> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Kutul Kulub > Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır  (Okunma Sayısı 2517 defa)
28 Aralık 2009, 17:13:44
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 28 Aralık 2009, 17:13:44 »



Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır

Bu fasılda, Murakabe ehlinin müşahedesini anlatacağız. Muraka­be ehlinin müşahedesi, müşahede ehlinin ilk murakabeleridir. Şöy­le ki, Murakabe makamında olan her kulun hali, Muhasebe´div. Müşahade makamında olan kulun sıfatı ise Murakabe´dir. Murakıb bir kulun ilk müşahedesi şu olmalıdır: Kesin olarak bilmelidir ki, uzun veya kısa hiçbir vakti şu üç esastan uzak kalamaz:

1. Allah Teala´mn ona emrettiği bir farzın edası; Farzlar iki tür­lüdür. Yapılması emredilenler; Terkedilmesi emredilenler ki bun­lar, Allah Teala tarafından sakındırılmış şeylerdir.

2.
Allah Teala´mn özendirip teşvik ettiği bir mendubun ifası: Bu da asıl olarak kulu Allah Teala´ya yaklaştıracak hayır ve iyilik işle­rinde bulunup böylesi işlerde diğer müminlerle yarışması, bunlar­dan hiçbirini kaçırmaması dır.

3.
Yapması halinde beden ve kalbinin sıhhat ve salah bulması­nı temin edecek bir mubah ile uğraşması.

Bir mümin için, bunlar dışında geçirilecek dördüncü bir vakit yoktur. Eğer bunlar haricinde dördüncü bir vakit ihdas ederse, Al­lah Teala´mn koyduğu sınırları çiğnemiş olur. Allah´ın sınırlarını çiğneyen ise, kendine zulmetmiş ve Allah´ın dininde bidat çıkarmış olur. Allah Teala´mn yüce dininde bidat çıkaranlar ise, takva sahip­lerinin yolları üzere değildirler. Yüce Allah´ın şu buyruğunu duy­maz mısınız? "Düşünüp ibret almak veya şükretmek isteyenlere gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O´dur". (Furkan/62) Ge­ce ile gündüz arasında üçüncü bir vakit göremezken şu üç vakit arasında bilinmeyen veya heva olan başka bir vakit görebiliyor mu­sunuz?

Üstteki ayette geçen Zikir (=düşünüp ibret alma), iman ve ilim­dir. Bu ikisi, kalbi amellerin bilgisizliğinin yerini alırlar. Şükür ise iman ahlakıyla ve ilmin ahkamıyla amel etmektir ki, bu ikisi de bütün uzuvların amellerini kuşatır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ey Davud ailesi, şükür için amel edin". (Sebe7l3) Başka bir ayet­te ise şöyle buyurmaktadır: "Allah´tan korkun, umulur ki şükreder­siniz". (Al-i İmran/123) Bir diğer ayetinde ise şöyle buyurmuştur: "Nitekim sizin içinizde, sizden bir Resul gönderdik. Size ayetlerimi­zi okuyor ve sizi temizliyor. Hem size Kitab´ı ve hikmeti öğretiyor. Ve size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor. Öyle ise Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, sakın Bana nankörlük etme­yin". (Bakara/151-152)

O, şükrün faziletini haber verirken de şöyle buyurmuştur:
"Eğer siz şükreder ve iman ederseniz, Allah size azap edip ne yap­sın". (Nisa/147) Allah Resulü (sav) ise "kıyamda uzun süre kaldığı için ayaklarında varis çıkması üzerine sahabe tarafından kendisi­ne çıkışıldığı zaman şöyle buyurmuştur: Buna rağmen acaba şük­reden bir kul olabilir miyim?"[1],

Şükür, ´Amel´ olarak tefsir edilmiştir. Allah Teala da ´Amel´i ´Şü­kür5 olarak tefsir etmiştir. Üçüncü vakti temsil eden mubah da bun­ların kapsamına girer. Çünkü o, bu ikisinin gerçekleşmesine yar­dımcı olur. Kul, bu ikisinde de mubah ile istikamet bulur. Bir alim şöyle derdi: Bizim için Allah´a itaatin asıl olduğu sahalardaki gü­nahlarda, yasakları işleyip günah sahibi olmaktan alıkoyma ve uzak tutma vardır.

Murakabe yapan kul, güne başladığı zaman bütün, uyanıklılı-ğıyla en kısa vaktinde dahi Allah Teala için emir veya yasak türün­den bir farz olup olmadığına bakar. Eğer böyle bir farz varsa gün­lük amellerine onunla başlar. Onu bitirdikten sonra başka bir farz yoksa, o zaman mendublar ve faziletler üzerinde düşünür. Bu nevi amellerde de en faziletli olanla başlar.

Kul için bu iki faziletten başka bir şey yapmak mümkün olmaz­sa, o zaman nefsinden nefsi, gününden dünü, saatinden günü, dün­yasından ahireti için bir şeyler yapar. Çünkü Allah Teala ona böyle emretmiştir: "Dünyadan nasibini unutma". (Kasas/77) Bu emrin anlamı şudur: Dünyadaki nasibini olduğu kadar ahiret için de dün­ya hayatındaki nasibini almayı bırakma. Bu, Allah Teala´nm size iyilik ettiği gibi sizin de iyilik etmeniz ve dünyada fesad çıkmasını istememenizdir. Aksi halde ahiretteki nasibinizi terketmiş olursu­nuz. Allah Teala da dostları için hazırladığı engin sevabmdaki pa­yınızı unutur. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Allah´ı unuttular, O da onları unuttu". (Tevbe/67) Yani onlar, Allah Teala´yı terketti-ler, O da onları terketti. Onların Allah´ı terketmeleri, O´nun kendi­lerine verdiği nasibi terketmeleri, Allah Teala´mn onları terketme-si ise; ahirette isteyecekleri şeyleri terketmeleridir.

Ferasetli bir kul, kendisine verilen ömrü ve tanınan vakti, kesin olarak iman ettiği ahireti için harcar. Daha sonra vaktinin kalan kısmında da, o vakte mahsus olan fiillerin en faziletli olanına sarı­lır. Vaktinin geçirilmesiyle bir daha telafisi mümkün olmayan amel­leri eda etmekte acele eder. İlminin ona gösterdiği ve gücünün de yettiği en güzel davranış budur. Sonuç itibarıyla bütün vaktini Mev­la´sına tahsis etmiş olur. Kısa da olsa kulun hiçbir vakti şu iki ma­kamdan birinden uzak değildir: Nimet makamı; İmtihan ve bela makamı; Nimet makamında yapması gereken şey şükretmek iken, imtihan ve bela makamında yapması gereken şey de sabretmektir.

Kul, kısa da olsa hiçbir vaktinde şu iki müşahedenin birinden uzak kalamaz
: Nimete şahit olmak; Nimet veren Allah´a şahit ol­mak; Çünkü her vakitte bir Malik ve O´na ait olan bir memluk ya­ni kul bulunur. Kula düşen, bu Mevcud´a hizmet etmek ve Ma-bud´unun hizmetinde daima hazır olmaktır. Murakabe, kulun sü­rekli hazır oluşunun (=huzur) alameti iken, Muhasebe de Muraka-öe´nin delil ve rehberidir. Kulun vakitleri arasında en kısası da ol­sa bir üçüncü vakit daha vardır ki o da, mubahlarla meşgul olduğu vakittir. Mubah ile meşgul olmak, müminin yapacağı amellerin en düşüğünü temsil eder.

Kul, bu halinde de bir nimete veya Nimet Veren´e şahit olmak suretiyle bu sürenin de dünya ömründen boşa gitmesini, kendisine faydası olacak Mevlası´nı zikirde bulunmasından, Nimet Sahibi´ne delalet eden bir nimeti anmasından veya kendisini Allah Teala´ya yakınlaştıracak bir nimetin edasını ifa etmekten hali olarak geçmeşini önlemiş olur. Herşey, akıbeti olan ahiret içindir. Güzel akı­bet de sadece takva sahipleri içindir.

Kul, Nimet Veren´in bir nimetine şahit olduğunda hayası onu sükunete sevkedip korkuyla vakara teşvik eder ki bu, Allah Tea-la´nın havas kullarına mahsus bir fazilettir. Bir nimete şahit oldu­ğunda onun için şükür ve ibret alıcı bir tefekküre dalıp basiret ve öğüt alma haline girer ki bu da hem avam, hem de havas için ge­çerli bir fazilettir. Allah Teala, ilk zümredeki havassı için şöyle bu­yurmaktadır: "Herşeyden iki çift yarattık ki, öğüt alasınız. ´O hal-da hemen Allah´a sığının". (Zariyat/49-50) İkinci zümredekiler hak­kında ise şöyle buyurmuştur: "... Allah ile beraber başka bir ilah uydurmayın". (Zariyat/51)

Allah Teala diğer bir ayetinde birinci zümre hakkında şöyle bu­yurmaktadır: "De ki:
´Herşeyin mülkiyet ve hazinelerini elinde tu­tan kimdir? Ki daima O koruyor, kendisi asla korunmaya muhtaç olmuyor? Eğer biliyorsanız? ´Allan´dır1 diyeceklerdir. O halde neden aldatılıyorsunuz?". (Mü´minun/88-89) Diğerlerinin makamı hak­kında ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: ´Yeryüzü ve onun içindeki­ler kimindir, biliyor musunuz?´ ´Allah´ındır´ diyeceklerdir. De ki ´O halde düşünmez misiniz?". (Mü´minun/84-85)

Ebu Zer´in (ra) uzun hadisinden de akıl sahibi kulun sıfatları ve murakabe yapan kişinin halleriyle ve boş vakitleri nasıl doldurmak gerektiğine dair bazı cümleler nakletmek istiyoruz
: "Mümin ancak şu üç şey için yola çıkar: Ahiret için azık edinmek; Geçimliği için ça­lışmak; Haram kılınmamış bir lezzeti tatmak".

Şu halde akıllı bir kul için vaktin harcanacağı dört şey vardır
: Rabbine yakarmak; Nefsini hesaba çekmek; Allah Teala´nm yarat­tıkları üzerinde tefekkür etmek; Yemek içmek. Bu sonuncusu, di­ğerlerini yapabilmesi için kula destek ve yardımcı olur.

Yine Ebu Zer´in (ra) hadisinde akıl sahibi için bahsedilen üç sı­fat vardır. Akıllı kulun alameti şunlardır:

Kendi işiyle uğraşması, dilini koruması ve zamanın kıymetini bilmesi. Bazı rivayetlerde, ´kardeşlerine karşı ikramsever olması´ ifadesi mevcuttur.

Mubah ile geçirilecek vakitlerde yapılacak işlerin başında acılar ve ihtiyaçlarla uğraşmak gelir. Kul, mecbur kaldığı ihtiyaçlarını temin etmek için uğraşabilir. Ama daha fazlasına tamah edip gerek­siz külfete girerek vaktini geçirmesi de doğru olmaz.

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır
« Posted on: 19 Nisan 2024, 17:56:45 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır rüya tabiri,Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır mekke canlı, Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır kabe canlı yayın, Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır Üç boyutlu kuran oku Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır kuran ı kerim, Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır peygamber kıssaları,Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadır ilitam ders soruları, Murakabe Ehlinin Müşahedesi Hakkındadırönlisans arapça,
Logged
28 Aralık 2009, 17:17:07
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 28 Aralık 2009, 17:17:07 »

Kullar, Allah Teala´nm mülkünü müşahede etme noktasında da dört makamda yer alır lar:

1. Mülkü, kendi makamından olduğu hal üzere müşahede edip mülke basiret ve ibret nazarıyla bakanlar ki bunlar kalplerindeki perde kaldırılmış olan akıl sahipleridir. Bunlar ibret alma makamı­na yerleştirilmiş olan kudret ve basiret sahipleridir ki makamları; alimlerin makamı olarak bilinir. "Alimler, peygamberlerin varisle­ridir" [2]

2. Mülke ve onda yaşayanlara rahmet ve hikmet gözüyle bakan­lar ki bu, korku ehlinin makamıdır.

3. Mülke ve mülk ehline hiddet ve buğz ile bakanlar ki bu, zühd ehlinin makamıdır.

4. Mülke ve mülk ehline şehvet ve gıbta ile bakanlar ki bu da, helak olanların makamıdır. Bu makamda yeralanlar, dünyanın kö­leleri olup bütün çabalarını ona sarfeder ve ondan kaybettikleri şeyler için yanıp yakılırlar.

Eğer kula, mülke ibret ve hikmet gözüyle bakma kabiliyeti ve­rilmişse, o kula mülk üstünde Mülkün sahibi gelir ve O´ndan baş­kasından müstağni olur. Eğer korku ehlinden bir kula, mülke rah­met gözüyle bakma kabiliyeti verilmişse, makamı ile gıbta eder ve Rabbinin onun üzerindeki nimeti daha da büyür. Eğer zühd sahibi­ne mülke düşmanlık gözüyle bakma özelliği verilmişse bu da onu mülkteki zahidane hayatından dolayı mülkten çıkarır ve Allah Te­ala kendisine karşılık olarak küçük dünya mülkü yerine, büyük ahiret mülkünü nasip eder. Mülke gıpta ve Özlem gözüyle bakma özelliği verilen kimse ise, mülk sahibi tarafından helaka sevkedilir ve kendini helaka sürüklüyecek yollara sapar.

