๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kutul Kulub => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 06 Ocak 2010, 16:42:23



Konu Başlığı: Tevekkül Ehlinin Fazileti Hakkında Başka Bir Açıklaması
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 06 Ocak 2010, 16:42:23
Tevekkül Ehlinin Fazileti Hakkında Başka Bir Açıklaması
Evi olan bir mütevekkil, evinden çıkarken tedbir gereği kapısını örtmelidir. Çünkü bu hususta cari olan sünnet ve büyüklerin emir­leri vardır. Allah Teala, tedbir alma ve sakınma hususunda şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, korunma tedbirlerini alınız". (Ni­sa/71); "Onların seni fitneye düşürmelerinden sakın". (Maide/49) Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "Onu bağla ve tevekkül et" [1]

Kul, kalben insanlara değil de Allah´a dayanıyor oldukça, bu tür tedbirlere başvurması onun tevekkülünü zedelemez. Devesinin kaçması veya yerinde kalması noktasında, kendi tedbirine güven­meyip Allah Teala´mn tedbirinin güzelliğine güvenirse, tevekkülü­nü yine bozmuş olmaz. O, evinin kapısını örterken de, evdeki eşya­nın olduğu gibi kalmasını, Allah Teala´mn tercihine ve takdirine bı­rakmış olmalıdır. Tevekkül sahibi kul, her konuda Rabbinin hük­müne teslim olur.

Çünkü Allah Teala bir kulunu, her hangi bir konuda kendisine tevekkül etme makamına yükselttiği zaman, ona verdiği herşeyde tevekkül sahibi kılar.

Kul, tevekkülde olduğu gibi tevbe makamında bulunabilmek için de herşeyde ve herşeyi ile Allah´a yönelmelidir. Ancak böyle davrandığında O´nun sevgisine mazhar olan tevbekârlar arasında yer alabilir.

İşte bu nedenledir ki Allah Teala, "Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever" (Al-i İmran/159) ve "Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever" (Bakara/222) buyurmuştur. O, bunun yanısıra "Bir şeye tevekkül edecekler, yalnız Allah´a tevekkül etsinler" (İbra­him/12) buyurmuştur. Bu ayetin tefsirindeki en güzel görüş; bir ko­nuda Allah´a tevekkül eden kulun, hayatın bütün sahalarında Al­lah´a tevekkül etmesi gerektiği yönündeki görüştür. Diğer görüş ise, birtakım şeylerde O´na tevekkül eden kulun, her tevekkülünde yalnız O´na tevekkül etmesi şeklindeki görüştür. Çünkü bir konu­da vekil kılman kimseye, sadece o konuda tevekkül edilirken, diğer konulardan her birinde ayrı ayrı tevekkül etmek gerekir

Tevekkül, peygamberlerin en yüce makamlarından, sıddıklarla şehitlerin en üstün derecelerinden biridir. Tevekkülün hakikatine eren kimse, tevhidin de hakikatine erer. Böyle birinin imanı kema­le ulaşarak, büyük derecelere nail olur. Şirkin her türlü gösterge­sinden ve şeytanın bütün gizli tasallutlarından uzak kalır. Şeytan böyle bir kul üzerinde asla hakimiyet kuramaz.

Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onun iman eden ve Rableri´ne tevekkül edenler üzerinde hiçbir gücü yoktur.. Onun gücü, ancak kendisini dost edinen ve Allah´a şirk koşanlar üzerindedir". (Nahl/99-100) Görüldüğü gibi Allah Teala, şeytanın

insan üzerindeki etkisini kaldırmayı sırf iman etmeye bağlamamış, tevekkül etmeyi de gerekli kılmıştır.

Tevekkül bahsini bu kadar ayrıntılı ve derinlemesine açıklama­mızın bir sebebi de budur. Çünkü tevekkül makamına, Vekil´i haki­ki anlamda müşahede etmek üzere nail kılman bir kimse, yakini imanın makamlarına ve takva ehlinin hallerine daha rahat olarak ulaşabilir. Nitekim Abdullah b. Mesud (ra) bu hususta şöyle demiş­tir: Tevekkül, imanın özüdür.

Tevekkül sahibi bir kul, bu tevekkülünde bir takım sebepler, şa­hıslar, gayeler ve değişik şeylerle sınanabilir. Bu sınava, diğer ma­kam sahipleri de maruz kalabilirler. Bu bela ve imtihanlardan son­ra kulun üzerinde, şeytandan bir esinti veya kuruntu kalabilir. An­cak onunla asla birleşip kendine hakim olmasına izin vermez. Al­lah Teala, bu tür sınavlarla kulun tevekküldeki dürüstlüğünü sına­yarak, Vekil´ine bakışım görmek ister. Sonuçta da, tevekkülünde dürüst olan mukarrebunu ödüllendirmeyi, ya da tevekküllerinin mücerred bir iddiadan ibaret olduğunu göstermeyi murad eder. Böylelikle dürüst olmayanlar, yalanlarını bizzat kendileri görerek tevbeye yönelirler.

O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala´nm sadık olanları sıdkları sebebiyle ödüllendirmesi için". (Ahzab/24) Tevek­kül edenlerin ödüllendirilmesi, tevekküllerindeki sıdklan sebebiy­le olur. Sıdk hil´ati, onların nişanesi olur. Allah Teala bundan son­ra şöyle buyurmuştur: "Münafıklara da dilerse azap eder, ya da on­ların tevbelerini kabul eder". (Ahzab/24)

Tevekkül iddiasında bulunanlar için en iyi hal, tevbedir. Onlar, tevbe sayesinde içinde bulundukları zulmetten çıkabilirler.

Allah Teala buyurdu ki: "İnsanlar, ´İman ettik´ demekle, imti­han edilmeksizin bırakılacaklarını mı sandılar?". (Ankebut/2) Da­ha sonra da geçmiş ümmetlere mensup kulları tarafından yaşan­mış bir sünnetini haber vererek şöyle buyurmuştur: "Andolsun Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Elbette Allah doğruları bile­cek, yalancıları bilecektir". (Ankebut/3); "Allah Teala´nm sünnetin­de asla değişme bulamazsın". (Ahzab/23)

Tevekkül eden kul, evinden çıkarken Allah Teala´nm emri ve Resulü´nün (sav) sünneti gereği, yukarıdaki gerçeklere inanarak
şöyle demelidir: "Allahım, evimdekilerin tamamı, eğer onları ala­cak birini musallat ettiysen Senin yolunda benden o kimseye sada­ka olsun". Bu kimsenin evindeki eşyası alınırsa, bu hususta aşağı­daki yedi muameleden biri geçerli olur:

1. Allah Teala´ya olan tevekkülü ile O´nun emrini dilediği gibi tedbir edişini ve bu yöndeki seçimini kabullenir. Kalması halinde kendisini fitneye düşürebilecek şeyleri onun elinden çıkarmasını ve dünya malını eksiltmesini anlayışla karşılar.

2. Allah Teala, sevdiği şeyleri kaybettirmek suretiyle kulunun sadakat ve teslimiyetim, ya da yalanını açığa çıkarmak için onu seçmiş ve imtihan etmiş olabilir. Eğer kul, Rabbinin bu güzel imti­hanından dolayı O´na hamd ve şükürde bulunup nefsi noktasında herhangi bir rahatsızlık hissetmezse şükür ve rıza ehlinin sevabı­na nail olur. İLm-i meknûn yani gizli ilimde O´nun bir peygamberin­den bu yönde bir haber nakledilmiştir: "O peygamber şöyle demiş­ti: (Ey Rabbim, Senin velilerin kimlerdir?´ 0´Kendisin­den sevdiği şeyi aldığım halde Bana teslimiyet göstermeye devam edenlerdir".

3. Nefsi burukluk hissedip serzenişte bulunmasına rağmen, sa­bır, sükunet ve Allah Teala´ya hüsn-ü senada bulunmak suretiyle nefsiyle cihad edip kullara şikayette bulunmayı terkeden kimsedir. Bu da, sabır ve mücâhede ehlinin sevabına nail olur.

4. Bir Önceki makamda bulunmayan kimsedir. Çünkü onun te­vekkülünün boşluğu ve içinde sakladığı yalan, birinci muameleye göre ortaya çıkmıştır. O da bunu itiraf etmiş ve Rabbi´nden özür di­leyerek O´na dayanmış ve önünde boyun eğmiştir. Bu da, ilim sahi­bi kılma ve beyan bakımından sevaba vesile olabilir. Çünkü Allah Teala´nın takdirine rıza göstermemek, sabırsızlık etmek ve aslında Allah Teala´nm olan eşyasının kendi elinden alınıp başkasına dev­redilmesine öfkelenmek suretiyle tevekkül iddiasında samimi ol­madığını öğrenmiştir.

O, içine düştüğü bu hal ile, kenüi elindekinin, aslen Allah Tea­la´nm bir tür hazinesi olduğunu görmüş olmaktadır. O´nun tarafın­dan başkasına havale edilen şeyler de, asıl itibarıyla kendisinin de­ğildir. O, bu eşya için sadece bir emanetçidir. Ama Allah Teala, ken­disine emanet ettiği o malları geri aldığında, buna üzülerek tepki göstermiştir. Halbuki malın gerçek sahibi, malını alarak başka bi­rine emanet, ödünç veya rızık olarak vermiş bulunmaktadır.

Bu makamda yeralan tevekkül sahibi, şunu bilir: Allah Teala, kendisine dünya mülkünden bir mal ve ahiret melekûtundan bir şeyler verdiği zaman, bunlar kendisi için rızık olmuştur. Ancak o, yakini imanının zayıflığı ve zühdünün eksikliğinden dolayı dünya rızkını, ahiret rızkına tercih etmiştir. Bunun yegâne sebebi, dünya malına olan düşkünlük, aşırı rağbet ve istekliliktir. Tevekkül sahi­bi, bunları gerçek anlamda öğrendiği zaman, Allah Teala sayesinde başka birinden aldığı eşya veya malın, asıl itibarıyla kendi eline ve­rilmiş bir emanet olduğunu bilir. Bu hususlarda gösterilen cahillik­ler, hakiki tevekkül ehline göre günah, yakin ehline göre de, tevbe ve istiğfar gerektiren hallerdir.

Tevekkül sahibi bir kul, herşeyden önce şunu bilir: Allah Teala, bedenler için dünya mülkünden bir şey, ya da kalpler için ahiret melekûtundan bir şey hibe ettiği zaman onu asla geri almaz. Dün­ya mülkünden bir şey verdiğinde, bu şey tüketilinceye veya eskiti-linceye kadar o kimsenin uhdesinde bırakılır. Ahiret adına verdiği iman, ilim ve amel ise, kendisinden yine alınmaz, aksine geliştiri­lip arttırılarak onun için ahiret yurduna saklanır. Ama Allah Tea­la, dünya veya ahirete ait birşeyi o kimseye emanet ya da borç ola­rak da verebilir.

Verdiği bu tür şeyleri, dünya hayatında iken geri alması gere­kir. Çünkü O´nun hikmeti, bu şeylerin iadesini gerektirmektedir. Hibe ettiği şeyleri nasıl onun uhdesinde bırakıyorsa, bunları da on­dan geri alır. Yakini iman sahibi bir mütevekkil, Allah Teala´nm ha­zinesi sayılan eline ödünç veya emanet olarak bıraktığı bir şeyi, yi­ne O´nun hazinesi olan başka birinin eline naklettiği zaman üzül-memelidir.

Allah Teala naklettiği bu şeyi ikinci kişiye hibe olarak vermiş olabileceği gibi, kendisini sınamak için emanet olarak da vermiş olabilir. Bir zaman sonra o şeyi, onun elinden de alarak başka biri­ne verebilir. Çünkü evden çıkan, bir şeydir. Allah Teala´nm ise her şeyde bir hikmet ve imtihanı saklıdır.

Bu tür şeyin kaybından dolayı duyulan üzüntü ve acı, ariflere göre bir-cinayet, müminlere göre ise ihanettir. Onlar, tıpkı günah işlediklerinde yaptıkları gibi bunlardan dolayı da tevbe ve istiğfar­da bulunurlar. Çünkü onlar, yukarıda açıkladığımız hakikatlere şahit olmuşlardır. Allah Teala da onlara, kaçan dünyalık için üzül-memeyi, gelen dünyalık içinse fazla sevinmemeyi emretmiştir. Ge­len de, giden de, Allah Teala tarafından bilinmiş, sonra O´nun tara­fından yazılmış, bunun ardından kendilerine bildirilmiş ve meyda­na çıkarılmıştır.

Yakini imanları onlara, apaçık Kitab´da şunu göstermiştir: "Yer­yüzünde ve canlarınızda yaşanan hiçbir musibet yoktur ki onları yaratmamızdan önce bir Kitab´da yazılmamış olsun". (Hadid/22) Buna göre, mallara ve canlara gelen her musibet, insanların yara­tılmasından çok Önce yaratılmıştır. "Onları yaratmamızdan önce" ifadesi de bunu göstermekte ve bütün musibetlerin, yeryüzü ve in­sanlık yaratılmadan önce yazılmış olduğunu beyan etmektedir.

Bu ayetin tefsirlerinde değişik yorumlar yapılmış ve bazıların­da, ´Canları yaratmamızdan önce´, bazılarında da ´musibetleri ya­ratmamızdan önce´ anlamının murad edildiği söylenmiştir. Allah Teala bu ayetinin devamında ise şöyle buyurmaktadır: "Ta ki eli­nizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah Teala´nm size verdiğiyle se­vinip şımarmayasımz". (Hadid/23) Ayetten anlaşılacağı üzere, yiti­rilen bir şey için duyulan üzüntü, kazanılan bir şey için duyulan se­vinç gibidir.

Kul, Rabbi´nin emrettiğinin zıddında veya O´nun istediğinin dı­şında bulunmaktan utanmaz mı? Oysa, aslen kendisinin olmayan bir şeyi yitirdiğinde üzülmekle, kendisinden alman bir şey için hü-zünlenmekle, ya da kendisinin olmayan bir şeyin varlığına sevin­mekle böyle yapmaktadır.

Kendisine verilen şeyin, ilelebed elinde kalacak bir hibe mi, yoksa bir süre sonra geri alınacak bir emanet mi olduğunu ise bil­memektedir. Allah Teala, verdiğini onun elinden geri aldığı zaman, onun kendine ait olmayıp sadece bir emanet olduğunu anlayarak üzülecektir. Böyle biri yakinen iman ettiğinde şüpheli, bildiğinde cahil ve zühd göstermesi gereken şeyde arzulu demektir. Bu ne bü­yük bir şüphedir!

Bu şüpheye rağmen, kendisini tevekkül sahibi sanmakta, Allah Teala ile müstağni, imanen kuvvetli ve Allah Teala´nm hükümle-

rindeki takdirinin mecralarına şahit olan zatların makamlarında bulunduğunu iddia etmektedir. Kul, yalancı olduğunu bildiği za­man, yalancıların teslimiyetiyle teslim olup asılsız tevbekârların tevbesiyle tevbe eder, asla sadıkların sözlerini dile getirmeyip Al­lah dostlarının nazıyla nazlanamaz. Allah Teala´mn böyle kimsele­re hallerini göstermesi, onları eğitmek ve hakettiği sevabı vermek için olur. Bu da kusur ehlinin sevabıdır.

5. Malı alman kulun, yitirdiği her dirheme karşılık Allah yolun­da sarfedeceği ve lehinde hesap edilen yediyüz dirheminin bulun­ması. Kendisi, böyle bir şeye Önceden niyet etmiştir. O, evinden bir şeyi alınmasa da aynı şekilde davranacak bir kuldur.

Bunu da Allah Resulü´nün (sav) şu hadisinden çıkarmaktayız: "O, menisini dışarı bırakmayıp rahme indiren bir kimseye, bu iliş­kisinden dolayı dünyaya gelen, yaşayan ve Allah yolunda öldürülen bir çocuk sevabı verileceğini bildirdikten sonra, çocuğu olmaması halinde şöyle diyeceğini haber vermiştir: ´Onu yaratacak da, rızık verecek de Sensin. Onun yaşaması da, ölümü de Sana bağlıdır. Ben, nutfemi gereken yere bırakıyorum. Bundan sonrası, Senin hükmünde dir".

6. Devesini alan din kardeşine günah yazılmaması için, onu kendisine sadaka olarak vermesi. Bu durumda, din kardeşine gös­terdiği şefkatten ve Rabbi´nin ahlakıyla ahlaki anmasından dolayı sadakasının yanısıra ikinci bir sevap daha kazanır. Çünkü bilme­yerek günah işleyen bir kardeşine iyi gözle bakmış, kendisine hak­sızlık eden birini affederek ihsan sahiplerinin derecesini kazanmış ve takva ehlinin makamlarının hakikatine ermiştir.

Böyle biri, ecri Allah Teala´ya düşen kullar arasında yer alır. Al­lah Teala da onun için, hiçbir nefsin bilmediği göz aydınlığını sak­lar. Bu kul, Allah Teala´mn emrinin nasıl cereyan ettiğini, kendi de­vesini alan kimsenin kötü bir kaza ile sınandığım ve onun yerine konulmayarak himaye edildiğini iyi bilir. Bu nedenle de, sınanan insanlara merhamet göstermekte ve kendisini himaye eden Rab-bi´ne hamdetmektedir. Rabbi´ne olan şükrü onu, haksızlık edenlere beddua etmekten alıkoymaktadır.

Ariflerden bir zat, arkadaşına şöyle dedi: ´Marifet ehli, neden kendilerine haksızlık edenleri kınamazlar?´Arkadaşı, ´Bilmiyorum´

dedi. Arif şu karşılığı verdi: ´Çünkü onlar, Allah Teala´mn bunu kasden yaptığını, haksızlık edenlerin de kendileriyle imtihan edil­diğini bilirler. Bu yüzden de, onlara merhamet ederler*. Bu tavır, kendisine zulmeden din kardeşine yardım etmenin ve Allah Resu­lü´nün (sav) bu konudaki buyruğuna uymanın gereğidir.

O, buna özendirerek şöyle buyurmuştur: "Zalim de olsa, maz­lum da olsa kardeşine yardım et". [2]Burada zalime yardım etmek, onun zulmüne engel olmak şeklindedir. Din kardeşi onun malına yönelik bir günah işlediğinde onu affederek, zulme düşmesini en­gellemiş olur. O, kardeşini suç işlerken gördüğünde, malı almasını engelleyerek veya kendisini affederek malı ona hibe edecektir. Onu affetmesi, görmesinin yerine geçer.

Giden malı konusunda zühdün hakikatine ermesi. Ebu Sü­leyman ed-Darani, Malik b. Dinar´ın (ra) Muğire´ye, ´Git ve evdeki küçük kovayı al, ona ihtiyacım yok´ dediğini duyduğunda, ´Neden?´ diye sordu. Çünkü o kovayı kendisi hediye etmiş ve Malik de (ra) bu hediyesini kabul etmişti.

Malik (ra) şöyle cevap verdi: Şeytan, daima bana vesvesede bu-lunyor ve hırsızın onu çaldığını fısıldıyor. Malik b. Dinar (ra) kapı­sını kilitlemeyip bir iple bağlardı. Bazan da şöyle derdi: Eğer sokak köpekleri olmasa, ip dahi bağlamam.

Ebu Süleyman ed-Darani, bu davranışın sufilerin kalbi zaafla­rından kaynaklandığını söylemiştir. Dünyada zühd sahibi olan bir zatın, evindeki eşyayı kimin aldığını düşünmesi yersizdir. Hakikat da Ebu Süleyman´ın ifade ettiği gibidir. Çünkü zühd sağlıklı oldu­ğu zaman, rıza ve teslimiyet de onun muhtevasına girer. Gerçi Ma­lik b. Dinar´ın (ra) sözünün de doğruluk payı vardır. O da, bu tür bir vesvese ile Allah Teala´ya karşı masiyette bulunmayı hoşgörme-miş, verdiği kovanın masiyet sebebi olmasının önüne geçmiştir. An­cak Ebu Süleyman´ın sözü, tevekkül ve rızaya yakınlığı bakımın­dan daha yüce bir makama sahiptir.

Ev eşyasının kaybına dair yukarıda aktardığımız hüküm ve bil­giler, yolculukta veya yurdunda bulunup mal kaybeden herkes için geçerli olduğu gibi, kendi canı veya ailesi noktasında bir musibete maruz kalan kimseler için de aynen caridir.

Kul, yukarıda naklettiğimiz hüküm ve muamelelerin tamamına kalbiyle iman ettiği ve onları vicdanına iyice yerleştirdiği zaman, dile getirmesi, ya da açığa vurması gerekmez. İnsanların iman ba­kımından en ileri, yakin bakımından en güzel olanları, yitirdikleri dünyalıklara en az üzülen ve tasalananlardır. Onların rıza ve şa­hitlik bakımından en derin ve nüfuzlu olanları ise, dünyalık kay­betmeyi şükür gerektiren bir nimet olarak görenlerdir.

İnsanların iman bakımından en eksik, yakin bakımından en za­yıf olanları ise, yitirdikleri dünya malları için, en çok tasalanıp ke-derlenenlerdir. Bunlar, aynı zamanda en çok şikayette bulunan ve en az şükredenlerdir. Musibet ve belalar, insanların dünyaya ver­dikleri değeri ve zühdlerini ortaya çıkaran imtihanlardır. Bu meyanda, Allah Resulü´nün (sav) şu dua hadisini anmak gerekir: "Sen´den, sayesinde dünya musibetlerinin bize hafif geleceği bir ya-kini iman niyaz ederim". [3]

Yitirilen dünyalık için duyulan şiddetli keder ve tasa, dünya sevgisinin delili olduğu gibi, Mahbub´a imanın zayıflığının da ala­metidir. Kaybedilen dünyalıklar için az tasalanmak ise, dünyaya önem vermeyisin yani zühdün delili olduğu gibi, Allah Teala´ya imanın da güçlülük işaretidir. Devesini kaybeden bir tevekkül sa­hibi, onu aynı anda bulursa, yanında alıkoymasının bir sakıncası olmadığı gibi, niyetinden dolayı hakettiği ecri de alır.

Bu söz ve ona olan inancın, kul evden çıkarken, hayvanını bir yere bırakırken, ya da yolculuğa çıkarken bulunmasının ona bir ya­rar sağlayıp sağlamadığını bilemiyorum. Allah Teala´nm onda baki kalmasını istediği bir şeyi yitirme ihtimalini öne almaması, ya da Allah Teala´nm onun elinden çıkmasını murad ettiği bir hayvanı bağlamayı tercih etmesi bu kimseye zarar vermez.

Ama, her şartta tevekkül hallerinden ve üstteki muamele ma­kamlarından biri üzere olmasına rağmen, vera´ noktasında dünya malını yitirmeden doğan eksiklik kapılarından birinde durmuş olur. Bu, onun bir eksiğidir. Çünkü yitirme ihtimali bulunan şey hakkında Allah Teala´ya tevekkülü tam tutsa ve onun hakkındaki emri Rabbi´ne havale etse de, daha sonra o mal veya hayvanın ken­disine geri verilmesini iyi görmektedir.

Vera´ bakımından ona malik olmaya kalkışması ve o mal hak­kında geri almayı uygun görmesi edebin güzelliği noktasında müs-tehap görülmemiştir. Zira o, sözkonusu mal veya bineği daha önce­den Allah yolunda sadaka kılmıştır. Eğer bu niyetinden cayarsa, o zaman tevekkülü zedelenmiş olmaz. Çünkü işi Vekil olan Allah Te­ala´ya havale etmesi, her iki halde de sahihtir. O mal veya bineği geri alması ise, Allah Teala´nm önceden kendisine bahşettiği şeyi, yeniden ona vermesi sayılır.

Bu konuya örnek olması bakımından şu hadiseyi nakledebiliriz: Abdullah b. Ömer´in (ra) devesi çalınmıştı. Yoruluncaya kadar de­veyi aradı. Sonra da, ´Allah yoluna (sadaka) olsun´ dedi ve mescide girdi. İki rekat namaz kılmıştı ki, bir adam gelerek, ´Ey Ebu Abdur-rahman, deven falan yerde´ dedi. Bunun üzerine, ayakkabısını gi­yerek gitmeye yeltendi. Sonra ayakkabısını çıkartarak ´Allah Te-ala´dan mağfiret dilerim´ dedi ve yerine oturdu. Yanındakiler, ´Gi­dip deveni almayacak mısın?´ diye sordular. O da, ´Allah yolunda (sadaka) olsun´ demiştim´ dedi.

Ariflerden bir zat, şunu nakletmişti: ´Dostlarımdan birini ölü­münden sonra rüyamda gördüm ve, ´Allah Teala sana ne yaptı?´ diye sordum. Şu cevabı verdi: Bana mağfiret etti ve beni cennete koydu. Sonra cennetteki meskenlerim bana sunuldu, hepsini de gördüm´. Bunu söylerken birden daldı ve hüzünlendi. Ben, ´Cennete girdiğin ve Rabbi´nin mağfiretine nail olduğun halde neden hüzünleniyor-sun?´ diye sordum. Derin bir nefes aldı ve şöyle dedi: Evet, kıyamet gününe kadar da hüzünlü olmaya devam edeceğim. ´Peki neden?´ di­ye sorduğumda şöyle cevap verdi: Cennetteki meskenlerimi gördü­ğüm zaman, İlliyyun´daki makamlar da bana sunulmuştu. Bunların benzerini daha Önce hiç görmemiştim. Onları gördüğüme çok sevin­dim ve girmeye yeltendim. O esnada yukarıdan biri seslenerek; onu uzaklaştırın, burası ancak yolu devam ettirenler içindir, dedi. Ben de, yolu devam ettirmek nedir? diye sordum. Bana şöyle dendi: Sen dünyada iken, yitirdiğin bir mal için, ´Allah yolunda sadakam olsun´, derdin. Ama sonra, cayarak onu alırdın. Eğer Allah yolunda olanı de­vam ettirseydin, biz de senin içeri devam etmene izin verirdik.

Rebi´ b. Haysem hakkında şu olayı naklederler: Rebi´in atı çalın­mıştı. At, yirmi bin dirhem değerinde bir hayvandı. Hırsızlık, kendişine haber verilmesine rağmen onu aramaya kalkışmadı ve ara vermeksizin namazına devam etti. İnsanlar, yanına gelip onu tesel­li etmeye çalıştıklarında şöyle dedi: Atı çekerken onu gördüm. Bu­nun üzerine, ´Peki neden engel olmadın?´ diye sordular. O da şu ce­vabı verdi: -Namazı kasdederek- O an, benim için çok daha güzel bir uğraştaydım. Bunun üzerine onu kınamaya başladılar. Rebi´ şöyle dedi: Böyle yapmayın, hayır söyleyin. Ben o atı, o kimseye ta-sadduk ettim.

Ariflerden bir zata, çalman bir malı hakkında, ´Onu çalarak haksızlık yapana beddua etmeyecek misin?´ denilmişti. Arif şu kar­şılığı verdi: O kula karşı şeytanın yardımcısı olmak istemem. Bu­nun üzerine, ´Ne dersin? Çalman malın geri gelse onu alır miydin?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: Dönüp bakmazdım bile. Çünkü ben onu, o kimseye helal kılmıştım.

Başka bir arife de, ´Sana zulmedene beddua et´ denilmişti. O da, ´Hiçkimse bana zulmetmedi... O, ancak kendisine zulmetti. Zaval­lının kendine olan zulmü yetmezmiş gibi, bir de beddua ederek du­rumunu daha da mı kötüleştireyim?´ cevabını verdi.

Bir müslümanın cüzî bir malı kaybolmuştu. Birkaç kişi gelerek onu teselli etmeye çalıştılar. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: Be­ni, dünya işi için teselli etmeyin. Allah´a yemin ederim ki o malın tamamının gidişine bile üzülmezdim. Az bir kısmının gidişine ne­den üzüleyim?! ´Niçin?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: Yitir­memden doğan şükür, beni üzülmekten alıkoydu da, onun için.

Arifler, hırsızlık, gasp ve benzeri bir zulme uğradıkları zaman şöyle derlerdi: Bu, Allah Teala´nm bize olan bir nimetidir. O´nun bi­zi zalim değil de mazlum kılması, bize yapılan haksızlıktan daha büyük bir nimettir. Selef-i Salih, zulmedenleri küfür ve beddua ile anmaktan çok korkardı . Bu, o kimselerin kendilerine yaptıkları zulmü daha da arttıracak bir şeydi.

Rivayete göre, kendisine zulmeden kimseye dua eden bir adam, bu duasıyla ona galip gelmiştir. Adamın biri, Selefin bulunduğu bir mecliste Haccac´a sövmeye başladı. Selef, o şahsa şöyle dedi: Onun sövgüsüne fazla dalma. Allah Teala, Haccac´m namusuna dil uza­tanlardan onun öcünü aldığı gibi, malına el koyduğu kimselerin öcünü de ondan alacaktır. : ,

!! Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Kul, zulümden yakınmada da zulmedebilir; kendi­sine zulmeden kimseye zulmettiği kadar sövgüde ve küfürde bulun­maya devam eder. Sonra da ona zulmedenin onun aleyhindeki tale­bi doğar ve zulmü aşan miktarını mazlumdan kısas olarak ister."

Ulemadan bir zat, yolunun kesilip malının alındığını şikayet eden bir adama şöyle demiştir: Eğer müslümanlar içinde bunu mu­bah görenler bulunduğu yönündeki kaygın, malın hakkındaki kay­gı ve tasandan daha çok olmasaydı müslümanlara Öğütte bulun­mazdım.

Kabe´yi tavaf ederken Ali b. Fudayl´m iki dinarı çalınmıştı. Ba­bası onu hüzünlü bir şekilde ağlarken gördü. ´İki dinar için mi ağ­lıyorsun?´ diye sordu. O da, ´Hayır, Allah´a yemin ederim ki, kıya­met günü bunlar kendisinden sorulacak ve hiçbir delili olmayacak zavallı hırsız için ağlıyorum´ dedi.

Bu çerçevede ulemadan bir zata, kendisine zulmeden kimseye beddua etmesi söylenmiş, o da şu karşılıkta bulunmuştu: ´Onun için duyduğum üzüntü, ona beddua etmemi engelleyecek kadar büyük´.

Tevekkül sahibi bir kul, yitirdiği mal kendisine geri getirildiği zaman, eğer Allah yoluna verdiğini belirtmişse ona sahiplenmeme­lidir. Bu, onun için daha faziletlidir. Allah yoluna koyduğunu de­vam ettirmelidir. Eğef malı alan kimseye tasadduk ettiyse o zaman bakılır: Malı çalan kimse fakirse ve bu hırsızlığı, ihtiyaç ve fakirlik sebebiyle yapmışsa, sadaka hükmü devam ettirilir. Eğer muhtaç ise, o zaman helallik daire sindedir.

Şeyhlerden biri Mekkeli bir şeyhten şunu nakletmişti: Abidler-den biri, hacılardan birini yanında dikili duran dağarcığını çalmak­la suçlamıştı. Şeyh, kendisine dağarcığında ne bulunduğunu sordu. O da ne varsa söyledi. Bunun üzerine onu evine götürdü ve orada söylediği malları tartarak kendisine verdi. Daha sonra abidin arka­daşları, kendisine şaka yaptıklarını ve o uyurken dağarcığını aldık­larını söylediler.

Bunun üzerine o ve arkadaşları, dağarcığın muhtevasını ona veren şeyhe gittiler. Verdiği malı kendisine iade etmek istediler. Şeyh, ´O mal, benden çıktıktan sonra bana dönemez, o artık sizin´ dedi. Abidler, ´Bizim buna ihtiyacımız yok´ dediler. Ama şeyh ´Alın´

diye ısrar ediyordu. Onların almamaları üzerine, şeyh oğlunu ça­ğırdı ve malı keselere bölerek, ihtiyaç sahiplerine dağıttırdı.

Onun niyeti, verdiği malı Allah yolunda vermek olduğu için, elinden çıkanı geri almak istememişti. Aynı şekilde bir dilenci için ayırdığımız bir somunu, ya da bir fakir için hazırladığımız bir dir­hemi onlara rastlayamasak da başka bir fakir veya dilenciye ver­meliyiz. Müstehap olan budur.

Bu sıfatları taşıyan insanlar gördük. Ama artık bu yolun izi kal­madığı gibi haberleri de iyice kesildi. Her kim bununla amel eder­se, onu diriltmiş ve açığa çıkarmış olur. Bu, eskiden evliyanın sü­rekli yürüdüğü Allah Teala´ya götüren yollardan biri idi. [4]


Konu Başlığı: Ynt: Tevekkül Ehlinin Fazileti Hakkında Başka Bir Açıklaması
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 06 Ocak 2010, 16:49:15
Tevekkül Ehlinin Hükümleri Hakkında Başka Bir Açıklama :



Biliniz ki Allah Teala´ya sebepler üzere tevekkül etmek, sözkonusu sebeplerin kul için baki kalmasını, bunları kendine tabi kılmasını, onun üzerinde korunmasını, dünyevi çıkar veya kullardan birinin tercihi doğrultusunda birini öne alıp diğerini tehir etmesini gerek­tirmez. Aksine bu sebepler noktasında, safdışı etmek ve yoketmek doğruya daha yakındır. Çünkü tevekkül, havass nezdinde zühdün ikizidir.

Tevekkül, kulun tercih ve samimiyetinin açığa çıkması için bir sınama olup dünyalık adına her hangi bir şeyin reddi içindir. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Size verilen, geçici dün­ya malından başkası değildir". (Kasas/60) Tevekkül sahibi kulun bir malı gittiğinde, sabreder, şükreder veya rıza gösterirse tevek­külünde samimi olduğu ortaya çıkar. Tevekkülünde samimi olan tevekkül ehlinin halleri bunlardır.

Eğer çaresizlik ve şaşkınlık gösterirse, tevekkül iddiasında sa­mimi olmadığı ortaya çıkar. Bu tür durumlarda sebat edebilmek için nefs mücahedesinde bulunması gerekir. Eşyanın yokolmasm-dan sonra ona düşen; nefis mücahedesi ve diğer amellerindeki has­talıkları gidermektir. Şayet kulun malı korunur, kendisine acına­rak içyüzü ortaya çıkarılmaz ise, dünyada kendisine belli bir değer verilmiş, o da bununla teskin olarak, yolunda huzurlu ve kalben ra­hat bir şekilde yürümüş olur ki bu da, zayıfların makamıdır. Bu zümreye mensup olanların mallarında bir eksiltme yapıldığı takdirde peygamberlere en çok benzeyen sınav ehlinin makamına ge­çerler. Eğer imtihanlar olmasaydı, sözde samimi görünenlerin sayı­ları elbette çok fazla olacaktı.

Tedavinin bırakılması noktasında Allah Teala´ya tevekkülde bu­lunmak da böyledir. Bu tevekkül, iyileşmeye sebep olmadığı gibi onu erkene de almayacaktır. Hastalıkları azaltmadığı gibi, onları tamamen ortadan da kaldırmayacaktır. Hatta sınama ve temize çı­karma bakımından onları arttırma ihtimali daha büyüktür.

Nitekim Allah Teala bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ve iman edenleri temize çıkarsın ve kafirleri mahvetsin diye". (Al-i İmran/141) Can ve mal bakımından dünyevi varlıkta bir eksiltme yaşamayıp, bunu da şükür gerektiren bir bir nimet olarak değer­lendirmeyen ve Allah Teala´nm engellemesini verişi gibi görmeyen kimse, şükrünü eda etmemek suretiyle sözkonusu nimeti görmez­den gelmiş olur.

Halbuki nimete cahil kalıp şükrü terketmek, dünyanın tamamı­nı terketmekten daha ağır bir kusurdur. Böyle bir kulun, mahvolu-şa itilmesinden endişe ederiz. Mahvoluş, nimete nankörlük nokta­sında kulun bütün varlığının giderek helak olmasıdır. Nitekim Al­lah Teala, ´Ve kafirleri/nankörleri mahvetsin diye´ buyurmaktadır. Neyi mahvedip nimetine nankörlük edenlerden ne kadar eksiltece­ğini Allah Teala çok daha iyi bilir.

Allah Teala buyurdu ki: "Muhakkak ki sizi, biraz korku, açlık, mallarda, canlarda ve ürünlerde eksilme ile sınayacağız. Sabreden­leri müjdele!". (Bakara/155) Burada, fazlası dünyanın bütünü sayı­lan beş unsurun eksiltilmesinden söze dilmektedir.

Bunların tamamı bile, dünyanın aksine ahiret için sadece bir zi­yade ifade edebilir. Çünkü O, ahiret hakkında şöyle buyurmakta­dır: "İman eden ve Rablerine tevekkül edenler için Allah Teala´nın . katındaki (ahiret Ödülü) çok daha hayırlı ve bakidir". (Şura/36) Ayette sözedilen kullar, daha sonra tevekkülleri üzere sabretmiş-lerdir.

Onlar Rablerine dayanarak dünya hayatının imtihan ve belala-- rina tahammül göstermişlerdir. Onlar, Vekil Hak Teala´ya olan şahitlikleri ve O´nun hakkındaki hüsnü zanları sebebiyle tevekkülle­rinde sabır göstermişlerdir. Hallerinin kemale ermesiyle birlikte tevekkülleri üzerinde sabretmeyi de öğrenmişlerdir. Onların ma­kamları bu sebeplerle sürekli yükselmektedir.

Sabır, tevekkülün ilk makamıdır. Bu, Allah Teala´nın kazasını bir imtihan, şükrü de bundan daha üstün görmekle gerçekleşir. Bu­nun özü de imtihanı bir nimet olarak görmektir. Hepsinin de üs­tünde rıza makamı yer alır ki o, tevekkül yolunun en yüce maka­mıdır. Rıza, aynı zamanda muhabbetullah ehli tevekkül sahipleri­nin makamıdır.

Allah Teala, tevekkül ehlinin genelim vasfederken de şöyle bu­yurmaktadır: "Takva sahipleri için Ahiret yurdu daha hayırlıdır. Akletmiyor musunuz?" (En´am/32) Buna göre, Allah Teala1 dan layı­kıyla korkan, O´nun hitabını akleden kimse, dünya hayatında ba­şına gelen bela ve musibetler karşısında Allah´a tevekkül eder. Ka­çırdığı ve yitirdiği dünyalıklar için üzülmediği gibi, gelen dünyalık­lar için de aşırı sevinip şımarmaz. İşte bu, zühdün orta noktası ve tevekkülün başlangıcıdır.

Allah Teala, havassın tevekkülünü haber verirken de şöyle bu­yurmuştur: "İman eden ve Rablerine tevekkül edenler için Allah katında olan çok daha hayırlı ve bakidir". (Şura/36) Allah Teala´yı layıkıyla akledip O´ndan sakınanlar, O´na hakkıyla tevekkül eden­lerdir. Bu sayede fâni olana değer vermeyerek zühd sahibi olmuş ve baki olana rağbet etmişlerdir.

Onlar, akıl sahipleri oldukları için, İlahi Hitab´ı da çok iyi anla­mışlardır. Allah Teala, kendi katında olan ahireti ve onun ödülleri­ni, Zatı´na izafe etmekte ve kullarını ona rağbet ettirmek için de be­ka yani ebediyet sıfatıyla tanımlamaktadır. Allah Teala, tevekkül ettikleri için böyle açıklayıcı olmuştur. Değer vermeyerek hakkın­da zühd sahibi olmaları için de dünyayı kullara izafe etmiş ve onu fena yani yokolma sıfatıyla nitelemiştir.

O´na hakkıyla tevekkül eden akıl sahipleri, canlarına bile önem vermemiş ve onları Allah Teala´ya satmışlardır. Peki Allah´a satmış oldukları bir şeye sahiplenebilirler mi? Kul da, sahip oldukları da efendisi olan Hak Teala´nmdır. O, iradeleri doğrultusunda canları­nı ve mallarını onlardan satın almış, karşılığında da kendilerine baki kalacak olan ahireti vermiştir. Allah Teala bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Sizin yanınızdakiler biter. Allah Teala´nın ka­tındaki ise bakidir". (Nalü/96 [5]


Tevekkül Ehlinin Fazileti Hakkında Başka Bir Açıklama :



Eğer Allah Teala, yeryüzünde ve göklerde yarattığı varlıkların ta­mamını belli bir ilim üzere kılsa ve bu ilmi kendilerine öğretse, bir akıl üzere yaratsa ve onlara bu aklı çalıştırmayı gösterse, bir hik­met üzere kılsa ve onları bu hikmete sahip kılsa, sonra yarattıkla­rından her birine bütün varlıkların sayısı, hatta katları kadar ilim, hikmet ve akıl verse, ardından onlara işlerin akıbetlerini açıklasa, sırlara muttali kılsa, nimetlerin içyüzlerini onlara gösterse, cezala­rın inceliklerini bildirse, dünya ve ahiret lütfunun gizli yönlerini haber verse ve ardından da, ´Kainatın mülkünü size verdiğim akıl ve ilimlerle planlayın, işlerin akıbetlerini müşahede ederek tasar­layın´ dese, bununla da kalmayarak bu hususta onlara yardımcı o-lup gerekli kuvvetlerle donatsa, yapacakları planları, hayır-şer, ya-rar-zarar noktalarında Allah Teala´nın takdir ettiğinden bir sivrisi­nek kanadı kadar bile olsun, eksik veya fazla olmazdı.

Mevcut tedbir ve planlama dışında ne akılların fazla bir keşfi, ne de ilimlerin müşahedesi olabilirdi. Hiç biri, şu anda yakinen ya­şadığı ve içinde hareket ettiği şu takdirden başka bir takdiri koya­mazdı. Ama insanlar bunu göremiyorlar. Çünkü Allah Teala bu tak­dirini, akılların tertibine, bilinen sebepler ve vasıtalardan çıkarı­lan örf ve alışkanlıklara göre Öyle icra etmektedir ki beşeri akıllar da bu kıstaslar üzerine şekillendirilip karakterize edilmiştir.

Ama O, işlerin sonuçlarını gizlemiş, sırları perdelemiş ve arada­ki bağlantıları saklamıştır. Dolayısıyla Allah Teala´nın takdir ve tedbirindeki güzellik gizli hale gelmiştir. Bu yüzden de, mütevek­killer dışında insanların çoğu hikmetleri görememiştir. Bu hikmet­ler ancak ilim sahipleri tarafından akledilebilmiştir.

Allah Teala´nın canlılar ve cansızların dünyasında yarattığı gözle görülebilir en küçük unsurlar sivrisinek ve hardal tanesidir. Bunların her birinde de üç yüz altmış hikmet mevcuttur. O´nun varlıklar üzerindeki hikmetleri, bu varlıkların büyüklük ve fayda­larına göre daha da artmaktadır.

Bu husustaki hidayet ve beyanın bir diğer sevabı da kalplerin-deki perdeler kaldırılmış olan akıl sahibi salih kimselerin bütün te­mennilerinin Allah Teala´nın tedbirine gösterdikleri rızada ortaya

çıkmaktadır. Onlar Allah Teala´nın kendileri için takdir ettiği kade­rin kendi temennilerinden daha hayırlı ve Allah katında kendileri için daha faziletli olduğunu bilirler. Çünkü Allah Teala, hüküm sa­hiplerinin en Adil´idir.

Yüce Allah, imanının azlığından dolayı temennilere yeltenen in­sanları kınayarak şöyle buyurmuştur: "Yoksa insan için temenni et­tiği mi vardır? Ahirette, dünyada (karar) yalnız Allah Teala´nındır." (Necm/24-25) Yani Allah Teala, her ikisinde de insanların temenni­lerini bir kenara koyarak kendi iradesiyle hüküm verecektir. Zira O, başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Eğer Hakk, on­ların arzularına uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar bozulup giderlerdi". (Müminun/71)

Tevekkül sahibi, Allah Teala´yı seven, Rabbi ile mutlu olan, dünya ve ahiretin yalnız O´na ait oluşuna ve o ikisinde dilediği gi­bi hükmetmesine rıza gösteren kimsedir. Kul, aciz olduğu için hiç­bir şeye kadir değildir. Muhabbet makamının başı da budur.

Her şeyi Yaratan, Bilen, Gören ve Haber Alan Allah Teala bu hususlarda tedbirinin güzelliği ile bütün yaratılmışlara yeter. Ya­ratılmışlar hikmeti bilmeye, hükmü müşahede etmeye merhamete, basirete ve kalplerini teskin edecek bir imana ihtiyaç duyarlar.

Bu nokta, yakini iman sahipleri nezdinde sıkıntı ve şaşkınlık doğurmaz. Avam ise zikrettiğimiz tedbir ve takdirle ilgili sırlarla, Allah Teala´nm kudretinin inceliklerini ancak ahirette görecekler­dir. Ahirette perde kaldırılacak ve onun altındaki gökler ve yerler­le ilgili sırlar açığa çıkacaktır.

Allah Teala, alim kullarım dünya hayatında iken bunlara mut­tali kılmıştır. O, gizlediği ve açıkladığı hususlarda hamd ve şükre layıktır. Her iki durumda da O´nun lütfettiği bir nimet mevcuttur. Bunlarla ilgili her sıfatta bir hikmet ve rahmet saklıdır. Allah Tea­la, alim kullarım kendi ahlakı ile yarattığı için, onlar Allah Te­ala´nm ilmini ancak açıklanmasına izin verdiği ölçüde açıklarlar.

Alimler, Allah Teala´nın kaderinin sırrını ancak O´nun bildirdi­ği kıstasla öğrenebilirler. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuş­tur: "Hiçbir şey yoktur ki, katımızda hazineleri bulunmasın. Biz onu, ancak bilinen bir kaderle indiririz". (Hicr/21) Alimler, bu hitap ile eğitildikleri için gereken noktada durmayı da bilmişlerdir.

Ebu Süleyman ed-Darani dedi ki: Ben, eşyayı üstten gözledi­ğimde daha değişik bir tat alıyorum. Ariflerden bir zat ise şöyle de­miştir: Eşyanın tamamını, tek bir cevherden çıkmış, tek bir şey gi­bi gördüğünüzde halkın işitmediğini görür, anlamadığını anlarsı­nız. Başka bir zat ise şöyle demiştir: O acaipliği görmedikçe ilginç­liği göremezsiniz. O acaipliği görmediyseniz tuhaflığı görürsünüz. [6]


Tevekkül Sahiplerinin Sıfatlarıhakkında Başka Bir Açıklama:



Allah Teala´yı hakkı ile takdir eden alimler, Allah Teala´ya dünyevi çıkarlarını koruması, maksatlarına ulaşmalarını sağlaması için te­vekkül etmezler. Onlar tevekküllerinde arzuladıkları takdirin ger­çekleşme sini, istemedikleri hükümlerin değiştirilmesini, Allah Te­ala´nın sabık iradesinin kendi akıllarına uygun hale getirilmesini, Allah Teala´nın kullarını sınamak ve imtihan etmek için vazettiği sünnetlerini kendileri için değiştirmesini şart koşmazlar.

Tevekkülün, onların kalplerinde bundan çok daha büyük bir de­ğeri vardır. Böyle alimler, bu tür basitlikleri sergilemeyecek dere­cede tevekkülün mahiyetini akleder ve bilirler. Eğer bir arif, söz ko­nusu zaaflardan birine kapılarak tevekkül ederse, tevbe etmesini gerektiren büyük bir günah işlemiş sayılır. Onun bu tevekkülü, masiyetten başka bir şey değildir.

Alimler, nasıl cereyan ederse etsin, Allah Teala´nm hükümleri­ne karşı nefislerini sabretmeye, kalplerini de rıza göstermeye zor­layan kimselerdir. Bir adam, Malik b. Enes´e (ra), ´Ey Ebu Abdul­lah! Ben Kabe´nin örtülerine sarılarak her türlü günahımdan tev­be ettim ve gelecekte de Allah Teala´ya karşı masiyette bulunma­maya yemin ettim´ dedi. Malik (ra), kendisini azarlayarak şunu söyledi: Yazıklar olsun sana! Hakkında hükümlerinin geçerli olma­ması üzere Allah Teala´ya karşı yemin etmenden daha büyük bir günah olabilir mi?

Ulemadan bir zat, hikmet ehlinden birine şu beyiti okumuştu: ´ .Kazayı cari gördüğümde ki, onda şüphe ve kuşku olmaz \ Yaratanıma bihakkın, tevekkül eder, kendimi kazaya teslim ederim. Onlar, Allah Teala´ya itaatleri sebebiyle, O´nun hoş görmediğini mekruh saymışlardır. Bu, Allah Teala´ya duyulan sevgiden, O´nun hükmüne değer vermekten dolayı duyulan bir kerahettir.

Onların, Allah Teala´nm takdirini mekruh görmeleri sözkonusu değildir. Çünkü, Allah Teala´ya, ´hoş görmediğini niçin takdir ettin, takdir ettiğini niçin mekruh gördün´ deme hakları yoktur. Allah Te-ala, onların bu tür sözlerine muhatap olmayacak kadar Yüce, Ulu ve Korkutucu´dur. Gerçek tevekkül sahipleri, Allah Teala´nm takdi-rindeki hikmeti bilir ve O´nun hükmüne karşı sabrederler.

Allah Teala´yı layıkıyla bilen alimlerin tevekkülü, O´nun tevek­kül edenleri sevmesinden, işlerin Zatına havale edilişini hak etme­sinden ve Kendine teslimiyeti vacip kılmasından dolayıdır. Çünkü, Allah Teala İlk Vekil ve en yüce Kefirdir.

Alimler, Allah Teala´nm şu buyruklarım iyi bilmektedirler: "Al­lah her şeye vekildir". (Zümer/62); "Sonra, Arş´a istiva etti, işi O tedbir eder. O´nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez". (Yu­nus/3) Yine onlar Allah Teala´nm şu buyruğunu da çok iyi kavra­mışlardır: "Yakin sahibi bir kavim için Allah´tan daha güzel hüküm veren var mıdır?" (Maide/50) Alimler, bu şuura varmak için O´nun şu ayetini de iyi akletmişlerdir: "Allah hüküm verenlerin en iyisi değil midir?" (Tin/8)

Ulemanın bu şekilde tevekkül etmelerinin bir sebebi de; Allah Teala´nm tevekkülü emretmiş, özendirmiş ve imanın hakikati için gerekli kılmış olması da olabilir. Çünkü onlar, Allah Teala´nm şu buyruğunu gayet iyi bilirler: "De ki; sizi gökten ve yerden kim rı-zıklandırıyor? Ya da o gözlere ve kulaklara kim sahiptir?.. Emri kim düzenleyip yönetiyor?" (Yunus/31); "Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah Teala´ya ait olmasın". (Hud/11); "Gökte de rız­kınız ve size vadedilenler vardır". (Zariyat/22)

Allah Teala, başka bir ayetinde de kendi Zatı üzerine yemin ederek şöyle buyurmuştur: "Eğer müminler seniz Allah Teala´ya te­vekkül edin". (Maide/23) Alimler Allah Teala´dan haya ettikleri, gizli kuşkuları gideren bir imana sahip oldukları, Allah Teala´yı töhmet altına koymaktan sakınmaları ve O´na olan inançlarının sağlamlığından dolayı tevekküle daha çok yönelmişlerdir.

Ulemadan bazıları, bu hususların tamamını gözeterek tevekkül etmiş iken, bazıları da bunların bir kısmım gözeterek tevekkül et­mişlerdir. Her kulun tevekkülü Allah Teala´yı tanıdığı sıfattan kay­naklanır. Aynı şekilde tevekkülden her sapış da, kulun yaşadığı za­aftan kaynaklanır.

Herkes Allah Teala´ya yakınlığı oranında itatte bulunur. O´na yaklaşanlar da ilimlerinin elverdiği ölçüde yaklaşabilirler. Kulun ilmi de gaybi oluşumu bilmesi miktarında olabilir. Dolayısıyla ilim, Allah Teala´nm kula olan inayeti oranında artan bir fazilettir. Bu­nun arkasından ise kaderin sırrı gelir. Bu noktaya ulaşan her kul, şahitliğinin vecdinden kaynaklanan makam ve halini müşahade ettiği gibi muamelelerinin karşılığını da görür. I Allah Teala, dilediği kullarının derecelerini artırır. İnsanlar, O´nun katında derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını gör­mektedir. Onlar için Rableri katında selam yurdu, yani cennet var­dır. Allah Teala da yaptıklan ameller sebebiyle onları dost edinmiş-tlir. Cennet, o insanlar için birleştirici bir yurttur. i Ama o yurdun sakinleri de, dünya yurdunda olduğu gibi farklı derecelere sahiptirler. Allah Teala onları, veli edinme ayrıcalığı ve güzel amellerinin sebep olduğu güzel dostluklar sebebiyle melekû-tunun ulvi derecelerine yükseltir. Allah Teala, dilediği kulunu Ken­di için seçer ve yakaranlara Kendi yolunu gösterir.

Havass içerisinde Allah Teala´yı yüceltmek ve ululamak için te­vekkül edenler vardır. Yine onlar arasında, Allah Teala´nın sözü­nün doğruluğundan dolayı vaadine duyduğu imanla tevekküle yö­nelenler de vardır. Bunlar, tevekkülleri sayesinde Allah Teala´nın vaadettiğini sanki almış gibi davranırlar. O da, bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Kim, vaadine Allah´tan daha çok bağlıdır?" (Tev-be/111); "O´nun vaadi muhakkak ki yerine gelecektir". (Meryem/61) Havastan kimileri de Allah Teala´nm yücelik ve azametine şa­hit olmalarından dolayı kapıldıkları teslimiyetle O´na tevekkül et­mişlerdir.

Kimileri mallarını muhafaza etmesi için tevekkül ederken, ki­mileri de korunmasını istediği şeylerin korunması ve malının sakı­nılması için tevekkül etmiştir.

Kimilerinin tevekkül sebebi, Allah Teala´yı iyi tanımasından kaynaklanan şahitliğini yerine getirmek iken, kimilerinin ki de muamelesinin güzelliğinden dolayı O´na duyduğu teslimiyet hissi­dir. Kimisi Allah Teala´nm tedbirinin güzelliği ve takdirinin sağ­lamlığı sebebiyle işini O´na havale ederken, kimileri de tevhidi ve Allah Teala´nm kayyûmiyetine olan şahitliğinin icabı sonucu O´na tevekkül etmektedir.

Bütün bunlar, Allah Teala´ya yakınlık ve O´nu tanımaktan kay­naklanan evliya ve Allah dostlarına mahsus vecd ve yollardan iba­ret hususlardır. Bunların bazıları, makam bakımından diğerlerin­den daha üstündürler. Bu müşahedelerin bir kısmı da, Allah Tea­la´ya daha yakın ve daha yüksek görünmektedir.

Bunların en ulvisi, Allah Teala´yı yüceltmek ve ululamak için tevekkülde bulunan kimsenin müşahedesidir.

Ortancası, O´na duyulan sevgi ve korku tesiriyle tevekkülde bu­lunan kimselerin müşahedesidir.

En alttaki ise Allah Teala´ya teslimiyet göstermek ve O´na se­vimli görünmek için tevekkülde bulunan kimselerin müşahedesidir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi avamın tevekkül şekilleri ara­sında ariflerin belirtmekten dahi haya ettikleri tevekkül türleri vardır. Onlar kalplerini ve kafalarını bu tür tevekkülden arındırır­lar. Bu, Allah Teala´ya kalben tevekküldür.

Havassın seçkinleri olan sıddıklarm tevekkülünü daha önce de açıklamamıştık. Çünkü bu, akıl sahiplerinin anlayamayacakları ve yazılı kitaplara emanet edilemeyecek bir tevekkül şeklidir. Zira bu kitaplara inkarcıların ve cahillerin bakması mümkündür. Allah Te­ala´yı hakkıyla arif olanlar, O´nun kendisi için sevdiği yere dahil olur, kendi sıfatı için övdüğü hususlara rağbet ederek o sıfatı ka­zanmak için çabalarlar. Böylelikle Allah Teala´nm övgüsüne maz-har olarak O´na bir yakınlık ve katında bir muhabbet kazanırlar.

Tevekkül Hakkında Başka bir Açıklama : Tevekkül sahibinin tevekkülünü zedelemeyen şeylerin başında rız­kını, Rabbinden dilemesi gelir. Tevekkül sahibi kul, dünyevi işler ve ahiret sevabı noktasında Rabbinden niyazda bulunabilir. Bunun şartı, talep edilen şeyden başka bir şeyi kasdetmemiş olmasıdır.

Kul, işlerini Allah Teala´ya havale etmiş olsa bile, O´nun icabe­tini bilmeye muhtaç olabilir. Allah Teala´nm vermesi, o kimseyi Al­lah Teala´ın zikrinden alıkoyacaksa, O´nun icabeti engelleme ve uzaklaşma şeklinde olacaktır. Çünkü hayır, kulun bilmediği şeyde gizlidir.

Kulun istemediği bir şey, Allah Teala´nm bildiği güzel sonuç se­bebiyle daha hayırlı olabilir. Kulun aklettiği acil çıkar ve menfaati onun için hayırlı olmayabilir. Bu durumda kula düşen; Hakim-i Mutlak´m hükmüne teslim olmak, Paylaştırıcı´nm kendisi için Ayır­dığı paya rıza göstermektir.

Tevekkül eden kul, Rabbinden dünyevi zenginlik, ihtiyacı olma­yan mal, kalbinin İslahına uygun olmayan bir şey veya Rabbine yaklaştırıcı olmayan bir fiil niyaz ettiğinde, zühdden uzaklaştığı oranda tevekkülün hakikatinden de uzaklaşır. Eğer kul, Allah Te­ala´yı zikretmek suretiyle O´ndan istekte bulunmaktan sakınırsa, Allah Teala kendisine isteyenlerin daha üstünde rızık verecektir.

Kul, Vekil olan Allah Teala´dan duyduğu haya ile sükut ederse, Allah Teala kendisine yeter. Sonuçta da bu yeterliliğe şahit olarak tasarrufların tamamına rıza gösterir. Bu, kayyumiyetin müşahede edilmesinden doğan yüzleşme makamı olup mukarrebun zümresi için sözkonusu olan bir haldir.

Tevekkül sahibinin, rızkını aramaya yönelmesi, onun tevekkü­lünü ihlal etmez. Çünkü insan, zayıf ve muhtaç bir varlık olarak yaratılmıştır. Onun, muhtaç olduğu bilinen bir rızkı vardır. Bilinen rızık (=rızk-ı ma´lûm); kullara pay edilmiş olan rızık, başka bir ifa­deyle kısmettir.

Kulun, kendi payına düşen kısmetine yönelmesi, asıl itibarıyla bu taksimi yapan Allah Teala´ya yönelmesidir. Rabbine yönelen kimse ise, O´nun tarafından şereflendirilir. Kul, eğer fazlalığa yö­nelir ve kanaatten ayrılırsa, veya adet olanı ister, ya da birşeyi vaktinden önce talep eder, veya onun vaktinden geç gelmesini hoş görmezse tevekkülünü zedelemiş olur.

Bu tür bir yaklaşım, kulun zühdüne de zarar verir. Rızka yönel­mek ve onun beklentisine girmek mubah olsa da, zikrettiğimiz hu­suslar tevekkülü zedeler. Alışverişte bulunmak, hastalıktan kur­tulmak için tedavi olmak gibi davranışlar, her ne kadar rızka yö­nelme ve şifa ümit etmeyi ihtiva ediyorsa da, Selef ulemasının bun­ları tevekkülü zayıflatan hususlar olarak tesbit ettiklerini bilmek­teyiz.

Sahabe ve Selef-i Salih, tedavi olanları tenkit etmişlerdir. Onla­ra göre tedavi, kulu tevekkülün hakikati ve zühdden uzaklaştır­maktadır. Ama sözkonusu kimselerin tevekkülleri için de belli de­receler sözkonusudur. Kulların, amelleri sebebiyle uhrevi karşılık beklemeleri, onları tevekkül dairesinden çıkarmaz. Çünkü Allah "eala onları buna teşvik etmiş ve onlar için mendub görmüştür.

Ancak bu tür bir beklenti içinde olmak, kulu İhlasın hakikatine dahil etmediği gibi, tevekkül ehlinin sıddıklarma verilen ulvi dere­celere de yükseltmez. Kul, bulunduğu hal mikdarınca bir sevaba nail olur. Fakat bu hali kendisini muhibbanın ihlasma dahil etme­diği gibi, mukarrebunun derecelerine de yükseltemez.

Tevekkül, dünya hakkında zühd sahibi olmakla sıhhat kazanır. Zühdün başı, harama rağbet etmemektir. Kulun tevekkül halleri­nin başı, günlük gıdasında Allah Teala´ya tevekkül etmek, sonra da Ölümsüz Hayy olan Allah Teala´nm hükümlerine karşı sabırlı ol­maktır.

Tevekkülün en üst derecesi; hükümlere teslimiyet ve hayırda yarışmada O´ndan razı olmaktır. Bu da nefsi bir kenara atmak ve Allah Teala ile meşgul olup yalnız O´nu severek nefsi tamamen unutmak suretiyle mümkün olabilir.

Tevekkülün hakikati, Vekil Teala´nm kudret elini müşahede et­mekle ortaya çıkar. O´nun kudret eli ortaya çıktığı zaman, diğer el­lerin tamamı gözden kaybolur. İşte bu noktada, Allah Teala´ya naz­lanarak tevekkül edersiniz. O da sizin tevekkülünüzü kabul buyu­rur. Sonra O´na teslim olursunuz, O da sizi selim kılar.

O size, elzem bir sıfatla tecelli ettiğinde, hüküm sizi Hakim´e dönmek zorunda bırakabilir. O sıfat da, sizi Vekil´e teslim olmaya zorlayabilir. Hâkim Teala, sizi dilediği hükme uymaya zorlayabile­ceği gibi, lehinizde ve aleyhinizde dilediği ve istediği taksimi de ya­pabilir.

Tevekkülünüzün en üst derecesi, O´ndan haya ederek tevekkül etmeniz ve O´nun güzel takdiri ile, Zatı´nı tevekkülünüze şahit tut-manızdır. O, sizi Kendinden gayrisine havale etmemiş, Zatı´ndan başkasına döndürmemiştir. Her halükârda, ya sabretmenizi, ya iş­leri O´na havale etmenizi, ya O´na teslim olmanızı, ya da O´ndan razı olmanızı gerektirecek bir takdirde bulunabilir.

Sizi, kendiniz için planlar yapmaktan kurtardığı gibi, kendi takdir ve temennilerinize önem verme kaygısından da muaf tutabi­lir. "Kim Allah Teala´ya tevekkül ederse, Allah ona yeter". (Talak/3) Ayette geçen ´Hasb´ kelimesi, ´Hasîb^Hesap eden, hesaba çeken´ an­lamına gelir.

Allah Teala, bunu istediği gibi ve dilediği şekilde yapar. Ayetin başka bir tefsirinde ise, kula yetenin tevekkül olduğu ve tevekkü-

lün makam olarak diğerlerini gerektirmeyecek bir derece olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, Allah Teala´nm tevekkül sali­bine, başkalarına muhtaç etmeyecek şekilde yeteceğinin kasdedŞ-diği söylenmiştir.

Allah Teala, bunu bütün müslümanlara açıklayıp cemaati tesel­li ederek de şöyle buyurmuştur: "Allah, emrini yerine getirendir" (Talak/3) Yani, O´nun hükmü, kendisine tevekkül eden hakkında da, etmeyen hakkında da, muhakkak surette yerine getirilecektir. Ancak tevekkül eden kuluna, dünya ve ahiret tasalarını giderme noktasında Allah Teala yeter. O´na tevekkül etmeyen kulun kısme­ti ise, sivrisinek büyüklüğü kadar olsun arttırılmayacaktır.

Tevekkül edenin rızkı da, zerre mikdarı eksiltilmeyecek, fakat O´nun hidayet etmesi sayesinde istikameti artacak, takvası sebe­biyle yakini imandaki makamı yükseltilecek ve Allah Teala´nm iz-zetiyle yücelecektir. O´na tevekkül etmeyenlerin yakini imanları eksiltilecek, tasa ve kaygıları arttırılacaktır. Bu da onun aklını da­ğıtacak ve düşüncesini sürekli meşgul edecektir.

Allah Teala, kendisine tevekkül eden kulun günahlarına kefa­ret edecek, rıza, muhabbet ve yeterliğini ondan esirgemeyecektir. Allah Teala, tevekkülünde sadık olanlara bunu taahhüt etmiş ve iş­lerini en güzel şekilde Rabbine havale eden kullarına korumasını bahsetmiştir. Ancak tercih ve yerine getirmenin şekliyle ilgili bilgi yalnız O´na aittir.

O, kulunun koruma ve yeterliliğini, dünyevi ve uhrevi konular­da dilediği yer, zaman ve şekilde sağlar. Bunlar, kulun bilmediği yerlerden gelebilir.Çünkü kul, mevcuttur. Hükümler, dünya ve ahi-rette onun üzerinde cari olur. O, fakir olduğu gibi, her iki yurtta da lütuf, rahmet ve şefkate muhtaçtır. Allah Teala, Ganî ve Hamîd, ya­ni kimseye ihtiyacı olmayan ve övülendir. O, ilk defa yaratan (=Mübdi´) ve sonra tekrar diriltecek olan (=Mu´îd)´dir.

Ebu Muhammed Sehl´e, ´Kulun tevekkülü ne zaman sahih olur?´ diye sorulmuştu. Şu karşılığı verdi: Rabbinin tedbirinin, kendi ted­birinden daha hayırlı olduğunu bildiği zaman. Çünkü Rabbinin ona bakışı, kulun kendi kendine bakışından daha güzeldir. Bu şuura eren kul, olup biten üzerinde düşünmeyi ve henüz olmamış şeyleri temenni etmeyi bırakarak planlar yapmayı terkeder. İşlerin sonu Allah Teala´ya döner ve O, her işinde hamd ve şükre layık olandır. [7]