๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kutul Kulub => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 31 Aralık 2009, 19:32:51



Konu Başlığı: Şükür Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 31 Aralık 2009, 19:32:51
Şükür Makamının Şerhi Ve Şükür Ehlinin Sıfatları
Şükür, Yakin makamlarının üçüncüsüdür. Allah Teala buyurdu ki: "Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niye azap etsin?". (Ni­sa/147) Görüldüğü üzere Allah Teala, şükrü iman ile birlikte zikret­miş ve bu ikisinin birlikte varolmasını cehennem azabından kur­tarma vesilesi olarak bildirmiştir. Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Şükredenleri mükafaatlandıracağız". (Al-i İmran/145)

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Yemek yiyip şükreden, oruç tu­tup sabreden gibidir". [12] İbni Mesud da (ra) şöyle demiştir: Şükür, imanın yarısıdır. Allah Teala, müslümanlara şükrü emretmiş ve onu, zikirle beraber anmıştır: "Beni zikredin ki Ben de sizi zikrede­yim. Ve Bana şükredin ve nankörlük etmeyin". (Bakara/152) Zikir ise, şanı yüceltilmiş bir fazilettir. Allah Teala bunu beyan ederken de şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah´ı zikretmek, en bü­yüktür". (Ankebut/45)

Bu durumda, zikir ile birlikte anıldığı için şükür de en büyük faziletlerden biri olmaktadır. Allah Teala´nm şükür ile razı edilme­si, ikramının bolluğundan dolayı kullarının ifa ettikleri bir karşılık mesabesindedir. Çünkü Allah Teala´nm "Beni zikredin ki Ben de si­zi zikredeyim. Ve Bana şükredin ve nankörlük etmeyin". (Baka­ra/152) buyruğu, emrin tahakkuku ve şükrün ta´ziminden ötürü ´karşılık´ mefhumundan çıkışı ifade etmektedir. Ayette ´Fa´ harfi şart ve cezayı ifade ederken, önceki ibaredeki ´Kef harfi de misal-lendirmeyi ifade etmek içindir.

Buna göre ´Beni zikredin ki´ diye başlayan kısım, "Size, sizden bir peygamber gönderdiğim gibi..." (Bakara/151) ayetiyle birleşti­rilmiş ve mana, mealen ´Size içinizden bir peygamber gönderdiğim gibi, Beni anın ki Ben de sizi anayım ve Bana şükredin´ şeklinde düşünülmüştür. Araplar, gelecek için kullanılan ´Sevfe´ kelimesi ye­rine ´Sin´ harfi ile iktifa ettikleri gibi, ´Ke-misli=gibi´ kelimesi yeri­ne de ´Kef harfiyle iktifa ederlerdi. Bu; şükür için çok büyük bir ta­zim olup ancak Allah Teala´yı bilen alimler tarafından idrak edile­bilir bir husustur.

Eyyub Peygamberin (as) kıssasıyla ilgili olarak şu hadis rivayet edilir: "Allah Teala ona vahyederek şöyle buyurmuştu: Ben, velile­rimden bir ödül olarak şükre razı oldum..". Allah Teala´mn "Onları saptırmak üzere Senin doğru yoluna oturacağım" (A´raf/16) buyru­ğunun tefsirinde de, ´şükür yolu´nun murad edildiği söylenmiştir. Buna göre, eğer şükür, Allah Teala´ya götüren bir yol olmasaydı, şeytan bu yolun üstüne oturarak onu kesmeye çalışmazdı.

Eğer Allah Teala´ya hakkıyla şükreden kul O´nun habibi olma­saydı, lanetli İblis Allah Teala´ya karşı çıkarken şöyle demezdi: "Ve onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın". (A´raf/17) Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur; "Ve kullarımdan şükre­den bir azınlık". (Sebe/13); "İblis´in onlar hakkındaki zannı doğru çıktı ve müminlerden bir topluluk dışında ona uydular". (Sebe/20) Allah Teala sevabın ziyadesini de, şükür ile kesinleştirmiş ve bun­da hiçbir şeyi müstesna kılmamış tır.

Allah Teala, yalnız şu beş hususu müstesna tutmuştur: Zengin kılma, duaya icabet, rızık verme, mağfiret etme ve tevbeleri kabul etme. Allah Teala buyurdu ki: "Allah sizi dilediğinde lütfü ile zen­ginleştirecektir". (Tevbe/28); "Yalnız O´na dua edersiniz de, dilerse O, feryada geldiğiniz belayı üzerinizden kaldırır". (En´am/42); "O, dilediğine rızık verir". (Bakara/212); "O, dilediğine mağfiret eder". (Feth/14); "Sonra Allah, bunun akabinde dilediğinin tevbesini ka­bul eder". (Tevbe/27) Şükürden doğan sevabım ise, istisnasız olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer şükrederseniz, size daha zi­yadesini veririm". (İbrahim/7)

Şükreden kişi (=şâkir) Allah Teala´mn ziyade lütfuna mazhar olurken çok şükreden (=şekûr) kişi ise, bu lütfün son noktasına ulaştırılır. Şekûr, az da olsa Allah Teala´dan gelen herşeye fazlasıy­la şükreden kimsedir. Onun şükrü, sürekli tekerrür etmektedir. Birşey için yapılan övgü ve sena da nimet sayılır. Bu da Rubûbiyet ahlakının esaslarından biridir. Çünkü Allah Teala, çok şükreden kimseye, kendi ismini layık görmüştür. Ziyade lütuf, nimet sahibi­ne kalmış olup bunu dilediği kuluna verir. Allah Teala tarafından verilen bu ziyade lütfün en faziletlisi, güzel bir yakin ve sıfatların müşahedesini temin etmesidir.

Allah Teala tarafından bahşedilen ziyade lütfün başı, verilen ni­metleri, nimet sahibinden gelen nimetler olarak görmek ve bunlar­la ilgili olarak bütün güç ve engellemenin Allah Teala´mn elinde ol­duğunu bilmektir. O´nun ziyade lütfunun ortası ise; halin devamı, kulun ibadet ve hizmeti sürdürme sidir. Allah Teala tarafından şük­reden kula lütfedilen ziyade, ahlak olabileceği gibi çeşitli ilimler de olabilir. Veya ahirette verilecek fazla bir mükafaat ya da dünyadan ayrılırken nasip edilecek metanet de olabilir.

Allah Teala şükrü, cennet ehlinin sözlerinin açılışı ve temenni­lerinin de hitamı kılarak şöyle buyurmuştur: "Bize vaadinde doğru söyleyen Allah´a hamdolsun". (Zümer/74); "Sözlerinin sonu da ´Hamd alemlerin Rabbine olsun´ demeleridir". (Yunus/10) Eğer şü­kür, ameller arasında Allah Teala´ya en sevimli gelen olmasaydı, onu cennette de eda etmelerini istemezdi.

Eyyub Peygamberin (as) münacaatmda şöyle bir ifade nakledi­lmiştir: ´Allah Teala ona sabredenler sıfatında -ki onların varacakla­rı yer Darü´s-Selam´dır- şöyle vahyetti: Oraya girdiklerinde, kendile­rine şükrü ilham ederim ki o, sözlerin en hayırlısıdır. Şükrettikleri anda da onlara olan lütfumu arttırırım. Beni düşünmeleri halinde de kendilerine ziyadesiyle veririm. Bu da lütfün nihai sınırıdır.

Şükrün başı, nimetlerin Allah Teala´dan geldiğini bilmektir ki O´ndan başka ilah yoktur, bu nimetleri verme noktasında tek olup ortağı olmadığı gibi, bunları vermek için kendisine yardım eden de yoktur. Bütün şeylerin varlığından önce varolan Tek Allah, hiç bir şeyde yardımcı ve ortağa ihtiyaç duymadığı için bütün bunların Za-tı´ndan nefyetmiştir. Varlığı da yokluğu da veren O´dur ve bu ikisi Allah Teala´mn emriyle kullar için cari olurlar.

O, bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Onların, her ikisinde de bir ortaklığı yoktur, Allah´ın, onlardan bir yardımcısı da yoktur". (Sebe´/22) Ayette geçen ´şirk´ kelimesi, ortak ve karışma manasın­da, ´Zahir´ kelimesi ise yardımcı manasmdadır. Allah Teala, daha sonra şöyle buyurmuştur: "Sizde nimet namına ne varsa hep Al­lah´tandır. Sonra sıkıntı dokununca Allah´a feryat edersiniz". (Nahl/53) Yine o şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah sana bir kötülük dokundurursa, onu O´ndan başka giderecek olan yoktur. Eğer sana bir iyilik nasip ederse bil ki O, herşeye Kadir5dir". (En´am/17)

Allah Teala, bir cümle nimeti saydıktan sonra bunları kendi Za-tı´na izafe ederek şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendisinden (bir lütuf olarak) emrinize verdi". (Casiye/13) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Gizli ve açık olarak nimetlerini size bol bol vermiştir". (Lokman/20)

Sebepler sıhhatleri, vasıtalar da sübûtları ile varolurlar. Bu ni­metler ise, Allah Teala´nm hüküm ve hikmetleridir. O´nun vergisi­nin şartları ve verilenin eserleri, bunların hükmüne ve yaratılma­sına tesir edemez. Bunlar hükme demedikleri gibi yaratma sıfatına da sahip değillerdir. Kendileri mahkum olan şeyler nasıl hüküm verebilirler? Kendileri yaratılmış olan şeyler nasıl birşey yaratabi­lirler? Neticede Allah Teala´dan başka hüküm veren yoktur. Ve O, hiç kimseyi hükmüne ortak etmez.

Ayetin, Şamlılar nezdindeki bu kıraati daha makbuldür. Çünkü bu kıraata göre emir sigası gündeme gelmektedir. Onlar, şirkle il­gili fiili ´Ta´ harfi ile okumuş, sondaki ´Kef harfini de sükun ile kı­raat etmişlerdir. Buna göre mana; ´Allah Teala´ya, hükmünde ortak koşma!´ şeklinde olmaktadır. Sebepler Hakkın hükümleri ve O´nun hikmetlerinin vasıtalarıdır.

Nimet verenin, nimette müşahede edilmesi ve vergi sahibinin bahşettiği şeyde zuhur etmesi, nimet ve vergiyi O´ndan bilmeniz için elzemdir. Bu da kalbî şükürdür. Çünkü şükredenler nezdinde şükür; kalp ile bilmektir. Şükür, dil ile ifa edilecek bir fiil değildir. Rivayete göre Allah Resulü de (sav) şükrün ahirete dair bir mal olarak kazanılıp biriktirilme sini, dünyada mal kâzâhip biriktir­mekten daha hayırlı bir karşılık olduğunu haber vermiştir.