Bu kimselerin ahlakından bir ahlaka veya sıfatlarından birine şahit olan kimse, şahit olduğu o ahlak veya sıfatın gerektirdiği mü-kafaat veya azabı görür. Bu, o kimse için bir tarif makamıdır ve kendisini Ta´arruf makamına yükseltir. Bu da ariflerin, ahlak ve sı­fatların manalarına delalet eden fiillerden şahidi olduklarıdır.

Çünkü Allah Teala, bunlarla yollarını bulabilmeleri ve kendi Za-tı´nı düşünebilmeleri için onları kendilerine izhar etmiştir.

Heva gözüyle nefsin şehvetlerinden birine şahit olan kimse ise, türlü şehvetlere sevkedilir ve şeytanlar tarafından kapılıp götürü­lürler. Rüzgar onları, çok yükseklere çıkarıp orada bırakıverir. On­lar, Karîb olan Allah Teala´mn yanma götürecek ve Melik-i Mukte­dir olan Allah Teala´nm katındaki sıdk makamında oturmalarım sağlayacak davranışların bulunduğu yoldan saparlar.

Allah Teala´nm yakınlığım kaybeden kimse, boşluk ve uzaklığa itilir. O artık, aldanmış ve ümidi kesmiş biridir. Hain ve kandırıl­mıştır. Onun her günü, dününden daha kötü olur. Onun için ölüm, yaşamaktan daha hayırlıdır. Çünkü yaşadığı her gün, onu Habib Teala´dan daha fazla uzaklaştırmakta ve O´nun yolundan daha faz­la saptırmaktadır. Hevasım bulduğu her an, aslında ona kaybettir­mektedir. Kazandığı günahlardan dolayı nefsinin onun üzerindeki hakimiyeti, onun hareketini sınırlamaktadır. Esasında o, sürekli geri gitmektedir. Onun ilerlemesi de, aslında geri istikametindedir. Tıpkı bir şeyin kaçırılması veya bir vaktin kaçırılması gibi, onların ömürleri de sonundan kaybedilmektedir.

Ömür, herhangi bir şey gibi, bir defa da telafi edilebilen bir var­lık değildir. O, asla bir defada telafi edilemez. Çünkü o, vaktin ar­dından vaktin girmesiyle teşekkül etmekte ve parça parça kaybe­dilmektedir. Bu da Allah Teala´nm hikmeti gereğidir. Ömür, tedrici olarak ve yavaş yavaş akıp gitmektedir; vaktin ardından vakit, gü­nün ardından gün şeklinde geçmektedir. Merdivene çıkan kimse, nasıl basamak basamak çıkıyorsa, Allah Teala da kullarını aynı şe­kilde basamak basamak kendine doğru çekmektedir.

Allah Teala, dünya mülküne hırs ve şehvetle bakan kimseyi ki­mi vakit Zatı´nı anmaktan meşgul eder, kimi zaman başka biriyle meşgul olmasını sağlar, kimi zaman başkasını zikrettirirken kimi zama da kendisim" anmayı unutturur. Böylece meşgul olduğu vakit­ler de, boş vakitleri gibi geçip gider. Onun andığı vakitler de unut­tuğu vakitler gibi olur. Çünkü o, hiçbir zaman Allah´ı anmaz. Allah Teala, onu kimi vakitlerde kendinden uzaklaştırırken, kimi zaman da başkalarıyla birleştirir. Böylece onun günleri kayıpla geçer ve vakitleri de ölüme kadar azar azar dolar.

Allah Teala onun bu şekilde devam etmesi için üzerine perde ge­rer. Bu perde sebebiyle sürekli aldanış içinde olur. Allah Teala ona nimetleri bolca vererek kendi durumunu idrak edememesini sağ­larken, üzerindeki nimetlerini devamlı kılarak gaflet uykusundan uyanmamasını temin eder. Onun ümitlerini uzatarak (=tûl-i´emel) sürekli kötü işler yapmaya teşvik eder. Korkusunun kaybolması için, ölüm fikri de aklından çıkarılıp alınır. Allah Teala onların kalplerinde umut duygusunu yayarak korku duygusunu çıkartıp alır. Sonunda, güvenlikte olduklarını hissettikleri ve hiç ummadık­ları bir anda onların canlarını alıverir. Sarhoşluklarına dalıp git­tikleri bir anda canları almıverir.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Böyle bir plan kurdular. Biz de onların haberi olmadan hilelerinin cezasını verdik". (Neml/50) Allah Teala´nm şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilen bu refah ve genişlik ile tam ferahladık­ları sırada, ansızın kendilerini yakalayıverdik. Bir de ne görürsün, hepsi bütün ümitlerinden mahrum düştüler". (En´am/44)

Ayetin tefsiri şöyledir: Onlar, kendilerine anlatılan ve ihtar edi­len hakikatları terkettikleri zaman onlara nimetlerimizi bol bol verdik. Böylece Bize şükretmeyi unutturduk ve ardarda günahlar işlemeye başladılar. Onlara istiğfar etmeyi de unutturduk. Bu du­ruma alışıp gönülleri bu tarz hayata alıştığı zaman bir daha geri dönmek ve kendilerini tenkit etmek de istemediler. İşte tam bu al­danış içindeyken ansızın yakalayıverdik. Onlar ise, şaşkın, afalla­mış ve her türlü hayırdan ümidi kesmiş bir halde olacaklardır. Ayetteki ´ansızın´ kelimesinin kırk yıldan sonra, anlamına geldiği söylenmiştir.

Bilin ki eğer bir kul, öncesi şer olan bir vaktinden veya öncesi şer olan bir gününden sonra kendini kınamaz ve onu telafi etmeye çalışmazsa, bütün vakitleri ve bütün günleri, $er ile dolu tek bir va­kit ve kötülükle dolu tek bir gün gibi olur. Böyle birinin ömrü de ebedi kötülük içinde yaşayan birinin ömrü gibi olur.

Bu hal içinde olan kul, sanki tek bir vaktini kaybetmiş gibi bü­tün ömrünü kaybetmiş olur. Çünkü bu vasıf üzere olduğu sürece, ömrünü de kötülüğe dalmış olarak geçirecek, günbegün aynı hayati devanı ettirecektir. Zamanla gelip geçen vakitlerini birer birer unutmaya başlayacaktır.

Kul, Ömrünün bütün vakitlerim parça parça yaşayacak, fakat en nihayetinde hepsinden tek bir vakit gibi mesul olacaktır. Hesa­bın sonunda ve özünde, bütün ömrü tek bir günü gibi değerlenecek-tir. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Sakın kalbi­ni zikrimizden gafil bıraktığımız için nevasına tabi olana itaat et­me". (Kehf/28) Böyle birinin hali, aşırılık ve itidali kaybetmektir. Onun durumu, cennet ve cehennem vaad ve tehditlerinden gafil olan kimsenin haline benzer. Ama gözünün önündeki perde kaldı­rıldığı zaman şaşırıp kalır, afallar ve ömrü boyunca gafil kaldığı şeyleri görmesinden dolayı derin bir şaşkınlığa ve hayal kırıklığına kapılır. Dünyada kaybettikleri için de büyük bir pişmanlık duyar.

Allah Teala böyle bir kimseye şöyle buyuracaktır: "Andolsun, sen bundan gafil idin; şimdi senden perdeni kaldırdık, bugün artık gözün açıktır". (Kaf/22) Denildi ki, gözleri yaptıkları kötü amelleri gayet açık ve belirgin bir şekilde görecektir. Başka bir yorumda ise, hangi kefenin ağır basıp hangisinin hafif kalacağı noktasında mi­zanın diline kesin olarak vakıf olacaktır, denilmiştir.

Böyle biri, Allah Teala´nm hakkında şöyle buyurduğu kimse gi­bidir:
"Onlar gaflet içinde ve iman etmezlerken, sen onları, her işin bitmiş olacağı o hasret gününün dehşeti ile korkut". (Meryem/39) Yani ölüm gelip çattığında, onlar dünya işleriyle meşgul bir halde olacaklardır. Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Kadınlar hak­kında birbirlerini meşgul eder bir halde olacaklardır. Yine o kişi "Ve kuruntularınız sizi aldattı da Allah´ın emri gelinceye kadar, o alda­tıcı (şeytan) sizi Allah´a karşı ayarttı" (Hadid/14) denilen kimsenin sıfatlarına da sahip olacaktır. Bu ayetteki kuruntular, nevanın tel­kin ettiği boş düşüncelerdir. ´Allah´ın emri´ ile kasdedilen ise, ölüm emridir. Ölüm size gelmeden önce, sizler onun için hiçbir hazırlık yapmamış olacaksınız. Böyle bir kulun durumu ise, Allah Teala´nm şu ayetinde haber verdiği iflas etmiş ve bütün ümitlerini yitirmiş kulun durumuna benzer:

"Nihayet ona vardığı zaman, onu zannettiği gibi bir şey bulmaz da kendi yanında Allah´ı bulur. O da onun hesabını tamamıyla gö-rüverir". (Nur/39)

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Aralık 2009, 17:20:17
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 28 Aralık 2009, 17:20:17 »

Ebu Muhammed (ra) şöyle derdi:

Kul, şu dört hususu kendinde bulundurmadıkça, sıddıkların se­viyelerine gerçek anlamda ulaşamaz:

1. Sünnete uygun olarak farzları eda etmek;

2. Titizlik içinde helal yemek;

3. Zahir ve batında yasaklardan sakınmak;

4. Ölünceye kadar bu hal üzere sabırlı olmak.

Hasan el-Basri (ra) ise şöyle derdi: Allah´a yemin ederim ki, ölüm gelmedikçe müminin ameli için son yoktur. Yine Allah´a an­dolsun ki, bir veya iki ay, bir ya da iki yıl amel eden kimse mümin olamaz. Mümin, ancak Allah Teala´nm emrini ifa noktasında de­vamlı olan ve Allah´ın yakalamasından korkan kimsedir. İman ise, rahatlıkta zora yönelmek, yakini bilinende azim, sabırda çaba ve zühd içinde ilim öğrenmektir.

Ömer (ra) ise "Rabbimiz Allah´tır deyip de sonra istikamet bu­lanlar var ya işte onlar için korku yoktur" (Ahkaf/13) ayetini oku­duğu zaman şöyle derdi:
"İnsanlar bunu söylediler, ama sonra geri adım attılar. Kim gizli ve aşikar hallerinde, zorlukta ve kolaylıkta Allah´ın emri üzere istikamet bulur, Allah´ın dini hakkında hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaz ve bir defa ´Allah´ın dini üzere istikamet buldular5 derse, öyle kimselerin Rabbi Allah´tır ve havuz­larının olukları asla susuz kalmaz".

Bir alim şöyle demiştir: Faziletleri talep etmeyi, farzları eda et­mekten daha önemli gören bir kimse aldanmış biridir. Kendini bı­rakıp başkasıyla meşgul olan kimse ise kendine kötülük etmiştir.

Süfyan-ı Sevri (ra) ve diğerleri ise şöyle derlerdi: İnsanların vus­lattan mahrum edilmeleri, asılları kaybetmeleriyle olur. Kul için en faziletli şey, kendini bilmesi (=marifetü´n-nefs), sınırında durması, konulduğu makamdaki halini sağlamlaştırması, ameline Allah Tea-la´nın yasaklarından uzaklaştıktan sonra kendisine emEettiği farz­ları eda etmekle başlaması ve bütün bunları düşündüğü bir ilim ve kendisini hevadan uzaklaştıracak bir vera´ içinde olmasıdır.

Kul, farzı bitirmedikçe faziletin peşine düşmemelidir. Çünkü fa­zilet, ancak selamete ulaştıktan sonra yapılabilir. Bunu şuna da benzetebiliriz: Bir tüccarın kârı, ancak sermayesinin tamamen çı­karılmasından sonra ortaya çıkar. Eğer kul, selamete ulaşamamışsa faziletten çok uzak, aldanmaya ise çok yakın olur. Aralarındaki küçük farktan ve ilimlerinin gizliliğinden dolayı, faziletlerle fariza­lar birbirine karışmaya başlayabilir. Kul, böyle bir duruma düştü­ğünde nafile olan bir ameli farz sanarak öne alabilir.

Buna misal olarak şunu zikredebiliriz: "Ebu Said Rafi´ b. el-Mu´alla (ra), ayakta namaz kılıyordu. Allah Resulü (sav) onu çağır­dı. O da, gayb makamında Allah Teala´nm huzurunda kıyam etmesi­nin Allah Resulü´nün (sav) çağrısına kulak vermesinden daha hayır­lı olduğu zannetti. Namazım bitirip selam verdiğinde Allah Resulü (sav) kendisine, onu çağırdığında karşılık vermesini neyin engelledi­ğini sordu. O da namaz kılıyordum´ dedi. Bunun üzerine Allah Re­sulü (sav) şöyle buyurdu: ´Allah Teala´nın ´Ey iman edenler, Peygam­ber sizi, kendinize hayat verecek bir şeye davet ettiği zaman, Resul ile Allah´a icabet edin´ (Enfal/24) buyruğunu duymadın mı?"

Allah Resulü (sav) Ebu Said´i (ra) çağırdığı zaman, ona ilmin batınında bir fayda sağlamak veya onun ilminin hangi seviyede olup nasıl amel edeceğine bakmak istemiş olabilir. Bu sebepledir ki onun Allah Resulü´nün (sav) davetine icabet etmesi, kıldığı nafile namazdan daha faziletlidir. Çünkü kıldığı namaz, nafile bir namaz olup, kendi tercihiyle Allah Teala´ya gaybi minvalde itaatini ifade etmekten ibarettir. Halbuki Allah Resulü´nün (sav) davetine icabet etmesi, bir farzı eda etmesi bakımından daha hayırlıdır. Çünkü Al­lah Resulü´nün (sav) davetine icabet etmesi, şehadet aleminde Al­lah Teala´nm farz kıldığı bir amel olması hasebiyle Allah´a olan ita­atinin ifadesidir.

Allah Resulü´ne (sav) icabet etmenin, nafile namaz kılmaya olan üstünlüğü, tıpkı farzın nafileye olan üstünlüğü gibidir. Allah Teala muhtelif ayet-i kerimelerinde şöyle buyurmaktadır: "Kim Resul´e itaat ederse Allah´a itaat etmiş olur". (Nisa/80); "Muhakkak ki sana biat edenler, aslında Allah´a biat etmektedirler". (Feth/10) Her iki ayette de Peygamber (sav) Allah Teala ile birlikte zikredilmiştir. Al­lah Resulü (sav) noktasından da bu, yakini bir husustur. Allah Tea-la´ya kulluk etmek, işte bu noktada kul için daha fazla rıza-i ilahiyi mucib ve ahireti bakımından da daha fazla sevabı mülzinıdir.

Bu hadis, ayrıca şuna delalet etmektedir ki, Kur´an bir emirle ilgili hüküm koyduğunda bu, umumi ve külli olarak geçerlidir. Ancak o hükümle ilgili sünnet veya icma yoluyla bir tahsis getirildiği zaman, hükmün umumiliği sünnet veya icmanm gerektirdiği şekil­de tahsis edilip sınırlandırılır. Bu hakikata göre yukarıdaki ´Ey iman edenler, Peygamber sizi, kendinize hayat erecek bir şeye da­vet ettiği zaman, Resul ile Allah´a icabet edin1 (Enfal/24) ayet-i ke­rimesinde gelen icabet emri, zahiri anlamında Allah Resulü´nün (sav) iman ve taatla ilgili hususlardaki çağrılarına karşılık verip O´na tabi olmanın umumiliği üzerinde bir emir ihtiva etmektedir. Ama ayetin bu hükmünde, -özellikle de namaz kılan birini- sesle çağırmasına icabet edilmesi manası yoktur. Ebu Said´i (ra) namaz esnasında kendisine seslenen Allah Resulü´nün (sav) çağrısına uy­mamaya sevkeden de budur. O, bu ayetten yukarıda anlattığımız umumi hükmü anlamış ve Allah Resulü´nün (sav) sonrasında söy­ledikleriyle ayeti anlamada zorluk çekmiştir.

Ammar´ın (ra) teyemmüm ayetiyle ilgili ilk tatbikatında da ben­zer bir durum görmekteyiz. Bu ayet, onlar seferde iken sabah na­mazını kılmak için teyemmüm etmelerini mubah kılan bir hükmü ihtiva etmekteydi: "Su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa te­yemmüm edin; niyetle yüzünüze ve ellerinize sürün". (Nisa/43) Am-mar (ra) bu ayetle ilgili olarak Allah Resulü´nün (sav) elin bir kıs­mıyla ilgili tahsis ve sınırlamasını duymamıştı. Bu sebeple şöyle demişti: ´Ellerimizi, omuzlara kadar teyemmüm ettik´.[3]

Görüldüğü gibi Ammar (ra) ayetin umumi hükmüyle amel ede­rek kolun tamamını meshetmiştir. Allah Resulü´ne (sav) bunu ha­ber verdikleri zaman, kendilerine, dirseklere kadar meshetmeleri-ni emretmiştir. Başka bir hadiste ise, iki değişik rivayetle bilek ke­miklerine kadar olduğu bildirilmiştir. Netice itibarıyla elin tahsisi yapılmış olmakla beraber, bunun sınırları tam olarak açıklanma­mıştır. Bu sebepledir ki, fıkıh alimleri de elin teyemmüm edilmesi gereken kısımları üzerinde farklı görüşlere sahip olmuşlardır.

Mücmel olarak gelen ayetler için de aynı durum geçerlidir. Bun­lar da Allah Resulü´nün (sav) sünneti ile tahsis edilirler. Buna mi­sal olarak şu hadiseyi nakledebiliriz: "Allah Resulü (sav) devrinde iki kişi, Allah´a kullukta kardeş oldular ve insanlardan el etek çek­tiler. Bir gün arkadaşlardan biri diğerine şöyle dedi: Artık insanlardan tamamen uzaklaşahm ve sürekli susalım. Bizimle konuşmak isteyenlerle konuşmayalım. Böylesi, ibadetimiz bakımından daha makbul olur. Bu şekilde insanlardan uzaklaşıp halvete çekildiler ve kimseyle konuşmadılar. Bir gün Allah Resulü (sav) yanlarına gitti ve kendilerine selam verdi. Ama onlar O´nun selamına karşılık ver­mediler. Allah Resulü de (sav) bunun üzerine şöyle buyurdu: Fazla aşırılık yapanlar ve haddi aşanlar helak olmuşlardır. İkisi de Allah Resulü´nden (sav) özür dilediler ve bu yaptıklarından dolayı Allah Teala´ya tevbe ettiler".[4]

Benzer bir hadise de Ömer b. Hattab (ra) tarafından yaşanmış­tır. O, bir gece sokakları dolaşıyordu. Bir kapının ardından sızan beyaz bir ışık gördü. Delikten içeri baktığında, bir topluluğun şa­rap içtiğine şahit oldu. Ne yapacağını bilemedi ve mescide döndü. Abdurrahman b. Avfı çağırdı ve onunla birlikte o eve gitti. İçeri tek­rar baktıktan sonra Abdurrahman´a ´Ne yapalım?´ diye sordu. O da şu cevabı verdi: Allah´a andolsun ki, şu anda Allah Teala´nın bize yasakladığı bir şeyi yaptığımızı düşünüyorum. Çünkü biz, gizli bir şeyi araştırdık ve ona muttali olduk. Halbuki Allah Teala onu giz­lemişti. Allah Teala´nın gizlediği bir şeyi ortaya çıkarmamız kesin­likle yakışık almaz. Ömer de (ra) bunun üzerine şöyle dedi: Doğru söylediğini düşünüyorum, senin dediğin gibi yapalım. Ve oradan ayrıldılar.

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Aralık 2009, 17:24:15
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 28 Aralık 2009, 17:24:15 »

Bu hadisenin başka bir rivayetinde ise Abdurrahman b. Avfm (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: ´Görüyorum ki biz, Allah ve Resu-lü´ne karşı çıktık. Halbuki Allah Resulü (sav) bize, başkalarının ku­surlarını araştırmayı (=tecessüs) yasaklamıştı. Ömer de (ra) ona: ´Doğru söyledin, demiş ve elinden tutarak oradan uzaklaşmışlardır.

