve irade­nin gizli yönleri yalnız O´nun elindedir.

´Kral bana şunu verdi, bana şunu giydirdi´ denildiği zaman bu­nu kralın bizzat kendi eli ile yapmış olması gerekmez. Aynı şekilde o hediyeyi taşıyan kişiyi anarak ´kralın hizmetçisi bana şunu ver­di´ demek de uygun düşmez. Fiili gerçekleştiren hizmetçi olsa bile, onun hiç bir yetkisi olmadığı ve kralın mallarında kendi kararıyla tasarrufta bulunamayacağı herkesçe bilinir. Ancak, ´kral onu ki­minle sana verdi, kimin elinden aldın?´ şeklinde hediyeyi hangi hiz­metçinin getirdiğini öğrenmeyi amaçlayan bir soru karşısında o hizmetçinin adı zikredilebilir.

Ama kendisine hediye Verilen kimse, bu tür bir soru sorulmadı­ğı takdirde kralın kendisine hediye verdiğini söylemekle yetinecek­tir. Hediyeyi getiren hizmetçinin adını belirtmesi tamamen gerek­sizdir. Çünkü kralın adıyla birlikte hizmet...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

04 Ocak 2010, 19:10:04
akmina

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 477


« Yanıtla #4 : 04 Ocak 2010, 19:10:04 »

Yazıların tamamını okuyamadım ,okuyacağım inşallah teşekkürler ,selamlar
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı
Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes