Konu Başlığı: Tevekkül Ehlinin Fazileti Hakkında Başka Bir Açıklaması Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 06 Ocak 2010, 16:42:23 Tevekkül Ehlinin Fazileti Hakkında Başka Bir Açıklaması
Evi olan bir mütevekkil, evinden çıkarken tedbir gereği kapısını örtmelidir. Çünkü bu hususta cari olan sünnet ve büyüklerin emirleri vardır. Allah Teala, tedbir alma ve sakınma hususunda şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, korunma tedbirlerini alınız". (Nisa/71); "Onların seni fitneye düşürmelerinden sakın". (Maide/49) Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Onu bağla ve tevekkül et" [1] Kul, kalben insanlara değil de Allah´a dayanıyor oldukça, bu tür tedbirlere başvurması onun tevekkülünü zedelemez. Devesinin kaçması veya yerinde kalması noktasında, kendi tedbirine güvenmeyip Allah Teala´mn tedbirinin güzelliğine güvenirse, tevekkülünü yine bozmuş olmaz. O, evinin kapısını örterken de, evdeki eşyanın olduğu gibi kalmasını, Allah Teala´mn tercihine ve takdirine bırakmış olmalıdır. Tevekkül sahibi kul, her konuda Rabbinin hükmüne teslim olur. Çünkü Allah Teala bir kulunu, her hangi bir konuda kendisine tevekkül etme makamına yükselttiği zaman, ona verdiği herşeyde tevekkül sahibi kılar. Kul, tevekkülde olduğu gibi tevbe makamında bulunabilmek için de herşeyde ve herşeyi ile Allah´a yönelmelidir. Ancak böyle davrandığında O´nun sevgisine mazhar olan tevbekârlar arasında yer alabilir. İşte bu nedenledir ki Allah Teala, "Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever" (Al-i İmran/159) ve "Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever" (Bakara/222) buyurmuştur. O, bunun yanısıra "Bir şeye tevekkül edecekler, yalnız Allah´a tevekkül etsinler" (İbrahim/12) buyurmuştur. Bu ayetin tefsirindeki en güzel görüş; bir konuda Allah´a tevekkül eden kulun, hayatın bütün sahalarında Allah´a tevekkül etmesi gerektiği yönündeki görüştür. Diğer görüş ise, birtakım şeylerde O´na tevekkül eden kulun, her tevekkülünde yalnız O´na tevekkül etmesi şeklindeki görüştür. Çünkü bir konuda vekil kılman kimseye, sadece o konuda tevekkül edilirken, diğer konulardan her birinde ayrı ayrı tevekkül etmek gerekir Tevekkül, peygamberlerin en yüce makamlarından, sıddıklarla şehitlerin en üstün derecelerinden biridir. Tevekkülün hakikatine eren kimse, tevhidin de hakikatine erer. Böyle birinin imanı kemale ulaşarak, büyük derecelere nail olur. Şirkin her türlü göstergesinden ve şeytanın bütün gizli tasallutlarından uzak kalır. Şeytan böyle bir kul üzerinde asla hakimiyet kuramaz. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onun iman eden ve Rableri´ne tevekkül edenler üzerinde hiçbir gücü yoktur.. Onun gücü, ancak kendisini dost edinen ve Allah´a şirk koşanlar üzerindedir". (Nahl/99-100) Görüldüğü gibi Allah Teala, şeytanın insan üzerindeki etkisini kaldırmayı sırf iman etmeye bağlamamış, tevekkül etmeyi de gerekli kılmıştır. Tevekkül bahsini bu kadar ayrıntılı ve derinlemesine açıklamamızın bir sebebi de budur. Çünkü tevekkül makamına, Vekil´i hakiki anlamda müşahede etmek üzere nail kılman bir kimse, yakini imanın makamlarına ve takva ehlinin hallerine daha rahat olarak ulaşabilir. Nitekim Abdullah b. Mesud (ra) bu hususta şöyle demiştir: Tevekkül, imanın özüdür. Tevekkül sahibi bir kul, bu tevekkülünde bir takım sebepler, şahıslar, gayeler ve değişik şeylerle sınanabilir. Bu sınava, diğer makam sahipleri de maruz kalabilirler. Bu bela ve imtihanlardan sonra kulun üzerinde, şeytandan bir esinti veya kuruntu kalabilir. Ancak onunla asla birleşip kendine hakim olmasına izin vermez. Allah Teala, bu tür sınavlarla kulun tevekküldeki dürüstlüğünü sınayarak, Vekil´ine bakışım görmek ister. Sonuçta da, tevekkülünde dürüst olan mukarrebunu ödüllendirmeyi, ya da tevekküllerinin mücerred bir iddiadan ibaret olduğunu göstermeyi murad eder. Böylelikle dürüst olmayanlar, yalanlarını bizzat kendileri görerek tevbeye yönelirler. O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala´nm sadık olanları sıdkları sebebiyle ödüllendirmesi için". (Ahzab/24) Tevekkül edenlerin ödüllendirilmesi, tevekküllerindeki sıdklan sebebiyle olur. Sıdk hil´ati, onların nişanesi olur. Allah Teala bundan sonra şöyle buyurmuştur: "Münafıklara da dilerse azap eder, ya da onların tevbelerini kabul eder". (Ahzab/24) Tevekkül iddiasında bulunanlar için en iyi hal, tevbedir. Onlar, tevbe sayesinde içinde bulundukları zulmetten çıkabilirler. Allah Teala buyurdu ki: "İnsanlar, ´İman ettik´ demekle, imtihan edilmeksizin bırakılacaklarını mı sandılar?". (Ankebut/2) Daha sonra da geçmiş ümmetlere mensup kulları tarafından yaşanmış bir sünnetini haber vererek şöyle buyurmuştur: "Andolsun Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Elbette Allah doğruları bilecek, yalancıları bilecektir". (Ankebut/3); "Allah Teala´nm sünnetinde asla değişme bulamazsın". (Ahzab/23) Tevekkül eden kul, evinden çıkarken Allah Teala´nm emri ve Resulü´nün (sav) sünneti gereği, yukarıdaki gerçeklere inanarak şöyle demelidir: "Allahım, evimdekilerin tamamı, eğer onları alacak birini musallat ettiysen Senin yolunda benden o kimseye sadaka olsun". Bu kimsenin evindeki eşyası alınırsa, bu hususta aşağıdaki yedi muameleden biri geçerli olur: 1. Allah Teala´ya olan tevekkülü ile O´nun emrini dilediği gibi tedbir edişini ve bu yöndeki seçimini kabullenir. Kalması halinde kendisini fitneye düşürebilecek şeyleri onun elinden çıkarmasını ve dünya malını eksiltmesini anlayışla karşılar. 2. Allah Teala, sevdiği şeyleri kaybettirmek suretiyle kulunun sadakat ve teslimiyetim, ya da yalanını açığa çıkarmak için onu seçmiş ve imtihan etmiş olabilir. Eğer kul, Rabbinin bu güzel imtihanından dolayı O´na hamd ve şükürde bulunup nefsi noktasında herhangi bir rahatsızlık hissetmezse şükür ve rıza ehlinin sevabına nail olur. İLm-i meknûn yani gizli ilimde O´nun bir peygamberinden bu yönde bir haber nakledilmiştir: "O peygamber şöyle demişti: (Ey Rabbim, Senin velilerin kimlerdir?´ 0´Kendisinden sevdiği şeyi aldığım halde Bana teslimiyet göstermeye devam edenlerdir". 3. Nefsi burukluk hissedip serzenişte bulunmasına rağmen, sabır, sükunet ve Allah Teala´ya hüsn-ü senada bulunmak suretiyle nefsiyle cihad edip kullara şikayette bulunmayı terkeden kimsedir. Bu da, sabır ve mücâhede ehlinin sevabına nail olur. 4. Bir Önceki makamda bulunmayan kimsedir. Çünkü onun tevekkülünün boşluğu ve içinde sakladığı yalan, birinci muameleye göre ortaya çıkmıştır. O da bunu itiraf etmiş ve Rabbi´nden özür dileyerek O´na dayanmış ve önünde boyun eğmiştir. Bu da, ilim sahibi kılma ve beyan bakımından sevaba vesile olabilir. Çünkü Allah Teala´nın takdirine rıza göstermemek, sabırsızlık etmek ve aslında Allah Teala´nm olan eşyasının kendi elinden alınıp başkasına devredilmesine öfkelenmek suretiyle tevekkül iddiasında samimi olmadığını öğrenmiştir. O, içine düştüğü bu hal ile, kenüi elindekinin, aslen Allah Teala´nm bir tür hazinesi olduğunu görmüş olmaktadır. O´nun tarafından başkasına havale edilen şeyler de, asıl itibarıyla kendisinin değildir. O, bu eşya için sadece bir emanetçidir. Ama Allah Teala, kendisine emanet ettiği o malları geri aldığında, buna üzülerek tepki göstermiştir. Halbuki malın gerçek sahibi, malını alarak başka birine emanet, ödünç veya rızık olarak vermiş bulunmaktadır. Bu makamda yeralan tevekkül sahibi, şunu bilir: Allah Teala, kendisine dünya mülkünden bir mal ve ahiret melekûtundan bir şeyler verdiği zaman, bunlar kendisi için rızık olmuştur. Ancak o, yakini imanının zayıflığı ve zühdünün eksikliğinden dolayı dünya rızkını, ahiret rızkına tercih etmiştir. Bunun yegâne sebebi, dünya malına olan düşkünlük, aşırı rağbet ve istekliliktir. Tevekkül sahibi, bunları gerçek anlamda öğrendiği zaman, Allah Teala sayesinde başka birinden aldığı eşya veya malın, asıl itibarıyla kendi eline verilmiş bir emanet olduğunu bilir. Bu hususlarda gösterilen cahillikler, hakiki tevekkül ehline göre günah, yakin ehline göre de, tevbe ve istiğfar gerektiren hallerdir. Tevekkül sahibi bir kul, herşeyden önce şunu bilir: Allah Teala, bedenler için dünya mülkünden bir şey, ya da kalpler için ahiret melekûtundan bir şey hibe ettiği zaman onu asla geri almaz. Dünya mülkünden bir şey verdiğinde, bu şey tüketilinceye veya eskiti-linceye kadar o kimsenin uhdesinde bırakılır. Ahiret adına verdiği iman, ilim ve amel ise, kendisinden yine alınmaz, aksine geliştirilip arttırılarak onun için ahiret yurduna saklanır. Ama Allah Teala, dünya veya ahirete ait birşeyi o kimseye emanet ya da borç olarak da verebilir. Verdiği bu tür şeyleri, dünya hayatında iken geri alması gerekir. Çünkü O´nun hikmeti, bu şeylerin iadesini gerektirmektedir. Hibe ettiği şeyleri nasıl onun uhdesinde bırakıyorsa, bunları da ondan geri alır. Yakini iman sahibi bir mütevekkil, Allah Teala´nm hazinesi sayılan eline ödünç veya emanet olarak bıraktığı bir şeyi, yine O´nun hazinesi olan başka birinin eline naklettiği zaman üzül-memelidir. Allah Teala naklettiği bu şeyi ikinci kişiye hibe olarak vermiş olabileceği gibi, kendisini sınamak için emanet olarak da vermiş olabilir. Bir zaman sonra o şeyi, onun elinden de alarak başka birine verebilir. Çünkü evden çıkan, bir şeydir. Allah Teala´nm ise her şeyde bir hikmet ve imtihanı saklıdır. Bu tür şeyin kaybından dolayı duyulan üzüntü ve acı, ariflere göre bir-cinayet, müminlere göre ise ihanettir. Onlar, tıpkı günah işlediklerinde yaptıkları gibi bunlardan dolayı da tevbe ve istiğfarda bulunurlar. Çünkü onlar, yukarıda açıkladığımız hakikatlere şahit olmuşlardır. Allah Teala da onlara, kaçan dünyalık için üzül-memeyi, gelen dünyalık içinse fazla sevinmemeyi emretmiştir. Gelen de, giden de, Allah Teala tarafından bilinmiş, sonra O´nun tarafından yazılmış, bunun ardından kendilerine bildirilmiş ve meydana çıkarılmıştır. Yakini imanları onlara, apaçık Kitab´da şunu göstermiştir: "Yeryüzünde ve canlarınızda yaşanan hiçbir musibet yoktur ki onları yaratmamızdan önce bir Kitab´da yazılmamış olsun". (Hadid/22) Buna göre, mallara ve canlara gelen her musibet, insanların yaratılmasından çok Önce yaratılmıştır. "Onları yaratmamızdan önce" ifadesi de bunu göstermekte ve bütün musibetlerin, yeryüzü ve insanlık yaratılmadan önce yazılmış olduğunu beyan etmektedir. Bu ayetin tefsirlerinde değişik yorumlar yapılmış ve bazılarında, ´Canları yaratmamızdan önce´, bazılarında da ´musibetleri yaratmamızdan önce´ anlamının murad edildiği söylenmiştir. Allah Teala bu ayetinin devamında ise şöyle buyurmaktadır: "Ta ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah Teala´nm size verdiğiyle sevinip şımarmayasımz". (Hadid/23) Ayetten anlaşılacağı üzere, yitirilen bir şey için duyulan üzüntü, kazanılan bir şey için duyulan sevinç gibidir. Kul, Rabbi´nin emrettiğinin zıddında veya O´nun istediğinin dışında bulunmaktan utanmaz mı? Oysa, aslen kendisinin olmayan bir şeyi yitirdiğinde üzülmekle, kendisinden alman bir şey için hü-zünlenmekle, ya da kendisinin olmayan bir şeyin varlığına sevinmekle böyle yapmaktadır. Kendisine verilen şeyin, ilelebed elinde kalacak bir hibe mi, yoksa bir süre sonra geri alınacak bir emanet mi olduğunu ise bilmemektedir. Allah Teala, verdiğini onun elinden geri aldığı zaman, onun kendine ait olmayıp sadece bir emanet olduğunu anlayarak üzülecektir. Böyle biri yakinen iman ettiğinde şüpheli, bildiğinde cahil ve zühd göstermesi gereken şeyde arzulu demektir. Bu ne büyük bir şüphedir! Bu şüpheye rağmen, kendisini tevekkül sahibi sanmakta, Allah Teala ile müstağni, imanen kuvvetli ve Allah Teala´nm hükümle- rindeki takdirinin mecralarına şahit olan zatların makamlarında bulunduğunu iddia etmektedir. Kul, yalancı olduğunu bildiği zaman, yalancıların teslimiyetiyle teslim olup asılsız tevbekârların tevbesiyle tevbe eder, asla sadıkların sözlerini dile getirmeyip Allah dostlarının nazıyla nazlanamaz. Allah Teala´mn böyle kimselere hallerini göstermesi, onları eğitmek ve hakettiği sevabı vermek için olur. Bu da kusur ehlinin sevabıdır. 5. Malı alman kulun, yitirdiği her dirheme karşılık Allah yolunda sarfedeceği ve lehinde hesap edilen yediyüz dirheminin bulunması. Kendisi, böyle bir şeye Önceden niyet etmiştir. O, evinden bir şeyi alınmasa da aynı şekilde davranacak bir kuldur. Bunu da Allah Resulü´nün (sav) şu hadisinden çıkarmaktayız: "O, menisini dışarı bırakmayıp rahme indiren bir kimseye, bu ilişkisinden dolayı dünyaya gelen, yaşayan ve Allah yolunda öldürülen bir çocuk sevabı verileceğini bildirdikten sonra, çocuğu olmaması halinde şöyle diyeceğini haber vermiştir: ´Onu yaratacak da, rızık verecek de Sensin. Onun yaşaması da, ölümü de Sana bağlıdır. Ben, nutfemi gereken yere bırakıyorum. Bundan sonrası, Senin hükmünde dir". 6. Devesini alan din kardeşine günah yazılmaması için, onu kendisine sadaka olarak vermesi. Bu durumda, din kardeşine gösterdiği şefkatten ve Rabbi´nin ahlakıyla ahlaki anmasından dolayı sadakasının yanısıra ikinci bir sevap daha kazanır. Çünkü bilmeyerek günah işleyen bir kardeşine iyi gözle bakmış, kendisine haksızlık eden birini affederek ihsan sahiplerinin derecesini kazanmış ve takva ehlinin makamlarının hakikatine ermiştir. Böyle biri, ecri Allah Teala´ya düşen kullar arasında yer alır. Allah Teala da onun için, hiçbir nefsin bilmediği göz aydınlığını saklar. Bu kul, Allah Teala´mn emrinin nasıl cereyan ettiğini, kendi devesini alan kimsenin kötü bir kaza ile sınandığım ve onun yerine konulmayarak himaye edildiğini iyi bilir. Bu nedenle de, sınanan insanlara merhamet göstermekte ve kendisini himaye eden Rab-bi´ne hamdetmektedir. Rabbi´ne olan şükrü onu, haksızlık edenlere beddua etmekten alıkoymaktadır. Ariflerden bir zat, arkadaşına şöyle dedi: ´Marifet ehli, neden kendilerine haksızlık edenleri kınamazlar?´Arkadaşı, ´Bilmiyorum´ dedi. Arif şu karşılığı verdi: ´Çünkü onlar, Allah Teala´mn bunu kasden yaptığını, haksızlık edenlerin de kendileriyle imtihan edildiğini bilirler. Bu yüzden de, onlara merhamet ederler*. Bu tavır, kendisine zulmeden din kardeşine yardım etmenin ve Allah Resulü´nün (sav) bu konudaki buyruğuna uymanın gereğidir. O, buna özendirerek şöyle buyurmuştur: "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et". [2]Burada zalime yardım etmek, onun zulmüne engel olmak şeklindedir. Din kardeşi onun malına yönelik bir günah işlediğinde onu affederek, zulme düşmesini engellemiş olur. O, kardeşini suç işlerken gördüğünde, malı almasını engelleyerek veya kendisini affederek malı ona hibe edecektir. Onu affetmesi, görmesinin yerine geçer. Giden malı konusunda zühdün hakikatine ermesi. Ebu Süleyman ed-Darani, Malik b. Dinar´ın (ra) Muğire´ye, ´Git ve evdeki küçük kovayı al, ona ihtiyacım yok´ dediğini duyduğunda, ´Neden?´ diye sordu. Çünkü o kovayı kendisi hediye etmiş ve Malik de (ra) bu hediyesini kabul etmişti. Malik (ra) şöyle cevap verdi: Şeytan, daima bana vesvesede bu-lunyor ve hırsızın onu çaldığını fısıldıyor. Malik b. Dinar (ra) kapısını kilitlemeyip bir iple bağlardı. Bazan da şöyle derdi: Eğer sokak köpekleri olmasa, ip dahi bağlamam. Ebu Süleyman ed-Darani, bu davranışın sufilerin kalbi zaaflarından kaynaklandığını söylemiştir. Dünyada zühd sahibi olan bir zatın, evindeki eşyayı kimin aldığını düşünmesi yersizdir. Hakikat da Ebu Süleyman´ın ifade ettiği gibidir. Çünkü zühd sağlıklı olduğu zaman, rıza ve teslimiyet de onun muhtevasına girer. Gerçi Malik b. Dinar´ın (ra) sözünün de doğruluk payı vardır. O da, bu tür bir vesvese ile Allah Teala´ya karşı masiyette bulunmayı hoşgörme-miş, verdiği kovanın masiyet sebebi olmasının önüne geçmiştir. Ancak Ebu Süleyman´ın sözü, tevekkül ve rızaya yakınlığı bakımından daha yüce bir makama sahiptir. Ev eşyasının kaybına dair yukarıda aktardığımız hüküm ve bilgiler, yolculukta veya yurdunda bulunup mal kaybeden herkes için geçerli olduğu gibi, kendi canı veya ailesi noktasında bir musibete maruz kalan kimseler için de aynen caridir. Kul, yukarıda naklettiğimiz hüküm ve muamelelerin tamamına kalbiyle iman ettiği ve onları vicdanına iyice yerleştirdiği zaman, dile getirmesi, ya da açığa vurması gerekmez. İnsanların iman bakımından en ileri, yakin bakımından en güzel olanları, yitirdikleri dünyalıklara en az üzülen ve tasalananlardır. Onların rıza ve şahitlik bakımından en derin ve nüfuzlu olanları ise, dünyalık kaybetmeyi şükür gerektiren bir nimet olarak görenlerdir. İnsanların iman bakımından en eksik, yakin bakımından en zayıf olanları ise, yitirdikleri dünya malları için, en çok tasalanıp ke-derlenenlerdir. Bunlar, aynı zamanda en çok şikayette bulunan ve en az şükredenlerdir. Musibet ve belalar, insanların dünyaya verdikleri değeri ve zühdlerini ortaya çıkaran imtihanlardır. Bu meyanda, Allah Resulü´nün (sav) şu dua hadisini anmak gerekir: "Sen´den, sayesinde dünya musibetlerinin bize hafif geleceği bir ya-kini iman niyaz ederim". [3] Yitirilen dünyalık için duyulan şiddetli keder ve tasa, dünya sevgisinin delili olduğu gibi, Mahbub´a imanın zayıflığının da alametidir. Kaybedilen dünyalıklar için az tasalanmak ise, dünyaya önem vermeyisin yani zühdün delili olduğu gibi, Allah Teala´ya imanın da güçlülük işaretidir. Devesini kaybeden bir tevekkül sahibi, onu aynı anda bulursa, yanında alıkoymasının bir sakıncası olmadığı gibi, niyetinden dolayı hakettiği ecri de alır. Bu söz ve ona olan inancın, kul evden çıkarken, hayvanını bir yere bırakırken, ya da yolculuğa çıkarken bulunmasının ona bir yarar sağlayıp sağlamadığını bilemiyorum. Allah Teala´nm onda baki kalmasını istediği bir şeyi yitirme ihtimalini öne almaması, ya da Allah Teala´nm onun elinden çıkmasını murad ettiği bir hayvanı bağlamayı tercih etmesi bu kimseye zarar vermez. Ama, her şartta tevekkül hallerinden ve üstteki muamele makamlarından biri üzere olmasına rağmen, vera´ noktasında dünya malını yitirmeden doğan eksiklik kapılarından birinde durmuş olur. Bu, onun bir eksiğidir. Çünkü yitirme ihtimali bulunan şey hakkında Allah Teala´ya tevekkülü tam tutsa ve onun hakkındaki emri Rabbi´ne havale etse de, daha sonra o mal veya hayvanın kendisine geri verilmesini iyi görmektedir. Vera´ bakımından ona malik olmaya kalkışması ve o mal hakkında geri almayı uygun görmesi edebin güzelliği noktasında müs-tehap görülmemiştir. Zira o, sözkonusu mal veya bineği daha önceden Allah yolunda sadaka kılmıştır. Eğer bu niyetinden cayarsa, o zaman tevekkülü zedelenmiş olmaz. Çünkü işi Vekil olan Allah Teala´ya havale etmesi, her iki halde de sahihtir. O mal veya bineği geri alması ise, Allah Teala´nm önceden kendisine bahşettiği şeyi, yeniden ona vermesi sayılır. Bu konuya örnek olması bakımından şu hadiseyi nakledebiliriz: Abdullah b. Ömer´in (ra) devesi çalınmıştı. Yoruluncaya kadar deveyi aradı. Sonra da, ´Allah yoluna (sadaka) olsun´ dedi ve mescide girdi. İki rekat namaz kılmıştı ki, bir adam gelerek, ´Ey Ebu Abdur-rahman, deven falan yerde´ dedi. Bunun üzerine, ayakkabısını giyerek gitmeye yeltendi. Sonra ayakkabısını çıkartarak ´Allah Te-ala´dan mağfiret dilerim´ dedi ve yerine oturdu. Yanındakiler, ´Gidip deveni almayacak mısın?´ diye sordular. O da, ´Allah yolunda (sadaka) olsun´ demiştim´ dedi. Ariflerden bir zat, şunu nakletmişti: ´Dostlarımdan birini ölümünden sonra rüyamda gördüm ve, ´Allah Teala sana ne yaptı?´ diye sordum. Şu cevabı verdi: Bana mağfiret etti ve beni cennete koydu. Sonra cennetteki meskenlerim bana sunuldu, hepsini de gördüm´. Bunu söylerken birden daldı ve hüzünlendi. Ben, ´Cennete girdiğin ve Rabbi´nin mağfiretine nail olduğun halde neden hüzünleniyor-sun?´ diye sordum. Derin bir nefes aldı ve şöyle dedi: Evet, kıyamet gününe kadar da hüzünlü olmaya devam edeceğim. ´Peki neden?´ diye sorduğumda şöyle cevap verdi: Cennetteki meskenlerimi gördüğüm zaman, İlliyyun´daki makamlar da bana sunulmuştu. Bunların benzerini daha Önce hiç görmemiştim. Onları gördüğüme çok sevindim ve girmeye yeltendim. O esnada yukarıdan biri seslenerek; onu uzaklaştırın, burası ancak yolu devam ettirenler içindir, dedi. Ben de, yolu devam ettirmek nedir? diye sordum. Bana şöyle dendi: Sen dünyada iken, yitirdiğin bir mal için, ´Allah yolunda sadakam olsun´, derdin. Ama sonra, cayarak onu alırdın. Eğer Allah yolunda olanı devam ettirseydin, biz de senin içeri devam etmene izin verirdik. Rebi´ b. Haysem hakkında şu olayı naklederler: Rebi´in atı çalınmıştı. At, yirmi bin dirhem değerinde bir hayvandı. Hırsızlık, kendişine haber verilmesine rağmen onu aramaya kalkışmadı ve ara vermeksizin namazına devam etti. İnsanlar, yanına gelip onu teselli etmeye çalıştıklarında şöyle dedi: Atı çekerken onu gördüm. Bunun üzerine, ´Peki neden engel olmadın?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: -Namazı kasdederek- O an, benim için çok daha güzel bir uğraştaydım. Bunun üzerine onu kınamaya başladılar. Rebi´ şöyle dedi: Böyle yapmayın, hayır söyleyin. Ben o atı, o kimseye ta-sadduk ettim. Ariflerden bir zata, çalman bir malı hakkında, ´Onu çalarak haksızlık yapana beddua etmeyecek misin?´ denilmişti. Arif şu karşılığı verdi: O kula karşı şeytanın yardımcısı olmak istemem. Bunun üzerine, ´Ne dersin? Çalman malın geri gelse onu alır miydin?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: Dönüp bakmazdım bile. Çünkü ben onu, o kimseye helal kılmıştım. Başka bir arife de, ´Sana zulmedene beddua et´ denilmişti. O da, ´Hiçkimse bana zulmetmedi... O, ancak kendisine zulmetti. Zavallının kendine olan zulmü yetmezmiş gibi, bir de beddua ederek durumunu daha da mı kötüleştireyim?´ cevabını verdi. Bir müslümanın cüzî bir malı kaybolmuştu. Birkaç kişi gelerek onu teselli etmeye çalıştılar. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: Beni, dünya işi için teselli etmeyin. Allah´a yemin ederim ki o malın tamamının gidişine bile üzülmezdim. Az bir kısmının gidişine neden üzüleyim?! ´Niçin?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: Yitirmemden doğan şükür, beni üzülmekten alıkoydu da, onun için. Arifler, hırsızlık, gasp ve benzeri bir zulme uğradıkları zaman şöyle derlerdi: Bu, Allah Teala´nm bize olan bir nimetidir. O´nun bizi zalim değil de mazlum kılması, bize yapılan haksızlıktan daha büyük bir nimettir. Selef-i Salih, zulmedenleri küfür ve beddua ile anmaktan çok korkardı . Bu, o kimselerin kendilerine yaptıkları zulmü daha da arttıracak bir şeydi. Rivayete göre, kendisine zulmeden kimseye dua eden bir adam, bu duasıyla ona galip gelmiştir. Adamın biri, Selefin bulunduğu bir mecliste Haccac´a sövmeye başladı. Selef, o şahsa şöyle dedi: Onun sövgüsüne fazla dalma. Allah Teala, Haccac´m namusuna dil uzatanlardan onun öcünü aldığı gibi, malına el koyduğu kimselerin öcünü de ondan alacaktır. : , !! Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, zulümden yakınmada da zulmedebilir; kendisine zulmeden kimseye zulmettiği kadar sövgüde ve küfürde bulunmaya devam eder. Sonra da ona zulmedenin onun aleyhindeki talebi doğar ve zulmü aşan miktarını mazlumdan kısas olarak ister." Ulemadan bir zat, yolunun kesilip malının alındığını şikayet eden bir adama şöyle demiştir: Eğer müslümanlar içinde bunu mubah görenler bulunduğu yönündeki kaygın, malın hakkındaki kaygı ve tasandan daha çok olmasaydı müslümanlara Öğütte bulunmazdım. Kabe´yi tavaf ederken Ali b. Fudayl´m iki dinarı çalınmıştı. Babası onu hüzünlü bir şekilde ağlarken gördü. ´İki dinar için mi ağlıyorsun?´ diye sordu. O da, ´Hayır, Allah´a yemin ederim ki, kıyamet günü bunlar kendisinden sorulacak ve hiçbir delili olmayacak zavallı hırsız için ağlıyorum´ dedi. Bu çerçevede ulemadan bir zata, kendisine zulmeden kimseye beddua etmesi söylenmiş, o da şu karşılıkta bulunmuştu: ´Onun için duyduğum üzüntü, ona beddua etmemi engelleyecek kadar büyük´. Tevekkül sahibi bir kul, yitirdiği mal kendisine geri getirildiği zaman, eğer Allah yoluna verdiğini belirtmişse ona sahiplenmemelidir. Bu, onun için daha faziletlidir. Allah yoluna koyduğunu devam ettirmelidir. Eğef malı alan kimseye tasadduk ettiyse o zaman bakılır: Malı çalan kimse fakirse ve bu hırsızlığı, ihtiyaç ve fakirlik sebebiyle yapmışsa, sadaka hükmü devam ettirilir. Eğer muhtaç ise, o zaman helallik daire sindedir. Şeyhlerden biri Mekkeli bir şeyhten şunu nakletmişti: Abidler-den biri, hacılardan birini yanında dikili duran dağarcığını çalmakla suçlamıştı. Şeyh, kendisine dağarcığında ne bulunduğunu sordu. O da ne varsa söyledi. Bunun üzerine onu evine götürdü ve orada söylediği malları tartarak kendisine verdi. Daha sonra abidin arkadaşları, kendisine şaka yaptıklarını ve o uyurken dağarcığını aldıklarını söylediler. Bunun üzerine o ve arkadaşları, dağarcığın muhtevasını ona veren şeyhe gittiler. Verdiği malı kendisine iade etmek istediler. Şeyh, ´O mal, benden çıktıktan sonra bana dönemez, o artık sizin´ dedi. Abidler, ´Bizim buna ihtiyacımız yok´ dediler. Ama şeyh ´Alın´ diye ısrar ediyordu. Onların almamaları üzerine, şeyh oğlunu çağırdı ve malı keselere bölerek, ihtiyaç sahiplerine dağıttırdı. Onun niyeti, verdiği malı Allah yolunda vermek olduğu için, elinden çıkanı geri almak istememişti. Aynı şekilde bir dilenci için ayırdığımız bir somunu, ya da bir fakir için hazırladığımız bir dirhemi onlara rastlayamasak da başka bir fakir veya dilenciye vermeliyiz. Müstehap olan budur. Bu sıfatları taşıyan insanlar gördük. Ama artık bu yolun izi kalmadığı gibi haberleri de iyice kesildi. Her kim bununla amel ederse, onu diriltmiş ve açığa çıkarmış olur. Bu, eskiden evliyanın sürekli yürüdüğü Allah Teala´ya götüren yollardan biri idi. [4] Konu Başlığı: Ynt: Tevekkül Ehlinin Fazileti Hakkında Başka Bir Açıklaması Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 06 Ocak 2010, 16:49:15 Tevekkül Ehlinin Hükümleri Hakkında Başka Bir Açıklama :
Biliniz ki Allah Teala´ya sebepler üzere tevekkül etmek, sözkonusu sebeplerin kul için baki kalmasını, bunları kendine tabi kılmasını, onun üzerinde korunmasını, dünyevi çıkar veya kullardan birinin tercihi doğrultusunda birini öne alıp diğerini tehir etmesini gerektirmez. Aksine bu sebepler noktasında, safdışı etmek ve yoketmek doğruya daha yakındır. Çünkü tevekkül, havass nezdinde zühdün ikizidir. Tevekkül, kulun tercih ve samimiyetinin açığa çıkması için bir sınama olup dünyalık adına her hangi bir şeyin reddi içindir. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Size verilen, geçici dünya malından başkası değildir". (Kasas/60) Tevekkül sahibi kulun bir malı gittiğinde, sabreder, şükreder veya rıza gösterirse tevekkülünde samimi olduğu ortaya çıkar. Tevekkülünde samimi olan tevekkül ehlinin halleri bunlardır. Eğer çaresizlik ve şaşkınlık gösterirse, tevekkül iddiasında samimi olmadığı ortaya çıkar. Bu tür durumlarda sebat edebilmek için nefs mücahedesinde bulunması gerekir. Eşyanın yokolmasm-dan sonra ona düşen; nefis mücahedesi ve diğer amellerindeki hastalıkları gidermektir. Şayet kulun malı korunur, kendisine acınarak içyüzü ortaya çıkarılmaz ise, dünyada kendisine belli bir değer verilmiş, o da bununla teskin olarak, yolunda huzurlu ve kalben rahat bir şekilde yürümüş olur ki bu da, zayıfların makamıdır. Bu zümreye mensup olanların mallarında bir eksiltme yapıldığı takdirde peygamberlere en çok benzeyen sınav ehlinin makamına geçerler. Eğer imtihanlar olmasaydı, sözde samimi görünenlerin sayıları elbette çok fazla olacaktı. Tedavinin bırakılması noktasında Allah Teala´ya tevekkülde bulunmak da böyledir. Bu tevekkül, iyileşmeye sebep olmadığı gibi onu erkene de almayacaktır. Hastalıkları azaltmadığı gibi, onları tamamen ortadan da kaldırmayacaktır. Hatta sınama ve temize çıkarma bakımından onları arttırma ihtimali daha büyüktür. Nitekim Allah Teala bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ve iman edenleri temize çıkarsın ve kafirleri mahvetsin diye". (Al-i İmran/141) Can ve mal bakımından dünyevi varlıkta bir eksiltme yaşamayıp, bunu da şükür gerektiren bir bir nimet olarak değerlendirmeyen ve Allah Teala´nm engellemesini verişi gibi görmeyen kimse, şükrünü eda etmemek suretiyle sözkonusu nimeti görmezden gelmiş olur. Halbuki nimete cahil kalıp şükrü terketmek, dünyanın tamamını terketmekten daha ağır bir kusurdur. Böyle bir kulun, mahvolu-şa itilmesinden endişe ederiz. Mahvoluş, nimete nankörlük noktasında kulun bütün varlığının giderek helak olmasıdır. Nitekim Allah Teala, ´Ve kafirleri/nankörleri mahvetsin diye´ buyurmaktadır. Neyi mahvedip nimetine nankörlük edenlerden ne kadar eksilteceğini Allah Teala çok daha iyi bilir. Allah Teala buyurdu ki: "Muhakkak ki sizi, biraz korku, açlık, mallarda, canlarda ve ürünlerde eksilme ile sınayacağız. Sabredenleri müjdele!". (Bakara/155) Burada, fazlası dünyanın bütünü sayılan beş unsurun eksiltilmesinden söze dilmektedir. Bunların tamamı bile, dünyanın aksine ahiret için sadece bir ziyade ifade edebilir. Çünkü O, ahiret hakkında şöyle buyurmaktadır: "İman eden ve Rablerine tevekkül edenler için Allah Teala´nın . katındaki (ahiret Ödülü) çok daha hayırlı ve bakidir". (Şura/36) Ayette sözedilen kullar, daha sonra tevekkülleri üzere sabretmiş-lerdir. Onlar Rablerine dayanarak dünya hayatının imtihan ve belala-- rina tahammül göstermişlerdir. Onlar, Vekil Hak Teala´ya olan şahitlikleri ve O´nun hakkındaki hüsnü zanları sebebiyle tevekküllerinde sabır göstermişlerdir. Hallerinin kemale ermesiyle birlikte tevekkülleri üzerinde sabretmeyi de öğrenmişlerdir. Onların makamları bu sebeplerle sürekli yükselmektedir. Sabır, tevekkülün ilk makamıdır. Bu, Allah Teala´nın kazasını bir imtihan, şükrü de bundan daha üstün görmekle gerçekleşir. Bunun özü de imtihanı bir nimet olarak görmektir. Hepsinin de üstünde rıza makamı yer alır ki o, tevekkül yolunun en yüce makamıdır. Rıza, aynı zamanda muhabbetullah ehli tevekkül sahiplerinin makamıdır. Allah Teala, tevekkül ehlinin genelim vasfederken de şöyle buyurmaktadır: "Takva sahipleri için Ahiret yurdu daha hayırlıdır. Akletmiyor musunuz?" (En´am/32) Buna göre, Allah Teala1 dan layıkıyla korkan, O´nun hitabını akleden kimse, dünya hayatında başına gelen bela ve musibetler karşısında Allah´a tevekkül eder. Kaçırdığı ve yitirdiği dünyalıklar için üzülmediği gibi, gelen dünyalıklar için de aşırı sevinip şımarmaz. İşte bu, zühdün orta noktası ve tevekkülün başlangıcıdır. Allah Teala, havassın tevekkülünü haber verirken de şöyle buyurmuştur: "İman eden ve Rablerine tevekkül edenler için Allah katında olan çok daha hayırlı ve bakidir". (Şura/36) Allah Teala´yı layıkıyla akledip O´ndan sakınanlar, O´na hakkıyla tevekkül edenlerdir. Bu sayede fâni olana değer vermeyerek zühd sahibi olmuş ve baki olana rağbet etmişlerdir. Onlar, akıl sahipleri oldukları için, İlahi Hitab´ı da çok iyi anlamışlardır. Allah Teala, kendi katında olan ahireti ve onun ödüllerini, Zatı´na izafe etmekte ve kullarını ona rağbet ettirmek için de beka yani ebediyet sıfatıyla tanımlamaktadır. Allah Teala, tevekkül ettikleri için böyle açıklayıcı olmuştur. Değer vermeyerek hakkında zühd sahibi olmaları için de dünyayı kullara izafe etmiş ve onu fena yani yokolma sıfatıyla nitelemiştir. O´na hakkıyla tevekkül eden akıl sahipleri, canlarına bile önem vermemiş ve onları Allah Teala´ya satmışlardır. Peki Allah´a satmış oldukları bir şeye sahiplenebilirler mi? Kul da, sahip oldukları da efendisi olan Hak Teala´nmdır. O, iradeleri doğrultusunda canlarını ve mallarını onlardan satın almış, karşılığında da kendilerine baki kalacak olan ahireti vermiştir. Allah Teala bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Sizin yanınızdakiler biter. Allah Teala´nın katındaki ise bakidir". (Nalü/96 [5] Tevekkül Ehlinin Fazileti Hakkında Başka Bir Açıklama : Eğer Allah Teala, yeryüzünde ve göklerde yarattığı varlıkların tamamını belli bir ilim üzere kılsa ve bu ilmi kendilerine öğretse, bir akıl üzere yaratsa ve onlara bu aklı çalıştırmayı gösterse, bir hikmet üzere kılsa ve onları bu hikmete sahip kılsa, sonra yarattıklarından her birine bütün varlıkların sayısı, hatta katları kadar ilim, hikmet ve akıl verse, ardından onlara işlerin akıbetlerini açıklasa, sırlara muttali kılsa, nimetlerin içyüzlerini onlara gösterse, cezaların inceliklerini bildirse, dünya ve ahiret lütfunun gizli yönlerini haber verse ve ardından da, ´Kainatın mülkünü size verdiğim akıl ve ilimlerle planlayın, işlerin akıbetlerini müşahede ederek tasarlayın´ dese, bununla da kalmayarak bu hususta onlara yardımcı o-lup gerekli kuvvetlerle donatsa, yapacakları planları, hayır-şer, ya-rar-zarar noktalarında Allah Teala´nın takdir ettiğinden bir sivrisinek kanadı kadar bile olsun, eksik veya fazla olmazdı. Mevcut tedbir ve planlama dışında ne akılların fazla bir keşfi, ne de ilimlerin müşahedesi olabilirdi. Hiç biri, şu anda yakinen yaşadığı ve içinde hareket ettiği şu takdirden başka bir takdiri koyamazdı. Ama insanlar bunu göremiyorlar. Çünkü Allah Teala bu takdirini, akılların tertibine, bilinen sebepler ve vasıtalardan çıkarılan örf ve alışkanlıklara göre Öyle icra etmektedir ki beşeri akıllar da bu kıstaslar üzerine şekillendirilip karakterize edilmiştir. Ama O, işlerin sonuçlarını gizlemiş, sırları perdelemiş ve aradaki bağlantıları saklamıştır. Dolayısıyla Allah Teala´nın takdir ve tedbirindeki güzellik gizli hale gelmiştir. Bu yüzden de, mütevekkiller dışında insanların çoğu hikmetleri görememiştir. Bu hikmetler ancak ilim sahipleri tarafından akledilebilmiştir. Allah Teala´nın canlılar ve cansızların dünyasında yarattığı gözle görülebilir en küçük unsurlar sivrisinek ve hardal tanesidir. Bunların her birinde de üç yüz altmış hikmet mevcuttur. O´nun varlıklar üzerindeki hikmetleri, bu varlıkların büyüklük ve faydalarına göre daha da artmaktadır. Bu husustaki hidayet ve beyanın bir diğer sevabı da kalplerin-deki perdeler kaldırılmış olan akıl sahibi salih kimselerin bütün temennilerinin Allah Teala´nın tedbirine gösterdikleri rızada ortaya çıkmaktadır. Onlar Allah Teala´nın kendileri için takdir ettiği kaderin kendi temennilerinden daha hayırlı ve Allah katında kendileri için daha faziletli olduğunu bilirler. Çünkü Allah Teala, hüküm sahiplerinin en Adil´idir. Yüce Allah, imanının azlığından dolayı temennilere yeltenen insanları kınayarak şöyle buyurmuştur: "Yoksa insan için temenni ettiği mi vardır? Ahirette, dünyada (karar) yalnız Allah Teala´nındır." (Necm/24-25) Yani Allah Teala, her ikisinde de insanların temennilerini bir kenara koyarak kendi iradesiyle hüküm verecektir. Zira O, başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Eğer Hakk, onların arzularına uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar bozulup giderlerdi". (Müminun/71) Tevekkül sahibi, Allah Teala´yı seven, Rabbi ile mutlu olan, dünya ve ahiretin yalnız O´na ait oluşuna ve o ikisinde dilediği gibi hükmetmesine rıza gösteren kimsedir. Kul, aciz olduğu için hiçbir şeye kadir değildir. Muhabbet makamının başı da budur. Her şeyi Yaratan, Bilen, Gören ve Haber Alan Allah Teala bu hususlarda tedbirinin güzelliği ile bütün yaratılmışlara yeter. Yaratılmışlar hikmeti bilmeye, hükmü müşahede etmeye merhamete, basirete ve kalplerini teskin edecek bir imana ihtiyaç duyarlar. Bu nokta, yakini iman sahipleri nezdinde sıkıntı ve şaşkınlık doğurmaz. Avam ise zikrettiğimiz tedbir ve takdirle ilgili sırlarla, Allah Teala´nm kudretinin inceliklerini ancak ahirette göreceklerdir. Ahirette perde kaldırılacak ve onun altındaki gökler ve yerlerle ilgili sırlar açığa çıkacaktır. Allah Teala, alim kullarım dünya hayatında iken bunlara muttali kılmıştır. O, gizlediği ve açıkladığı hususlarda hamd ve şükre layıktır. Her iki durumda da O´nun lütfettiği bir nimet mevcuttur. Bunlarla ilgili her sıfatta bir hikmet ve rahmet saklıdır. Allah Teala, alim kullarım kendi ahlakı ile yarattığı için, onlar Allah Teala´nm ilmini ancak açıklanmasına izin verdiği ölçüde açıklarlar. Alimler, Allah Teala´nın kaderinin sırrını ancak O´nun bildirdiği kıstasla öğrenebilirler. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur: "Hiçbir şey yoktur ki, katımızda hazineleri bulunmasın. Biz onu, ancak bilinen bir kaderle indiririz". (Hicr/21) Alimler, bu hitap ile eğitildikleri için gereken noktada durmayı da bilmişlerdir. Ebu Süleyman ed-Darani dedi ki: Ben, eşyayı üstten gözlediğimde daha değişik bir tat alıyorum. Ariflerden bir zat ise şöyle demiştir: Eşyanın tamamını, tek bir cevherden çıkmış, tek bir şey gibi gördüğünüzde halkın işitmediğini görür, anlamadığını anlarsınız. Başka bir zat ise şöyle demiştir: O acaipliği görmedikçe ilginçliği göremezsiniz. O acaipliği görmediyseniz tuhaflığı görürsünüz. [6] Tevekkül Sahiplerinin Sıfatlarıhakkında Başka Bir Açıklama: Allah Teala´yı hakkı ile takdir eden alimler, Allah Teala´ya dünyevi çıkarlarını koruması, maksatlarına ulaşmalarını sağlaması için tevekkül etmezler. Onlar tevekküllerinde arzuladıkları takdirin gerçekleşme sini, istemedikleri hükümlerin değiştirilmesini, Allah Teala´nın sabık iradesinin kendi akıllarına uygun hale getirilmesini, Allah Teala´nın kullarını sınamak ve imtihan etmek için vazettiği sünnetlerini kendileri için değiştirmesini şart koşmazlar. Tevekkülün, onların kalplerinde bundan çok daha büyük bir değeri vardır. Böyle alimler, bu tür basitlikleri sergilemeyecek derecede tevekkülün mahiyetini akleder ve bilirler. Eğer bir arif, söz konusu zaaflardan birine kapılarak tevekkül ederse, tevbe etmesini gerektiren büyük bir günah işlemiş sayılır. Onun bu tevekkülü, masiyetten başka bir şey değildir. Alimler, nasıl cereyan ederse etsin, Allah Teala´nm hükümlerine karşı nefislerini sabretmeye, kalplerini de rıza göstermeye zorlayan kimselerdir. Bir adam, Malik b. Enes´e (ra), ´Ey Ebu Abdullah! Ben Kabe´nin örtülerine sarılarak her türlü günahımdan tevbe ettim ve gelecekte de Allah Teala´ya karşı masiyette bulunmamaya yemin ettim´ dedi. Malik (ra), kendisini azarlayarak şunu söyledi: Yazıklar olsun sana! Hakkında hükümlerinin geçerli olmaması üzere Allah Teala´ya karşı yemin etmenden daha büyük bir günah olabilir mi? Ulemadan bir zat, hikmet ehlinden birine şu beyiti okumuştu: ´ .Kazayı cari gördüğümde ki, onda şüphe ve kuşku olmaz \ Yaratanıma bihakkın, tevekkül eder, kendimi kazaya teslim ederim. Onlar, Allah Teala´ya itaatleri sebebiyle, O´nun hoş görmediğini mekruh saymışlardır. Bu, Allah Teala´ya duyulan sevgiden, O´nun hükmüne değer vermekten dolayı duyulan bir kerahettir. Onların, Allah Teala´nm takdirini mekruh görmeleri sözkonusu değildir. Çünkü, Allah Teala´ya, ´hoş görmediğini niçin takdir ettin, takdir ettiğini niçin mekruh gördün´ deme hakları yoktur. Allah Te-ala, onların bu tür sözlerine muhatap olmayacak kadar Yüce, Ulu ve Korkutucu´dur. Gerçek tevekkül sahipleri, Allah Teala´nm takdi-rindeki hikmeti bilir ve O´nun hükmüne karşı sabrederler. Allah Teala´yı layıkıyla bilen alimlerin tevekkülü, O´nun tevekkül edenleri sevmesinden, işlerin Zatına havale edilişini hak etmesinden ve