Sevban (ra) ve Ömer b. Hattab´dan (ra) şu hadis rivayet edilmiş­tir: "Mallar hazineye indirildiği zaman Ömer (ra), ´Hangi malları edinelim?´ diye sordu. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Sizden biri, zikreden bir dil ve şükreden bir kalp edinsin"[13]

Musa (as) ve Davud Peygamberle (as) ilgili olarak şöyle bir ri­vayette bulunulmuştur: Onlar, şöyle derlerdi: ´Ey Rabbim, Sana nasıl şükredebilirim? Ben Sana, ancak nimetlerden bir diğeri ile şükredebilirim´. Bu sözün başka bir rivayetinde ise şu ifade yeral-maktadır: ´Sa-na şükrüm de, yine şükcrü gerektiren diğer bir nimet­le olur. Allah Teala da onların bu sözü üzerine şöyle vahyetmiştir: ´Bunu bilmeniz bile, Bana şükretmeniz demektir´. Başka bir riva­yette ise şu ifade yer almaktadır: ´Nimetlerin Ben´den olduğunu bil­diğin zaman, Ben de senden bunu bir şükür olarak kabul ederim´.

Dille yapılan şükür, Allah Teala´yı en güzel şekilde övmek, hamd ve medhini arttırmak, nimet ve ikramlarını daima anlat­mak, iyilik ve ihsanlarını sürekli nakletmekle olur. Malik olanı, memluk olana şikayet etmemek, izzet sahibi Ma´bud´u zelil bir ku­la serzenişle anlatmamak da şükrün edasmdandır. Bir hadiste de şu olay nakledilmiştir: ´Allah Resulü (sav) bir kişiye ´Nasıl sabah­ladın?´ diye sormuştu. O da, İyi´ demişti. Bunun üzerine Allah Re­sulü (sav) soruyu tekrarlamıştı. Adam yine ´İyi´ deyince, soruyu üçüncü kez tekrarladı ve ´Nasılsın?´ diye sordu. Adam, yine ´İyiyim, Allah´a hamd ve şükrederim´ dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), ´Senden söylemem istediğim buydu´ buyurdu". Yani Allah Re­sulü (sav) adama, hamd ve şükürü söyletebilmek için bu kadar ıs­rarla sormuştu.

Selef-i Salih de (ra), karşılaştıkları zaman birbirlerine hal ve ha­tırlarını sormak suretiyle, hamd ve şükrü paylaşmak isterlerdi. Al­lah Teala´nm hamd ile zikrine sebep olmak suretiyle bunun sevabı­na da iştirak ettiklerine inanırlardı. Rabbinden yakındığını ve hali­ni sorduğunuz zaman Allah Teala´nm kazasından hoşnutsuzluğunu ifade edeceğini bildiğiniz kimseye de halini sormamanız doğru olur. Çünkü bu tür bir soru, onun cehalet ve serzenişinin vebaline katıl­mak olacaktır. Kul için; Zatının misli olmayan ve herşeyi yed-i kud­retin debulunduran Rabbini, hiçbirşeye gücü yetmeyen basit ve zelil bir kula şikayet etmek ne kadar da büyük bir kabahattir!

Allah Teala´dan gelen en küçük bir nimete dahi şükretmek, şü­kürden sayılır. Çünkü Habib Teala´dan gelen şey, az da olsa bunu müdrik olan kulun gözünde çok büyüktür. Aynı zamanda Allah Te­ala eşsiz bir hikmete sahip olduğu için, nimeti daraltmasının veya kesmesinin de bir hikmeti olsa gerekir. Kul, O´nun hikmet ve kud­retini iyi bildiği zaman; verme kudretine rağmen nimeti engelleme­sindeki hikmet yönünü de bilir ve bu engellemenin de aynı zaman­da bir vergi olduğunu görür. Neticede de, nimetin engellenmesi ve­rilmesiyle bir olduğu gibi, verilen az şey de çok olur.

Kul; engelleme karşısında duyulan sabır ve zillet hislerinin, as­lında izzet ve şeref olduğunu bilmelidir. Bu, ulema nezdinde kullar­la ululanma ve onlarla şereflenme gayretinden çok daha faziletli ve değerli bir haldir. Kullara tamah edip onların önünde zeliî olmak, Allah Teala´nm kulu olan bir varlığa şeref borçlanmak, zelil biri önünde zillete düşmek gibidir. Halbuki Aziz olan Allah Teala karşı­sında zillet hissetmenin güzelliği, sevgilinin karşısında zelil olma­nın güzelliğine benzer.

Zelil birinin karşısında zillete düşmenin çirkinliği ise, düşman karşısında zillete düşmenin çirkinliğine benler. Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur: "Allah dışında taptıklarınız size rızık vermeye muktedir olamazlar. Rızkı Allah´dan isteyin ve O´na iba­det edin". (Ankebut/17) Yine O, bu manada başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah dışında taptıklarınız da sizler gibi kullar­dır.". (A´raf/194) İbadet, hizmet etmek ve zilletle itaat etmek mana-smdadır.

Sıkıntılı bir kul, ihtiyaç ve yokluğunu, onu giderebilecek olan Rabbinden başkasına açmamalıdır. Çünkü O, herşeyi bildiği ve herşeyden haberdar olduğu için kulunun derdini halledecektir. O, onu devamlı duymakta ve bulunduğu hali yakından görmektedir. Neticede ona uygun olanı da en iyi O bilmektedir. Allah Teala, bu manada şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah rızkı kullarına yaysaydı, yeryüzünde azgınlık yaparlardı". (Şura/27)

Yakin sahibi olan kul; rızkın verilmesi ve bollaşmasında şükret­tiği gibi, daraltılması ve engellenmesi halinde de şükretmen, kal­biyle de bu yakini şehadete sahip olmalıdır. Şunu da bilmelidir ki, onun sıfatı; kulluk, hükmü ise kulluk hükümleridir. Mahkum oldu­ğu hükümler ise Rubûbiyet hükümleridir. Allah Teala üzerinde hiç­bir hak iddia edemez.

Allah Teala ise, onunla ilgili her türlü hakkın sahibidir. Çünkü kul, Allah´ın yapması ve yaratması neticesinde ortaya çıkan bir varlıktır. Alemlerin Rabbi, onun Yaratıcısı ve Malikidir. Kul, bu şe­hadete sahip olduğu zaman herşeyin Allah Teala´ya ait olduğunu görerek O´ndan gelen en küçük şeye dahi rıza gösterir. Allah Teala üzerinde bir hakkı bulunduğunu asla iddia etmediği gibi, O´nun ta­rafından verilen hiçbir şeye de kanaatsizlik göstermez. Bunların da ötesinde, Rabbinden hiçbir şey talep etmez.

Allah Teala´yı devamlı zikretmek, hamd-ü senada bulunmak, nimetlerini sürekli anlatarak hayırla anmak, dil ile yapılan şükür­den sayılır. Çünkü şükür kelimesinin sözlük anlamı, açıklamak ve izhar etmektir. Mesela ´Kesüra ve şekere´ denildiği zaman, sıkıntı­ları giderilen kimsenin bu halini izhar etmesi kasdedilir. Dolayısıy­la Allah Teala´nm nimetlerini sürekli anmak ve anlatmak da bun­ları açıklamak anlamında dille yapılan şükrü ifade etmektedir.

Bu meyanda Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen şu hadisi zikredebiliriz: "Zikirler arasında hiçbiri hamd kadar katlanarak se-vaplandırılmaz". Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Kim ´Sübhanallah´ derse, on hasenesi olur. Kim ´La ilahe illallah´ derse, yirmi hasenesi olur. Kim de ´elhamdü lillah´ derse, otuz hasene yazılır". Burada hamdın Tevhid´den daha üstün tutulduğu gibi bir mana çıkarılmamalıdır. Aslolan, şükür ehlinin Allah Teala nezdindeki makamının yüksekliğidir. Allah Teala da Kitabı´na ´Hamd´ kelimesi ile başlamıştır.

Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Hamd, Rahman´ın ridasıdır". Başka bir ha­diste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Zikrin en hayırlısı ´La ilahe illallah, duanın en hayırlısı ise ´elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn´dir".[14]

Şükrün, kulun kalbinde güçlenerek ona hakim olması ise, kalp­le şükrü ifade eder. Allah Teala´nm kulun şükrünü kabul etmesi ise, ona gizlediği şeyleri açığa çıkarması, ilim ve kader namına ona perdelediği hususları izhar etmesidir. Bu da, kul için bir ziyade olup bunun sayesinde Allah Teala´yı daha iyi bilerek müşahedenin yükseklerine çıkar. Bütün bunlar, şükür meihumundaki açığa çı­karma ve izhar etme manasına raci olan faziletlerdir.

Lütufda bulunan ve nimetler bahşeden Allah Teala´ya uzuvlar­la şükretme hususuna gelince, bu da şöyle olur: Uzuvlarla şükre­den kul, Rabbinin verdiği nimetle yine O´na karşı gelip günah işle­yemez. Aksine O´nun verdiği nimetlerin yardımıyla O´na en güzel şekilde itaat etmeye çalışır. O´nun nimetlerinden aldığı güçle O´na karşı günah işlememelidir. Böyle yapması durumunda, Allah Tea-la´nm nimetlerine nankörlük etmiş ve küfranda bulunmuş olur.

Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah´ın nime­tini küfran ile değiştirenleri görmedin mi?". (Ibrahim/28) Burada gizlenen bir mana vardır ki, delilinin açıklığından dolayı bunu an­layabiliriz: Allah Teala o kullarına nimetler vererek kendisine ita­at etmelerini emretmiştir. Ama onlar, kendisinekarşı çıkarak bu ni­metlerden aldıkları güçle O´na isyan etmişlerdir. Bu ise, onların kendilerine emredileni değiştirmeleri demektir.

Benzer bir gizli manayı, şu ayet-i kerimede de görmekteyiz: "Rızkınızı, O´nu yalanlamak mı kılıyorsunuz1?". (Vakı´a/82) Burada da murad edilen mana, rızkınızın şükrünü O´nun peygamberlerini yalanlayarak mı eda ediyorsunuz? şeklindedir. Görüldüğü gibi bu ayette de hazif vardır. Allah Resulü (sav) bu ayeti, açıklayarak ve tefsir ederek okumuştur: Rivayete göre O, ayetin tefsirini ´Şükrü­nüzü yalanlayarak mı eda ediyorsunuz?´ şeklinde okumuştur.