Bu meyanda bir diğer hadise de yine Ömer (ra) devrinden nak­ledilmektedir. Ömer (ra) İbni Mesud (ra) ile gece teftişine çıkmıştı. Bir kapının aralığından içeride elinde şarap tulumu bulunan ve bir cariyenin kendisine şarkı söylediği bir yaşlı gördüler. Ömer (ra) yaş­lı adama şöyle dedi: Senin gibi yaşlı bir insana böyle bir halde bu­lunmak hiç yakışmıyor! Adam da kalktı ve Ömer´e (ra) şu karşılığı verdi: Ey müminlerin emiri, eğer bana insaf edersen Allah hakkı için bana söz vermeni rica ediyorum. Ömer de (ra) ´Konuş bakalım´dedi. Bunun üzerine yaşlı adam şöyle dedi: Ben, bunları yapmakla Allah´ın emrine bir kez karşı geldim. Sen ise O´nun emrine üç defa karşı geldin! Ömer (ra) ´Nedir onlar?´ dedi. Adam da şöyle dedi: Sen, bir müslümanm kusurunu araştırarak tecessüs yaptın. Halbuki Al­lah Teala seni bundan sakındırmış tır. Evime gizlice sarktın. Halbu­ki Allah Teala şöyle buyurmaktadır: ´Evlere, arkalarından girmeniz, sizin için iyilik değildir (Bakara/189) Üçüncü olarak evime izinsiz olarak girdin. Allah Teala ise şöyle buyurmuştur: ´Sizin eviniz olma­yan evlere, izin alıncaya ve ev halkına selam verinceye kadar girme­yin´ (Nur/27) İhtiyarın bu sözleri üzerine Ömer (ra) şöyle dedi: Bun­lar için beni bağışlar mısın? Adam da şöyle dedi: Seni Allah bağışla­sın. Bunun üzerine Ömer (ra) ağlayarak dışarı çıktı. Kendi kendine şöyle diyordu: ´Eğer Allah Teala mağfiret etmezse, vay haline Ömer´in! Adam bu halini kendi çocuğundan ve komşusundan bile saklıyorken şimdi ´Müminlerin emiri beni gördü´ diyecek.

Bu mevzuda misal olarak zikredebileceğimiz bir diğer hadis ise şudur. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sizden biri, bir yemeğe da­vet edildiği zaman eğer oruçlu değilse icabet etsin. Eğer oruçlu ise, ´Ben oruçluyum´ desin".[5] Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav), daha faziletli olmasına rağmen amelin açıklanmasını emretmiştir. Nafİ-le orucun gizli tutulması, elbette daha faziletlidir. Ama daveti geri çevirmesi halinde, kendisini davet eden kardeşinin kalbini kırma­sı sözkonusudur. Allah Resulü (sav) bir mümini ve onun dokunul­mazlığını, amellerden üstün tutmuştur. Çünkü ameller, amel sahi­bine bağlı fiillerdir. Sevab da amelin mikdarına göre değil, amel sa­hibinin Allah katındaki derecesine göre verilir. Bu Allah Teala´nın hikmeti gereğidir. Çünkü O, belli bir amel için dilediği kullarına daha fazla ecir verebilmektedir.

Bu da netice itibarıyla, bir müminin hatırının bir amelden daha üstün olduğunu gösterir. Bunun içindir ki kendisine davet yönelti­len mümine şöyle denmiştir: Amelim açıkça söyleyerek, mümin kar­deşinin kalbini kırmaktan ve onu hoş olmayan bir hale sokmaktan uzak dur. Böyle davranman, o amelini gizlemenden daha hayırlıdır. Çünkü müslüman bir kardeşin seni, senin için hazırladığı bir yemeğe davet ettiği zaman, eğer ona icabet etmez veya onun tarafından kabul edilecek açık bir özrünü beyan etmez isen ve o da sana yönelt­tiği davetinde gerçekten samimi ise, bu ona çok ağır gelecektir.

Amellerin gizlenmesi hakkında Seleften bir zat hakkında şu bilgi nakledilmiştir: Bu kişi, cemaat içinde olduğu zaman, kimse­nin amellerine muttali olmamasını temin etmek için Kur´an´ı için­den okur, içinde secde bulunan bir ayete tevafuk ettiğinde ise ce­maatın içinde secdesini eder, biz de secdesini gördüğümüz zaman içinden Kur´an okuyor olduğunu anlardık. Bu kimse muhtemelen içi boş ve fıkhı zayıf biriydi. Çünkü ne yaptığını gösterecek bir ha­rekette bulunarak amelini açığa vurmaktaydı. Eğer amelini gizle­mek için secdeyi terketseydi onun için daha faziletli olurdu. Çünkü böyle yapmakla, gizlemek istediği bir şeyi, açığa vurmuş olmuştu. Bu da onun, amellerin ruhunu bilmediğini gösterir. Bir alimin de böyle davranan kimseyi kusurlu bulduğunu duymuştuk.

İlmi kısır olan müridlerin amelleri de böyle olur. Halbuki bize göre durum, secdesi yüzünden o kişiyi yadırgayan kimsenin takdir ettiği gibi değil, o secde yapanın yaptığı gibidir. Bizce o kulun sec­desini yadırgayan kimse İhlasın inceliklerini anlama bakımından zayıftır. O, amel sahibi ariflerin amelde takip etmeleri gereken yo­lu da bilmemektedir. Bu şekilde amel ederek secdesini yapan kim­se ise, ihlas sahibi bir fıkıh ehlidir. Çünkü o, böyle yapmakla iki fa­zileti birden cemetmiştir. Öncelikle ameline gizli olarak başlamak­la ve yaptığı ameli gizleme niyetiyle bir fazilete sahip olmuştur. Sonra secde ayeti geldiği zaman onu da yaparak ikinci fazilete de sahip olmuştur.