Kendine teslimiyeti vacip kılmasından dolayıdır. Çünkü, Allah Teala İlk Vekil ve en yüce Kefirdir. Alimler, Allah Teala´nm şu buyruklarım iyi bilmektedirler: "Allah her şeye vekildir". (Zümer/62); "Sonra, Arş´a istiva etti, işi O tedbir eder. O´nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez". (Yunus/3) Yine onlar Allah Teala´nm şu buyruğunu da çok iyi kavramışlardır: "Yakin sahibi bir kavim için Allah´tan daha güzel hüküm veren var mıdır?" (Maide/50) Alimler, bu şuura varmak için O´nun şu ayetini de iyi akletmişlerdir: "Allah hüküm verenlerin en iyisi değil midir?" (Tin/8) Ulemanın bu şekilde tevekkül etmelerinin bir sebebi de; Allah Teala´nm tevekkülü emretmiş, özendirmiş ve imanın hakikati için gerekli kılmış olması da olabilir. Çünkü onlar, Allah Teala´nm şu buyruğunu gayet iyi bilirler: "De ki; sizi gökten ve yerden kim rı-zıklandırıyor? Ya da o gözlere ve kulaklara kim sahiptir?.. Emri kim düzenleyip yönetiyor?" (Yunus/31); "Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah Teala´ya ait olmasın". (Hud/11); "Gökte de rızkınız ve size vadedilenler vardır". (Zariyat/22) Allah Teala, başka bir ayetinde de kendi Zatı üzerine yemin ederek şöyle buyurmuştur: "Eğer müminler seniz Allah Teala´ya tevekkül edin". (Maide/23) Alimler Allah Teala´dan haya ettikleri, gizli kuşkuları gideren bir imana sahip oldukları, Allah Teala´yı töhmet altına koymaktan sakınmaları ve O´na olan inançlarının sağlamlığından dolayı tevekküle daha çok yönelmişlerdir. Ulemadan bazıları, bu hususların tamamını gözeterek tevekkül etmiş iken, bazıları da bunların bir kısmım gözeterek tevekkül etmişlerdir. Her kulun tevekkülü Allah Teala´yı tanıdığı sıfattan kaynaklanır. Aynı şekilde tevekkülden her sapış da, kulun yaşadığı zaaftan kaynaklanır. Herkes Allah Teala´ya yakınlığı oranında itatte bulunur. O´na yaklaşanlar da ilimlerinin elverdiği ölçüde yaklaşabilirler. Kulun ilmi de gaybi oluşumu bilmesi miktarında olabilir. Dolayısıyla ilim, Allah Teala´nm kula olan inayeti oranında artan bir fazilettir. Bunun arkasından ise kaderin sırrı gelir. Bu noktaya ulaşan her kul, şahitliğinin vecdinden kaynaklanan makam ve halini müşahade ettiği gibi muamelelerinin karşılığını da görür. I Allah Teala, dilediği kullarının derecelerini artırır. İnsanlar, O´nun katında derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını görmektedir. Onlar için Rableri katında selam yurdu, yani cennet vardır. Allah Teala da yaptıklan ameller sebebiyle onları dost edinmiş-tlir. Cennet, o insanlar için birleştirici bir yurttur. i Ama o yurdun sakinleri de, dünya yurdunda olduğu gibi farklı derecelere sahiptirler. Allah Teala onları, veli edinme ayrıcalığı ve güzel amellerinin sebep olduğu güzel dostluklar sebebiyle melekû-tunun ulvi derecelerine yükseltir. Allah Teala, dilediği kulunu Kendi için seçer ve yakaranlara Kendi yolunu gösterir. Havass içerisinde Allah Teala´yı yüceltmek ve ululamak için tevekkül edenler vardır. Yine onlar arasında, Allah Teala´nın sözünün doğruluğundan dolayı vaadine duyduğu imanla tevekküle yönelenler de vardır. Bunlar, tevekkülleri sayesinde Allah Teala´nın vaadettiğini sanki almış gibi davranırlar. O da, bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Kim, vaadine Allah´tan daha çok bağlıdır?" (Tev-be/111); "O´nun vaadi muhakkak ki yerine gelecektir". (Meryem/61) Havastan kimileri de Allah Teala´nm yücelik ve azametine şahit olmalarından dolayı kapıldıkları teslimiyetle O´na tevekkül etmişlerdir. Kimileri mallarını muhafaza etmesi için tevekkül ederken, kimileri de korunmasını istediği şeylerin korunması ve malının sakınılması için tevekkül etmiştir. Kimilerinin tevekkül sebebi, Allah Teala´yı iyi tanımasından kaynaklanan şahitliğini yerine getirmek iken, kimilerinin ki de muamelesinin güzelliğinden dolayı O´na duyduğu teslimiyet hissidir. Kimisi Allah Teala´nm tedbirinin güzelliği ve takdirinin sağlamlığı sebebiyle işini O´na havale ederken, kimileri de tevhidi ve Allah Teala´nm kayyûmiyetine olan şahitliğinin icabı sonucu O´na tevekkül etmektedir. Bütün bunlar, Allah Teala´ya yakınlık ve O´nu tanımaktan kaynaklanan evliya ve Allah dostlarına mahsus vecd ve yollardan ibaret hususlardır. Bunların bazıları, makam bakımından diğerlerinden daha üstündürler. Bu müşahedelerin bir kısmı da, Allah Teala´ya daha yakın ve daha yüksek görünmektedir. Bunların en ulvisi, Allah Teala´yı yüceltmek ve ululamak için tevekkülde bulunan kimsenin müşahedesidir. Ortancası, O´na duyulan sevgi ve korku tesiriyle tevekkülde bulunan kimselerin müşahedesidir. En alttaki ise Allah Teala´ya teslimiyet göstermek ve O´na sevimli görünmek için tevekkülde bulunan kimselerin müşahedesidir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi avamın tevekkül şekilleri arasında ariflerin belirtmekten dahi haya ettikleri tevekkül türleri vardır. Onlar kalplerini ve kafalarını bu tür tevekkülden arındırırlar. Bu, Allah Teala´ya kalben tevekküldür. Havassın seçkinleri olan sıddıklarm tevekkülünü daha önce de açıklamamıştık. Çünkü bu, akıl sahiplerinin anlayamayacakları ve yazılı kitaplara emanet edilemeyecek bir tevekkül şeklidir. Zira bu kitaplara inkarcıların ve cahillerin bakması mümkündür. Allah Teala´yı hakkıyla arif olanlar, O´nun kendisi için sevdiği yere dahil olur, kendi sıfatı için övdüğü hususlara rağbet ederek o sıfatı kazanmak için çabalarlar. Böylelikle Allah Teala´nm övgüsüne maz-har olarak O´na bir yakınlık ve katında bir muhabbet kazanırlar. Tevekkül Hakkında Başka bir Açıklama : Tevekkül sahibinin tevekkülünü zedelemeyen şeylerin başında rızkını, Rabbinden dilemesi gelir. Tevekkül sahibi kul, dünyevi işler ve ahiret sevabı noktasında Rabbinden niyazda bulunabilir. Bunun şartı, talep edilen şeyden başka bir şeyi kasdetmemiş olmasıdır. Kul, işlerini Allah Teala´ya havale etmiş olsa bile, O´nun icabetini bilmeye muhtaç olabilir. Allah Teala´nm vermesi, o kimseyi Allah Teala´ın zikrinden alıkoyacaksa, O´nun icabeti engelleme ve uzaklaşma şeklinde olacaktır. Çünkü hayır, kulun bilmediği şeyde gizlidir. Kulun istemediği bir şey, Allah Teala´nm bildiği güzel sonuç sebebiyle daha hayırlı olabilir. Kulun aklettiği acil çıkar ve menfaati onun için hayırlı olmayabilir. Bu durumda kula düşen; Hakim-i Mutlak´m hükmüne teslim olmak, Paylaştırıcı´nm kendisi için Ayırdığı paya rıza göstermektir. Tevekkül eden kul, Rabbinden dünyevi zenginlik, ihtiyacı olmayan mal, kalbinin İslahına uygun olmayan bir şey veya Rabbine yaklaştırıcı olmayan bir fiil niyaz ettiğinde, zühdden uzaklaştığı oranda tevekkülün hakikatinden de uzaklaşır. Eğer kul, Allah Teala´yı zikretmek suretiyle O´ndan istekte bulunmaktan sakınırsa, Allah Teala kendisine isteyenlerin daha üstünde rızık verecektir. Kul, Vekil olan Allah Teala´dan duyduğu haya ile sükut ederse, Allah Teala kendisine yeter. Sonuçta da bu yeterliliğe şahit olarak tasarrufların tamamına rıza gösterir. Bu, kayyumiyetin müşahede edilmesinden doğan yüzleşme makamı olup mukarrebun zümresi için sözkonusu olan bir haldir. Tevekkül sahibinin, rızkını aramaya yönelmesi, onun tevekkülünü ihlal etmez. Çünkü insan, zayıf ve muhtaç bir varlık olarak yaratılmıştır. Onun, muhtaç olduğu bilinen bir rızkı vardır. Bilinen rızık (=rızk-ı ma´lûm); kullara pay edilmiş olan rızık, başka bir ifadeyle kısmettir. Kulun, kendi payına düşen kısmetine yönelmesi, asıl itibarıyla bu taksimi yapan Allah Teala´ya yönelmesidir. Rabbine yönelen kimse ise, O´nun tarafından şereflendirilir. Kul, eğer fazlalığa yönelir ve kanaatten ayrılırsa, veya adet olanı ister, ya da birşeyi vaktinden önce talep eder, veya onun vaktinden geç gelmesini hoş görmezse tevekkülünü zedelemiş olur. Bu tür bir yaklaşım, kulun zühdüne de zarar verir. Rızka yönelmek ve onun beklentisine girmek mubah olsa da, zikrettiğimiz hususlar tevekkülü zedeler. Alışverişte bulunmak, hastalıktan kurtulmak için tedavi olmak gibi davranışlar, her ne kadar rızka yönelme ve şifa ümit etmeyi ihtiva ediyorsa da, Selef ulemasının bunları tevekkülü zayıflatan hususlar olarak tesbit ettiklerini bilmekteyiz. Sahabe ve Selef-i Salih, tedavi olanları tenkit etmişlerdir. Onlara göre tedavi, kulu tevekkülün hakikati ve zühdden uzaklaştırmaktadır. Ama sözkonusu kimselerin tevekkülleri için de belli dereceler sözkonusudur. Kulların, amelleri sebebiyle uhrevi karşılık beklemeleri, onları tevekkül dairesinden çıkarmaz. Çünkü Allah "eala onları buna teşvik etmiş ve onlar için mendub görmüştür. Ancak bu tür bir beklenti içinde olmak, kulu İhlasın hakikatine dahil etmediği gibi, tevekkül ehlinin sıddıklarma verilen ulvi derecelere de yükseltmez. Kul, bulunduğu hal mikdarınca bir sevaba nail olur. Fakat bu hali kendisini muhibbanın ihlasma dahil etmediği gibi, mukarrebunun derecelerine de yükseltemez. Tevekkül, dünya hakkında zühd sahibi olmakla sıhhat kazanır. Zühdün başı, harama rağbet etmemektir. Kulun tevekkül hallerinin başı, günlük gıdasında Allah Teala´ya tevekkül etmek, sonra da Ölümsüz Hayy olan Allah Teala´nm hükümlerine karşı sabırlı olmaktır. Tevekkülün en üst derecesi; hükümlere teslimiyet ve hayırda yarışmada O´ndan razı olmaktır. Bu da nefsi bir kenara atmak ve Allah Teala ile meşgul olup yalnız O´nu severek nefsi tamamen unutmak suretiyle mümkün olabilir. Tevekkülün hakikati, Vekil Teala´nm kudret elini müşahede etmekle ortaya çıkar. O´nun kudret eli ortaya çıktığı zaman, diğer ellerin tamamı gözden kaybolur. İşte bu noktada, Allah Teala´ya nazlanarak tevekkül edersiniz. O da sizin tevekkülünüzü kabul buyurur. Sonra O´na teslim olursunuz, O da sizi selim kılar. O size, elzem bir sıfatla tecelli ettiğinde, hüküm sizi Hakim´e dönmek zorunda bırakabilir. O sıfat da, sizi Vekil´e teslim olmaya zorlayabilir. Hâkim Teala, sizi dilediği hükme uymaya zorlayabileceği gibi, lehinizde ve aleyhinizde dilediği ve istediği taksimi de yapabilir. Tevekkülünüzün en üst derecesi, O´ndan haya ederek tevekkül etmeniz ve O´nun güzel takdiri ile, Zatı´nı tevekkülünüze şahit tut-manızdır. O, sizi Kendinden gayrisine havale etmemiş, Zatı´ndan başkasına döndürmemiştir. Her halükârda, ya sabretmenizi, ya işleri O´na havale etmenizi, ya O´na teslim olmanızı, ya da O´ndan razı olmanızı gerektirecek bir takdirde bulunabilir. Sizi, kendiniz için planlar yapmaktan kurtardığı gibi, kendi takdir ve temennilerinize önem verme kaygısından da muaf tutabilir. "Kim Allah Teala´ya tevekkül ederse, Allah ona yeter". (Talak/3) Ayette geçen ´Hasb´ kelimesi, ´Hasîb^Hesap eden, hesaba çeken´ anlamına gelir. Allah Teala, bunu istediği gibi ve dilediği şekilde yapar. Ayetin başka bir tefsirinde ise, kula yetenin tevekkül olduğu ve tevekkü- lün makam olarak diğerlerini gerektirmeyecek bir derece olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, Allah Teala´nm tevekkül salibine, başkalarına muhtaç etmeyecek şekilde yeteceğinin kasdedŞ-diği söylenmiştir. Allah Teala, bunu bütün müslümanlara açıklayıp cemaati teselli ederek de şöyle buyurmuştur: "Allah, emrini yerine getirendir" (Talak/3) Yani, O´nun hükmü, kendisine tevekkül eden hakkında da, etmeyen hakkında da, muhakkak surette yerine getirilecektir. Ancak tevekkül eden kuluna, dünya ve ahiret tasalarını giderme noktasında Allah Teala yeter. O´na tevekkül etmeyen kulun kısmeti ise, sivrisinek büyüklüğü kadar olsun arttırılmayacaktır. Tevekkül edenin rızkı da, zerre mikdarı eksiltilmeyecek, fakat O´nun hidayet etmesi sayesinde istikameti artacak, takvası sebebiyle yakini imandaki makamı yükseltilecek ve Allah Teala´nm iz-zetiyle yücelecektir. O´na tevekkül etmeyenlerin yakini imanları eksiltilecek, tasa ve kaygıları arttırılacaktır. Bu da onun aklını dağıtacak ve düşüncesini sürekli meşgul edecektir. Allah Teala, kendisine tevekkül eden kulun günahlarına kefaret edecek, rıza, muhabbet ve yeterliğini ondan esirgemeyecektir. Allah Teala, tevekkülünde sadık olanlara bunu taahhüt etmiş ve işlerini en güzel şekilde Rabbine havale eden kullarına korumasını bahsetmiştir. Ancak tercih ve yerine getirmenin şekliyle ilgili bilgi yalnız O´na aittir. O, kulunun koruma ve yeterliliğini, dünyevi ve uhrevi konularda dilediği yer, zaman ve şekilde sağlar. Bunlar, kulun bilmediği yerlerden gelebilir.Çünkü kul, mevcuttur. Hükümler, dünya ve ahi-rette onun üzerinde cari olur. O, fakir olduğu gibi, her iki yurtta da lütuf, rahmet ve şefkate muhtaçtır. Allah Teala, Ganî ve Hamîd, yani kimseye ihtiyacı olmayan ve övülendir. O, ilk defa yaratan (=Mübdi´) ve sonra tekrar diriltecek olan (=Mu´îd)´dir. Ebu Muhammed Sehl´e, ´Kulun tevekkülü ne zaman sahih olur?´ diye sorulmuştu. Şu karşılığı verdi: Rabbinin tedbirinin, kendi tedbirinden daha hayırlı olduğunu bildiği zaman. Çünkü Rabbinin ona bakışı, kulun kendi kendine bakışından daha güzeldir. Bu şuura eren kul, olup biten üzerinde düşünmeyi ve henüz olmamış şeyleri temenni etmeyi bırakarak planlar yapmayı terkeder. İşlerin sonu Allah Teala´ya döner ve O, her işinde hamd ve şükre layık olandır. [7] |