Bu manada Allah Teala´nın bir başka buyruğu da şu ayet-i ke­rimedir: "Kim, kendisine geldikten sonra Allah´ın nimetini değişti­rirse (bilsin ki) Allah, cezalandırması çok sert olandır". (Baka­ra/211) Yani Allah Teala, nimetine küfranda bulunan, onun saye­sinde günah işlemek suretiyle şükrünü zayi eden kimse, Allah Te­ala tarafından çok ağır biçimde cezalandırılacaktır.

Allah Teala´nın bir diğer buyruğu da şu ayet-i kerimesidir: "Eğer küfre düşerseniz, Benim azabım çok çetindir". (İbrahim/7) Ayetin tefsirinde denildi ki: Eğer nimetlerime nakörlük ederek on­ları inkar ederseniz.. -Allah Teala´nın azabı; dünyada o nimetin be­la, aşağılanma ve zilletle değiştirilmesi şeklinde olabilir.- Azap, "Çünkü (cehennemin) azabı bir helaktir" (Furkan/65) ayetinde de ifade edildiği üzere ahirete tecil edilmiş de olabilir. Bu ayete göre Allah Teala kullarından nimetlerine karşı şükür talep etmiş ama onlar, bu karşılığı verememişlerdir. Bu durumda da nimetlerinin bedelini onlara borç olarak vermiş kabul edip kendilerini cehenne­me hapsederek cezalandıracaktır.

Allah Teala buyurdu ki: "Gizli ve açık olarak nimetleri üzerini­ze bol bol akıtmıştır". (Lokman/20) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Günahın açığını da gizlisini de bırakın". (En´am/120) Burada, sö­zü dinleyen akıl sahiplerine şöyle bir uyan yapılmaktadır: Öğüt alın ve nimetin zahirinin şükrüne binaen günahın zahirini terke-din. Sonra da, gizli nimetlerin şükrünü eda etmek babında güna­hın gizlisinijie terkedin.

Zahiri nimetler, insanın bedeninde görülen sıhhat^ve~"âflyetle, mal mülk bakımından yeterliliktir. Zahiri günahlar ise, nefsin heva ve arzuları istikametinde uzuvlar tarafından yapılan fiillerdir. Ba­tıni nimetler, kalplerin sıhhati ve niyetlerin selametidir. Batıni gü­nahlar ise günahda ısrar, sû-i zan ve sû-i niyet gibi kalbi fiillerdir.

Mutarraf b. Abdullah şöyle demiştir: Afiyette olup şükretmem, imtihan edilip de sabretmemden daha sevimlidir. Çünkü afiyet ma­kamı, selamete daha yakındır. O, işte bu sebeple şükür halini sabır haline tercih etmiştir. Çünkü sabır, imtihan ehlinin halidir.

Benzeri bir söz Hasan el-Basri´den de (ra) rivayet edilmiştir: Şükürle geçen afiyette ve sabırla geçen imtihanda hiçbir kötülük yoktur. Nimet verilen nice kimse vardır ki şükredici değildir. İmti­han edilen niceleri de vardır ki, sabırlı değildir. Allah Resulü´nden de (sav) bu manada şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: "Afiyet ver­men benim için daha sevimlidir". O, Ali´ye de (kv), hastalığı esna­sında sabır niyaz ettiği zaman şöyle demiştir: "Allah Teala´dan im­tihan niyaz ettin. O´ndan afiyet niyaz et".[15]

Salih ameller de şükrün ifadesi olarak görülür. Allah Teala ve Resulü (sav), nimet verilen kimsenin eda ettiği şükrü amel mefhu­muyla tefsir etmişlerdir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ey Davud ailesi, şükür için amel edip çalışın". (Sebe713) Allah Re­sulü´nden de (sav) bu meyanda şu hadis nakledilmiştir: "O, ibadet ve amellerdeki gayretinden dolayı ayakları şiştiği için siteme uğra­dığı zaman şöyle buyurmuştu: ´Çok şükreden bir kul olmayayım mı?![16]Yine O, şunu haber vermiştir ki; nefsle mücahede ve Allah Teala´ya güzel amellerle yaklaşma, kulun şükrü ve nimet verenin mükafaatıdır.

Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Kalp ile şükür; nimetlerin, başka birinden değil sadece nimet sahibi Allah Teala´dan geldiğini bilmektir. Ameli şükür ise, Allah Teala´mn nasip ettiği her amelden sonra buna şükür olarak ikinci bir amelde bulunmanız dır. Buna gö­re şükür; amellerin devamlılığıyla irtibatlı olmaktadır.

Ariflere göre şükrün başı; Allah Teala´mn nasip ettiği nimetler­den biriyle O´na isyanda bulunup nimeti nevaya teslim etmemek­tir. Şükür ehlinin eda ettikleri şükre gelince; bu, sahip olunan bü­tün nimetlerle Allah Teala´ya itaat ederek, hepsini O´nun yoluna seferber etmektir. Bu, bütün kulların şükrüdür.

Şükrün özü ve hakikati, takvadır. Takva, Allah Teala´mn kulla­rına emrettiği bütün ibadetleri ihtiva eden bir mefhumdur. Bunu da şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Ey insanlar! Sizi ve sizden ev­velkileri yaratmış olan Rabbinize ibadet ediniz, umulur ki takva sahibi olursunuz". (Bakara/21) Allah Teala, bundan sonra takva ile şükrün hakikatini ifade ederek, takvanın bizatihi şükür olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah´dan korkunuz, umulur ki şükredersiniz". (Al-i İmran/123)

Şükürde, iki müşahedeye dayanan iki makam vardır. Bu ikisin­den üstte olanı, ´Çok şükreden=Şekûr´ makamıdır. Bu makamda yeralan kul, sıkıntı, bela, zorluk ve imtihan hallerinde dahi şükre­der. Bu mertebeye gelebilmesi için de, bütün olumsuzlukları şükre-dilmesi gereken nimetler olarak görebilme seviyesine yükselmesi şarttır. Bu da, yakini imanındaki sadakat ve zühdündeki ihlas ile mümkün olur. Bu, Rıza makamlarından biri olup aynı zamanda Muhabbet hallerinden birini ifade eder. Allah Teala, peygamberi Nuh´u (as) bu sıfat ile zikrederek şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki o, çok şükreden (şekûr) bir kul idi". (İsra/3) Ayetin tefsirinde de şöyle denilmiştir: Nuh Peygamber (as), hayır-şer, yarar-zarar de­meksizin her halinde Rabbine şükreden bir kuldu.

Bu babda Allah Resulü´nün (sav) şu hadisi rivayet edilmiştir: "Kıyamet günü bir tellal çıkarak şöyle seslenir: ´Çok hamdedenler ayağa kalksın!´ Bunun üzerine bir zümre ayağa kalkar. Onlara bir sancak verilir ve cennete girerler. ´Çok hamdedenler (=Hammâd olanlar) kimlerdir?´ diye sorulur. Bunun üzerine, ´Bulundukları her halde Rablerine şükredenlerdir denilir". Bu hadisin başka bir laf­zında ise şu ifade yeralır: ´Varlıkta ve yoklukta..´.

Ulemadan bir zat ise, Allah Teala´mn "Nimetleri zahiri ve bati­ni olarak üzerinize bol bol yağdırdı" ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir: Zahiri nimetler, zenginlik, sıhhat ve afiyettir. Batı­ni nimetler ise, fakirlik ve diğer musibetlerdir. Çünkü bunlar, ahi-ret nimetleridir. Allah Resulü de (sav) bunu teyid ederek şöyle bu­yurmuştur: "Hayat, ancak Ahiret hayatıdır" [17]

Şükrün ikinci makamı ise; kulun, kendinden daha aşağıda olan­lara bakması, din ve dünya bakımdan üstün kılındığı kimseleri gör­mesidir. Böylelikle kalbinin ve dininin selametiyle, diğerlerinin im­tihan edildikleri belalardan affedilişinden ötürü Allah Teala´mn kendi üzerindeki nimetini ta´zim eder. Aynı şekilde diğerinin muh­taç edildiği dünya malından da kendine yetecek kadar sahip kılın­masından ötürü Rabbinin nimetini yüceltir. Bütün bunlar için Rab­bine şükreder, sonra da dini hali bakımından iman ilmi ve sağlam yakini ile kendinden üstün kılınmış olan kullara bakarak kendi nef­sine kızıp onu aşağılar ve kendinden daha yukarıda gördüğü kişinin halleriyle rekabet ederek ona yetişmeyi arzular. Bu durumda olan bir kul, şükür ehlinden sayılarak, övülenler zümresine dahil olur.

Bu manada Allah Resulü´nden de (sav) şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: "Dünyevi bakımdan kendinden aşağıdakine, dini ba­kımdan da kendinden yukarıdakine bakan kişi Allah Teala tarafın­dan sabreden ve şükreden olarak yazılır"[18] Bu hadisi Rıza maka­mında şerhettiğimiz için burada tekrar izah etmeyi doğru görmü­yoruz. Kulu, şükür ehli araşma sokan her sıfatta, kulun makamı şükür olur. Eğer nimete küfranda bulunursa, bunun zıddını yap­ması gerekir. Çünkü küfran, şükrün zıddıdır.

Nimetlerin en büyükleri, şu üçüdür ki bunları bilmeyen kişi, şükrüzayi etmiş sayılır. Bunları bilmek ise, arifler için şükür ifade eder. Bu üç büyük nimetin ilki; Allah Teala´mn izzet ve kudretiyle kulların gözlerinden gizlenmiş olmasıdır. Eğer O, kullarına zahir olsaydı işleyecekleri her günah küfür olurdu. Kendilerine yasaklanan ma´siyetler bir sivrisinek kanadı kadar dahi olsun eksütilmezdi.


Konu Başlığı: Ynt: Şükür Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 31 Aralık 2009, 19:40:56
Allah Teala, bütün sıfatlarıyla zahir olduğu zaman kulların gü-nahdan imtina etmeleri de çok güç olurdu. Bu, gaybun sırlarının ar­kasında olan bir husustur. Şu var ki, müşahedenin hürmetini çiğ­nemelerinden ötürü insanların çoğu O´nunla karşılaşmayı inkar ederlerdi. Ayrıca halihazırda gaybi olarak iman ettikleri için nail oldukları ulvi mertebelere ve övgülere de, asla nail olamazlardı. Çünkü bu derecelere ulaşmalarının sebebi olan gaybi iman, Allah Teala´mn müşahede edilmesi halinde ortadan kalkacaktır.

İkinci büyük nimet, kaderin ve mucizevi ayetlerinin halkın umumundan gizlenmiş olmasıdır. Bunlar, gaybi sırlar, kulların sa­lah sebebi, din ve dünya işlerinin istikamet bulma vesilesidir. Eğer kullara zahir kıhnsalardı, onların küçük günahları, mucizeleri ya-kinen görmelerinden ötürü büyük günahlara dönüşür, iyi amelleri için misline katlanan sevapları da asla katlanmazdı. Çünkü hali­hazırda gaybi olarak iman ederek amel ettikleri için katlanan bu sevaplar, mucizelerin açıkça müşahede edilmesinden sonra katla­namaz.

Üçüncü büyük nimet ise, kulların ecellerinin kendilerinden giz­lenmiş olmasıdır. Eğer ecellerini bilmiş olsalardı hayır ve şer bakı­mından amellerini zerre mikdarı arttıramaz ve eksiltmezlerdi. Çünkü Allah Teala´mn onlardan talep ettiği ameller çok daha ağır olurken, haklarındaki delillerin kesinleşmesi de çok daha zorlayıcı olurdu. Allah Teala, bilmedikleri bir ecellerinin olmasını onlar için bir mazeret kılmış ve beklemedikleri bir yerden gelecek eceller ta­yin ederek onları düşünmüştür.

Allah Teala´mn, bütün kulların kusur ve kabahatlarını örtmesi de, onlara olan nimetinin inceliklerindendir. Böyle yapmak suretiy­le onların kabahatlarını birbirlerinden, ulema ve salihlerin gözle­rinden gizler. Eğer böyle yapmamış olsaydı hiçbiri kabahatlan or­tada olan kişiye bakmazdı. Yine O, salihleri ve velileri de onlardan gizlemiştir. Eğer bu kimselerin işaret ve alametlerini herkese izhar etmiş olsaydı, herkes bunları tanır ve cahiller dahi, onların Allah Teala´mn velayetine mazhar olduklarını yakinen bilirlerdi. Böyle olduğu zaman da, onlara ihsanda bulunanların sevapları boşa gittiği gibi, amellerinin kabulünden de mahrum olurlardı. Onlara kö­tülük edenlerin yaptıkları da boşa giderdi.

Allah Teala´mn bunları perdelemesi ve gizlemesi;, amel sahiple­rinin hayır ve şer namına yaptıkları amelleri, rica ve ümit üzere, ahiretle ilgili olarak hüsn-ü zan ile yapmalarını temin etmesi bakı­mından mühimdir.

Allah Teala´mn velilerine ve salih kullarına eziyet edenlerin ce­zaları da, onların Allah katındaki mühim mevkileri ve kıymetleri izhar edilmediği için tehir edilecektir. Bunun gizlenmesinde, salih­lerin nefsleri bakımından da çok büyük nimetler mevcuttur. Böyle­likle dinlerinin selametini temin edecek, fitneye de mümkün oldu­ğunca az maruz kalacaklardır.

Tabii onların kıymetlerini bilmeyen cahillerin yaptıkları renci­de edici hareketler ve Allah Teala´mn hükümlerini onlar sebebiyle hafife almaları da, bir nevi perde arkasından yapıldığı için bu ze­vata çok zarar vermeyecektir. Bu da kullarına çok bahşedici olan Allah Teala´mn nimetlerinden bir lütuftur.

Bu mevzuda rivayet edilen kudsi bir hadiste Allah Teala´mn şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Kim Benim velilerimden birine ezi­yet ederse, Bana savaş için meydan okumuş demektir. Ben de veli­min intikamını alır ve ona yardımı Zatımdan başkasına bırak­mam".[19] Gizliliğinden dolayı şükrü gerektirdiğini ifade ettiğimiz bu nimetler hakkında İmam Cafer-i Sadık da (ra) şöyle demiştir: Allah Teala üç şeyi, üç şeye saklamıştır:

Rızasını taatine; dolayısıyla taatiyle ilgili hiçbir işi hor görme­yin. Çünkü o, Allah Teala´mn rızasını mucib olabilir.

Gazabını da günahlarına; dolayısıyla günahlanyla ilgili hiçbir işi hor görmeyin. Çünkü o, Allah Teala´mn gazabını mucib olabilir.

Velayetini mümin kullarına saklamıştır; Dolayısıyla onlardan hiçbirini hor görmeyin. Çünkü o, Allah Teala´mn velilerinden biri olabilir1. Böyle biri, nübüvvetini bilmediği bir peygambere eziyet eden kimseye benzer. Allah Teala, o kimseyi peygamber olarak gön­dermeden önce, ona eziyet eden kimseye onun peygamberliğini bil­dirmemiş olabilir. Böyle birinin günahı, elbette eziyet ettiği kişinin peygamber olduğunu bile bile eziyet eden kimsenin günahı gibi olmaz. Çünkü nübüvvet çok yüce bir makam olup hürmetin azamisi­ne layık olan bir mertebedir.

Şükür ehli için iki yol vardır. Bunlardan biri, diğerinden daha üstündür. Bu yolların ilki, rica ehlinin şükrüdür. Bunlar, şahid ol­dukları zahiri nimetlere bakarak bunların tamama erdirilmesi noktasında Allah Teala´dan ümitvâr ve ricacı olup hüsn-ü muame­lede bulunanlardır. Bunların hali, hayırlı işlerde ve salih ameller­de acele edip birbirleriyle yarışmaktır. Bu hallerinin sebebi ise; Al­lah Teala´nm diğer insanlar dışında kendilerine mahsus kıldığı ni­metleri müdrik olmalarıdır.

Şükür ehlinin ikinci ve daha üstün olan yolu ise, Korku ehlinin şükrüdür. Bu hale sahip olanlar, kötü bir son ile vefat etmekten ve Allah Teala´nm sabık hükmüyle, ahirette çile ve azaba düçâr ol­maktan korku duyan kimselerdir. Onların bu korkusu, Allah Tea­la´nm kendilerine bahşettiği iman vergisiyle seviniyor olmalarının da delilidir. Onların bu sevinçleri, İslam´ın kalplerindeki büyük ve eşsiz yerine delalet eder.

Onların bu halleri sebebiyle, Allah Teala´nm üzerlerindeki ni­meti de gözlerinde çok büyümüştür. Korku ehlinin işte bu hakikat-lan bilmesi, onların şükrünü ifade eder. Korku ve endişe, Rızık ve­rene karşı şükürlerinde, kendileri için bir şükretme şekli haline gelmiştir. Allah Teala, bunu da bir nimet kılmıştır. O´nun "Al-lah´dan korkan ve Allah´ın nimet verdiklerinden iki kişi dedi ki.." (Maide/23) buyruğunda olduğu gibi, her nimet de şükür gerektirir. Bir müfessir ayette bahsedilen iki kişi için, ´Allah Teala´nm korku ile nimetlendirdiği iki kişi´ olarak tefsir etmiştir. Ayetin tefsiriyle il­gili iki görüşten birisi budur.

Kul, Rabbine şükretmese de Allah Teala, izzet ve celal sahibi olarak bu sıfatlar ve sıfatlarını teşkil eden ahlak üzeredir. O´nun ahlakı, sonsuz bir ikrama ve cömertliğe sahiptir. O´nun lütuf ve hil-mi de sonsuzdur. Dolayısıyla bu güzel ahlak ve eşsiz sıfatlara sahip olan Hak Teala, kulları tarafından Zatı ile şükre layık olup sırf ni­met ve fiillerinden ötürü şükre müstehak değildir.

İşte bu da muhabbet ehlinin zikridir. Çünkü O, bu ahlak ve sıfat­lardan başkalarına sahip olmuş olsaydı, Zatı´nı bunlar sayesinde bi­len ariflerin bizzat O´nu görmeleri gerekirdi. Eğer böyle olsaydı, kullar ne yaparlardı, ellerinden ne gelirdi? Netice itibarıyla hamd da O´nadır, şükür de yalnız O´nun içindir. Çünkü şükre de, hamde de tek ehil ve layık olan O´dur. Hamd ve şükür, yalnız O´nun Zatı, Zatı´mn yüceliği ve izzetinin celali için olmalıdır. Çünkü O, her zaman olduğu gibi ilelebed de, bu güzel sıfatlar, kemal-i ahlak ve en yüce misaller üzere olmaya devam edecektir. Bunu bilmek de, ariflerin şükrüdür.

O´nun müşahedesi ise, Mukarrebun´un şükrüdür. Onların şük­rü, Allah Teala´nm yalnız yüce Zatı içindir. Onların duaları, hamd ve tesbihden ibarettir. Amelleri ise Azim ve Celil olan Allah Teala´yı tazim ve yüceltmekle sınırlıdır. Bütün niyazları ise, O´nun sıfatla­rının kendilerinde tecelli etmesi, Zatı´yla ilgili müşahedelerden bir pay alabilmektir. Bunlar da, anlatılamayacak haller ve akli ilimler­le açıklanamayacak hususlardır. Çünkü bunların tamamı ,Allah Teala´nm, Kelam´m sırrına şahit olan kimsenin müşahedesiyle ilgi­li olarak indirdiği "O´nun gibi bir şey yoktur" (Şura/İl) buyruğuna dahil olan meselelerdir.

Musa Peygamber de (as), bu müşahede sayesinde Rububiyet ile sevinmiş, Allah Teala´nm yakınlaştırması ile aşinalık kazanmış ve O´nun imanda metanet sahibi kılmasıyla bahtiyar olarak Rabbine şöyle demiştir: Benim için varolup Sen´in için olmayan birşey var. Allah Teala da, ´Nedir o?´ diye buyurmuştur. O da, {Benim bir ben­zerim var. Ama Sen´in benzerin yoktur5 demişti. Bunun üzerine Al­lah Teala, ´Doğru söyledin´ buyurmuştur.

Musa´nın (as) söylemek istediğini şerhetmemiz gerekirse şunu söyleyebiliriz: ´Benim için, talep sahiplerinin varacakları son durak ve arzu edenlerin daha fazlasını istemeyeceği kadar eşsiz sıfatları haiz olan Sen varsın. Halbuki, Sen´in için Sen´in gibisi yok, çünkü Sen´in bir benzerin yoktur. Sen´den başka ilah da yoktur.

Allah Teala´nm gizli nimetleri olan üstte anlattığımız türdeki hususlar için de şükretmek gerekir. Bunların şükrü ise; fuzuli dün­yevi işlerle meşgul olmayarak onlardan uzaklaşmak suretiyle olur. Böyle yapmak, meşguliyet ve alakayı azaltıcı, hesabı kolaşlaştıncı-dır. Senden başkası bununla imtihan edildiğinde, dünya ile meşgul olup kaygısını ona yönlendirerek Allah Teala´ya şükürden uzaklaş­masında ve O´nun seni dünyadan uzaklaştırmasında da, iki defa şükür gereken iki nimet mevzubahistir.

Din noktasında münafıkların sıfatlarıyla veya nefsiyle ilgili ola­rak kibir ehlinin sıfatlarıyla, ya da fasıkların fiilleriyle imtihan edi­len birilerini gördüğünüz zaman, bunu da sizi öyle kılmadığı için Allah Teala´nm nimetlerinden sayabilirsiniz. Bunun için dahi şük­retmek gerekir. Çünkü Allah Teala´nm size karşı lütfü ve rahmeti olmasaydı, siz de onlar gibi olabilirdiniz. Sizden başkasına yönelti­len her şerri ve sizden gayrısmdan uzaklaştırılan her hayrı nimet saydığınız gibi, size yöneltilen her hayrı ve sizden savılan her şer­ri de nimet addetmeniz gerekir. Çünkü bütün nefsier,-kötülüğü em­retme, irade ve kader noktasında tek bir nefs gibidir.

Allah Teala şerri savmak suretiyle size merhamet etmiş olur. Zira bu, Allah Teala´nm size olan lütfudur. Bunu böyle bilmeniz de, sizin Allah Teala´ya olan şükrünüzün bir fadesidir.

İnsanların çekecekleri cezaların çoğu, nimetlere edilmesi gere­ken şükrün azlığından kaynaklanır. Şükür azlığının özünde de, ni­metleri hakkıyla bilmemek yatar. Nimetleri bilmemenin sebebi ise, Allah Teala´yı layıkıyla bilmemek, nimet verene karşı uzun süre gaflet içinde kalmak, nimetleri ve lütfü üzerinde tefekkür ve ibret almayı terketmektir. Allah Teala ise, bunun mukabilinde şöyle em­retmektedir: "Allah´ın lütuflarmı bolca anın, umulur ki felaha erer­siniz". (A´raf/69) yani, ´nimetlerini anın ki´ denilmiştir.

Müfessirler, bu çerçevede olmak üzere şu ayet-i kerimeleri de zikretmişlerdir: "Allah´ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt ver­mek için indirdiği Kitab ve hikmeti hatırlayın". (Bakara/231); "Sa­yıyı ikmal eyleyesiniz de, size hidayet buyurduğu için Allah´ı yüce tamyasmız. Umulur ki şükredersiniz". (Bakara/185) Bu ayetlerde şükredümesi ve zikredilmesi istenen nimetler, hidayete erdirilme ve Allah Teala´ya ibadete muvaffak kılınma nimetleridir.

Kul, nimetin cahili olduğu zaman onun kıymetini de bilmez. Kıymetini bilmediği zaman da onun için şükretmez. Şükretmediği zaman ise, sevabının ziyadesi kesilir. Sevabının ziyadesi kesilen ki­şi de, iddia ettiği batılın noksanlığı içinde kalır.

Nimetleri bilmemesinden ötürü, onlar için şükretmeyen kimse­lerin, küfre düşmelerinden de emin olunamaz. Eğer bu nimetlere küfrederek nankörlükte bulunursa, o zaman da Rabbinden bir lü­tuf gelmediği takdirde vaadedilen ağır azaba maruz kalır.

Kulların hayatlarının altyapısını oluşturan nimetlerin asılları şu dört nimettir:

1.Hayvanlar ve bütün canlıların mevcudiyetlerini muhafaza et­meleri için rahimlerden çıkartılan nutfe;

2.Arzdan çıkan bütün mahsullerin arkasındaki tohum ekme;

3. Bizler için içecek olan ve ağaçların yetişmesini temin eden su;

4. Basiret ehlinin ibret aldıkları, yiyecekleri hazırlamada ve ay­dınlanmada kullanılan ateş.

Bu nimetlerin tamamının sahibi olan Allah Teala, bunları Va­kıa suresinin son kısmında zikrederek hepsini de Zatı´na izafe et­miştir. Bunlar hakkında hiçbir varlığı kendisine ortak koşmamış-tır. Allah Teala, amel eden kullarına bu nimetlerin tamamının ka­pılarını açmıştır.

Nimetlerin en değerlisi ve en yücesi, Allah Teala´ya iman etme nimetidir. Bundan sonra Allah Resulü´nün (sav) gönderilme nime­ti, ardından da Kur´an nimeti gelir. Bunların peşinden, insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmet olmamız gelir.

Bunların öncesinde aklımızla kavradığımız ilk nimetler; yoklar arasından varedilmemiz; cansızlar arasında canlı kılınmamız, bü­tün canlılar arasında insan türünden yaratılmamız, insanlar ara­sında kadın olarak değil de (cinsiyet bakımından daha zahmetsiz olan) erkek olarak yaratılmamız dır. Sonra Allah Teala´nm bizleri, en güzel şekilde yaratmış olması gelir. Bunun ardından kalplerimi­zin sünnetten sapma temayülünden ve kötülüğü emreden nefsin is­teklerine meyletmekten uzak kılınmış olması gelir.

Bunları takiben, vücudun muhtelif hastalıklardan selim kılın­mış olması nimeti gelir. Sonra Allah Teala´nm ihtiyaçlarımıza en güzel şekilde yetmesi de mühim bir nimettir. Bundan başka gıda olarak yarattığı çift çift hayvanlar da bizim için bir nimettir. Niha­yet gökler ve yer arasındaki herşeyi emrimize vermiş olması da biz­ler için çok büyük bir nimettir.

Yukarıda saydığımız nimetler, Allah Teala´nm bizlere lütfettiği nimetlerin en bariz olanlarıdır. Bunlar sayı ve güzellik bakımından arttıkça, nimetlerin büyüklüğünden dolayı şükrün de artması icap eder. Kaldı ki Allah Teala´nm nimetlerini tamamen saymaya kal-kışsanız bunu başarmanıza imkan yoktur.

Ebu Muhammed Seni (ra) şöyle derdi: Allah Teala, nimetlerini bilip hilminin büyüklüğünü ve kabahatlan örtmesini takdir etme sıfatını sıddıklara mahsus kılmıştır. Söz sahiplerinin en sadığı ve sıfatları en güzel tesbit eden Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah´ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları sayamazsınız. Mu­hakkak ki Allah mağfiret edici ve merhametlidir". (Nahl/18)

Allah Teala´nm nimeti, Kendisinin layık olduğu Mağfiret ve Rahmet sıfatlarıyla tamama ermiştir. O, benzeri bir ayetinde de şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah´ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki insan çok zulmedici ve çok nan­kördür". (İbrahim/34) Allah Teala, insanoğlunun bu iki temel vasfı­na rağmen, nimet verme, lütfetme ve ikramda bulunma noktasın­da eşsiz bir büyüklüğe sahiptir. İnsanın nankörlük ve zulmü karşı­sında Allah Teala çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.

Allah Teala takva ve mağfiret ehlidir. Kul da, Rabbinin kendisi­ni vasfettiği sıfatlara sahip olmaya ehildir. Kul, Rabbinin kendisi­ne bol bol verdiği nimetlere karşı O´na ibadet etmelidir. O´nun için amel eden kullar da, yine O´nun nimetiyle bu amellerini ifa edip Zatı´na itaat etmiş olurlar. Allah Teala da onları, yine nimetiyle mükafaatlandırır. Cahiller ise, O´nun nimetlerini kullanarak ken­disine karşı gelirler. Buna rağmen O, nimeti ve hilmi sayesinde on­ların kabahatlarım örterek kendilerini utandırmaz.

Allah Teala´nm güzel işleri açık edip kabahatlan örtmesi de, O´nun nimetlerindendir. Ancak biz, güzellikleri izhar etme ve kaba­hatlan örtme nimetlerinden hangisinin daha büyük bir nimet oldu­ğunu bilemiyoruz. Rivayet edilen bir dua metninde, bu iki vasfıyla da övülerek şöyle denilmiştir: ´Ey güzel işi izhar edip kabahati örten´.

Sıhhat ve boş vakit de Allah Teala´nm kullarına bahşettiği ni­metlerdendir. Bunlar, dünya hayatının ilk nimetleri, ahirete matuf amellerin de dayanaklarıdır. Kullann ekserisi, bunlarda aldanmış-tır. Allah Resulü (sav) şöyle buyurur: "İki nimet vardır ki insanla­rın ekserisi onlar hakkında aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit". [20] Fu-dayl b. Iyaz şöyle derdi: ´Nimetler için devamlı şükredin. Çünkü ni­metlerden pek azı, ayrıldığı kavme geri döner*. Seleften bir zat da şöyle demiştir: ´Nimetler vahşidir. Onları şükürle bağlayın´. Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu riayet edilmiştir: "Allah Teala´nm bir nimeti, kulun gözünde ne kadar bü­yürse insanların ona olan ihtiyaçîan da o kadar artar. Eğer o bu ni­meti hafife alırsa, onu kaybolmaya mahkum etmiş olur".

Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Bir kavim kendi nefslerin-dekini değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmez". (Ra´d/11) Aye­tin tefsirinde şöyle denilmiştir: Onlar Allah Teala´nm, üzerlerinde­ki nimetlerini, şükrü terketmek suretiyle değiştirmedikçe, Allah da nimetlerini değiştirmez. Ama onlar, bu nimetler için şükretmeyi bı­raktıklarında Allah da onlar üzerindeki nimetlerini değiştirerek kendilerini cezalandırır. Ayetin bir diğer tefsiri de, bunun tam mu­kabili bir anlam içermektedir. Buna göre de, O´na karşı günah işle­yen bir toplum, tevbe ederek günahlarından vazgeçmedikçe Allah Teala da onlar üzerindeki azabını kaldırmayacaktır.

Allah Teala, böyle buyurarak hükmünün ilk sebebini bildirmiş olmaktadır. Sonra hikmetiyle ilgili ikinci sebebi zikretmiştir. O, se­bepleri hikmet ve iradesi mucibince yaratandır.

Denir ki: Kulun vücudunun üzerindeki her kılın altında bir ni­met vardır. Onun her damarında da iki nimet vardır ki bunlardan biri sükunet, diğeri de hareket içindir. Her kemiğinde dört nimet vardır. Her mafsalında ise yedi nimet vardır. İnsan vücudunda üç-yüz altmış mafsal, bir o kadar da kemik vardır. Her göz açıp kapa­mada iki nimet vardır. Her nefeste iki nimet vardır. Kulun ömrün­den geçen her dakikada kendisine sayılamayacak kadar nimet ve­rilir. Dakika, Şa´ire´nin oniki parçasından biridir. Şa´ire ise, saatin on iki parçasından biridir. Bir günün gece ve gündüzündeki nefes­lerin sayısı, yirmidört bin adettir.

Musa Peygamberden (as) rivayet edilen bir haberde de onun şöyle dua ettiği bildirilmiştir: Ta Rabbi, Sen´in şükrünü nasıl ifa edebilirim? Kökünü yumuşatsam ve ucunu tıraş etsem de vücu-dumdaki her kıl için Sen´in bana iki nimetin vardır. Seleften riva­yet edilen bir haberde ise şöyle denilmektedir: ´Yiyecek ve içeceği dışında Allah Teala´nm kendi üzerindeki nimetlerini bilmeyen kim­senin ilmi az, azabı yakın demektir5. Bu durum, hali vakti yerinde, orta halli veya sıkıntıda olan herkes için geçerlidir.

Denir ki: Vücudun içindeki nimetler, dışındaki nimetlerin yedi katıdır. Kalpte ise, bütün vücuttaki nimetlerin katlarca fazlası vardır. Elbette ki Allah Teala´ya iman, ilim ve yakin nimetleri, vücut-lardaki diğer nimetlerin tamamından katlarca fazladır. Vücutlar-daki ve kalplerdeki nimetler, birbirini takip eden ve katlarıyla ifa­de edilen nimetlerdir. Bunların tamamını ise, ancak onları bahşe­den Allah Teala teker teker sayabilir ve bütün tafsilatıyla bilebilir: ´Taratan hiç bilmez mi? Muhakkak ki O, işlerin inceliklerine vakıf ve herşeyden haberdardır". (Mülk/14) Ancak yeme, içme, giyinme ve nikahlanma gibi nimetleri bunun dışında tutmak gerekir.

Bunların insan vücuduna girmesi, çıkması, devamlı tekerrür etmesi ve artması sebebiyle girmeleri mihnetle, çıkmaları da ezi­yetle olur. Şu var ki bunların giriş ve çıkışlarını güzellikle ve mut­lu edecek şekilde yaparak faydalarını vücutta baki kılmak ve bun­ların suret ve sıfatlarım değiştirmek de zühd, alçakgönüllülük, ib­ret ve öğüt alma ile olur ki bunlar da yine Allah Teala´mn nimet-lerindendir.

Denir ki: Bir ekmek yuvarlanıp pişirilinceye kadar gökler ile yer arasında üçyüz altmış değişik sanat icra edilir. Bunları icra edenler arasında çeşitli cisimler, arazlar, yörüngeler, rüzgarlar, ge­ce, gündüz, Ademoğlu ile onun sanatları, hayvanlar ve madenler gi­bi birçok varlık bulunur. Bunların başında Mikail (as) gelir. O, dün­yaya verilecek suyu tartar ve onu buluta indirir. Sonra da o bulut­ları hareket ettirir. Bunun ardından su yüklü bulutlar rüzgarlar tarafından taşınır. Sonra gök gürültüsü ve şimşek ile beraber rüz­garları sevkeden iki de melek vardır. En sonunda ise fırıncı yer alır. Hamur yuvarlanıp çörek olduğu zaman ona yedibin sanaatkar ta­lip olur. Bunlardan herbirinin de yukarıda zikrettiğimiz sanatlar­dan bir payı vardır.

Bir çöreğin hazırlanmasında bunca nimet mevzubahis iken, onun ötesinde varolan şeylerde kimbilir daha ne kadar çok nimet gizlidir. Her nimet için şükretmek, kula düşer. Eğer o, her nimetin devamı için hakiki manada şükretmekle mükellef kılınsa ve Rab-binden bir rahmet gelip de kendisini bütün nimetlerle kuşatmamış olsaydı kesinlikle helak olup giderdi.

Allah Resulü´nden (sav) rivayet edildi ki: "O, bir adamın, ´Alla-hım, Sen´den nimetin tamamını niyaz ederim´ diyerek dua ettiğim işitti. Bunun üzerine o kişiye, ´Sen, nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?´ diye sordu. Adam da, ´Hayır1 dedi. Allah Resulü de (sav), ´Cennete girmektir buyurdu"[21]

Hikmet ehlinden bir zata sorulmuştu: ´Na´im nedir?´ O da şu ce­vabı vermişti: Kimseye muhtaç olmamaktır. Çünkü ben, fakirin bir hayatı olmadığını görüyorum. ´Daha nedir?´ diye sorulduğunda, ´Sağlık ve afiyettir. Çünkü ben, hasta kişinin de hayatı olmadığını görüyorum´ dedi. Bunun üzerine, ´Daha nedir?´ diye sordular. Ha­kim şöyle dedi: Gençliktir, çünkü ben, yaşlı kimsenin de hayatı ol­madığı kanaatindeyim. ´Daha nedir?´ diye soru tekrarlanınca, ´Bun­dan ötesini bulamıyorum´ dedi.

Bu hikmet sahibinin zikrettiği hususların bir kısmı, bir anlam­da Allah Teala´nm şu buyruğunda da görülmektedir: "Siz bütün lez­zetlerinizi dünya hayatında (tadarak) geldiniz ve onlarla sefa sür­dünüz". (Ahkaf/20) Ayetin tefsirinde mezkûr lezzetlerle, gençlik; boş vakit; emniyet ve sıhhatin murad edildiği söylenmiştir.

Yine bu manada Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ta ki Allah, sevdiğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ettiniz". (Al-i İm-ran/152) Bununla ilgili olarak da, sıhhat, afiyet ve zenginliğin kas-dedildiği söylenmiştir. Bu manada Allah Teala´nm şu buyruğu da zikredilebilir: "Nimetlerini size açık ve gizli olarak bol bol verdi". (Lokman/20) Bu ayette ise, açık nimetler ile, sıhhat ve afiyetin, giz­li nimetlerle de ahiret nimetlerinin sebepleri olan imtihanların mu­rad edildiği söylenmiştir.

Bunların ziyadesi de Allah Teala´nm şu buyruğunda görüldüğü gibidir: "Biz sizi biraz açlık, biraz korku, biraz da mallardan, canlar­dan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabreden­leri müjdele". (Bakara/155) Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim beden bakımından sıhhat­li olarak sabaha çıkar, yolculuğunda emin olur ve o gününün rızkına malik olursa, dünya sanki bütün kenarlarıyla onunmuş gibi olur".[22]

Ben de bu manada kanaat ehlinden bir zata şu şiiri söylemiştim:

Geldiğinde sana gıda, Sıhhat ve emniyet,

Olursun hüzne kardeş

Ayrılmaz senden hüzün.

Başka biri de şöyle bir şiir söylemiştir:

Öyle ol ki; bir parça ekmek,

Bir maşrapa su ve emniyet,

Tatlı gelsin sana öyle bir hayattan ki

Her yeri bulut ve zindandır.

Şöyle bir hadise anlatılmıştır: Zamanın birinde, abidin teki alt­mış yıl boyunca Allah Teala´ya ibadet etmişti. Allah Teala da o ku­luna, rahmeti sayesinde cennete gireceğini müjdeleyen bir melek göndermişti. Abidin kalbinden, ´Bilakis kendi amelimle´ şeklinde bir düşünce geçti. Allah Teala onun bu düşüncesine muttali olunca, sakin duran damarlarından birine hareket etmesini emretti.

Bunun akabinde abidin hay atı.altüst oldu, kafası karıştı ve iba­detten uzaklaşmaya başladı. Nefsiyle meşgul olmaktan amellere vakit bulamaz oldu. Bir müddet sonra Allah Teala aynı damara sa­kinleşmesini vahyetti. Damar da sakinleşti. Abid de bunun üzerine tekrar ibadet ve taate döndü. Allah Teala da kendisine şöyle vah­yetti: Senin bütün ibadetinin değeri, damarların arasında sakin duran tek bir damar kadardır. Kul da suçunu itirafla tevbe etti.

Bu manada, Allah Resulü´nden de (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Adamın biri Allah Teala´ya yetmiş sene ibadette bulun­du. Allah Teala, rahmetiyle onun cennete girmesini emrettiği za­man o şöyle dedi: Aksine kendi amelimle. Bunun üzerine Allah Te­ala meleklerine, ´Kulumu ameliyle cennete koyun´ diye emretti. Cennete girdi ve orada yetmiş sene kaldı. Daha sonra Allah Teala onun çıkartılmasını emretti ve kendisine şöyle buyurdu: Amelinin tanı karşılığını aldın! Bunun üzerine kul, O´nun huzuruna kapan­dı ve nedametini ifade etti. Sonra Rabbi ile arasında olabilecek en güçlü bağı düşündü ve bunun, rica ve hüsn-i zan olacağını anladı. Ardından Rabbine şöyle dedi: Ya Rabbi, beni cennetinde amelimle değil rahmetinle bırak! Bunun üzerine Allah Teala da meleklerine şöyle emretti: Kulumu cennetimde rahmetimle bırakın!"

Konuyla ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Medine sakinlerin­den biri, fakirliğinden yakmıyor ve bundan dolayı duyduğu tasayı herkese bildiriyordu. Hadiseyi anlatan ona şöyle der: Kör olsan da onbin dinarın olsa sevinir misin? Adam ´Hayır der. ´Peki sağır olsan da, onbin dinarın olsa sevinir misin?´ deyince, ´Hayır´ der. ´Peki el­lerin ve ayakların kesik olsa da, onbin dinarın olsa sevinir misin?´ deyince, yine ´Hayır5 der. Teki mecnun olsan da, onbin dinarın olsa sevinir misin?´ deyince, ´Hayır´ der.

Bunun üzerine soruları soran zat şöyle der: Sana ellibin dinar­lık sermaye vermiş olan Rabbini sağa sola şikayet etmekten utan­mıyor musun? Gerçek de tıpkı onun söylediği gibidir. Çünkü insan­da bu eşyanın karşılığı olan uzuvlar varolup bunların o maldan faz­lalığı vardır. Zira eğer kesilecek olursa, bu uzuvlardan herbiri için belirlenmiş diyetler vardır.

Bir şeyh de aynı anlamda başka bir hadise nakletmiştir: Allah´a yakın kılınmış kârilerden bir zat yoksulluğa düşmüş ve bu durum kendisini son derece hüzne boğmuş, bunalıma düşürmüştü. Bir gün şöyle bir rüya gördü: Biri kendine şöyle sesleniyordu: İster mi­sin bin dinarın olsun da sana Enam suresini unutturalım? Hayır, dedi. Ya Hud suresi? Yine hayır dedi. Ya Yusuf suresi? dedi. Hayır, dedi. Bunun üzerine ses şöyle dedi: Yüz bin dinarlık servetin oldu­ğu halde nasıl olur da yoksulluktan yakınırsın? Kâri sabaha erdi­ğinde bütün tasası son bulmuştu.

Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Kur´an ile zenginlesin. -Yani, Kur´an ile müstağ­ni olun.- Allah´ın ayetleriyle müstağni olmayanı Allah da zengin ve müstağni kılmaz. Kur´an zenginliğin ta kendisi olup onun varlığın­da muhtariyetten sözedilemez. Ondan daha büyük bir zenginlik yoktur. Allah Teala´nm kendisine ayetlerini nasip etmesine rağmen başka birinin kendinden daha zengin olduğunu sanan kimse, O´nun ayetlerini açıkça küçümsemiştir. -Başka bir lafızda ´Allah´ın indirdiğini hafife almıştır-".

Bir diğer hadis-i şerifte ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuş­tur: "Kur´an ile müstağni olmayan bizden değildir"[23]Veciz bir ha­dis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır:

"Zenginlik olarak yakin (kafi iman) yeter" Kur'an, hiç kuşkusuz yakinin ta kendisidir.

Selef-i salihden bir zat şunu nakletmiştir: Allah Teala buyurdu ki: Üç şeyden müstağni kıldığım kişiye nimetimi tamam etmişim­dir: Yardımına koşacak bir sultandan, kendisini tedavi edecek bir hekimden ve kardeşinin elindeki maldan.

Eyyub´ün fas) Rabbine yakarışında da şu ibareyi görmekteyiz: "Allah Teala kendisine şöyle vahyetmişti: Adem oğullarından hiçbir kul yoktur ki yanında iki melek bulunmasın. O nimetlerim için şükrettiğinde iki melek de şöyle derler: Allahım, ona olan nimetle­rini arttır. Muhakkak ki Sen hamd ve şükür ehlisin. Şükreden kul­larına yakın ol. Onların şükürlerini arttır ve onlara verdiğin nimet­leri de arttır. Ey Eyyub, şükredenlere Benim ve meleklerimin ka­tındaki yüce mertebe yeter. Ben onların şükürlerini kabul eyler­ken, meleklerim de onlar için dua ederler. Topraklar onları sever­ken, eserler onlar için gözyaşı dökerler. Ey Eyyub, Benim için şük­reden bir kul ol! Nimetlerimi hatırlayan ve Ben hatırlatmadan Be­ni anan ol! Amellerinden dolayı sana şükretmemden önce sen Ba­na şükreden!erden ol! Muhakkak ki Ben veli kullarımı salih amel­lere muvaffak kılar, muvaffak kıldığım amellerden dolayı onlara şükran duyarım. Onlara da şükrü gerekli kılarım.

Mükafaat olarak da onların şükürlerine razı olurum. Ben, çoğa rağmen azla razı olurum. Az olanı kabul buyururken onu çokla ödüllendiririm. Benim katımda kulların en kötüsü, ancak ihtiyaç anında Bana şükredendir. O, ancak ceza gününde Benim huzurum­da yakarır".

Bu sözü zikrettikten sonra şunu bilmek gerekir ki Allah Teala şükredenleri, sarihler, yakın kılınanlar ve âlilerin sıfatlarıyla an-mıştır. Bu sıfatlar ise, yakin ehlinin makamlarına ait en yüce sıfat­lardandır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kullarımdan şükre­den azdır". (Sebe/13); "Ancak iman edip salih amel işleyenler hariç. Onlar ne kadar da azdır". (Sad/24)

Yine O, mukarreb kullarını vasfederken şöyle buyurmaktadır: "Çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden". (Vakıa/13-14); "Onla­rı bilen azdır". (Kehf/22) Ebu Bekir-i Sıddık´m (ra) Allah Resu-lü´nden (sav) rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:

"Allah´tan afiyet isteyin. Kula afiyetten daha üstün olarak verilen tek şey yakindir".[24] Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) afiyeti her türlü ilahi verginin üstüne yükseltmiş, yakini de onun üstüne yük­seltmiştir. Çünkü dünya nimetlerinden istifade ancak afiyet/sıhhat ile olurken, ahiret nimetlerinden istifadenin tek yolu da yakindir.

Yerleşik hayat göçebelikten nasıl üstünse, yakin de afiyetten daha üstündür. Afiyet, bedenin her türlü hastalık ve rahatsızlıktan uzak olmasıdır. Yakin ise, inançların heva ve eğriliklerden uzak ol­masıdır. Her iki nimet de, kulun şükrünün büyük kısmını kapsa­maktadır. Tıpkı kalp ve bedenin kainatta en büyük nimetleri kap­saması gibi.

Allah Teala bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Öyle bir gün ki, Allah´a selim bir kalp ile gelen dışında ne mallar, ne de ço­cuklar fayda sağlar". (Şuara/88) Bu ayetin tefsirinde şöyle denil­miştir: Yani şirk günahından selamette olarak gelen. Salim, sağlık­lı ve afiyette olan demektir. Kalplerde yakinin afiyetinin bulunma­sı, şüphe ve nifakın bulunmamasıdır. Çünkü bunlar, en bariz kalp hastalıklarıdır.

Nitekim Allah Teala´nın "Kalplerinde hastalık vardır" (Baka­ra/10) ayetinin tefsirinde, yani şüphe ve nifak denilmiştir. Tabii kalbin büyük günahlardan uzak olması da gereklidir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kalbinde hastalık bulunan tamah eder" (Ahzab/32) Bu ayetin tefsirinde, yani ´riya´ denilmiştir.

Denir ki: Hiçbir bela yoktur ki, Allah Teala´nın o belada beş ni­meti bulunmasın:

1. İlki bu musibetin din konusunda olmamasıdır. Denir ki: Din­le ilgili olmayan her musibet, dine götüren bir yol mesabesindedir.

2. ikincisi, yaşanan musibetin daha ağırının başa gelmemiş ol­masıdır.

3. Üçüncüsü, bu musibetin kaderde yazılı olmasından dolayı ka­çınılmaz oluşu ve başa gelmek suretiyle savılmış olmasıdır.

4. Dördüncüsü, musibetin ahirete ertelenmeyerek dünyada ya­şanmış olmasıdır. Aksi takdirde ahiret azabına ilave edilerek onu ağırlaştıracaktır.

5. Beşincisi, musibetten doğan sevap, musibetin kendisinden daha hayırlıdır. Musibet dünyevi bir konuda ise, ahirete götüren bir vesiledir. Allah Teala´nm "Muhakkak ki insan çok zulmedici ve çok inkarcıdır"fİbrahim/34) buyruğuyla ilgili şöyle bir açıklama ya­pılmıştır: İnsanoğlu, öfkesinden dolayı çok zulmedici, günahlar ve nimetler için de çok inkarcıdır.

Bir rivayette de şu hadise nakledilmiştir: Abbas (ra) vefat etti­ğinde, oğlu Abdullah taziyeleri kabul için oturmuştu. Halk bölük bölük içeri giriyor ve taziyetlerini bildiriyordu. Bunlar arasında bir bedevi çıkarak şöyle bir şiir söyledi:

Sen sabret ki biz de sayende sabredelim, Çünkü tebaanın sabrı, baştakinin sabrından sonradır. Ondan sonra kazanacağın ecir, Abbas´dan daha hayırlı, Allah da, Abbas için senden daha hayırlıdır.

Bunun üzerine İbni Abbas (ra) şöyle dedi: Şu bedevi dışında hiç kimse hakkıyla taziye ve tesellide bulunmadı. Köylünün sözlerini yerinde bulmuştu. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki insan Rabbine karşı çok nankördür". (Adiyat/6) Bu ayetin tefsiri yapılırken şöyle denmiştir: İnsan, başına gelen belalardan dolayı sürekli yakınırken, kendisine verilen nimetleri daima unutur. Eğer başına gelen her musibette kendisine buna denk veya daha büyük on nimet verildiğini bilseydi, yakınması azalır ve bunun yerini şü­kür alırdı.

Musibetler üç kısma ayrılır ve hepsinin de kendine göre ilahi ni­metleri vardır. Bu nimetler, ya bir derecedir ki bu yakin sahipleri ve ihsan ehli içindir. Veya bir kefaret olur ki bu da, ashab-ı yemin ve ebrar zümresinin havassı içindir. Ya da bir ceza olur ki bu da müslümanlarm geneli içindir. Cezanın dünyada acilen verilmesi ise, rahmet ve nimettir. Bu nimetleri bilmek, şükredenlerin işidir.

Ulema nezdinde nimetlerin en yücesi, iman nimeti ve onun de­vamıdır. Çünkü bir şeyin devamı, ikinci bir nimettir. Zira o, ikinci bir irade sonunda ortaya çıkan ikinci bir karardır. Allah Teala´nm bir şeyin izharı hususundaki iradesi, onun devamını gerektirmez. O´nun iradesiyle ortaya çıkan bir şey, zamanla kaybolup gider ve hiç olmamış gibi olur. Ancak O, ikinci bir hükümde bulunarak ikin­ci bir nimet bahşeder ve o şeyin sebat ve devamını teinin eder. Ni­tekim O dilemeseydi gökler ve yer devam etmez, yine O dilemesey-di dağlar yerlerinde sabit kalmazdı.

Aynı şekilde imanın kalplerde yazılmasından sonra sebat ve de­vamını dilememiş olsaydı, yazgıyla ortaya çıkan iman, zamanla sili­nerek kaybolur ve kalpler yine küfre dönerdi. Ama O, sayılmayacak kadar nimetler lütfederek imanm kalplerde sebat ve devamını sağ­lamıştır. Bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit kılar". (Ra´d/39) Yani O, sebat ve devamlılığını is­temediği şeyleri silip atarken dilediklerini de sabit ve daim kılar.

Kul, iman nimetinin şükrünü asla eda edemez. O, kendisine ya­pılan lütufları ve kendi rolü ve hakedişi olmaksızın yapılan iyilik­leri asla bilemez. Ona yapılan bütün lütuf ve iyilikler, Allah´ın lü­tuf ve rahmeti sayesindedir. "Hayır, insan Allah´ın emrettiğini yap­madı" (Abese/23) ayetinin tefsirlerinden biri bu şekildedir. Yani kul, Allah Teala´nm kendisine dünya ve ahiretteki nimetlerin ana­sı olan İslam nimeti adına emrettiklerinin şükrünü asla eda etme­miştir. Halbuki islam, cehennem ateşinden kurtulmanın vesilesi, cennete girmenin de anahtarıdır. Orada kulun Allah Teala önünde İslam dışında hiçbir öncüsü ve şefaatçisi da olmayacaktır.

Bu nimetin Allah Teala´nm yardım ve inayetiyle hareket ve ne­feslerde sebat ve devam etmesi de ayrı bir nimettir. Çünkü Allah Teala bir ayet-i kerimede bunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Kalplerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile destekle­miştir". (Mücadele/22) Yani Allah, kalplerindeki imanı sürekli des­tekleriyle sabit kılarak onları takviye etmiştir.

O, aynı manada şöyle buyurmuştur: "Allah, iman edenleri dünya ve ahirette sabit söz ile metin kılar". (İbrahim/27) Allah Resulü de (sav) bir duasında şöyle buyurmaktadır: "Ey kalpleri döndüren -Yani imandan şüphe ve şirke çeviren- Kalbimi Sana itaatta metin kıl".[25]

Bu zarif ve çok büyük nimeti hakkıyla tanımak, kulun kalbin­deki kötü son korkusunu çıkarıp atar. Çünkü böyle bir kul, kalple­ri döndüren Allah´ın bunu ne kadar süratle yaptığını yakinen mü­şahede etmektedir. Bu nimetin şükrünün se´vabı da budur.

Bu husus, Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğunun kapsamına girmektedir: "Size verdiği nimetten ve sizi onunla beslemesinden dolayı Allah´ı sevin". Allah Teala´mn bize verdiği gıdaların en fazi­letlisi, hiç kuşkusuz imandır.

Bu nimeti ve Allah´ın verdiği diğer nimetleri hakkıyla bilmek, nimetin devamını sağlarken, Kendinden bir ruhla bizi destekleme­si ve değişen hallerde bizi iman üzere metin kılması da nimetlerin en büyüğüdür. Çünkü o, amellerin temelidir.

Allah rızasına nail olmanın vesilesi de bu amellerdir. Eğer O, uzuvlarımızı günahlara çevirdiği gibi kalplerimizi de tevhidden çe­virerek şüphe ve şirke dolamış olsaydı ne yapardık? Böyle yapsay­dı karşı durmak için neye dayanır, neye güvenir ve neye ümit bes­lerdik?

Görüldüğü gibi bu, nimetlerin en büyüklerinden biridir. Bu ni­meti layıkıyla bilmek, iman nimetinin şükrü babmdandır. Onu bil­memek ise, iman nimeti karşısında gafil kalmaktır. Bu ise, cezayı gerektirir. İmanın aklen kazanıldığı veya başka bir kuvvetle elde edildiği yönündeki iddialar ise iman nimetinin inkarından ibarettir.

İmanın bu tür iddia sahiplerinden çekilip alınmasından endişe ederim. Çünkü bunlar, Allah´ın nimetinin şükrünü inkar ve nan­körlükle değiştirmişlerdir. Allah Teala hayırları imanın kazançla­rından kılmıştır. Bize kazandırılan hayırlarda bizim hiçbir etkimiz yoktur. Aksine Allah Teala bizi imana iletmek suretiyle lütufta bu­lunarak, imanı iyilik ve ihsanı kazanmada bize vesile kılmıştır. O, şöyle buyurmaktadır: "Ya da imanında hayır kazanmamış olan kimseye". (En´am/158) Ayetin tefsiri yapılırken, kasdedilen hayrın tevbe olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, salih amellerin tamamı, imanın kazançlarıdır denmiştir.

İmandan sonraki bir nimet de, güzel işler yapmaya muvaffak kılınmamız, işlerimizin kolaylaştırılması, küfürden, kafirlerin iş ve ahlakından uzak tutulmamız dır. Allah Teala´mn lütfuyla bize imanın güzelleştirilip sevdirilmesi, ftsk ve günahkarlığın çirkin gösterilmesi de büyük bir nimettir. Görüldüğü üzere Allah´ın bize olan nimetleri sayılmayacak kadar fazladır. Bu nimetlere karşı şü­kür de, yine O´nun bize bahşettiği bilgi ve yardım sayesinde eda edilmektedir.

Nimetlerin ardarda gelmesinden dolayı duyulan haya da şükür babmdandır. Şükrü hakkıyla eda edemediğini bilmek şükür olduğu gibi, şükrün azlığından dolayı özür dilemek de bir şükürdür. Allah Teala´mn hoşgörüsünün büyüklüğünü, bizi örten perdesinin kalın­lığını itiraf etmek de bir şükürdür. Halk içinda kendisine nasip olan güzel övgü ve itibarın kulun hakedişi olmaksızın Allah´ın lü­tuf ve inayetiyle olduğunu itiraf da bir şükürdür. Hatta bu onun ni­metlerine katılır ve şükür babından sayılır.

Nimetlere güzel bir tevazu ile yaklaşmak ve zillet hissine kapıl­mak da bir şükürdür. Halkın, nimet verilenlere hayır duada ve öv­güde bulunmalarına gelince, bu da doğrudur. Çünkü onlar, bağışın vesileleri ve asıl verenin vasıtalarıdır. Bu şekilde Mevla´nın ahla­kıyla ahlaki anmamız da bir şükürdür.

Nimet verenin huzurunda az itirazda bulunmak, edepli davran­mak, nimetleri güzellikle kabul etmek, küçüğünü çoğaltmak ve ba­sitini önemsemek de şükürdür. Nitekim geçmişte bir topluluk, Al­lah´ın hikmetini görmezlikten gelerek eşyayı küçümsedikleri ve on­lardaki yararları hafife aldıkları için helak olmuşlardır. Allah Tea­la´mn bir nimetim küçümsemek, nimetleri inkardan ibarettir.

Bazıları sabrın şükürden daha faziletli olduğunu söylemiştir. Tahsil sahiplerine göre bu ikisinden birini diğerinin üstüne koy­mak mümkün değildir. Çünkü şükür, müminlerin cümlesinin ma­kamıdır. Müminlerden bir cemaati diğerinden üstün tutmak, mü-şahedelerdeki yakini imanlarında farklılaşmadan dolayı sıhhatli olmaz. Çünkü sabredenlerden bir kısmı, şükredenlerin bir kısmın­dan daha üstün olabilir. Bu üstünlük de, marifetinin fazlalığı veya sabrının güzelliği noktasında görülebilir. Şükredenlerin havassı, yakinlerinin güzelliği ve müşahedesinin yüceliğinden dolayı sabre­denlerin avamından daha faziletlidir.

Bunların haller ve makamlar bakımından üstünlüğü noktasına gelince şunu söyleyebiliriz: Allah daha iyi bilir, ancak nimetlere karşı sabırlı olmak daha üstündür. Çünkü bunda zühd ve korku sözkonusudur. Bu ikisi ise, makamların en üstündedirler. Sıkıntı­lara karşı şükür daha üstündür. Çünkü bunda da imtihan edilme ve takdire razı olma sözkonusudur. Darlık ve sıkıntılara karşı sa­bır, nimet ve rahatlığa şükretmekten daha faziletlidir. Çünkü ilki,nefse daha ağır gelir. Zenginlik ve günaha muktedir olma halinde sabır ise, nimetlere karşı sabırdan daha faziletlidir.

Nimetlere rağmen günahlara karşı sabırlı olmak, bu nimetlere karşı nefs cihadı yapanlar için bunlarla taatte bulunmaktan daha faziletlidir. Sabredeceği bir duruma şükreden kişi için, bela bir ni­met olmuş olur. Bu daha faziletlidir. Çünkü bu, mukarrebun züm­resinin müşahede sidir. Şükredeceği nimetlere karşı sabırlı olana gelince, bu ondan da faziletlidir. Zira bu, mücahede halidir.

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Biz peygamberler topluluğu, in­sanların en ağır imtihan edileniyiz. Sonra da en fazla benzeyenler." Hadiste geçen "Emsel=En çok benzeyen" ifadesi, benzerlik bakı­mından peygamberlere en yakın olanlar anlamındadır. Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) bela ve imtihan ehlini, kendisine en yakın olanlar şeklinde nitelemiş ve onları, en çok benzeyenler kılmıştır. Allah Resulü´ne (sav) en çok benzeyen kimse ise, elbette fazilet ba­kımından en üstün kimsedir. Allah Resulü (sav) imtihanının ağır­lığına şükredenlerdendi. Sabredenler zümresindeki şükreden ise, imtihanlarına karşı şükürle dolu olduğu için daha üstündür. Çün­kü o, peygamberlere en yakın ve en çok benzeyen kimsedir.

Mukarrebun zümresinin makamlarının hepsi de sabır ve şükrü gerektirir. Çünkü bunlardan her biri, ancak diğerinin varolmasıy-lâ tamam olur. Sabır, kemale erebilmek için üzerine şükrü gerekti­ren bir nimettir. Sabır da, sevabının ziyadesini temin etmek için üzerine şükrü gerektiren bir nimettir. Allah Teala da bu ikisini bir­leştirerek zikretmiş ve müminleri her ikisiyle birlikte vasfederek şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki bunda her çok sabreden ve çok şükreden için ayetler mevcuttur". (İbrahim/5) Allah Teala, şükre-denleri, "Fe´ûl" veznini kullanarak mübalağa ile vasfederken, sab­redenleri de "Fa´al" veznini kullanarak mübalağa ile nitelemiştir.

İşte bu nedenledir ki, bir hadis-i şerifte de buyruiduğu gibi iman ikiye ayrılmıştır: "Sabır imanın yarısıdır. Şükür de imanın yarısıdır." Yakin ise, imanın bütünüdür. Çünkü o, imanın aslı, sa­bır ve şükür ise imanın meyvalarıdır. Her ikisi de ancak yakin ile meydana gelirler. Şöyle ki: Şükreden kul, kendisine verilen nime­tin Nimet Veren Allah tarafından olduğunu yakinen bildiği için Al­lah Teala´ya vaadim gerçekleştirmesi sebebiyle şükreder. Sabreden kul da, başına gelen musibetin kulları sınayan Allah Teala tarafın­dan olduğunu yakinen bildiği ve bu musibete karşı sabredene sena ettiğiğine inandığı için sabreder. Güç ve engelleme ancak yüceler yücesi, ulular ulusu Allah iledir.

Sabır ve şükür hallerinin her ikisi de yakin sahibinin hallerin-dendir. Çünkü o, her zaman imtihan ve esenlik halinden birindedir. Zira onun için her halde bir ayet, bir işaret gizlidir. İmtihan anın­daki hali sabır, esenlikteki hali ise şükürdür. Allah Teala sabreden­leri ve şükredenleri sever. Şükür makamının açıklaması da böyle­ce tamama ermiş oldu. Alemlerin Rabbine hamdolsun. [26]