Secde, insanlar içinde açıktan yapılması gereken bir ameldir. Aynı zamanda secde, Allah Teala´ya yakınlık vasıtasıdır. Böyle bir ibadetin, insanlar uğruna kaçırılması fikhen uygun olmazdı. O kul da, bunları düşünerek Allah Teala´mn emrettiği şekilde secdesini yapmış, mendub gördüğü şekilde de O´nun kelamını okumuştur. Böylece ikinci halinde de fazilet sahibi olmuştur. Çünkü o, Allah için gizlediği bir ameli, yine Allah için izhar etmiştir. O, insanların murakabesini terketmiş ama onlar yüzünden amelini terketme-miştir. Eğer ameli gizleme gereğinden dolayı o kimsenin secdesini terketmesi daha faziletli olsaydı, namaz kılarken eve misafir geldiği zaman, onları ağırlamak için namazı bitirmek daha faziletli ol­mazdı. Halbuki, Allah Resulü´nün sünnetinde de varid olduğu üze­re, namazını bitirmesi daha faziletlidir. Böyle yapan kimse, hem gizli, hem de açık amelin sevabını alarak iki ecir sahibi olmaktadır. Hem nasıl olur ki? Onlar, insanlar için bir ameli terketmeyi ri­ya kapsamına sokuyorlar, insanlar uğruna amelde bulunmak ise şirktir. Denildi ki: Riya için amel etme! Haya için de ameli terket-me! Çünkü halktan haya etmek şirktir. Hâlık´a karşı haya ise, ima­nın ta kendisidir. Aynı şekilde kul, insanlar uğruna ameli terket-mekle şeytana itaat etmiş olsaydı, insanlar için amel etmekle ona bir kez daha itaat etmiş olurdu. Bunu, şuna benzetebiliriz: Bir adam düşünün ki, bütün gün evinde namaz kılıyor ve oruç tutuyor, hiç kimse de onun bu amellerini bilmiyor. Eğer bu kişi orucuyla bir­likte itikafa da çekilmek istese ve bu niyetle mescide gitse, orada kaldığı için kıldığı namaz da insanlar tarafından bilinecektir. Ama sırf insanlar kendisini görüyorlar diye, mescitte yapmaya niyetlen­diği itikafi da terkedecek değildir. O, ilmi sağlam bir alim oldukça bu durum ona zarar veremez. Nitekim iman ve ilminde derinlik sa­hibi ve kendisine uyulan bir imamın amellerinin insanlar tarafın­dan bilinmesi, ameline zarar vermemektedir.

Netice itibarıyla, kalbindeki niyetin kesin olmasından dolayı, -kendisi böyle bir maksat gütmedikçe ve amelleriyle övülmek iste­medikçe- amelinin insanlar tarafından bilinmesi ona zarar verme­yecektir. Hatta böyle yaptığı için ecri misliyle de verilebilir. Çünkü açıkta yaptığı bu amel, Allah Teala´mn zikrine karşı gafil olanları uyaracak, iyilik üzere amel edenleri de teşvik edecektir.

İnsanlar bilecek diye secde nasıl terkedilebilir? Çünkü bazı alim­ler secde ayetlerinden sonra yapılan secdeyi farz olarak bile görmek­tedirler. Secde ayetini işiten veya okuyan kimsenin, abdestli ise he­men, abdestsiz ise abdest aldıktan sonra secde etmesi vaciptir.

Bunlar, kula en uygun olan hallerdir. Ebu Nasr et-Temmar, şu­nu rivayet etmiştir: Bir adam Bişr b. el-Hars´a (ra) veda etmeye gelmiş ve şöyle demişti: Hacca gitmeye niyetlendim. Bana bir em­rin var mı? Bişr ona şöyle dedi: Harcamak için ne kadar paran var? O da: İki bin dirhemim var, dedi. Bunun üzerine Bişr şöyle dedi: Haccınla umduğun nedir? Gezinti yapmak mı, Allah´ın evine duyduğun özlem mi, yoksa Allah rızası mı? Adam da: Allah rızası, de­di. O zaman Bişr şöyle dedi: Eğer evinde oturup iki bin dirhemi harcayarak Allah´ın rızasını kazandığından kesin olarak emin ola­cağını bilsen, bunu yapar mısın? Adam da: Evet, dedi. O zaman Bişr şöyle dedi: Öyleyse o parayı borçlu olan on kişiye ver de borç­larını ödesinler, yoksullara ver ki hallerini düzeltsinler, aile geçin­diren sıkıntılı bir insana ver ki ailesini ihya etsin, bir yetimin ba­kıcısına ver ki onu sevindirsin. Eğer kalbin, bu parayı birine ver­mene muktedirse, öyle yap. Şunu bil ki, müslüman birinin kalbini sevinçle doldurman, ısrarla yardım isteyen birinin imdadına koş­man, muhtaç birinin ihtiyacını gidermen ve imanı zayıf birine yar­dım etmen, Allah Resulü´nün (sav) Veda haccı dışında yüz hacdan daha hayırlıdır. Haydi git ve onu sana söylediğimiz şekilde dağıt. Eğer bunu yapmayacaksan bize kalbinden geçeni söyle.

Adam da şöyle dedi: Ey Eba Nasr, yolculuk kalbimde daha ağır basıyor. Bişr, tebessüm etti ve ona yaklaşarak şöyle dedi: Servet, kirli ticaretlerden ve şüpheli şeylerden toplandığı zaman, nefs onunla içine doğan bir arzuyu tatmin etmek ve salih amel yapıyor­muş gibi görünmek ister. Halbuki Allah Teala, sadece takva sahip­lerinin amellerini kabul buyuracağı üzerine yemin etmiştir.

Buna benzer bir haber de şöyledir: Bişr´e (ra) şöyle denmişti: Palan zengin kişi, çok oruç tutup namaz kılıyor. Bişr dedi ki: Zaval­lı, kendi halini terkedip başkalarının hallerine girmiş. Böyle biri­nin içinde bulunması gereken hal; açları doyurmak ve yoksullara infakta bul...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Aralık 2009, 17:26:11
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 28 Aralık 2009, 17:26:11 »

Bu meyanda duyduğum şeylerin en ilginç olanı da İsraüiyat ba­bından olarak Yemenli Vehb b. Münebbih´ten rivayet ettikleri bir haberdir: "Süleyman b. Davud (as) vefat ettiğinde çocuklarından bir topluluğu ardında bıraktı ve Beyt-i Makdis´i bir süre imar ve ta­zim etmelerini vasiyet etti. Neden sonra, yine onun torunlarından bir adam halef oldu ve babalarının yoluna ters düşerek, şeriatları­nı terketti ve yeryüzünde kibirlenerek zorbalığa yeltendi. Zamanla sınırı iyice aşarak şöyle demeye başladı: Atam Davud ve dedem Sü­leyman bir mescid bina etmişler. Neden ben de onlar gibi bir mes-cid bina edip insanları onların yaptığı gibi kendi şeriatıma davet etmeyeyim?!

Neticede, Beyt-i Makdis´e benzer bir mabed inşa ettirdi ve Al­lah´a iftira ederek, bunu O´nun emrettiğini söyledi. Böylelikle in­sanları kendi mabedine çekmeye çalıştı ve onlara paralar teklif et­ti. Beyt-i Makdis´in asıl mescidi de zaman içinde yıkıldı ve insanlar onu tamamen terkettiler. Halk, kimi zaman istekle, kimi zaman da korkuyla onun dinine girdiler. Allah Teala, bu zorbaya civar şehir­lerden birinin ahalisi arasından bir peygamber gönderdi ve ona şöyle vahyetti: Şu merkebe bin ve o kavme git. En kalabalık olduk­ları bir zamanda mescidlerine ve toplantı yerlerine gir ve en yük­sek sesinle şöyle nida et: Ey Dırar Mescidi! Allah Teala, kendi adı üzerine yemin etti ki seni, sana ibadete gelenlerden mahrum edip yalnız bırakacaktır. Sana gelen ahaliyi öldürecek, tahtaların ve sü­tunlarınla onların kanlarını akıtacak da kanlarını köpekler içip et­lerini de onlar yiyecek. Sonra şehre in ve orada da bu sözleri söyle. Çıktığın şehre dönünceye kadar bir şey yeme, içme, gölgeye sığın­ma ve bu merkepten asla inme.

Peygamber, kendisine verilen emri aynen yerine getirdi. Oranın halkı onun sözleri üzerine galeyana geldiler ve ona sopalarla vurup taşlamaya başladılar. Ama o, merkebinden asla inmedi ve bu şekil­de çok ağır bir eziyete ve sopaya maruz kaldı. Günün sonunda gel­diği şehre doğru yola çıktı. Kendisine verilen emri ifa etmiş ve çek­tiği acılara karşı sabretmişti. Yolda, o civarda yaşayan başka bir peygamber onun başına gelenleri duymuştu. Onu karşıladı ve ken­disine selam vererek şöyle dedi: Rabbinin risaletini ulaştırıp O´nun emrini olduğu gibi yerine getirdin. Bu uğurda çok acı çekmene rağ­men sebat ettin ve o kavmin eziyetlerine karşı sabırlı davrandm. Ama sen, aç ve susuzsun. Her yerin kanıyor ve elbiselerin kan için­de. Haydi benim evime gidelim de, ye, iç, istirahat et, bedenini ve elbiselerini temizle.

Peygamber şöyle dedi: Allah Teala beni gönderdiği zaman, evi­me dönünceye kadar hiçbir şey yemeyip içmeyeceğime ve bir gölge­likte durmayacağıma dair benden ahit aldı. Onu davet eden peygamber şöyle dedi: Ben de senin gibi bir peygamberim ve seninle din kardeşiyim. Allah Teala bunu, gittiğin kavim O´nun düşmanla­rı olduğu için böyle emretmiş, sana onların yemeklerini yiyip göl­geliklerinden istifade etmeni yasaklamıştır. Ama benim evime gir­meni de, yemeklerimden yemeni de yasaklayacağım düşünmüyo­rum. Çünkü ben, din kardeşliği ve peygamberlik makamlarında se­ninle ortağım.

Gönderilen peygamber onun sözlerine inandı ve onunla beraber evine doğru yola koyuldu. Önüne yemek konup da şiddetli açlığını gidermek için yemeğe doğru hızla eğilince bu onu rahatsız etti ve Allah Teala da onu evine davet eden peygamberine şöyle vahyetti: Ona de ki: Sen, arzunu ve karnını benim emrime tercih ettin. Hal­buki ben senden, çıktığın şehre dönünceye kadar bir şey yiyip içme­yeceğine ve merkebinden inip gölgeliğe sığınmayacağına dair ahit almamış mıydım? Eğer sen içtihadınla fikir beyan etmeseydin ve il­minin erdiği kadarıyla hakikati söylememiş olsaydın cezam ikinize de şamil olurdu. Onun özrü Benim katımda seninkinden daha za­yıftır. Çünkü Ben ondan ahit almıştım. O ise, arzu ve şehvetini ter­cih ederek verdiği ahdi terketti.

ikinci peygamber bu vahyi diğer arkadaşına bildirdiği zaman, dehşetle yerinden sıçradı ve elbisesini toplayarak merkebine bindi ve aceleyle yola koyuldu. Nasıl bir halde olduğunu bile düşünemi-yordu. Merkebini hızla sürerek gidiyordu. Yüzünde açlık ve susuz­luğun eserleri, bedeninde ve elbiselerinde ise kanlar vardı. Merke­bin üzerinde asla bükülmüyordu. Alt tarafı ağaçlık olan bir tepeden inerken önüne bir aslan çıktı ve onu boğazladı. Aslan daha sonra Ön ayaklarını uzatarak yolun ortasına kuruldu. Peygamberin naaşım ve merkebini koruyor gibi bekliyor zaman zaman kükrüyordu. Yol­da bir insan gördüğü zaman aslan onu hemen uzaklaştırıyor, pey­gamberin naaşıyla merkebe ve semerine yaklaştırmıyordu. Bir sü­re sonra diğer peygamber de bunu duydu ve oraya gitti.

Aslan onu görünce kenara çekildi ve naaşa yaklaşmasına izin verdi. O da arkasının naaşım kefenleyip toprağa verdi. Sonra mer­kebi ve semerini yanma alarak evine gitti. Sonra Rabbine şöyle ni­da etti: Ey Rabbim, bu kulun ki, Senin risaletini tebliğ edip emrini ifa etti. Bu imtihan onu öyle yormuştu ki, bilemediği için Senin emrine karşı geldi. Sen de onu böyle ağır bir ceza ile cezalandırdın. Al­lah Teala, peygamberine şöyle vahyetti: Bunu, katımda hor görül­düğü için yapmadım. Aksine bu bir mağfiret ve rahmettir. O, Be­nim emrime karşı geldi. Eceli yaklaşmıştı. Ben de onu, kendisinin de hoş görmeyeceği böyle bir günahla karşılamak istemedim. Ve köpeklerimden birini görevlendirdim. O da, Benim´le pak olarak karşılaşması için onu arındırdı. Bu, Benim katımda bir şehadet ve peygamberlikten daha üstün bir derecedir. Peygamber, bu vahyi al­dıktan sonra şöyle dedi: Seni her türlü eksiklikten tenzih eder, hamdinle teşbih ederim ey hüküm verenlerin en hayırlısı, ey mer­hamet sahiplerinin en merhametlisi!

Alimler arasında öyleleri vardır ki, iki hayır arasında üstün ola­nını bilir ve onu kaçırmamak için yarışır, iki hayır arasında mah­zurlu olanını bilip kendisini daha iyi olandan alıkoymaması için ondan uzaklaşırlar. Bu alimler, iki kötü arasında en kötü olanı da bilir ve ondan ısrarla kaçarak ona karşı iki kat perdeye bürünür­ler. Bu anlattıklarımızda, ilimlerin incelikleri, anlayışların bilin­meyen yönleri, merak edenler için deliller, alimler için de ibret ve işaretler mevcuttur.

İki kötülükten hangisinin daha kötü olduğu ve iyinin kötüden nasıl ayırt edileceği hususuna gelince, bunlar akli deliller ve zahi­ri ilimlerle bilinebilen hakikati ardır. [7]

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes