๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kutul Kulub => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 01 Ocak 2010, 18:43:44



Konu Başlığı: Korku Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 01 Ocak 2010, 18:43:44
Korku Makamının Şerhi Ve Korku Ehlinin Sıfatları Hakkındadır
Bu makam, yakin makamlarının beşincisidir. Allah Teala buyurdu ki: "Onları ancak ilim sahipleri akledebilir". (Ankebut/43) Allah Te­ala, bu buyruğu ile aklı ilmin üstüne çıkarmış ve korkuyu da ilim­de bir makam kılarak şöyle buyurmuştur: "Kulları arasında Allah´dan ancak ilim sahipleri (hakkıyla) korkar". (Fatır/28) Allah Te­ala ayette geçen ´Haşyet korku, endişe´ halini, ilimde bir makam kılmış ve onun ancak ilimle hakikat bulacağını bildirmiştir.

Haşyet, korku makamının hallerinden biridir. Korku ´Havf ise, takva hakikati için konulmuş bir isimdir. Takva da, ibadet ve kul­luğun bütününü içeren bir kavramdır. Takva, Allah Teala´nm önce­kiler ve sonrakiler için hazırladığı bir rahmettir. Bu iki anlamı Al­lah Teala´nm şu buyrukları düzenlemektedir: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin. Umulur ki takva­ya erersiniz". (Bakara/21); "Biz, sizden önce kendilerine Kitab veri­lenlere ve size tavsiye ettik ki, Allah´tan korkun (takva sahibi olun)". (Nisa/131)

Özellikle bu sonuncu ayet-i kerime, Kur´an´ın kutbu ve üzerin­de döndüğü yörüngesi mesabesindedir. Takva öyle bir sebeptir ki Allah Teala onun kıymetini göstermek için Zatına izafe etmiştir. O, öyle ulvi bir manadır ki, onu Kendine bağlamıştır. Takvanın şanı­nı yücelterek kullarına da onun sayesinde ikramda bulunmayı va-adetmiştir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur:

"Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah´a ulaşmaz. Ancak O´nu sizden takva ulaşır". (Hacc/37) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, O´na karşı en çok takva sahibi olamnmzdır". (Hucurat/13)

Bir hadis-i şerifte ise Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala öncekileri ve sonrakileri malum günde top­ladığı zaman en uzaktakinin de, en yakmdakinin de işitebileceği bir sesle şöyle nida edecektir: ´Ey insanlar, sizi yarattığımdan şu güne kadar hep Ben sizi dinledim. Bugün de siz Beni dinleyin. Bu­gün size sadece yaptığınız ameller geri verilecektir. Ben sizler için bir ölçü koydum. Siz de bir ölçü koydunuz ve Benim ölçümü kaldı­rarak kendi ölçünüzü yükselttiniz. Ben dedim ki, Allah katında en değerliniz, takva bakımından en ileri olanmızdır. Siz ise, bunu ka­bul etmeyerek, ´Falan oğlu falan, falandan daha zengindir´ dediniz. Ben de bugün sizin ölçünüzü kaldırıyor ve kendi ölçümü yükselti­yorum: Takva sahipleri neredeler? Bunun üzerine takva sahibi müttakiler için bir sancak dikilir ve takva ehli bu sancağın altına giderler. Allah Teala da hiç hesaba çekmeksizin onları cennetteki makamlarına gönderir".

Korku ´Havf, ilim makamından bir haldir. Allah Teala, korku ehli için, müminlere dağıtarak verdiklerini birleştirmiştir. O´nun dağıtarak verdiği nimetler, hidayet, rahmet, ilim ve rızadır. Bunlar da, cennet ehlinin cümlesinin makamlarıdır.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Rablerinden korkan o kimse­ler için hidayet ve rahmet vardır". (A´raf/154) Yine O, başka bir aye­tinde de "Kulları arasında Allah´dan ancak ilim sahipleri (hakkıy­la) korkar". (Fatır/28) buyurmaktadır. O, korku ehlinden rızasıyla ilgili de şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan razı oldu. Onlar da Allah´dan razı oldular. İşte bu, Rabbinden korkan içindir". (Beyyi-ne/8) Musa (as) ile ilgili haberler arasında da şu ifade yer almakta­dır: "Korku ehline gelince, onlara Reflk-i Ala vardır ve hiçkimse orayı onlarla paylaşamaz".

Görüldüğü gibi Allah Teala, Refik-i Ala´yı kimseyle paylaşmak-sızın yalnız onlara hasretmiştir. Dünyada da onları tasdik şahitli­ğinin hakikatma ulaştırmıştır. Bu da nübüvvet makamlarından bi­ridir. Korku ehli, bu meziyetleriyle peygamberlerin yanında yeral-maktadırlar. Ayrıca onlar peygamberlerin varisleridir. Çünkü ger­çek alimler onlardır.[54]

Allah Teala korku ehli hakkında şöyle buyurmaktadır: "İşte on­lar, Allah´ın nimetlendirdiği peygamberler ve sıddıklarla beraber­dirler". (Nisa/69) Yine O korku ehlinin derecelerini vasfederken de şöyle buyurmaktadır: "İşte onlar refiki güzel olanlardır". (Nisa/69) Yani refakatçılar bakımından. Allah Teala burada onların toplulu­ğunu fert sigasıyla ifade etmiştir. Zira onlar Allah Teala´mn nezdin-de tek bir vücut gibidirler.

Ayette geçen ´Refik´ ifadesi, illiyyunun bulunduğu cennet ma­kamlarından biri için de kullanılmış olabilir. Bunu da Allah Resu-lü´nün (sav) vefatı esnasında söylediğinden anlamaktayız. "Vefatı yaklaştığında, dünyada kalmakla Allah´a kavuşmak arasında ser­best bırakılmıştı. Rabbine şöyle dua etti: ´Sen´den Refîk-i A´la´yı ni­yaz ediyorum"[55]

Musa (as) ile ilgili anlatılanlar arasında şu ifadeye yer veril­mektedir: "İşte onlar için Refik-i A´la vardır". Bu da, korku ehlinin peygamberlerle beraber olacaklarını göstermektedir. Çünkü Allah Resulü´nün (sav) bu ifadeyle ilgili açıklaması bu yöndedir. Korku ehlinin makamlarının şeref ve itibarı her makamın üstündedir. Çünkü Allah Resulü de (sav) Rabbinden bu makamı niyaz etmiştir.

Korku, asıl itibarıyla imanın hakikatini ihtiva eden bir kavram­dır. Korku, varlık ve yakin bilgisidir. O, bütün kötülüklerden sakın­manın sebebidir. Her emrin anahtarı da odur. Nefislerin şehvetle­rini yoketme ve nefsi afetlerin izlerini silme noktasında hiçbir şey korku makamı kadar etkili değildir.

Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: İmanın kemali, ilimdir. İlmin kemali ise korkudur. Yine o, bir defasında şöyle demişti: İlim, imanın kazancıdır. Korku ise marifetin kazancıdır. Ebu´-Feyz el-Mısri şöyle demiştir: Aşık, ancak korku kalbini iyice olgunlaştırdık­tan sonra aşk kadehinden içebilir. Başka bir sözü ise şöyledir: Al­lah´tan ayrı kalma korkusu, cehennem korkusunun yanında, dal­galı denize düşen bir damla gibidir.

Allah Teala´ya inanan her mümin, O´ndan korkar. Ama bu kor­kusu, O´na yakınlığına göredir. İslam korkusu ise, Allah Teala´nın izzet ve ceberutuna inanmak, kudret ve gücü yalnız O´na teslim etmek, azabı hakkında haber verdikleriyle cezasına dair tehditlerini tasdik etmek şeklinde olur.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: Sana ´Allah´tan korkuyor musun?´ denildiğinde sus. Çünkü ´Hayır dediğinde küfre düşmüş olursun. ´Evet´ dediğinde ise, bu sıfatın Allah Teala´dan korkanların sıfatı ol­maz. Bir vaiz, hikmet ehlinden birine yakınarak şöyle dedi: Şu in­sanlara bak, ben kendilerine vaaz ediyor hatırlatıyorum ama hiç kulak asmıyorlar.

Bunun üzerine hikmet sahibi zat şöyle dedi: Kalbinde Allah korkusu olmayana vaaz ne fayda eder? Allah Teala bunu tasdik ederek şöyle buyurmuştur: "(Allah´tan) içi titreyerek korkacak olan, öğüt alır. Bedbaht olan da ondan kaçınır". (A´la/10-11) Yani bedbaht olanlar, öğüt ve vaazdan kaçınırlar. Bedbaht, korku duy­madığı için behbahtlığa yönelmiş, Allah Teala da onu öğüt almak­tan mahrum etmiştir.

Müminlerin avamının korkusu, kalbin zahiri vasıtasıyla akli bilginin batınında olur. Müminlerin havassmm yani yakin ehlinin korkusu ise, kalbin batını vasıtasıyla vecdî bilginin batınında olur.

Yakin sahibinin korkusuna gelince, o Allah Teala´nın korkutucu sıfatlarına imanın müşahedesi noktasında irfan sahibi olan arifler zümresinin sıddıklanna mahsustur. Bir hadiste şöyle buyrulmak-tadır: "Kul, mezara girdiği zaman Allah Teala dışında korkacak hiçbir şey kalmaz. Bu yüzden kul için en güzeli Kıyamet gününe dek yalnız O´ndan korkmak ve O´nun için titremektir".

Yukarıda anlatılan ve müminler arasında vasfedilenlerin sıfatı olan yakin sahibinin korkusunun ilk seviyesi, sürekli nefs muhase­besi ve her an Allah Teala´nın murakabe ve gözetilme sidir. Yakini olmayan ilimlerde şüpheli olan şeylere yönelme hususunda vera´ sahibi olmak ve fıkhi bilgisi olmayan amellerden çekinmek de bu korkunun kapsamına girer. Musa (as) ile ilgili bir haberde şu ifade geçmektedir: "Vera´ sahiplerine gelince, onlar dışında herkesle he­sap konusunda münakaşa eder, yaptıklarım tek tek incelerim. Ve­ra´ sahiplerine gelince, onlardan haya ederim ve onlara kendilerini hesap için önümde tutmayacak kadar değer veririm".

Bu durumda Vera´ da korkunun hallerinden biri olmaktadır. Sonra uzuvları şüpheli hususlardan uzak tutmak gelir. Allah korkusu ve kalp huşû´u ile helalin fuzuli olan kısımlarından uzak dur­mak da böyledir. Ali (kv) şöyle demiştir: Kim cenneti özlerse, şeh­vetleri unutur. Kim de cehennemden korkarsa haramlardan geri durur.

Allah Teala´nm Kitabı´nda yer vermediği, Resulü´nün (sav) sün­netinde zikretmediği veya selef imamlarından hiçbirinin söylemedi­ği bir şeyin Allah´ın dinine karışmaması için kelamı saklayıp dili hapsetmek de korku kapsamına girer. Çünkü bunlar, Kitab ve sün­nette aslı ve esası bulunmadığı gibi ismi bilinen ilimler arasında da açıkça geçmeyen hususlardır. Yakin sahibi mümin bütün bunlardan sakınır. Zira Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Hakkında ilmin ol­mayan şeyin ardına düşme". (İsra/36) Bu buyruğa göre, hakkında ilim bulunmayan şeyleri ısrarla sormaktan da korkmak gerekir.

Kul. ne kalbine giren heva kıvılcımıyla, ne de dünya lezzetleri­nin büyüklerini tatmak için bu yola tevessül etmemelidir. Nefsine Allah Teala için öğütte bulunması çok daha hayırlıdır. Çünkü nef­si, öğüte en layık olan varlıktır. Sonra da diğer insanlara Allah rı­zası için Öğütte bulunur. Kişi öğüte dini ve uhrevi konularla başlar. Ardından dünyevi hususlarda öğüt vermeye başlar. Çünkü uhrevi meseleler çok daha Önemlidir. Öte yandan dini konularda insanla­rı aldatmak en ağır suçtur. Ahiret için azık derlemek de elbette ter­cih edilen bir husustur.

Bu meyanda Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kim ümmetimi al­datırsa, Allah Teala´nm laneti onun üzerine olsun´. ´Ey Allah Resu­lü, ümmetinin aldatılması nasıl olur?´ dediler. Buyurdu ki: ´Kişinin dinde olmayan bir bidat çıkarması ve bu bidatta kendisine uyulma­sıdır. İşte böyle yapan ümmetimi aldatmış demektir".

Korkunun meyvalarından biri de, Allah Teala´yı hakkıyla bil­mek ve O´ndan haya etmektir. Bu, sevap ehlinin en büyük mutlu­luklarından biridir. Bunun hükümleri iki manada açığa çıkar: İlki, bütün kulların kafasını ve onun kapsadığı kulak, göz ve dili koru­masıdır. İkincisi ise, batnı ve onun kapsadığı kalp, fere, el ve ayak­ları korumasıdır. Bu, avamın korkusunun sınırı ve hayanın başıdır. Havassın korkusuna gelince o da, kendi yiyemeyeceğini toplama­ması, kendi oturmayacağı evi yapmaması, göçeceği dünyada malı çoğaltmaması, gideceği yerden gafil ve hazırlıksız olmamasıdır. İşte bu da zühd ve haya ehlinin korkusudur. Kitabları sağ taraftan verileceklerin takvası da budur.

Bu anlamda iki hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunların biri ge­nel, diğeri ise özel hükme sahiptir. Her kim kalbini baştan çalıştır­maz, korkuyu iradesinin bütünü kılmazsa sonunda başarılı ve ma­rifetinin yüksekliğine rağmen müttakilerin öncülerinden olmaz. Korkunun en yüksek derecesi, kişinin kalbinin kötü son korkusu­na bağlı olması, ne ilmine, ne de ameline bakarak kendini güvende his s etmeme sidir. Ne kadar yüksek seviyede olursa olsun ilmin hiç­bir kısmıyla kurtuluştan kesin emin olmamalıdır. Çok değerli de ol­sa amellerden hiçbirine güvenerek rahat his s edilmemelidir. Çünkü kul, kendisini bekleyen son hakkında kesin bir bilgiye sahip değil­dir. Denildi ki: Ameller, ancak sonlarıyla tartılır.

Allah Resulü´nden (sav) rivayet edildi ki: "Kul, elli yıl cennet eh­linin amellerini ifa eder, ta ki kendisine cennet ehlinden olduğu söylenir". Bir başka rivayette de şu ifade yer almaktadır: "Onunla cennet arasında yalnızca bir karışlık mesafe kalır da defterine bir günah yazılır ve sonu cehennem ehlinin ameliyle noktalanır". Bu kadar kısa bir sürede bedenle yapılacak bir fiil bulunmadığı için, sözkonusu amelin kalbi amellerden olması muhtemeldir.

Bu, akim müşahede siyle yapılmış bir amel olabilir ki tevhidde şirkten ibarettir. Böyle bir düşünce, daha önce o kulda mevcut de­ğilken, kul yakini ilminde şüpheye kapılmış olabilir. Bütün dünya hayatı boyunca göremediği bu hususu, ahirette herşey açıklanıp perde kaldırıldığı zaman görür. Bu durumda şüphe sıfatı ona bas­kın gelecek ve orada hali tamamen ortaya çıkacaktır. Tıpkı kalbi­nin lezzet aldığı kötü amellerle dilinin telaffuz ettikleri veya için­den geçirdiği kötü fiiller gibi.

Böylelikle ruhunu teslim ettiği son anı da bu şekilde olacaktır. Onun geçmişteki defterinde yazılı olan da budur. Allah Teala da bu anlamda şöyle buyurmuştur: "İşte onlar, defterdeki nasipleri kendilerine ulaşacak olan kimselerdir". (A´raf/37) Ruhun beden­den ayrılma vakti olan son anda (=Hâtime), kişinin hali böyle ola­bilir. Allah Teala başka bir buyruğunda da şöyle buyurmaktadır: "Kuşkusuz Biz, onların nasiplerini eksiltmeksizin onlara ödeyece­ğiz". (Hud/109)

Bir hadiste de şöyle buyrulmuştur: "Kişiyle cennet arasında, de­venin iki sağımı arasındaki an kadar bir mesafe kalır da, son ame­linin cehennem ehlinin amellerinden olması takdir edilir". Görül­düğü gibi bu, kişinin canının gırtlağa dayandığı andır. Bu anda be­den son nefesini verirken, nefesin tamamı kalpte toplanır ve ora­dan gırtlağa doğru gider. İşte bu an; hadislerde karış ve iki sağım arasındaki süre olarak ifade edilen zaman dilimidir.

Başka bir metinde de, iki nefes arasındaki mesafe denilmiştir. Bu, kalplerin tevhid istikametinden dalalet ve şirk istikameti yö­nündeki değişimi erinlerinden olup dünya aklının ve akli bilgilerin ortadan kalktığının görülmesiyle gündeme gelir. İşte o anda kişiye Allah Teala tarafından hiç hesap etmediği şeyler görünür.

Kötü son (=Sû-i Hatime) genellikle insanların şu üç zümresi için sözkonusu olur:

1.Din hususunda bidat ve sapma içinde olanlar. Çünkü bunla­rın imanları, akli bilgilerle irtibatlıdır. Allah Teala´mn kudretiyle onların önüne çıkan ilk işaretle birlikte onu görmeleri akıllarını alıp götürür. Böylece imanlarının dayalı olduğu akılların devredışı kalmasıyla imanları da kaybolup gider. Fitilin yanıp lambanın iş­lemez hale gelmesi gibi onların imanları da bu hakikati görmeye dayanamayarak kayboluverir.

2.İkinci zümre, dünya hayatında Allah Teala´mn ayetlerine ve velilerine lütfettiği kerametlere karşı kibir ve inkar içinde olanlar­dır. Bunlar, kendilerine ilahi işaretler karşısında dayanma gücü verecek bir imana asla sahip olmamışlardır. Her zaman şüphe için­de oldukları için imanları da kendilerini desteklemeyecektir.

3.Üçüncü zümre, üç değişik sınıfa ayrılırlar ve kötü sonları ba­kımından derece derecedirler. Bunların tamamı da, kötü son bakı­mından ilk iki zümreden daha alt seviyedirler. Kötü son da, yakin ve şirk gibi değişik makam ve derecelere ayrılır. Bunlardan kimi vardır ki, gösteriş ve böbürlenme peşinde olup dünya hayatı boyun­ca kendi nefsine ve amellerine gıptayla bakmaktan geri durmaz.

Kimi de alenen fasık olup günahlarda ısrarcıdır. Bunların kötü amelleri, ömürlerinin sonuna kadar kesintisiz olarak devam eder. Gözlerindeki perde kaldırılıncaya kadar bu kötü fîillerdeki ısrarla­rı sürüp gider. Allah Teala´mn ayetlerim gördüklerinde ise bütün kalpleriyle tevbe ederek Allah Teala´ya dönerler. Bedeni amelleri kesildiği için onların bu pişmanlıkları fayda etmez, tevbeleri kabul edilmez, sıkıntıları giderilmez ve pişmanlıklarına bakılarak mer­hamet olunmaz.

Bunlar, şu ayet-i kerimede anlatılan kimselerdir: "Tevbe, kötü­lükleri yapıp edip de içlerinden birine ölüm çatınca ´Ben şimdi ger­çekten tevbe ettim´ diyenlerinki de değildir.." (Nisa/18) Yine bunlar Allah Teala´mn şu buyruğunda da kasdettiği kimselerdir: "Onlar şiddetimizi gördüklerinde Tek Allah´a iman ettik´ dediler". (Mü­min/84) Bu ayet-i kerime nass olarak kafirler ve benzerleri içindir.

Üstte bahsettiğimiz kimselerin bir zümresi de, büyük günah sa­hipleri ve bunlarda ısrar eden yoldan çıkmış fasıklardır. Her iki zümre de aynı kötü sonu paylaşmaktadırlar. Ama derece bakımın­dan farklıdırlar. Onların günahlarından tattıkları lezzetler kendile­rine zahir olup korku ve zikirden uzak olan kalplerine tekrar hatır­latılır. Böylece son nokta, yine kendi kalplerinin şahitliğiyle konulur.

Yukarıda zikrettiğimiz hususlar, akıl ve vicdan sahiplerinin i kalplerini titreterek onlara korku saçar. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Mürid, günahlarla sınanmaktan korkar. Arif ise küfür­le sınanmaktan endişe eder. Ebu Yezid de (ra) bu anlamda şöyle de­miştir: Mescide giderken belimde hıristiyanlara mahsus bir kemer \ vardı. Mescide girinceye kadar, beni bir kiliseye veya ateşgedeye sevketmesinden korkuyordum. O zaman kemer çözülürdü. Bu her gün beş kez olurdu. Bu tavırlar, o alimlerin gayblerin alimi Allah Teala´mn kudretiyle ne kadar da çabuk değişebildiğim iyi bilmele­rinden dolayıydı.

Bu meyanda İsa´dan (as) şu söz rivayet edilmiştir: "O dedi ki: Ey Havariler topluluğu, sizler günahlardan korkuyorsunuz. Biz pey­gamberler topluluğu ise küfürden korkarız". Peygamberlerle ilgili başka bir rivayet ise şöyledir: "Peygamberlerden biri yıllar boyun­ca Allah Teala´ya açlık, çekirgeler ve çıplaklıktan şikayette bulun­muştu. Allah Teala ona vahiyde bulunarak şöyle buyurdu: ´Senin kalbini küfre düşmekten koruduğum halde hoşnut olmuyorsun da Ben´den dünyalık mı istiyorsun?´ Bundan sonra toprağı aldı ve onun kafasına döktü. Bunun üzerine peygamber şöyle dedi: ´Ey Rabbim, ben buna razıyım. Yeter ki beni küfürden koru".Görüldüğü gibi Allah Teala ona üzerindeki peygamberlik nime­tini hatırlatmayarak onu küfürle karşı karşıya bırakmış ve pey­gamberlikten sonra küfre düşmesini mümkün kılmıştır. Peygam­ber de bu gerçeği teslim etmiş ve haline rıza göstererek küfürden korunmasını istemiştir.


Konu Başlığı: Ynt: Korku Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 01 Ocak 2010, 18:49:37
Zahidlerin imamı Abdülvahid b. Zeyd yukarıdaki iki ariften da­ha önce şöyle demiştir: Cehenneme girmeyeceğini sanan hiçbir kor­ku sahibi samimi değildir. Cehenneme gireceğini düşünen kimse de ondan ebediyen çıkamamaktan korkandır.

Hepsinden önce alimlerin imamı Hasan el-Basri (ra) şöyle de­miştir: Bir adam da cehennemden bin yıl sonra çıkar. Keşke o adam ben olsaydım. Çünkü o, ebedi cehenneme mahkum olmaktan kork­maktaydı. Kendisi şöyle derdi: Cehennemden bir süre sonra çık-abilsem, gerisini hiç umursamam.

Şeytan, ariflere tevhidde ilhad, imanda teşbih ve Allah Tea-la´nın sıfatlarında vesvese telkin ederek girer. Müridlere ise nefsi afetler ve şehvetler yoluyla musallat olur. İşte bu nedenle ariflerin korkusu çok daha büyüktür. Düşman, sade kullara da niyetleri va-1 sıtasıyla girer. Tıpkı onlara şehvetleri süslediği gibi. Ruhları ise, sabıkalarına yani ilk kayıtlarına bağlıdır. Onlar için Levh-i Mah- \ fuz´da yazılı olan sabıka nedir? Orada onların müşahedesi sözkonu-sudur. Sonra endişeleri sözkonusu olur. Acaba Rableri katında ken­dileri için ihlas ve samimiyet mi yazılmıştı!´? Böylelikle sadıkları bekleyen mutlu sonlarına nail olacak ve Allah Teala´nın hakların­da "Ama Biz´den kendilerine güzellik geçmiş bulunanlar, işte onlar ondan uzaklaştırılmış olanlardır" (Enbiya/101) buyurduğu kullar­dan olacaklaradır.

Onlar, haklarında azap kelimesinin kesinleştiği kimseler ol­maktan ve Allah Resulü´nün (sav) "Allah Teala buyurur ki: İşte on­lar cehennemdedirler ve Ben umursamam. Onlara ne bir şefaatçi­nin şefaati fayda eder, ne de güçlü biri onları ateşten çıkarabilir" buyurduğu kimselerden olmaktan korkarlar.

Allah Teala başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Azab sözü kendisi üzerinde hak olmuş kimse mi (onlarla bir tutu­lur)? Ateşte olanı artık sen mi kurtaracaksın?" (Zümer/19) Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Fakat Ben´den, ´Andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamıyla dolduraca­ğım´ sözü hak olmuştur". (Secde/13) Bu ayet ve diğerleri, basiret sa­hiplerinin korkuya çağrılması anlamındadır.

Hasan el-Basri (ra) "Yalnız Ben´den korkun" (Bakara/41) ayeti­nin tefsirinde umumiyet olduğunu ifade etmektedir. Buna göre ayetin anlamı şu şekilde olmaktadır: Menettiğim şeyler hususunda Allah´tan korkun. Allah Teala diğer bir ayetinde şöyle buyurmakta­dır: "Yalnız Ben´den korkun" (Bakara/40) yani sabıkanız hakkında endişe edin. Bu ise hususiyet ifade etmektedir.

Ariflerden bir zat, müminlerin korkularını iki türe ayırarak şöyle demiştir: Birr ehlinin (=Ebrâr) kalpleri sona ´Hatime´ bağlıdır ve onlar şöyle derler: Bizim için nasıl bir son yazıldığını keşke bil­seydik.

Mukarrebunun kalpleri ise geçmişe ´sabıka´ bağlıdır ve onlar da şöyle derler: Keşke bizim için geçmişte ne yazıldığını (=sabıka) bil-ebilseydik. Bu iki makam, farklı iki müşahededen kaynaklanmak­tadır.

Bunlardan biri, diğerinden daha üstün ve daha etkili olup iki ayrı halden kaynaklanmaktadırlar. Bu hallerden biri diğerinden daha tam ve daha olgundur. Bunu şu ifadeden de çıkartmaktayız: "Mukarrebunun günahları, birr ehlinin sevapları hükmündedir". Yani birr ehli nezdinde fazilet görülerek rağbet edilen şeyler, mu-karrebun tarafından iltifat edilmeyen hususlar ve perdeler olarak görülebilir.

Hakkında azap kelimesi kesinleşen ve Rabbi tarafından kendi­sine kötü son yazılan kimseye hiçbir şey fayda etmez. Böyle biri karşılık olmaksızın boşa çalışan işçi gibidir. Allah Teala ona, uzak­lık (=bu´d) bakışıyla bakmaktadır. Yaptığı ameller de, onun uzaklı­ğını arttırmaktan başka işe yaramam akta dır.

Kötü son, ömrün ortasında da olabilir. Kişi bunun için ömrünün son anını beklememiş olur. Burada kişinin işlediği bir günah, kötü sonun sebebi olarak ortaya çıkar ve onun sonu hükmüne girer. Al­lah Teala için zaman sözkonusu olmadığından ortasında veya so­nunda olması farketmez. Böyle bir durumda ´Hatime´ dediğimiz son, kişi için ´Fatiha´ başlangıç olacaktır. Her iki vakit de aslında birdir. Eceller bitip ameller sona erdiğinde bu kişiler Allah Teala´dan sonsuza dek uzaklaşmış ve ´Darü´bu´d´ dediğimiz uzaklık diyarı cehennemdeki yerlerini almış olurlar.

Bir hadis-i şerifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Al­lah´a yemin ederim ki O, bidat sahibinin amelini asla kabul etmez. Çünkü o, Allah Teala´nın sünnetlerini reddetmiş, Allah Teala da onun amelini reddetmiştir. Böyle birinin amelleri arttıkça, Allah Teala´dan uzaklığı da artar". Hikmet ehlinden bir zat da bir beytin­de şöyle demiştir:

Boğazı düğümleneni su içirerek tedavi ederler de iyileşir, Peki ya boğazı suyla tıkanana ne yapılır? Ya sahibi tarafından kovulmuş bir köle ne yapar"? Tabiblerin devaları, verir mi ona bir yarar?!

Bu esasın müşahedesi hakkında şunu zikredebiliriz: Hasan el-Basri (ra) Allah Teala´nın yaptığını umursamayacağını iyi bildiği için çok korkmakta ve hüzünlenmekteydi. O, ceberûti sıfatları se­bebiyle O´nun umursamazlık dairesine düşmekten korkardı. Ken­disini, arkadaşları için bir ceza ve tabakası için bir ibret kılmasın­dan endişe ederdi. Hasan el-Basri´nin (ra) kırk yıl boyunca hiç gül­mediği söylenmiştir.

Bunu söyleyen şahıs şunları da anlatmıştır: Onu otururken gör­düğümde, sanki boynu uçurulacak bir köle gibiydi. Konuşurken, sanki ahireti görür gibiydi ve onun müşahedesinden haber verirdi. Sükut anlarında, gözleri ateşte yamyormuş gibi olurdu. Sanki üzüntüsünün doruğunda azarlanmış gibi dururdu. O şöyle derdi: Allah Teala´nın bende hoşgörmediği birtakım amellerime muttali olarak bana hiddetlenmesi ve ´Git! seni bağışlamadım´ buyurma-masmdan asla emin olamam. Çünkü ben yerli yerinde amel etmi-yorumdur. Hasan el-Basri (ra) böyle olunca, bu korku ve hassasiyet bizler için çok daha elzem olmaktadır.

Şunu belirtmek gerekir ki korku, günahların çokluğundan dola­yı olmaz. Öyle olsaydı, bizim Hasan el-Basri´den daha büyük bir korkuya sahip olmamız gerekirdi. Korku, ancak kalp duruluğu ve Allah Teala´yı aşırı ta´zimin sonucudur. Ala´ b. Ziyad el-Adevi cen­netle müjdelenmişti. Kendisi, abid zatlardan biriydi. Bu müjde üze­rine yedi gün kapısını kapalı tuttu ve bu süre zarfında hiç yemek yemeyerek sürekli ağladı. Devamlı ´Ben uzun bir rüyadayım´ diyor­du. Nihayet, Hasan el-Basri (ra) yanma gitti ve aşırı korkusu ve ağlamasından dolayı onu kınamaya başladı. Kendisine şöyle dedi: Ey kardeşim, Allah´ın izniyle cennete gideceksin. Böyle yaparak kendini öldürmek mi istiyorsun? Korku hususunda Hasan el-Basri (ra) tarafından kınanan biri hakkında ne düşünürsünüz?

Korku meselesinde Tabiun´un öncesinde yaşayan Sahabe de farklı davranmamışlardır. Sahabe´nin ileri gelenleri de, insan ola­rak yaratılmamış olmayı temenni ederlerdi. Halbuki onlardan bir­çoğu, sayısız hadiste bildirildiği üzere yakinen cennetle müjdelen­mişler di, Mesela Ebu Bekir (ra) bir kuşa bakarak, "Keşke senin gibi bir kuş olsaydım, bir insan olarak yaratılırı as aydım" demiştir. Ömer (ra) de, "Ailemin konukları için boğazlanan bir koç olmayı ne kadar da çok isterdim" demiştir. Ebu Zerr (ra) ise şöyle derdi: "Kesilen bir ağaç olmayı ne kadar da çok isterdim". Talha ve Zübeyr (ra) de şöy­le demişlerdir: "Hiç yaratılmamış olmayı ne kadar da isterdik". Os­man (ra) ise şöyle derdi: "Öldüğüm zaman bir daha diriltilmemeyi çok isterdimT

Âişe annemiz (ra) de şöyle derdi: "Unutulmuş ve unutturulmuş ol-ı mayı çok isterdim". İbni Mesud (ra) ise şöyle derdi: "Keşke bir kum tanesi olsaydım". Ondan yapılan başka bir nakilde ise şöyle dediği bildirilmiştir: "Keşke bir yük devesi olaydım. Keşke sayıları hayli çok olan bir tabakada bir hiç olsaydım. Halbuki bizler sürekli büyük gü­nahlar işlemekte ve nefislerimize yüksek derecelerden, sidret-i mün-tehadan sözetmekte ve babamız Adem´in (as) sadece tek bir günahtan dolayı cennetten çıkarıldığını unutmaktayız. Cenneti görmüş bile de-ğiliz. Bütün yaptığımız soğuk demir dövmekten ibarettir".

Konuyla ilgili rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir: "Suffe eh­linden bir adam şehit düşmüştü. Annesi, ´Tebrikler sana, artık cen­net serçelerinden bir serçesin. Allah Resulü´ne (sav) hicret ettin ve Allah Teala´nın yolunda şehit oldun´ dedi. Bunun üzerine Allah Re­sulü (sav) şöyle buyurdu: ´Cennete gittiğim nereden biliyorsun? Belki kendini ilgilendirmeyen konularda konuşur ve (cimriliğin­den) kendisine zarar vermeyeni menederdi".[56]

Diğer bir hadiste de buna benzer bir olay anlatılmaktadır: "Al­lah Resulü (sav) ashabından hasta olan birini ziyarete gitmişti. An­nesinin,.´Cennet sana kutlu olsun´ dediğini duydu ve ´Kim bu Allah Teala´ya hüküm dayatan?´ diye sordu. Sahabi de, ´O annemdir ey Allah Resulü´ dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyur­du: ´Ne biliyorsun? Belki o kendisini ilgilendirmeyen şeyleri konu­şur ve kendisini müstağni kılmayacak şeylerde cimrilik ederdi".

Benzer anlamda rivayet edilen diğer bir hadis de şudur: "Allah Resulü (sav) yeni doğmuş bir çocuk için dua etti. -Bir diğer rivayet­te şu ifade eklenmiştir-: Allah Resulü´nün (sav) çocuk için şöyle de­diği duyulmuştur: Allahım, onu kabir azabından ve cehennem aza­bından koru.[57] Üçüncü bir rivayette de şu ifade yeralmaktadır-: Al­lah Resulü (sav) o esnada bir kadının ´Kutlu olsun, cennet serçele­rinden bir serçesin sen´ dediğini duydu. O, bu söze kızdı ve ´Onun böyle olacağını nerden biliyorsun? Yemin ederim ki ben Allah Resu­lü olduğum halde bana ne yapacağını bile bilmiyorum".

Allah Resulü (sav) bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Allah Teala cenneti yarattı. Sonra cennet ehlini yarattı. Cehennemi ya­rattı ve cehennem ehlini yarattı. Ne cennetliklere ilave yapılır, ne de cehennemliklerden eksiltilir".[58]

O, bu sözü Osman b. Maz´un´un (ra) cenazesinde söylemişti. Os­man, ilk muhacirlerdendi ve şehit düşmüştü. Ümmü Seleme (ra) bu hadisi naklettikten sonra şöyle derdi: Osman´dan sonra hiçkim-seyi aklayamam. Bu noktada daha da hayret uyandıracak bir riva­yet şöyledir: Muhammed b. Hanefiyye (ra) şöyle demiştir: Allah´a yemin ederim ki, Allah Resulü´nden (sav) başka hiç kimseyi akla­yamam. Dünyaya gelmeme sebep olan öz babamı dahi aklayamam. Bunun üzerine Şiiler konuşmaya başladılar. Ali´nin (kv) faziletleri­ni ve menkıbelerini anlatmaya başladılar.

Bütün bu hakikatler, korku ehlinin yüreklerini parçalamıştır. Muhtemelen Allah Resulü´nün (sav) aşağıdaki hadisinde zikredilen Allah Teala´dan uzaklaşma endişesi, O´nun aşıklarını kocatmıştır. Buyurdu ki: "Beni Hud ve kardeşleri olan Vakıa, Tekvir ve Nebe su­releri kocattı"[59]Çünkü Hud suresinde "Haberiniz olsun, Hud kavmi Ad´a (Allah´ın rahmetinden) uzaklık (verildi)" (Hud/60), "Habe­riniz olsun, Semud (halkına Allah´ın rahmetinden) uzaklık (veril­di)" (Hud/68) ayetleri mevcuttur.

Vakıa suresinde ise, "Onun vukuuna yalan diyecek yoktur" (Va­kıa/2) ayeti mevcuttur. Yani hakkında küfür yazısı geçmiş olan için bunu yalanlayacak kimse yoktur. Aynı şekilde aleyhinde azap keli­mesi hak olmuş kimse için de bu kesinleşmiş olur ve bunu kimse yalanlayamaz. Bu kimse, yükseltilen veya alçaltılan kimselerden olabilir. Çünkü dünya hayatında yükseltilen bazı kimseler, gerçek­ler ve mahrukatın akıbetleri ortaya çıkarılınca alçaltılacaklardır.

Tekvir suresinde ise, insanların sonlarıyla ilgili buyruklar var­dır. Bunlar da yakinen iman edenler için kıyametin sıfatlarını or­taya koymaktadır. Onu yakinen görenler için de Allah Teala´mn ga­zabı tecelli etmektedir: "Cehennem ateşi çılgınca kızıştmldığı za­man, cennet de yakmlaştırıldığı zaman, (artık her) nefis neyi hazır­ladığını öğrenmiştir" (Tekvir/12-14) Bu, nihai sözün söylendiği an­dır. Yani cehennemin kızdırılıp cennetlerin yaklaştırıldığı andır.

İşte o an, her nefse ne getirdiği aşikâr olur. Getirdiği şeyler ce­henneme uygun olan kötülüklerse cehenneme, cennete uygun ha-yırlarsa cennete girer. İşte bu anda da her nefis hangi yurda konuk olacağını bilir. O gün nice yürekler yaklaştırılacak cennetlerden uzaklaşmaktan dolayı parça parça olacaktır. Nice nefis de, gireceği cehennemin ateşlerini yakinen gördükten sonra ah vah edecektir. Nice gözler, görülen o dehşetengiz sahnelerden dolayı boyun eğerek titreyecektir. Nice akıllar da, yakinen hissettiği sarsıntılardan do­layı dengelerini yitirecektir.



Ebu Muhammed Sehl´den şu söz rivayet edilmiştir: Kendimi sanki cennete girmiş gibi gördüm, Orada üç yüz peygamberle kar­şılaştım. Onlara dünya hayatında en çok korktukları şeyi sordum. Kötü son olduğunu söylediler". Kötü son, Allah Teala´mn asla ta­nınıl ananıayacak ve idrak edilemeyecek tuzaklarındandır. O tuza­ğa asla vakıf olunamaz. O´nun tuzağının sonu da yoktur. Çünkü Al­lah Teala´mn irade ve hükümlerinde sınır yoktur.

Bu meyanda şu meşhur hadisi zikredebiliriz: "Allah Resulü (sav) ve Cebrail (as) Allah korkusuyla ağlamışlardı. Bunun üzerine Allah Teala onlara vahyederek ´Sizi azaptan emin kıldığım halde niçin ağlıyorsunuz?´ buyurdu. O ikisi de, ´Senin tuzağından kim emin olabilir?´ dediler".

Eğer onlar, O´nun hükmünün sonu olmadığı için tuzağının da sonu olmayacağını bilmeselerdi ´Senin tuzağından kim emin olabi­lir?´ derler miydi? Halbuki Allah Teala´nm ´Sizi emin kıldım´ buyru­ğu ile onlar hakkındaki tuzağı sona ermişti. Ama onlar, Allah Te­ala´nm tuzağının sonundan emin olamadıkları için korkmaya de­vam ettiler. Çünkü O´nun tuzağının devamı gaybi bir husustu. Her ikisi de Allah Teala´nm gaybını Öğrenemeyeceklerini biliyorlardı. Çünkü gaybleri en iyi bilen O idi. Gayblarm sonu ve smm olmadı­ğı gibi, herşeyi bilen Allah Teala´nm ilminin de sınırı yoktu.

Allah Teala´nm o ikisine olan inayetinden dolayı haklarındaki söz hüküm olmamıştı. Onlara nazar etme lütranda bulundu. Her ikisi de Allah Teala´nm sıfatları hakkında bilgi sahibiydiler. O´nun tuzağı da bir sıfatıydı. Sıfat konusunda sözlü açıklama, sıfatın ba-tmi faaliyetini ortadan kaldırmaz. Onlar, Allah Teala´nm ´Sizi emin kıldım´ buyruğunun sadece bir tuzağa dair olmasından endişe et­miş gibidirler. O´nun bu buyruğu, başka bir tuzağı olabilirdi. Buy­ruğu, hikmeti gereği hususi bir sıfatın ifadesi de olabilirdi. Allah Teala, ilmini Kendine saklayarak o ikisinin hallerini sınamak iste­miş de olabilirdi. Acaba nasıl davranacaklar diye bakmak istemiş de olabilirdi. Onlara telkin ettiği emniyet/güvenlik acaba nasıl bir etkide bulunacaktı? Çünkü sınama da ´İbtila´ O´nun bariz sıfatla­rından biridir.

Ayrıca O´nun güzel isimlerinden biri de ´el-Mübtelî´ yani imti­han edendir. O, sıfatının gereğinin ismini tahakkuk ettirmesini is­temeyebilir. Bu, O´nun insanlar üzerindeki sünnetlerindendir. O, daha önce de Halil´i olan İbrahim´i fas) imtihan etmişti. İbrahim (as), mancınığa bindirilip ateşe fırlatıldığı an, {Rabbim bana yeter demişti. O anda Cebrail (as) karşısına çıktı ve ´Bir ihtiyacın var mı?´ diye sordu. O da, ´Allah bana yeter1 sözüyle yetinerek ´Hayır dedi. Böylece o, sözünü fiiliyle tasdik etmiş oldu.

Allah Teala da "Ve vefakarlık eden İbrahim´in (sahifelerinde) olan da" (Necm/37) buyurdu. Allah Teala, hüküm altına girmez. Ya­rattıkları hakkındaki hükümleri O´nun için bağlayıcı olmaz. O´nun doğruluğu asla smanamaz. O, kendi buyruklarını bile değiştirebilir. Çünkü O´nun buyruğu O´nun Zatı ile kaimdir. O, dilediğini di­lediği gibi değiştirebilir. Sonuçta O, her iki buyruğunda da Sadık-´tır. Her iki hükmünde de Adil´dir. Çünkü O, Hüküm Sahibi´dir. O´nun hakkında ise hüküm verilemez. Zira O, ilimleri ve akılları aşmıştır. Akıl ve ilim, emir ve yasaklarla ilgili sınırlanmış mekan­lardır. O ise, hükümlerin ve takdirlerin ortamları olan akıl ve bil­gilerin Ötesindedir. Bu kaydettiklerimizin müşahedesinde Tevhid ilimleriyle ilgili ince bir bilgi ve Tevhid halleriyle ilgili yüce bir ma­kam sözkonusudur.

Allah Teala dostu Musa´yı da (as) bu manada tavsif ederek şöy­le buyurmuştur: "Musa bu yüzden kendi içinde bir tür korku duy­maya başladı". (Taha/67) Bu ayet, daha önceki "Korkmayın, çünkü Ben sizinle birlikteyim" (Taha/46) ayet-i kerimesinden sonra nazil olmuştu. Ama Musa (as) gaybda başka bir emir verilmiş olmasın­dan emin olamadı ve durum kendisine açıklanmadıkça Allah Tea-la´nm bu hükmü için kendi kendine istisna olabileceğini düşündü. Çünkü o büyük peygamber, Allah Teala´nm gizli tuzağını ve sıfatı­nın batınını biliyordu.

O, kendisinin Hüküm Veren değil hükmedilen olduğunu da iyi bilmekteydi. Sonuçta Allah Teala kendisine ikinci bir teminat ve­rinceye kadar ikinci hükmünden dolayı ikinci bir korku içinde ol­du. O zaman Allah Teala "Korkma, dedik. Şüphesiz sen, üstün ge­lecek olan sensin" (Taha/68) buyurdu. Musa (as) O´nun bu buyru­ğuyla huzur buldu. Ama O´nun ilk izharına yaslanıp kalmadı. Çün­kü Allah Teala´nm ilminin genişliğini iyi bilmekteydi. O, sonu ol­mayan gaybları en iyi Bilen´di. Ayrıca O´nun buyruğu hükümlerden ibarettir. Hüküm veren ise hükümlere mahkum edilemez. Hüküm­ler O´nu bağlamaz.

Hükümler, Hüküm Sahibi olan ve herşeyi bilen Allah Teala´dan ayrıdırlar. O´nun hükümleri, ancak hükmedilenleri bağlar. Yme O, kudretinin yüceliğinden dolayı kullarına getirdiği yaptırımlara Kendisi konu olamaz. Onlar, hüküm altındakiler içindir. Bu husus­lar, aklın ve ilmin kıstaslarına girmezler. Bilenler nezdinde Allah Teala bütün bunlardan çok Yüce´dir.

O, O´nu bilmeyenlerin bilgilerinden de çok Ulu ve çok Yüce´dir. Bu babda İsa´nın (as), "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara ´Beni ve annemi Allah´ı bırakarak iki ilah edinin1 diye sen mi söyledin?" (Mai-de/116) buyruğundan sonra söylediği şu sözünü de zikredebiliriz: "Eğer onu söylemiş olsaydım, Sen onu bilirdin. Çünkü Sen içimde gizli olanı bilirsin, ben ise Senin içindekini bilemem". (Maide/116)

Bunun bir benzerini de Kıyamet günüyle ilgili olarak İsa´nın (as) sözünü nakleden şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır". (Maide/118) Gö­rüldüğü gibi Allah Teala izzet ve hikmetinden dolayı onları iradesi­ne mahkum etmiştir. Kitapta açıkladığımız hususların hakikatini açığa vurmamız ve hitab-ı ilahiyle ilgili sembolik bilgileri açığa dökmemiz uygun değildir. Çünkü bu, inkara sebep olabilir. Akli ilim sahiplerinin bilgi derecelerinin farklılığı sonucu bir hoşnutsuz­luğa da yol açabilir.


Konu Başlığı: Ynt: Korku Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 01 Ocak 2010, 18:54:04
Bu hususlarda kıstas, ancak o makama yerleştirilen kimselerin sorularıyla ve basiret ehlinden isteyenlere açıklanmasıdır ki bu da, bilginin kalpten kalbe nakliyle olur. O an, buna şahid olan onu okur veya gaybleri bilen Allah Teala, ilham yoluyla kalplerin sırla­rını açığa çıkarır ve onu hidayet nuruyla belli kişilere yerleştirir. Allah Teala, kullarından dilediğini murad ettiği ilme muvaffak kı­lar. O, herşeyi Açan ve herşeyi Bilen´dir. Kalbi açtığı zaman onu bi­lir ve onu yakiniyle aydınlattığı zaman da ona ilhamda bulunur.

Ariflerin korkularının bir türü de, Allah Teala´mn aşağıdakile­re ceza ve ibret olmak üzere dilediği üstün kullarım korkuttuğunu bilmeleridir. Yine O, hüküm ve hikmeti icabı havasdan kullarım ce­zalandırmak suretiyle kullarının avamını korkutabilir. Korku ehli­nin bilgilerine göre Allah Teala, salihlerden bir zümreyi diğer mü­minlere ibret olmak üzere, yine şehitlerden bir zümreyi de salihle-re ibret olmaları için cezalandırmıştır. Allah Teala diğerlerini kor­kutmak için böyle yapmaktadır. Bumırı ardındaki hikmetleri ise ancak O bilir.

O, meleklerden bir topluluğu da çıkararak onlarla peygamber­lere öğütte bulunmuştur. Peygamberleri yakın kılman meleklerle korkutmuştur. Sonuç itibarıyla her makamın ehlinden alttakiler için bir ibret, yine onlardan üsttekiler için de bir öğüt çıkarmıştır. Bütün bunlarda görenler için bir korkutma ve tehdit mevcuttur.

Bu husus, Allah Teala´mn şu buyruğunun tefsirinin kapsamına girmektedir: "Onlara kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat, O bundan sıyrılıp uzaklaşmıştır." (A´raf/175) Tefsir ehlinden bir alim, Bel´am b. Baura´nın hayatıyla ilgili olarak şunu nakletmiştir: Ona peygamberlik verilmişti. Meşhur rivayete göre ise, ona en büyük isim verilmişti. Helak sebebi ise, onun sıfatların­dan biriydi. Bu sıfatı, ilim ve amellerden açıklanan hususlara ilgi göstermemesiydi. Bu noktada değişik makam sahiplerinden hiçbi­ri huzurlu olamamış ve değişik hal sahiplerinden hiçbiri de kendi­si için belli bir hali sürekli görememiştir.

Allah Teala´yı bilen hiçbir kul da, hiçbir halde O´nun tuzağın­dan emin olmamıştır. O´nun "Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz" (Mearic/28) buyruğunu işittikten sonra nasıl emin ola­bilirler ki? İnsanların en cahili, emniyette değilken kendini emni­yette hisseden, en alimi ise emniyette iken dahi korku yurdu olan dünyadan ahirete göçünceye kadar korkan kimsedir.

İşte bu, karşısında hiçbir şeyin duramayacağı bir korku, hiçbir makam ve amelin denkleşemeyeceği bir makamdır. Allah Teala onu rica ve ümide denk tutmuş olmasaydı, kulu ümitsizliğe sevkederdi. Yine onu hüsnüzandan dolayı ünsiyet sevinciyle rah ati atmasaydı, ümitsizliğe dahil ederdi. Ama dengeyi koyan ve rahatlatan O oldu­ğuna göre, korku ve ümit nasıl denk olmaz, sıkıntı ve rahatlık na­sıl kaynaşmaz ki? Kuşkusuz bu, sabık bir ilme ve akıp giden bir ka­dere dayanan tam bir hikmet ve müessir bir hükümdür. Allah Tea­la diledikçe de böyle olacaktır. Allah Teala dışında hiçbir kuvvet kaynağı yoktur.

Zikrettiğimiz bu hususların şahitliğinde, ona şahit kılınan kim­senin tevhidinin müşahedesi hakkında bir ilim vardır. Bu ilmin, korku ehli için en asgari faydası, amellerine gıptayla bakmaya son vermeleri ve ilimlerine güvenmemeleri, her hallerinde Allah Tea-la´ya muhtariyetlerini samimiyetle ifade ederek bütün kaygılarını bu yönde toplamaları ve her durumda nefse aşağılayarak yaklaş­malarıdır.

Bu makamlara sahip olan bir kavim için, bu halleri böyle vaka­lardan kurtuluş vesileleri olabilir. Çünkü Allah Teala korkuyu sürprizler için bir emniyet kılmıştır. Yine onu, bu elbiseye bürünen­ler için bir şefkat ve merhamet sebebi kılmıştır. O´nun "Artık kötü­lükleri kurup duranlar, Allah´ın kendilerini yerin dibine geçirmeye-ceğinden emin midirler?" (Nahl/45) buyruğunun iki anlamından biri de bu yöndedir. Allah Teala daha sonra da şöyle buyurmuştur: "Veya onları bir korku üzerinde yakalayıvermesinden mi (emindir­ler?) Öyleyse Rabbin gerçekten şefkatli ve merhamet sahibidir". (Nahl/47)

Gerek son (=Hatime), gerekse geçmiş yazıyla (=Sabıka) ilgili korkuların sırrını açıklamamız da uygun düşmez. Çünkü bu, Zat-ı îlahi´nin hakikatmdan doğan sıfatların manalarının hakikatleri üzerine olur. Fiillerdeki bedî´iliği ve varılacak yerin inceliklerini or­taya koyan da bunlardır. Hükümleri, onları açığa çıkarana kadar döndüren de bunlardır. Haklarında kelimeler kesinleşenlere bu hü­kümler uygulanır ve sıfatlarla ilgili sırların manalanndaki paylar da verilir. Bu da bizi sıfatların batınını açıklamaya götürür. Oysa bu, ne emredilmiş bir şeydir, ne de buna izin verilmiştir. Çünkü Al­lah Teala bu bilgileri farz kılmadığı için bunlan emretmemiş, mu­bah kılmadığı için de izin vermemiştir.

Bu, kaderin sırlanndandır. Birden fazla hadiste de bunlann açıklanması menedilmiştir. Allah Teala velilerini buna muttali kıl­mamış olsaydı, "Onlan ifşa etmeyin" yasağı dile getirilmezdi. Allah Teala bu müşahede makamına yerleştirdiği bir kulu, ihbarla öğren­me halinden ve rivayetleri aktarmaktan müstağni kılar. O, herşeyi Bilen Allah Teala´nm öğreticisi olduğu faydalı ilimdir. İşte bu, Ya-ratan´m müessiri olduğu gerekli eserdir: "Kim Allah´tan korkarsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yön­den de rızıklandırır. Kim de Allah´a tevekkül ederse, O ona yeter". (Talak/2-3)

Asla silinmeyen Kitab, O´nun nurundan olandır. Asla gizlenip kaybolmayan göz de O´ndandır. Çünkü o, O´nun varlığıyla hayat bulur. Nuru da asla sönmeyen nurdur. Çünkü bu nur, O´nun ru-hundandır. O´nun ruhunda ise hiçbir sıkıntı yoktur. Çünkü O´nun ruhu saadetindendir. Asla kesilmeyen güç de O´nun ruhundandır. O yazmış ve pekiştirmiştir. Elle yazılan her kitab yaratılmıştır ve korunmaz. Dolayısıyla da kaybolabilir. O´nun ruhundan güç alma­yan her el de kesilir. Sâni´ olan Allah Teala´nm sağlam bir kalbe sun´uyla yazdığı ise kalıcı ve sağlamdır.

Zeyd b. Eşlem, Allah Teala´nm "O levh-i mahfuzdadır" (Bu-ruc/22) buyruğunu açıklarken, "Müminin kalbi" demiştir. Başka biri ise, Allah Teala´nm "Ma´mur eve" (Tur/4) buyruğunu açıklarken "Müminin kalbine" demiştir. Marifet ehlinden bir zat ise, Allah Te­ala´nm "Allah´ın yüceltilmesine izin verdiği evlerdedir" (Nur/36) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Buralarda mukarrebunun kalp­leri yükseltilir ve yaratılmışların zikri noktasında Yaratan´m sıfa­tına çıkanlırlar. Bu evlerde Allah Teala´nm ismi, vahdaniyetin "eha-diyet şahitliğinden tecrid edilmesiyle tevhid ile zikredilir.

Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Sine Kürsü, kalp ise Arş-´tır. Allah Teala ululuk ve celalini ona koymuştur. Allah Teala lütfü ve yakınlığıyla şahit olunmuştur. Müminin sinesinin, başı samedi-yet sonu ruhaniyet, ortası ise rububiyetten ibarettir. Dolayısıyla mümin, hem samedi, hem ruhani, hem de rabbanidir.

Kalbinin ise, başı kudret, sonu iyilik, ortası da lütuftur. Hali böyle olunca da, içinde ışık yanan camlı bir fener olmaktadır. O, dı­şarıdan bakıldığı zaman ışıldayan bir yıldız gibidir ki nimetler ona şahitlik eder. O; görülen, bedeni bir aynadır. Onunla zat görülür. O da onu orada bulur. Tıpkı yakin sahibi bir kalbin yakin gözüyle ay­nanın arkasındaki müşahedesinde gördüğü gibi görür. Sine Kürsü´-ye, kalp ise Arş´a şahit olur. Allah Teala da onun üzerindedir.

Alimlerin, amel ehlinde gördükleri kötü sonla ilgili alametleri açıklamalan da helal olmaz. Çünkü bunlann mükaşefesine sahip olanlar nezdinde bunun çok açık alametleri vardır. Bunları gören arifler nezdinde ise gizli delilleri mevcuttur. Ama bu alametler, Al­lah Teala´nm kulla ilgili sırlanndandır. Allah Teala bunlan nefisle­rin hazinelerine gizlemiştir. Bunlara muttali olanlar ise sınırlı sa­yıda fertlerdir.

Allah Teala, bunu gizlemiş, rahmetinin genişliği, hilm, lütuf ve yoğun örtüsüyle perdelemiş tir. Sırlann açığa döküldüğü gün bu sır­lar da ortaya çıkarılacaktır. O gün, Allah Teala´nm gazap ve hidde­tinin açığa çıktığı gündür. O gün kişinin hiçbir amelde bulunacak gücü olmayacaktır. Gücü olmayan bir ilim de ona yardımcı olmaya­caktır. Çünkü yardım izzet demektir. Kul ise o gün zelildir. Yardım­cısı da yoktur. Zira o gün yardım eden yardımı kesen, gücü veren zayıf düşürendir.

Kendine yardımı olmayacak kişinin durumu, ne kadar da kötü­dür. Onun Rabbiyle olan bir sohbeti de yoktur. Eğer Allah Teala´nm onunla sohbeti olsaydı, elbette yardım da ederdi. Yardım etseydi, onu aziz kılardı. Eğer onu dost edinseydi, düşmanını ondan kaçırır­dı. Allah Teala bu noktada şöyle buyurmaktadır: "Onların kendi ne­fislerine bile yardıma güçleri yetmez ve onlar Biz´den dostluk bula­mazlar". (Enbiya/43); "De ki: Onu göklerde ve yerde gizli olanı bil­mekte olan (Allah) indirmiştir. Kuşkusuz O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir". (Furkan/6) Allah Teala´nın bağışlaması, O´nun hik-metindendir. O´nun kullarını örtmesi ise rahmetindendir. Allah Te­ala buyurdu ki: "Ki onlar, göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıka­ran ve sizin gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da bilmekte olan Allah´a secde etmesinler diye". (Neml/25)

Bütün bu bilgiler, korkuların hakikatlerinin varlığını gerektir­mektedir. Bunlar da, Allah Teala´nın mülkünün sırrı ve melekütu-nun gizidir. Ancak kulun ölüm anında müşahede ettiği kötü sonuy­la ilgili birtakım alametleri ortaya çıkar ki bu alametler, ariflere gizli kalmaz.

Yaşayanlar için de kötü sonlarına ilişkin bir takım alametler vardır ki bunlar mükaşefe ehli tarafından bilinirler. Bu ilim de, Zat-ı İlahi´nin müşahedesindeki mükaşefe makamlarından bir makama yerleştirilen kimseye mahsus olan bir ilimdir. Bu, Allah Teala´nın kalp ehlinden bazılarım muttali kıldığı gaybi sırlardandır. Ancak-keşifler de muhtevalarına göre farklılık arzeder. Mesela ahiret ma­nalarının keşfi olduğu gibi dünyanın batini yönlerinin keşfi de ola­bilir. Yine hükümlerin zahirleri üstündeki Örtülü hususların haki­katlerine muttali olmak da bu keşiflerdendir. Bütün bunlar, mele-kûtun sırlarından ve ceberûtun keşflerine dair m an alarm dan dır.

Bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kader, Allah´ın sırrıdır, onu yaymayın". Bu hitab, kaderin keşfedildiği kimselere yöneliktir. Başka bir rivayette ise "O, Allah´ın perdesidir, onu açmayın" lafzı yer almaktadır. Bu ise, kaderin henüz keşfe dilmediği kimselere yönelik bir hitabdır. Bu, hakkında soru sormanın yasaklandığı bir sahadır.

Bu da Allah Teala´nın şu buyruğu altına girmektedir: "Hakkın­da bilgin olmayan şeyin ardına düşme". (İsra/36) Bu nehiy, mükel­lef kıhnmadığm şeylerin bilgisine ulaşmaya çalışma ve kendi ame­linle ilgili kılınmayan ve sana havale edilmeyen şey hakkında soru sorma, anlamındadır. Çünkü bu tür bir bilgiyi öğrenmesi halinde kişiye yararı olmayacaktır. Kişiye yararı olacak şey, ancak hüküm ve sebeplerle ilgili ilimdir. Çünkü onun yürüyeceği yollar bunlardır.

Allah Teala müminlere hitab ettiği gibi peygamberlere de böyle hitab etmiş ve bütün ailesini kurtaracağını vaadeden Rabbine kar­şı "Oğlum, benim ailemdendir. Senin vaadin de haktır" (Hud/45) sö­zünü sarfeden Nuh´a (as) şöyle buyurmuştur: "Ey Nuh, o kesinlik­le senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmış­tır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi Ben´den isteme." (Hud/46) Yani senin yapacağın bir amel kılmadığım ve sana hava­le etmediğim bir hususta Bana talepte bulunman ve dua etmen uy­gun değildir. Bunun üzerine Nuh (as) Rabbinden bağış ve merha­met niyaz etmiştir.

Kul Ölüm anında, yani ömrünün son saatinde gözündeki perde­nin de kaldırılmasıyla birçok sima görür. Bunlar, Allah Teala´nın dışında ilah edinilen veya Allah´a ortak koşulan ilahların simaları­dır. Bunların hepsi de dünyanın süsü ve aldatmacasıdır. Eğer ku­lun kalbi, bu simalardan birinin yanında durur veya bunlardan bir kısmı ona süslü gelir ya da kalbi bunlardan herhangi birine kayar­sa, son nefesi bunun üzerinde noktalanmış olur. Canı da işte bu şe­kilde kuşku ve şirk üzereyken çıkar. İşte kötü son (=sû-i hatime) budur. Bu, aynı zamanda ruhların yaratıldığı anda kulun defterine geçmişte yazılmış olan nasibidir.

Ebedler ve ezellerde, kainatın hareketine başlamadan önce sa­dece ruhların varolduğu süreçte herkesin defterine sonu yazılmış­tır. Ruhlar işte orada aldatmacaya şahit olmuş ve bu aldatmacalar­la beraber durmuşlardır. Bedenler yaratılmadan ve varlık alemin­de ortaya çıkıp kalıpların dökülerek ruhların perdelenmesinden, aklın şahitliğiyle kaim kılınmalarından önce bu aldatmacalar, ruh­ların kalplerine yalanları daha da artarak işlenmiştir. Ama beden­ler evveliyetin şahitliğiyle aşikar olmuş, kayyumiyyet manasıyla varolmuş, Cami´ olan Allah Teala´nın bu sıfatıyla cemedilmiş sonra da dünyaya dağıtılmışlardır.

Ayrılık anında ise buluşma sürecinde şahitlik ettikleri ve so­nunda ilk başta söyledikleri sözü itiraf etmişlerdir. Ruhları da, şa­hitlik ettikleri şey üzere bedenlerinden ayrılmıştır. Bu da bedenlere refakat eden ruhların daha önce idrak ettikleri geçmiş yazgının haber verilmesidir. Bu anlamda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Rahimlerin meleği nutfeyi eline alır ve şöyle der: Ey Rabbim, er­kek mi yoksa kız mı, sağlam mı yoksa sakat mı olsun? Rızkı nedir? Eseri nedir? Ahlakı nasıldır? Sonra Allah Teala onu meleğin elinin üstünde yaratır. Allah Teala ona şekil verdiğinde melek, ´Ey Rab­bim ona saadetle veya bedbahtlıkla can üfle´ der".

İşte bu nedenledir ki ruh, bedene girdiği hal üzere ondan ayrı­lır. Eğer o, Allah Teala´nın merhametine yakın kılman mukarrebun zümresinden ise, onun için rahatlık, mutluluk ve Naim cennetleri vardır. Eğer kitabı sağ taraftan verilenlerden ise, ona ´ashab-ı ye­minden selam var" denilir.

Eğer yoldan çıkmış yal ani ayıcılardan ise ateşle ve kıvılcımlarla karşılanır. Tıpkı Allah Teala´nın buyurduğu gibi: "Başlangıçta sizi yarattığı gibi döneceksiniz. Bir kısmına hidayet verdi, bir kısmı da sapıklığı haketti". (A´raf/29-30); "İlk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski haline) iade edeceğiz". (Enbiya/104); "Eğer Biz dile­miş olsaydık, her bir nefse kendi hidayetini verirdik. Ama Ben´den ´Andolsun cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamıyla doldura­cağım´ sözü hak olmuştur". (Secde/13); "Ama Biz´den kendisine gü­zellik geçmiş bulunanlar, işte onlar (cehennemden) uzaklaştırıl­mışlardır". (Enbiya/101); "Gerçek şu ki, Rabbinin kelimesi üzerle­rinde hak olanlar, işte onlar inanmazlar". (Yunus/96); "Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık". (A´raf/179); "Üstelik onların, bunun dışında da yapmakta oldukları ameller vardır. Onlar bunun için çalışmaktadırlar". (Mü´minun/63); "Oysa, onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah´tan kendileri için açığa çıkmıştır". (Zümer/47); "Gerçek şu ki kulluk eden bir top­luluk için bu (Kuran´da) açık mesaj vardır". (Enbiya/106)

Yukarıdaki ayetler ve benzerleri insanların geçmiş yazgıları ve son hatimeleri hakkında varid olmuştur. Bunlarda gayblerin sırla­rı ve anlaşılması güç hususlar mevcuttur. Bunlar ehli için, arşın şe­refelerine ve a´rafa yükselme için çıkış işaretlendir.

Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Birini elli yıl tevhid üzere ola­rak bilsem ve bir direk mesafesi kadar ondan uzak kalsam da o kimse bu esnada Ölse, onun tevhid üzere öldüğünden kesin olarak emin olamam. Çünkü o esnada kalbinin nasıl çevrildiğini bilemem. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Sıddıklar, her hareketlerin­de, her düşünüşlerinde ve teşebbüslerinde kötü sondan korkarlar. Onlar daima Allah Teala´dan uzak kalmaktan korkarlar. Oysa on­lar, Allah Teala tarafından övülmüş kimselerdir. Onlar, yürekleri ürperen kimselerdir. Yine o, şöyle derdi: Bir sıddıkın korkusu, an­cak kötülüklerden korktuğu kadar iyiliklerden de korkmaya başla­dığında sıhhatli olur. Onun bir sözü de şudur: Korkunun en üst mertebesi, Allah Teala´nın sabık ilmindeki hükmünden korkmak ve sünnete aykırı bir hareketten küfre götüreceği endişesiyle sakın­maktır. Ebu Muhammed´in konuyla ilgili diğer bir sözü de şöyledir: Tazim korkusu, geçmiş yazgı korkusunun terazisidir.

Ariflerden bir zat şöyle derdi: Şehadet ev kapısında, İslam üze­re ölüm oda kapısında olsa ben şehadetle ölümü seçerdim. Kendi­sine "Niçin?" diye sordular. O da, ´Çünkü oda kapısıyla ev kapısı arasında geçen surede kalbime başka bir müşahedenin doğmasın­dan ve tevhidimi değiştirmesinden korkarım´ dedi.

Züheyr b. Nuaym el-Bani´den şunu naklettiler: En büyük ta­sam, günahlarım değildir. Ben, benim için bana günahlardan daha ağır gelen birşeyden korkarım ki o da tevhidi imanımın benden alı­narak başka bir hal üzere ölnıemdir". İbni Mübarek, Ebu Lehi´a ka­nalıyla Bekr b. Sevade´den şunu rivayet etti: Bir adam insanlardan uzak duruyor ve nerede olursa olsun tek başına kalıyordu. Ebu´d-Derda (ra) geldi ve adama sordu: Allah rızası için bana söyle, seni insanları terketmeye sevkeden nedir? Adam şu cevabı verdi: Far­kında olmaksızın dinimin elimden alınmasından korkuyorum.

Bunun üzerine Ebu´d-Derda şöyle dedi: Semtte senin korktu­ğundan korkan yüz kişi görebiliyor musun? Bu sayı, giderek azaldı ve sonunda ona düştü. Bu olayı Şamlılardan birine anlattığımda bana, ´O adam -sahabeden- Şurahbil b. Samt´tır dedi." Ebu´d-Der­da Allah üzerine yemin ederek şöyle diyordu: Ölüm anında imanı­nın çekip alınmayacağından emin olan hiçkimse yoktur ki o anda imam kendinden alınmasın.

Ulemadan bir zat şöyle derdi: Tevhid kime nasip olursa, kema­liyle nasip edilir. Kimden de menedilirse, tamamıyla menedilir. Çünkü tevhid, kişinin benliğinde parçalara ayrılmaz. Süfyan-ı Sevri (ra) ölüme yaklaştığı zaman ağlayıp sızlamaya başladı. Kendisi­ne, ´Ey Ebu Abdullah, sana ricacı ve ümitvar olmak düşer. Çünkü Allah Teala´nm affı, senin günahlarından daha büyüktür5 dendi. Bunun üzerine, ´Acaba ben günahlarıma mı ağlıyorum? Eğer tev-hid üzere öleceğimi bilseydim, dağlar büyüklüğünde bile olsun gü­nahla Allah Teala´nm huzuruna varmaktan çekinmezdim´ dedi.

Bir defasında da şöyle demişti: Günahlarım bundan daha hafif­tir. -Sonra yerden kum tanesi alarak gösterdi-. Ama ömrümün so­nunda tevhidin benden alınmasından korkuyorum. Süfyan-ı Sevri (ra) korku ehlinin ileri gelenlerinden biriydi. O kadar ki korkusun­dan idrarı kanlı gelirdi. Kimi zaman da korkusundan hastalık ge­çirirdi. Bir defasında kanlı idrarını yazıcılardan birine gösterdi ve şöyle dedi: İşte bu, ruhbandan birinin idrarıdır.

Süfyan-ı Sevri (ra) Hammad b. Seleme´ye iltifat ederek şöyle derdi: Ey Ebu Seleme, benim gibiler için affı ümit eder misin? -Ya da benim gibisi mağfiret ümit eder misin?- Hammad da ona şöyle derdi: Evet ümit ederim. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Sonumun saadetle noktalanacağını kesin olarak bilmem, benim için güneşin üzerine doğduğu bütün hayatımı Allah yolunda geçirmiş olmam­dan daha sevimlidir.


Konu Başlığı: Ynt: Korku Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 01 Ocak 2010, 19:00:13
İhvanımızdan biri de sadıklardan biri hakkında şunu nakletti: Bu kimse, korku ehlindendi. Birgün yoldaşlarından birine şöyle de­di: Bana ölüm geldiğinde başucumda otur. Beni iyice inceledikten sonra bana bak, eğer tevhid üzere öldüysem git ve bütün malları­mı satarak onunla badem ve şeker al, sonra da onları şehrin çocuk­larına dağıt ve çocuklara ´Bu, bugün kurtulan zatın ziyafetidir5 de. Eğer tevhid üzere Ölmediğimi görürsen, o zaman bütün insanlara tevhid üzere ölmediğimi bildir ki cenazemi görerek aldanmasmlar. Cenazemde sadece beni basiret üzere sevenler bulunsunlar ki ar­dımdan riyakarlar gelmesin. Böyle yaparsan müslümanları kan­dırmış olurum.

Bu vasiyeti alan zat şöyle der: Peki, senin tevhid üzere Öldüğü­nü nasıl bileceğim? Bunun üzerine o zat, bazı ölülerde ortaya çıkan alameti söyledi. -Bu alameti burada açıklamak istemiyoruz-. Vasi­yet edilen anlatmaya devam ederek şöyle dedi: Ölüm anında onun başucunda duruyor ve ona bakıyordum. Sonunda ruhunu teslim et-

ti. Ben de emrettiği gibi onu inceledim ve mutlu son alametini gör­düm. Tevhid üzere Ölmüştü. Ruhu bu şekilde feyiz bularak beden­den ayrılmıştı. Vasiyetini emrettiği şekilde yerine getirdim. Bu olaydan sadece yakın alim dostlarıma sözettim.

Görüldüğü gibi kul, hayatında ne kadar kötülük yaptıysa hepsi de kendisine ayrılık anında hatırlatılacak ve ömrünün son anında hepsini müşahede edecektir. Eğer kalbinde bu kötülükleri güzel gö­rür ve nefsiyle onları arzulayarak onların yanında duruşa bunlar -az da olsalar- onun ameli olarak hesap edilecek ve sonu da bunlar üzere olacaktır. Aynı şekilde yaptığı iyilikler de kendisine hatırlatı­lacak ve müşahede etmesi sağlanacaktır. Eğer kalbi onlarla bera­ber olur veya bundan hoşlanırsa, amel olarak bunlar hesap edile­cek ve bu da onun mutlu sonu olacaktır.

Yukarıda sözlerini naklettiğimiz taifeden bir zat, Allah Tea­la´nm "O ki ölümü ve hayatı sizi sınamak için yarattı" (Mülk/2) buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Yani O sizleri hayattay­ken hatırınıza günahları getirip kalplerinizi çevirmek suretiyle sı­narken, ölüm anında da sizi tevhidden saptırma haliyle sınamak­tadır. Her kimin ruhu tevhid üzere çıkarsa, o sınavı atlamış ve bü­tün belaları aşarak Rabbine kavuşmuş olur ki gerçek mümin odur. Bu da Allah Teala´nm şu buyruğunda olduğu gibi güzel sınavdır: "Müminleri, kendinden güzel bir sınavla sınamak için (böyle yap­tı)". (EnfaI/17)

İlimlerden çıkarılan bütün bu esaslar, korku ehlinin Allah Tea­la´nm kendi haklarındaki bilgisinden korkmalarını gerektirmiştir. Onlar bu esasları gördükleri için kendi güzel amellerine bakmak­tan vazgeçmişlerdir. Çünkü onlar Rablerini hakkıyla tanıyan kim­selerdir. Onlardaki bu korku da bizatihi sevaptır. Çünkü bildikleri­ni iyi bilmekte ve bildiklerini istemekten uzak durmaktadırlar. On­lar ilim üzere her tür kuşku ve kusurdan uzaklaşmışlardır. Onlar, Allah Teala´nm haklarındaki ilminden korkmanın da O´nun bir ni­meti olduğunu açıkça görmüşlerdir. Bu da onlar için bir makam ol­muştur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Korkanlar ara­sında olup da Allah´ın kendilerine nimet verdiği iki kişi", (Mai-de/23) Bu ayetin tefsirinde, sözkonusu nimetin korku olduğu söy­lenmiştir.

Ashab-ı yemin için yukarıda anlattığımız zümrenin altında baş­ka makamlar da sözkonusudur. Suç korkusu, kazanç korkusu, azap tehdidi korkusu, cezalandırılma korkusu, emirlerde kusur etme korkusu, hadleri aşma korkusu, ziyade sevaptan mahrum edilme korkusu, uyanıklığın gafletle perdelenme korkusu, amelle geçen çalışma süresinden sonra fetret ve soğuma korkusu, kararlılıktan sonra azmin zayıflama korkusu, tevbeyi bozmak suretiyle ahdi çiğ­neme korkusu, tevbeye yol açan fiille tekrar sınanma korkusu, is­tikametten sonra tekrar eğrilme korkusu, şehvete alışma korkusu, hüccetten sonra heva ve dünya düşkünlüğüne dönme korkusu, Al­lah Teala´nm geçmiş günahlarına bakarak çirkin fiillerinde onları görmesiyle onlardan yüz çevirme ve gazap edilme korkusu. Bütün bunlar marifet ehlinin korkularmdandır. Bunların bir kısmı, bir kısmından daha üsttedir. Bunlardan kimileri, kimilerinden daha büyük korku sahibidirler.

Denir ki: Arş, kainat büyüklüğünde ışıldayan bir mücevherdir. Kul için vecdin bulunduğu hallerden hiçbir hal yoktur ki onun bir benzeri kulun halinin sureti olarak Arş´a işlenmesin. Kıyamet gü­nü gelip de kul hesaba çekilmek üzere dikildiğinde, arşın üzerinde­ki suret kendisine gösterilir. Orada kendisini dünyadaki hali üzere görür ve bu müşahedesiyle de yaptığı fiili hatırlar. O anda tarife sığmayacak bir haya ve titremeye kapılır. Denir ki: Allah Teala bir kuluna marifet verip de ona bununla muamele etmediği zaman, on­dan bu marifeti çekip almış olmaz. Bilakis onu kendisinde bırakır ve kulu bu marifeti mikdannca hesaba çeker. Ama ondan bereketi kaldırarak ziyade sevabı keser.

Allah Teala kendisine bir nimet verip bu nimetle hayır işleme­sini sağladığı bir kulunu hevasıyla imtihan edip de yaptığı amelle övünerek daha Önce yaptıklarını unutması ve onları tekrarlamak­tan korkmaması yüzünden zemmederek şöyle buyurmuştur: "Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattınrsak, kuşkusuz ´Kötülükler benden gidiverdi´ der. Çünkü o, çok şımarıktır, böbürlenendir". (Hud/10) Kulun korkularından biri de, nifak korkusudur. Selef-i Salih´ten olan sahabe (ra) ve Tabiu-n´un ileri gelenleri nifaktan çok korkarlardı.

Rivayete göre Huzeyfe fra) şöyle derdi: "Allah Resulü fsav) dev­rinde bir kişi bir kelime söylediğinde bu yüzden Allah´ın huzuruna varıncaya kadar münafık olurdu. Oysa ben, benzeri sözleri sizden günde on kez duyuyorum". Yine o şöyle demiştir: "Kalbe öyle bir sa­at gelir ki imanla dolar ve nifak için iğne deliği kadar dahi yer kal­maz. Yine kalbe öyle bir saat gelir ki tamamen nifakla dolar ve iman için iğne deliği kadar bile yer kalmaz".

Allah Resulü´nün (sav) sahabileri, tabiilere şöyle derlerdi: "Sizler, öyle amellerde bulunuyorsunuz ki, onları kıldan daha kü­çük görüyorsunuz. Bizler bu amelleri Allah Resulü (sav) devrinde büyük günahlardan sayardık". Bu ifadenin başka bir rivayetinde ´helak edicilerden=mûbikât" lafzı yeralmaktadır. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Nifaktan uzak olduğumu bilmem, bana üzerine güneşin doğduğu bütün varlıkların benim olmasından daha se­vimli gelir.

Denir ki: Nifaktan ancak şu üç tabakada yeralan müminler sıy­rılabilirler: Sıddıklar, şehitler ve salihler. Bunlar; Allah Teala tara­fından övülerek üzerlerindeki nimetin kemale ulaşacağı bildirilmiş ve gerek imanlarındaki kemal, gerekse hakiki yakinlerinden dola­yı peygamberlerin makamlarına çıkarılacakları haber verilmiş zümrelerdir. Denildi ki: Kim nifaktan emin olduğunu düşünürse o münafıktır. Alimlerden bir zat şöyle derdi: Nifakın alameti, kişinin kendi yaptığı amelin benzerini başkalarının yapmasından hoşlan­maması, zorbalık tezahürlerini sevmesi, hak ve adalet tezahürleri­ne ise kızmasıdır. Kendinde bulunmayan bir sıfattan dolayı övül­düğünde bundan hoşlanması da nifak alametidir.

Nifakın alametleri sayılamayacak kadar çoktur. Bunların sayı­sının yetmiş olduğu söylenmiştir. Allah Resulü´nün (sav) hadisi bunlardan dördünü belirlemektedir ki bunlar nifakın en bariz ala­metleridir. Diğer alametler bunların dalları mesabesindedir.

Allah Resulü fsav) buyurdu ki: "Dört şey vardır ki her kim bun­larda bulunursa namaz kılıp oruç tutarak müslüman olduğunu id­dia etse bile katıksız münafıktır. Onu terkedinceye kadar kendisin­de nifakın bir şubesi bulunacaktır: Konuştuğunda yalan söyler. Va-adettiğinde uymaz. Emanet verildiğinde ihanet eder. Mahkemeleş-tiğinde facirlik eder". [60] Başka bir rivayette ´Anlaştığında bozar ifa­desi de bulunduğu için alametlerin sayısı beşe yükselmektedir. Bir adam İbni Ömer´in (ra) huzuruna girerek şöyle demişti: Biz­ler emirlerin meclisine gidiyor ve sözlerinde onları tasdik ediyoruz. Yanlarından çıktığımızda ise onlar aleyhinde konuşuyoruz, buna ne dersin?´ dedi. O da şöyle dedi: Allah Resulü (sav) devrinde bizler bunu nifak sayardık. İbni Ömer´den (ra) başka bir vasıtayla şu olay nakledilmiştir: O, bir adamın Haccac´ı tenkit ettiğini ve sövdüğünü duymuştu. Ona şöyle dedi: Ne dersin, Haccac şu an burada olsa, söylediklerini yine söyleyebilir miydin? Adam, ´Hayır dedi. Bunun üzerine İbni Ömer (ra), ´Allah Resulü (sav) devrinde biz bunu nifak sayardık´ dedi.

Bundan daha ağırı şu olayda görülmektedir: Bir topluluk Hu-zeyfe´nin (ra) eşiğine oturarak onu bekliyorlardı. Bu arada onunla ilgili bir şey konuşuyorlardı. Yanlarına çıktığı zaman, kendisinden haya ederek sustular. O da, ´Konuşmanıza devam edin´ dedi. Ama onlar susmaya devam ettiler. Huzeyfe (ra) bunun üzerine, ´Allah Resulü (sav) devrinde biz bunu nifak sayardık´ dedi. Daha da vahi­mi, Hasan el-Basri´nin (ra) görüşüdür. O nifak konusundaki görü­şünü şöyle açıklardı: İç ile dışın, dil ile kalbin ve girişle çıkış halle­rinin farklı olması nifak alam eti erindendir.

Nifakın incelikleri ve şirkin gizli noktaları, tevhidin eksikliğin­den ve yakini imanın zayıflığındandır. Bunlar da müminler için Al­lah Teala´nın gazabını çekmesi bakımından endişe kaynaklan teş­kil etmişlerdir. Bundan dolayı amellerin boşa çıkması da büyük bir korku kaynağıdır.

İbni Mesud (ra) bu noktada şöyle derdi: Kişi evinden çıkarken beraberinde dini olmasına rağmen dönerken beraberinde dini na­mına hiçbirşeyi olmayabilir. Yolda biriyle karşılaşıp ona ´Siz, siz´ derken karşılaştığı başka birine ´Sen, sen´ demiş olabilir. Belki bu ondan bir şeyi götürmemiş olabilir. Ancak Allah Teala, bu hareke­tine hiddetlenmiş tir. Çünkü o, bilmediği birini aklamış veya zemmi hakeden birini övmüş olabilir. Kulun kalp ve dilinin farklılaşması da nifaktandır. Çünkü bu, Allah Teala´nın gazabını celbeden bir davranış şeklidir.

Bütün bu korkuların üzerinde, iman nimetinin çekilip alınma korkusu yeralır. Müminin kalp hazinesinde bulunan bu nimet, ta­mamen Allah Teala´nın tasarrufu altındadır. O, bu nimetini dilediği şekilde var ettiği gibi, dilediği zaman da çekip alabilir. Bu nime-t, bağışlanmış bir hibe olup O´nun keremiyle baki kılınıp kılmma-yacağı kimse tarafından bilinmez. Veya o, Allah Teala tarafından size verilmiş bir emanet ya da ödünç de olabilir. Hikmet ve adaleti gereği de onu sizden isteyip alabilir. Her halükârda Allah Teala iman nimetinin hükmünü bizden gizlemiş ve onun akıbetini sade­ce kendine saklamıştır.

Ariflerden bir zat şöyle demiştir: İmanın kat´iliği ancak son ana onunla ulasılmasıyla bilinebilir. Başka biri ise, O ne kadar da teh-likelidir!"demiştir. Ebu´d-Derda da (ra) yemin ederek şöyle demiş­tir: İmanının çekilip alınmayacağından emin olan hiç kimse yoktur ki, imanı ondan alınmasın. Sonra Huzeyfe´nin (ra) sözünü ettiği an da dikkate değerdir: "Kalbe öyle bir an gelir ki nifakla dolar ve iman için iğne deliği kadar bile yer kalmaz". Eğer ölüm bu ana rastlarsa ve kişinin son anı bu şekilde olursa, ruhu nifak üzere çık­mış olmaz mı?

Kalpler, şüphe ve şirk sahalarında işte böyle çevrilip döndürü­lür. Kişinin bu tür bir hali, onun ölüm anma rastlarsa, bu onun Rabbi´ne kavuşmasmdaki hatimesi yani sonu olur. Bu halin hatime olarak adlandırılması, kişinin son uğraşının ve ömrünün son anı­nın bu olmasından dolayıdır. Bir şeyin Katimi, onun sonudur. Bu manada Allah Teala´nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Ve hatem-i enbiya idi" (Ahzab/40) Yani peygamberlerin sonuncusu. Bir benze­ri de şu ayet-i kerimedir: "Onun hitamı misktir". (Mutaffifîn/26) Ya­ni kadehin sonu, tortu değil misktir.

İman ilminde ziyadenin kesilmesi korkusu da önemli korkular­dan biridir. Başlangıç bilgisiyle yetinilerek bu derecede bırakılma endişesi müridlerin birçoğunda mevcuttur. Ulemadan bir zat bu hususta şöyle demiştir: Allah Teala bir kuluna bir marifet/bilgi ver­diğinde eğer ona o bilgiyle muamele etmezse, bu bilgi ondan çeki­lip alınmış olmaz. Aksine o bilgi sözkonusu kul için aleyhte bir de­lil olup Allah Teala onun mikdarına göre o kulunu hesaba çekecek­tir. Bu, ancak o kişiden ziyade ilmin kesilmesi demektir ki onun kalbini katılaştırır ve gözyaşlarını akıtır.

Bu da, ancak kemal ve tamam ehli tarafından bilinen bir eksik­liktir. Çünkü Allah Teala kendi huzurunda kula yarayacak şeyi ondan mahrum etmekte, ona da aldanacağı ve halk nezdinde fitneye kapılacağı şeyi vermektedir. Zira yüzdeki göz mülkten olup dünya içindir. Kalpteki göz ise, melekûttan olup ahiret içindir.

Malik b. Dinar şöyle demiştir: Tevrat´ta şunu okudum: Kulun nifakı kemale erdiğinde kul gözlerine hakim olur ve istediği zaman ağlar. Selef-i Salih, nifak gözyaşlarından Allah Teala´ya sığınırlar­dı. Bu, kul için her türlü ağlama kapısının açılması, zillet ve huşu kapısının ise kapanması demektir.

Allah Teala bu tür gözyaşına örnek olarak şöyle buyurmuştur: "Ve akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler". (Yusuf/16)

Selef şöyle derlerdi: Nifak huşû´undan Allah´a sığının. Onlara, ´O da nedir?´ diye sorulduğunda şöyle derlerdi: Kalp katı iken gö­zün ağlamasıdır. Gerçekten de, göz katılığına rağmen kalp yumu­şaklığının verilmesi, kul için kalp katıyken gözyaşları verilmesin­den daha hayırlıdır. Kalbin yumuşaklığı, kalb ehline göre onun hu­şu, korku, zillet, inkisar ve alçakgönüllüğüdür. Bunlara sahip olan kul için, ağlamasını engelleyen bir halin bulunması zararsızdır. Ama kul için tercih edilen; gözyaşlarını akıtmasıdır. Bu bir fazilet­tir. Her kime de gözyaşı verilmiş ve kalp huşû´u, zilleti ve teslimi­yeti verilmemişse, bu onun için bir tuzaktır. İşte menetme ve fayda etmemenin hakikati de budur.

Gözyaşı, genel olarak akli ilimlerde olur. Yakinin müşahedesiy-le oluşan tevhid ilminde ise gözyaşına yer yoktur. Çünkü o, vahda-niyyetin deliliyle güçlenir ve kişiyi kudret ilmine taşır. İşte orada kuvvetin içe çekilmesiyle gözden yaşlar taşar. Allah Teala, gözyaşı­nın ihlasla dökenlerin huşû´larmı arttırdığım beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Çeneleri üstüne kapanıp ağlıyorlar ve bu onların huşularım arttırıyor". (İsra/109) Gözyaşları bizim kibir ve Övüncü­müzü arttırıp kalpte huşu doğurmadığım gördüğümüzde şunu bil­meliyiz ki bu gözyaşı tamamen yapmacık ve gururlanmak içindir. Çünkü nefislerin birçok gizli afeti vardır.

Korkuların en üstte yeralam ise, geçmiş yazgılar ve sonlarla il­gili korkudur. Bu çerçevede ariflerden bir zat şöyle derdi: Gözyaş­larını ve tasam, günahlarım ve azgın şehvetlerimden dolayı değil­dir. Çünkü onlar, benim ahlakım ve sıfatlarımdır. Benim gibi biri­ne de zaten başkası yakışmaz. Hüzün ve kederim ise kısmetimin nasıl olduğu hususundadır. Paylar taksim edildiğinde acaba benim payım neydi? Kullara bağışları dağıtıldığında benim hisseme aca­ba ne düştü? Acaba kısmetim nasıldı? O´ndan uzaklık mı?" Daha önce de zikrettiğimiz bu husus, peygamberlerin varisleri olan alim­lerin en büyük korkularından biridir. Peygamberlerin bedelleri, takva ehlinin imamları, kuvvet ve metanet sahibi bu insanlar da en çok bundan korkmuşlardır.

Ebu Muhammed´e (ra) şu soru sorulmuştu: Allah Teala kulla­rından herhangi birine miskal ağırlığında korku verecek mi? O da şu cevabı verdi: Müminlerden öyleleri vardır ki onlara dağ ağırlı­ğında korku verilir. Bunun üzerine, ´Onların halleri nasıldır? Yer­ler, uyurlar ve hammlarıyla yatarlar mı?´ diye sorarlar. O da, ´Evet, bunları yaparlar. Müşahede onlardan asla ayrılmaz, sığınma yeri de onları gölgeler dedi. Bu cevap üzerine, Teki korku nerede?´ diye sorarlar. O da şu cevabı verir: ´Korkuyu kudret perdesi hikmetin inceliğiyle taşır ve kalp de, beşeri sıfatlarla harekette perde altın­da saklanır. Böyle bir kul, peygamberler gibidir1.

Durum, aynen söylediği gibidir. Çünkü tevhidin hareketlerde müşahedesinde hikmet onu hükümleri yerine getirmesiyle kaim kılar. Bu böyledir. Zira, kalpteki iman nuru çok büyüktür. Eğer kal­be zahir olursa, bedeni ve ona temas eden herşeyi yakabilir. Ancak o, faziletle örtülmüş, ilimle perdelenmiş tir. Ta ki hükümler yerine getirilsin, onlarda hareket ifa edilsin. Zaten bir şeye kıyam etmek, kader ve sıfatlar noktasında gayelerin yerini alır. Çünkü nurlar isimlerle perdelenmiş tir. İsimler fiillerle perdelenmiş tir. Fiiller ise hareketlerle perdelenmiş tir. Hareket, kudretle açığa çıkar. O ise arkasında gayb bulunan bir husustur.

Aynı şekilde hikmetle tasarrufta bulunmak, imanın nurundan açığa çıkar. îmanın nurları ise gaybm ardında gizlenmiştir. Arifler­den bir zat bu konuda şöyle demiştir: Eğer müminin siması Allah´ın nezdinde halka açıkça gösterilseydi, insanlar Allah´ı bırakarak ona taparlardı. Eğer onun kalp nuru dünyaya görünseydi, arz üzerinde hiçbir şey onun karşısında duramazdı. Kudreti, kudret tezahürle­rini ve sebeplerini hikmetiyle örten Allah Teala her türlü kusurdan münezzehtir. Bu da O´nun hilm ve merhametinin bir göstergesi, kullarını menfaatleri için Kendi yoluna sokmasıdır.Übey b. Ka´b´m kıraati de müminin nurunu Allah Teala´nın nu­ruyla özdeşleştirmektedir.Eğer müminin nuru O´nun nurundan çı­kıyor olmasaydı, buradaki kıraatin değiştirilmesi caiz olmazdı. Sehl (ra) şöyle demiştir: Korku, akla muhaliftir. Haşyet vera, işfâk ise zühddür. O şöyle demişti: Korku cahile girdiği zaman onu ilme çağırır. İlme girdiğinde onu zühde çağırır. Amellere girdiğinde ise onları ihlasa çağırır. Yine o, şöyle demiştir: İhlas öyle bir farizadır ki ancak korkuyla elde edilir. Korku ise, ancak zühd ile elde edilir.

Korku, mükafaata uygun bir haldir. Çünkü onun avamın kalp­lerine girmesi, onları haramdan çıkarırken havasın kalplerine gir­mesi de onları vera ve zühde dahil eder. Çünkü kişi korku sahibi ol­duğunda haram ve riyayı terkeder. Sehl´in (ra) bir başka sözü de şudur: Kalbinde Allah korkusunu görmek isteyen kimse, sadece he­lal yesin. Rica ve ümit ilmi, ancak korku sahiplerine uygun düşer. O, bir başka yerde de şöyle demiştir: Korku erkek, muhabbet ise di­şidir. Kadınların çoğunun muhabbete davet ettiğini görmez misin? O, bununla şunu kasdetmiştir: Korkunun rica ve ümide üstünlüğü, erkeğin kadına üstünlüğü gibidir. Durum, aynen onun söylediği gi­bidir: Korku alimlerin hali iken rica ve ümit amel ehlinin halidir. Alimin abide üstünlüğü ise, ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.

Bu meyanda Allah Resulü´nden (sav) şu hadis rivayet edildi: "İlim sahibinin fazileti, bana amel sahibinin faziletinden daha se­vimli gelir. Dininizin en hayırlı olanı vera´dır". Şunu biliniz ki alim­lerin taşıdıkları korku, avamın zihinlerinde canlandırdıkları vehim­lerden çok farklıdır. Onların korkusu, kaygı, yanma, sıkılma ve ah­vali etme şeklinde değildir. Çünkü bunlar, ah ü vah edenlerin kalp­lerinden geçen hatırlar, haller ve vecdlerden ibarettir. Arifler züm­resinden olan sufilerin bir kısmının muhabbet hallerindeki vecdle-ri, ilimle hiç alakası olmayan şeylerdir. Onların bu esnadaki yan­maları ve ah ü vahlan alimlerin korkusu gibi de değildir. Alimlerin nezdindeki korku, sahih ilim ve sadık müşahedeyi ifade eden bir kavramdır. Kula ilmin hakikati ve yakinin sıdkı verildiğinde o kul korku sahibi ´Hâ´if olarak adlandmlır. İşte bu nedenledir ki Allah Resulü (sav) insanlar içinde en çok korkandı. Çünkü O, ilmin haki-katma sahipti. O, insanların Allah Teala´dan en çok korkanıydı. Çünkü Allah Teala´ya akmlıkta son noktaya varmıştı. O´nun hali, sekine ve vakar haliydi ve her iki makamda birden bulunmaktaydı.

O bütün hallerinde sağlamlık ve metanet sahibiydi. Kaygı, sız­lanma, ah ü vah ve serzeniş asla O´nun hallerinden değildi. O, ya­ratılmışların hepsinden katlarca fazla ilim ve akıl sahibiydi. O´nun kalbi, bütün insanlara açıktı. Onlara karşı sabırlı olması için de yüreği genişletilmişti. Allah Resulü (sav) bir bedevinin yanında be­devi gibi olur, çocuğun yanında çocuk gibi hareket ederdi. Kadın­larla oturduğunda da onlara göre hitap ederdi.


Konu Başlığı: Ynt: Korku Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 01 Ocak 2010, 19:03:44
O, ilimlerinde onlara yaklaşır, insanlara akıllarına göre konu­şurdu. Dolayısıyla hepsi de O´nunla kaynaşabilir, söylediklerinden paylarını alırlardı. O´nun bu hikmetli ve hoşgörülü davranışlan sa­yesinde insanlann gözünde çok büyümez ve her dilediklerini O´na sorabilirler, kendisiyle kaynaşabilirlerdi. Allah Resulü´nün (sav) yaratılış özellikleri yüzünden O´nun vecdlerine bir giysi giydiril­mişti. Bu O´na zorlama ve yapmacıkhk olmaksızın verilmiş ilahi bir vergi olarak herşeyi Bilen ve Hikmet Sahibi olan Allah Tea­la´nın bir lütfuydu.

Allah Teala işte bu sebeple O´nu Kendi ahlakıyla vasfetmiş ve bu vasfıyla övünerek "Muhakkak ki sen, çok yüce bir ahlak üzere­sin" (Kalem/4) buyurmuştur. Bu ahlakın, rubûbiyet ahlakı olduğu söylenmiştir. Bir başka tefsirde ise, izafetle okunmuş, böylelikle Al­lah Teala´nın isminin azametinin O´nun hal ve nasibinden bir şeyi açığa çıkarmaması temin edilmiştir.

Bu O´nun metanetini ve akıl sahiplerinin faziletini ortaya koy­maktaydı. Allah Resulü (sav) adaletinin hakİkatmdan dolayı ilim adına hiçbir şeyi isteyenlerden esirgemezdi. O, zühd, huşu ve teva-zusundan dolayı hiç bir şeyde gösterişe kaçmazdı. Gücünün fazla­lığı, ilminin derinliği ve hikmeti, O´nu bunlara sahip olduğunu ka-nıtlarcasma davranmaya sevketmezdi. İmtihan ehli arifler de, Al­lah Resulü´nün (sav) sünnet ve yolu üzere vasfe dil mislerdir. Çünkü onlar, peygamberler zümresine en çok benzeyenlerdir.

Marifet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Halkı kendi ilmi seviye­sinde görmek isteyen ve onlara kendi akli düzeyinde hitap eden kimse, onlara kendi üzerindeki haklannı esirgemiş ve Allah Tea­la´nın onlarla ilgili haklarını ifa etmemiş olur. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: İnsanlara bütün bildiğini anlatan ve kendi payını onlara açıklamaya çalışan kimse imam olamaz. Yahya b. Muaz şöy­le derdi: Kimseyi yoldan çıkarma ve ona ilmi olmayan şeyle hitab etme. Aksi halde onu yormuş olursun. Ona ancak kendi nehrinden su ver ve kendi bardağıyla su içir. Ulemadan bir zata ´Arif, halktan uzak durur mu?´ diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: ´Uzak dur­maz ama soğuk olabilir. Kendisine, ´Peki ondan uzak durulur mu?´ diye sorulduğunda, ´Ariften uzak durulmaz, ancak onun heybetin­den çekinilir1 dedi.

Korkunun, ilmin hakikati için konulmuş bir kavram oluşunun delili, Übey b. Ka´b´m "Onun kendilerine azgınlık ve küfür zorunu kullanmasından endişe ettik" (Kehf/80) ayetiyle ilgili kıraatidir. Onun kıraati, "Rabbin o ikisine .... korktu" şeklindedir. Yahya b. Zi-yad en-Nahvi bu ayetin manasını şöyle vermiştir: "Rabbin ... bildi". O şöyle demiştir: Korku, Allah Teala´nm isimlerindendir. Allah Te-ala en iyi bilendir. [61]


Korkunun Anlamı Hakkında Başka Bir Açıklama:



Korku aynı zamanda manevi isimlerdendir. Onun varlığı zıddmın yokluğunu gerektirir. Kalpte dünya halleriyle ve uhrevi hususlarla ilgili bütün emniyet hislerinin yokedilmesi durumunda, kul Allah Teala´nm tuzağından asla emin olamaz. Bu tuzak, dünyevi hüküm­lerin şekillendirilmesinde, kalpler, nefisler ve şehvet cazibelerinin çevrilmesinde, alışkanlıkların tahrikinde görülebilir. Kalbinde kor­kuyu hisseden kul, hiçbir örf ve alışkanlığa teslim olmadığı gibi hiçbir şekilde kendi kurtuluş ve beraetinden de emin olamaz. İşte bu korku halidir. Kul, bütün bu hususlarda emniyet hissini yitir-mesiyle korkan (=hâ´if) olarak adlandırılır.

Bu, Araplar´da yaygın olarak kullanılan bir isimlemedir. Arap, bir şeyden emin olamadığı zaman, ´Şundan endişe ediyorum´ der. Birşey hakkındaki bilgisi kesinleştiği zaman da ´Şundan korkuyo­rum´ der. Ulemadan bir zata şöyle denir: ´Her halinde korkan arifin durumu nedir?´ Dedi ki: ´Çünkü o, Allah Teala´nm kendisini bütün hallerinden sorumlu tutacağını bilir".

Korku ehli için bundan sonra da belli yollar, endişe verici bir korkuya, sızlamalı bir titreyişe, sıkıcı bir endişeye ve yakıcı bir tit­remeye yöneltme sözkonusudur. Bunlar, imamların seçilmiş ve fa­ziletli yollarının aşırılıklarıdır. Bu yollarda, yükselme ve helak ol­ma ihtimalleri mevcuttur. Seçkin alimler ve tanınmış zevat bunlar hakkında nakilde bulunmuşlardır. Bu yollara ancak bazı zahidler ve abidler girebilmişlerdir. Ariflerden bir kısmı için de bu yollar ar­zu edilmiştir.

Bu yollar, alimler hakkında faziletli görülmemiştir. Ariflere gö­re bu yollarda rekabet edilmez ve bunlara gıpta edilmez. Çünkü bunlar, sülük yollarından helak sebeplerine düşürebilecek haller­dir. Ariflerin bu yolları arzu etmeleri, sadece onları tanıma ve mut­tali olma gayesiyle sınırlıdır. Fakat bazıları, kaybolmak ve ah ü vah etmek için bu yollara yönelmişlerdir. Ancak bunlar avamın ka­falarında daha meşhur, daha ilgi çekici ve umum için daha korku­tucudur. [62]


Korkuların Açıklaması Hakkındadır:



Şunu bilin ki korkunun sekiz farklı taşma yeri vardır. Korku, kalp­ten taşarak bu sekiz noktaya ulaşır. Korku bunlardan hangisine ta­şarsa, istisnaları dışında korku sahibi bu taşkınla helak olur.

Kalpteki korku, merare´ye taşabilir. Merare, derinin en ince ta­bakası olup tenin alt kısmıdır. Korku, kalpten bu kısma taştığı za­man onu yakarak kulu öldürür. Baygınlık, şok ve çehrenin değiş­mesiyle Ölen bu kimseler, amel ehlinin en zayıflarını oluştururlar.

Korku, kalpten beyine sıçrayabilir. Bu durumda aklı yaktığı için kul divane haline gelir. Sonunda korku hali onu terkettiği gibi makamı da düşer.

Korku, kalpten taşarak akciğeri kaplayabilir. Bu durumda ciğe­ri delerek yeme, içme isteğini tamamen yokeder. Beden zayıf düşe­rek kansızlık başlar. Bu da aç kalan ve sararıp solanların halidir.

Korku, karaciğere de taşabilir. Bu durumda sürekli hüzün ve kedere yol açar. Bu haldeki kul, uzun düşüncelere dalar ve unut­kanlık başlar. Bu halde uyku ihtiyacı biterken uykusuzluk had safhaya çıkar. Bu, korkuların en faziletli sidir. Korkunun bu tü­ründe, ilim ve müşahede sözkonusudur. Bu korku, amel ehlinin korkusudur.

Korkunun bir türü de, omuzların üstündeki etli kısımları ´Fari-sa´ zedeler. Farisa kelimesiyle ilgili bir hadis-i şerifte, Allah Resu-lü´nün (sav) omuzlar üstündeki etten hoşlandığı belirtilmiştir. Omuzlar üstündeki et (=antrikot), hayvanın en yumuşak ve en tat­lı yeridir. Korkunun bu türünde titreme ve dengesiz davranma emareleri görülür.

Korku, kalpten çıkarak aklın üzerine çökebilir. Bu durumda ak­lın hakimiyetine son verir. Tıpkı güneşin ortaya çıkmasıyla ay ışı- . ğının sönmesi gibi. Aslında ay ışığı da melekûtun hazinelerinden biri olarak gizli bir şekilde görünmektedir. Bu durumda kişinin ak­li faaliyeti zayıflar ve aklın zaafiyetinden dolayı vücut haraketleri de dengesini kaybeder. Kul, aklına yeterince hakim olamadığı için kararlı davranamaz. Çünkü vücudun organları, hikmet ve ibda ge­reği dağınık görünseler de aslında tek bir şeydirler. Onları topla­yan, Allah Teala´mn iradesiyle harekete geçen latif kudretidir. İn­san bedenin alt kısmı, en üstüne bağlıdır. En üstü olan akıl, denge­sini yitirince alt kısmı da dengeyi yitirir.

Bedenin organlarından birine dert ve derman ulaştığında diğer­leri de ondan yakınır ve medet umarlar. Bu halde bulunanlar da fa­ziletle anılmışlar ve ilim sıfatına dahil edilmişlerdir.

Korkunun bu yoluna ulemanın büyüklerinden ve kalp ehlinin ileri gelenlerinden bir çoğu girmiştir. Tabiun arasında birçok zat bunlar arasında yeralmıştır. Rebi´ b. Haysem, Üveys-i Karani, Zü-rare b. Evfa ve benzeri seçkin zevat bunlardandır.

Bu hal, Sahabe için de yadırganacak bir hal değildi. Ömer (ra) ve İbni Mesud (ra) buna örnek gösterilebilir. Mesela Ömer b. Hat-tab (ra) baygınlık geçirir ve deve gibi böğürerek yere düşerdi. Bu hal Said b. Cüzeym´de de görülürdü. Bu zat, Allah Resulünün (sav) zühd sahibi ashabından ve ordu emirlerindendi.

Ömer (ra) onu Şam´a vali olarak göndermişti. Ömer´e (ra) onun zühdü ve aşırı yoksulluğu anlatılır, o da valiyi bu aşırılığından do­layı kınardı. Kimi zaman ailesinin geçimini temin etmesi için yüz, dörtyüz dinar gönderirdi. O ise bu parayı askerlere dağıtırdı. Bu olay, uzun bir kıssada anlatılmıştır.

Bir defasında Şamlılar Ömer´e (ra) mektup göndererek valinin durumunu anlatmışlardı. Vali, meclisinde otururken kendisine baygınlık geliyordu. Şamlılar, valinin aklına bir afet gelmesinden endişe ediyorlardı. Çünkü böyle bir durumla daha önce karşılaşma­mışlardı. Ömer (ra) valisiyle karşılaştığı zaman meclisinde yaşa­dıklarını sordu. O da, müşahedesinde bulduğu vecdi ona haber ver­di. Bu vecd, ahval sahibi sufîlerin vecdlerindendi. Durumu anlayan Ömer (ra) valiyi mazur gördü. Çünkü bu, onu ancak hayır bakımmdan daha güçlendirirdi. Valisine izzet-i ikramda bulundu ve fazile­tini takdir etti. Şamlılara da bir mektup yazarak şöyle dedi: ´Onu anlayışla karşılayın ve kendi halinde bırakın´.

Güçlüler güçlüsü, en büyük hidayet rehberi ve alemlerin Rab-bi´nin elçisi Hazret-i Muhammed de (sav) kendisine vahiy inerken bayılırdı. Vahiy alma esnasındaki bu hali, akli dengesini tamamen ortadan kaldırır, bulunduğu yeri unuttururdu. Yüzü ve teninin rengi değişir, kış gününde vücudundan yağmur gibi ter boşalırdı. Ancak bu durum, sadece vahiy alma ve Ruhiilkudüs´ün ona inmesi hallerinde görülürdü. O kalbinin içini etkisi altına alırdı.

Vahiy dört şekilde gerçekleşir. Bunlardan ikisi bitişik (=Vahy-i muttasıl) ikisi de ayrık vahiy (Vahy-i munfasıl) şekildedir. Allah Resulü´ne (sav) inen vahiyler ilk iki şekilden biri gibidir. Ayrık va­hiyler ise, Allah Teala´yı hakkıyla bilen, gören kalp ve hazır şahit­lik ehli zatlar için sözkonusudur. Bunları açıklamak uzun sürer. Ayrıca bunları, ancak bu yola girenler, hakkıyla şahit olanlar bilir ve şahit olurlar.

Bunlara olduğu gibi teslimiyet tasdikiyle inanan müminler için de bir nasip mevcuttur. Ama bu, mukarrebun zümresinden üç ma­kama sahip olanlara mahsustur ki bu makamlar marifet, muhab­bet ve korku makamlarıdır. Üstteki dört vahiy şekli dışındaki va­hiyler bu üç makam sahipleri için on şekilde olur.

Bu makamların sahiplerine gelen vahiy ve ilhamlar; hatır, vecd, şahitlik, hal ve makam şekillerinde olabilir. Bu, vahyin iki türü dı­şındakiler için tamamlık sıfatıdır. îkisine gelince, onlar, diğer in­sanlar için haram olup peygamberlere mahsusturlar. Bunların ilki, vahiy meleğinin Allah Teala´mn kelamının suret ve sesinde ortaya çıkmasıdır. Allah Resulü (sav) Cebrail´e (as) kendi suretinde yüzü­nü eğmeksizin bakmış ve bayılıp kalmıştır. Hamza, Hamran b. A´yün´den şunu nakletti: "Allah Resulü (sav) Hakka suresinden bir ayet okudu ve bayıldı". Allah Teala da bir ayet-i kerimede şöyle bu­yurmuştur: "Ve Musa bayılarak düştü". (A´raf/143)

Korku, kalpten taşarak nefse ulaşabilir. Ona ulaştığında ise şehvetleri yakarak, alışkanlıkları imha eder ve beşerî tabiatı bas­tırarak heva kıvılcımlarını söndürür. Korku türlerinden biri ve en üstünü olan bu korku, marifet ehline göre en muteber olan korkudur. Bu korkuyu taşıyanlar, korku ehlinin en üstünleri ve bu ma­kamın en kıymetli sakinleridir. Bu korku, peygamberlerin ve sıd- . dıkların korkusudur. Şehitler zümresinin havassı da bu korkuya sahip olabilirler. Korku sahibinin, bunun da üstünde gıpta edebile­ceği bir sıfat yoktur. Arif olanın da bunun ötesinde sevinç duyabile­ceği bir hal yoktur.

Bu sınırları aşan korku, meşru haddini ve mikdarını aşmış bir korkudur. Çünkü korku, şehvetleri yakıp arzuları tamamen sildi­ğinde kulda hiçbir şehvet ve arzu bırakmamış olur. Eğer kul, kor­kunun sınırını aşma halinden uzak duramazsa, bu korkusu onu üç noktaya düşürebilir ki bunların en hayırlısı, korkunun nefse sira­yet ederek onu tamamen yakmasıdır. Bu durumda, kulun ölümüy­le kendisi için bir şehadet sözkonusu olur. Ama ilim ve müşahede erbabı korku ehli nezdinde bu durum hoş görülmemiştir. Şu var ki ulemadan bir zat bu hususta şöyle demiştir: Bedrin şehitleri, vec-diyle ölenlerden daha fazla ecre sahip değildirler.

Her halükârda bu gibi sıfatlar, zayıf müridlerin sıfatlarıdır. Çünkü yakin sahibi alimler için yakin hakkındaki her şehadetle-rinde bir şehid sevabı sözkonusudur. Üstte anlattığımız korkunun sonuçlarından ortanca olanı; korkunun beyne yükselmesi ve onu aşağı indirmesidir. Bu durumda aklın düğümü çözülecek ve insa­nın tabiatı aklın çözülmesi sebebiyle dengesiz hale gelecektir. Bu da beraberinde karakterlerin bozulmasını getirecektir. Sonuçta sa­rı yanarak siyaha dönüşecek ve kişide, hezeyan, divanelik, vahla-ma ve benzeri haller başgöstereçektir. Çünkü beyin cansızdır ve akıl için bir mekandır.

Akıl, onun üstünde birleştirilmiş ve ona sabitlenmiştir. Karak­terler karıştığında tutuşacakları için, bunlardan çıkan kıvılcım be­yine ulaşıp onu da yakarak eritecektir. Mekanı beyin ve kafatası­nın içi olan aklın yerini ve etkinliğini güçlü olan kalbin parıltısı alacaktır. Kalbin parıltısı, yükselen güneş gibidir. Yükselen güne­şin yeri üst semadır, ışıkları ise arza düşmektedir. Aynı şekilde akıl da böyledir. Yeri beyindir ve gücü de kalp üstündedir. Bunun ters döndüğü durumda, akılsızlık ve şaşkınlık sözkonusudur. Bu yüz­den de alimler bu durumu mekruh görmüşlerdir.

Bu hal, muhabbet makamındaki bazı muhibbanm başına gel­miştir. Bu hale düşmeleriyle birlikte bunun vecdiyle vaveyla koparmışlardır. Onlardan kimisi, bu halin kalpleri üzerindeki etkisinden korkarak bunların arasından ayrılmış ve onu diğerlerine anlatmış­lardır. Ebu Muhammed Sehl (ra) herşeyin azıyla yetinip aç kalan ve katı bir hayat sürenlere şöyle derdi: Akıllarınıza sahip olun. Çünkü aklı eksik biri Allah´ın velisi olamaz.

Yukarıda ifade ettiğimiz ve ikisini açıkladığımız noktalardan geri kalan üçüncüsü, korku sınırlarının çiğnenmesinde en kötü ola­nıdır. Bu hal, korkunun son derece güçlenip derinleşerek, ihsan, kerem ve cömertlik gibi ahlak ilmiyle göğüslenmediği takdirde rica ve ümidi tamamen silmesidir. Çünkü makamı dengeli tutan ve ha­lin sıkıntılarını gideren bu tür faziletlerdir.

Bu türden bir korku kulu, Allah Teala´mn rahmetinden ümit kesmeye, O´nun rahatlatmasını umut etmemeye götürebilir. Onla­rın bu müşahedeleri, kendilerini akıl kıstasıyla adalet ve hak dü­şüncesine sevketmiş ve Allah Teala´mn kerem sıfatına ve gizli lü-tuflarma dair bilgileri çiğnemelerine yol açmıştır.

Bu da onları kendilerinin kazanma fikrine sapmaya sevketmiş-tir. Onlar, hükümde sebeplerin etkisine dayanırken güç ve kudret­te kendi nefislerine yönelmişlerdir. Böylelikle haklarındaki tehdidi kesin ve kaçınılmaz olarak isbat etmiş olmaktadırlar. Çünkü onlar, merhametli hüküm sahibi olan Allah Teala hakkında kendi akılla-rıyla yargıda bulunmuş ve O´nun iradesine hiçbir gönderme yap­mamışlardır. O´nun kudretine asla teslim olmamış, kendi kötü sı­fatlarının hepsini kuşatan güzel sıfatlarından herhangi biriyle ümitvâr olmamışlardır. İşledikleri kötülükler önlerine çıkarak on­ları, Evvel ve İhsan Sahibi olan Allah Teala´dan perdelemiş tir.

Onlar, sırf O´nun ihsanı ile kötülük yaptıklarını ve kendileri hakkındaki sabık ilmiyle sınırı aştıklarını asla görememişlerdir. Halbuki içine düştükleri şu halleri hakkında yazgıyı yazan Kalem hiçbir zaman onların eline geçmemiştir. Eğer Allah Teala kahir kudretini ve ceberûtunu izhar etseydi, onların hallerini size olduğu gibi gösterir ve söylediklerimizin sıhhatini isbat etmiş olurduk.

Yukarıda anlattığımız korkuların büyük çoğunluğu Basralılar, Abadanlılar ve Askerilerde bulunmaktaydı. Çünkü onlar, Kade-riyye mezhebindeydiler ve lütuf, İlahi iradenin havalesi ve istitâ-atm (=güç yetirme, muktedir olma) öne alınması gibi fikirlere sa­hiptiler.

Amr´m çevresindekilerden oluşan Amriyye, îbad´m çevresinde olan îbadiyye, Hişam el-Futi ve İbni Ata el-Gazali´nin çevresinde bulunan Futiyye ve Atviyye ve kaderin yarısını inkar eden Temi-miyye bunlardandır. el-Menziletü beyne´l-menzileteyn (=Büyük gü­nah sahibi ne mümindir, ne kafir olmayıp ikisi arasında bir yerde­dir), iki kudret sahibi tarafından güç yetirilme, iki fail tarafından yapılma gibi fikirlere sahip olan Menaziliyye (=Mutezüe) de bunlar­dandır. Bu insanlar, sebeblere dayanma ve kesbin ezeliliği gibi be­lalara müptela kılınmışlar, bu da onları Vehhab ve Mukaddir olan Allah Teala´dan uzaklaştırmıştır.

Emniyet fikri ve aldanma belalarından kaçan bu kimseler, bu ikisinden daha büyük bir afete, ümitsizlik ve yeise kapılmışlardır. Sonuçta da çok korktukları büyük günahların içine düşmüşlerdir. Bunların durumu, münkeri inkar etmek için imamlara kılıç çeken Hariciler´e benzemektedir. Münkeri inkar emeye çalışan bu insan­lar, sonunda münkerin en kötüsüne düşmüş, imamları tekfir ede­rek sultana itaati reddetmiş ve küçük günahlardan dolayı ümmeti küfürle itham etmişlerdir. Bu, kötü bidatların en kötüsüdür. Bunu çıkaranlar da, cehennem ehlinin köpekleridir.

Üsttekilerin durumu Mutezile´nin durumuna benzer. Mutezile, tevhid ehlinin cehenneme girmeyeceğini söyleyen Mürcie´nin yo­lundan kaçarak tevhid ehlinin cehenneme gireceğini ve fasıklarm cehennemde ebedi kalacaklarını söylemiştir. Böylelikle de Mür-cie´nin sınırını aşarak onlara ilavede bulunmuşlardır. Mürcie de Ehli Sünnet´in yolunu aşarken bir yandan da onlardan eksik kal­mıştır.


Konu Başlığı: Ynt: Korku Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 01 Ocak 2010, 19:07:11
Şeyhimiz Ebu Muhammed (ra) şöyle derdi: Bidat ehlinin tama­mı, sultana isyan etmeyi, ümmete kılıç çekmeyi savunur ve imam­ları küfürle itham ederler. Hiç kuşku yok ki korkunun bu üçünGÜ-şekli, korkunun sınırlarının aşılmasında görülen en zararlı yakla­şımdır. Çünkü bu, Allah Teala´nm koyduğu sınırları ve O´nun emir­lerini çiğnemektir. Allah Teala herşey için belli bir ölçü koymuştur. Her kim Allah´ın koyduğu sınırları çiğnerse, kendine zulmetmiş olur. Rica ve ümitte samimiyet göstererek korkunun bunlarla den­gelenmesi, Allah Teala´yı hakkıyla bilmenin gereklerindendir.

Bir şeyin sınırlarını aşmak, onda eksik davranmak gibidir. Mü­min, gerçek anlamda korku ile ümit arasındaki dengeyi kuran insandır. Kişiyi ölüme götürebilecek veya aklını başından alabilecek derecedeki bir korku, Allah Teala´nm rahmetinden ümit kesmekten daha hayırlıdır. Çünkü ikincisi, ilmi silmekte, makamı bitirmekte ve kişiyi büyük bir günaha itmektedir.

Korkunun ilk iki makamında keşfe dair ne ilim, ne de müşahe­de mevcut değildir. Bu iki makamda ortaya çıkan, sadece vecdin şiddetidir. Kişi, bu tür bir korkunun acısıyla hayatını veya aklını kaybedebilmektedir. Ancak kul açısından her ikisi de Kureb ehlinin (=keder ehli) özellikle de meleklerin korkusu mesabesindedir. Çün­kü onlar, ruhanilerin yakın kılınanları gibi makamlarda intikal edemezler. Bu hususta şöyle bir haber nakledilmiştir: Kureb ehli meleklerden yaşayan insanlar kadar bir topluluk her gün Arş´m al­tından çıkarlar.

Bunlar Allah Teala´yı görme şevkiyle kaygılanan ve kederler ta­rafından horlanan meleklerdir. Hepsi de yüceler yücesi Allah´a na­zar etmek istemektedir. Ama O Kerim´in simasının nurları, bu me­lekleri yakar. Zavallı melekler, lambaya düşen kelebekler misali yanarak kavrulurlar. Ama ertesi gün yine aynı sayıda melek, aynı gaye ile Arşin altından çıkar. Bunların çabalan," Kıyamet´e dek sü­rer. Herbiri, gökleri ve yeri bir avucunda toplayabilecek kadar bü­yük olan bu melekler O´nun kudretinde silinip giderler.

Melekler müminler gibi makamdan makama intikal edemezler. Her melek için belli bir makam vardır ve bu makamdan başka bir makama geçemez. Ancak bulundukları makamdan Kıyamet´e dek sonsuz güç ve destek alırlar. Bu^güç, insanların tümünün aldığın­dan çok daha fazladır, O-üçi´eri korkularına tahammül ederken kor­kutucu olan Allah Teala´nm sıfatının müşahedesinde de korku ve ´sıfatları sebat eder. Aşırı derecedeki bu korkuları, onları ölüme gö­türdüğü halde tamamen de öldürmez. Çünkü onlar, özel güçlere sa­hiptirler ve ahirette belirlenmiş olan belli ecellerine kadar da ölüm­den korunmuşlardır. Kimi aklını kaybederken, kimi de kalpten ah ü vah edebilir. Kimisi de divanelikleri içinde feryad eder. Kıyamet gününe kadar da canları tehlikeye düşmez. Aralarında bazı melek­ler vardır ki öyle bir korkuyla korkmuştur ki Kıyamet gününe dek bir daha o korkuya yüzünü çevirmediği gibi aklı da bir daha o nok­taya dönmez. İçlerinde öyle feryad edenler vardır ki, bu feryatları Sur5 a üfurüleceği ana kadar devam eder.

Meleklerden birçoğu Melik ve Cebbar olan Allah Teala´mn kela­mını işittikleri anda şoka girerler. Kalplerindeki ürperti sona erdi­ğinde Allah Teala´ya daha yakın perdelerden bakan ve daha yüksek mertebelerde yeralan ruhani meleklere, mesela Cebrail, İsrafil ve Mikail´e (as) ´Rabbiniz ne buyurdu?´ diye sorarlar. Muhabbet ve ün-siyet sahibi olan ve nazar ve metanet sahibi bulunan bu melekler de, ´Hakkı buyurdu, muhakkak ki O çok Yüce ve en Büyük´tür´ derler.

Korku sahibi bu meleklerin benzerleri, ihlaslı müminler arasın­da da mevcuttur. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte onlar için bilinen bir rızık vardır". (Saffat/41) Alimler arasın­da güçlü olanlar, basiret ve metanet sahipleri olarak ecirleri hesap­sız verilen sabır sahipleri gibidirler.

Yakin sahiplerinin alimleri ise, yakin makamları arasında bu makamların hükümlerine göre sürekli yer değiştirir, korku maka­mından rica makamına geçerler. Onlar bu makamlarda da gereken hükümleri yerine getirdikleri zaman, daha üstteki rica makamına yükseltilirler. Yükseldikleri rica makamı, daha önce bulundukları ri­ca makamından daha hayırlıdır. Kimi zaman da bir korku halinden daha değerli ve üstün olan başka bir korku haline yükselirler. Son­ra korku makamlarından iştiyak ve arzulama haline intikal ederler.

Titreme ve yanma hallerinden huzur ve zillet haline geçerler. Endişe halinden ünsiyet ve kaynaşma haline yükselirler. Uzaklık, yalnızlık ve korku halinden rıza, muhabbet ve ümit haline intikal ederler. Bu, onların kendi makamında durup kalanlara üstünlüğü­dür. Avamdan ve kendi içine kapanıp kalan, kendi gölgesiyle yeti­nerek daha uzun gölgeleri aramayanlar üstün makamlara yüksel­tilmezler.

Müminler arasında korku sahibi olanlar, meleklerin kurubileri yani kederlileri gibidirler. Muhibban zümresinden rica ehli olanlar da, mukarrebun zümresinin ruhanileri gibidirler. Rica ve ümidin esası ve üstünlük sebebi Allah Teala´yı hakkıyla bilenler nezdinde-dir. Ricanın yüceliği, korkunun yüceliğine eşitlenir ve bünyeyi den­gede tutarak iki makam arasında itidale hükmeder.

Bu noktaya ulaşanların kalplerinde, korkutucu sıfatlardan her­hangi birinin müşahede etmeleri halinde korkudan hiç bir iz belir-mez ki onun karşısında ricanın yüceliğinden bir iz ortaya çıkmasın.

Bu da latif ahlakın en bariz esaslarından biri olup onları rahatlatır. Kalplerine hiçbir korku hissi gelmez ki onun karşısında bir rica ese­ri doğmasın. Onlar da buna yaslanırlar. Böylelikle sıfatları dengele­nir ve Zat-ı İlahi´nin kemalinden dolayı O´nun sıfatlarının tezahür­lerinden herhangi birini gördüklerinde makamları da itidal kazanır.

Böylelikle kalpleri de, korku ile rica arasında adil bir terazinin dili, ya da bir sıfatın müşahedesi karşısında iki kanadı arasında dengeyle uçan bir kuş gibi olurlar. Bela ve nimetin zuhuru halinde gereken davranış korku ve ricayı birlikte yüklenmektir. Sonunda ümit korkuya hakim olacak ve her ikisi kalbin genişlik ve kudreti­ne taşarak orada kaybolacaklardır. Çünkü kalp, güçlüyle güçlü, ge­nişlikle geniş ve kudretli ile kadirdir.

Tasa, her iki manadan da ayrılır ve münferidin müşahedesine vakıf olur. Ona hükmeden de kendisini müfred kılan husustur. Bu meyanda Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğu zikredilebilir: "Alla-hım, Seninle güçlenir, Senin sayende söyler ve Senin verdiğin güç­le hücum ederim".[63] Şehadeti yüce ve ilmi engin olan Allah Resulü (sav) başka bir duasında da şöyle demektedir: "Allahım, Sana Sen´den sığınırım".[64]

Bunun bir benzeri de şu ifadesidir: "Allah dışında herşey batıl­dır[65]Bunlar, beka makamındaki bir insanın vecdlerinin ifadesi­dir. Fena, Baki ve Muğni olan Allah Teala´mn buyruğunun işitilme­sine o noktada engel olmuştur: "(Arzın) üstündeki herşey fanidir. Rabbinin Zatı ise bakidir". (Rahman/26) Bu meyanda çok meşhur olan Kudsi bir hadis de şöyledir: "Semam ve arzım Bana dar geldi. Beni sadece şükreden, yumuşak ve hoşgörülü kulumun kalbi içine alabildi".

Yukarıda özetle anlattıklarımızı ve sembolik olarak ifade ettik­lerimizi açıklayıp şerhetmek uygun düşmez. Selef ulemasından bir zat şöyle demiştir: Mümine giydirilebilecek en güzel elbise, huşu içinde sükunet, boyun eğiş içinde zillet elbisesidir. Bunlar korku­nun iki halidir. Bu elbise peygamberlerin, özellikle de evliyanın alimlerinin elbisesidir.

Lokman (as) oğluna öğütte bulunarak şöyle demiştir: "Ey oğ­lum, Allah Teala´dan öyle bir korkuyla kork ki, bu korkuna rağmen O´nun rahmetinden ümidini kesme. O´ndan öyle bir rica ile ümit-var ol ki bu ümidine rağmen O´nun tuzağından emin olma".

Daha sonra bunu tefsir ederek şöyle demiştir: "Mümin, iki kalp­li gibidir. Bunlardan biriyle korkarken diğeriyle ümit eder". Bunun anlamı şudur: Mümin, iki müşahedesinden kaynaklanan iki sıfat sahibi gibidir. el-Mümin, el-Evvel ve eş-Şahid sıfatlarını taşıyan yüce Allah da, tutup kavrama, ezme, izzet ve intikam alma gibi korkutucu sıfatlara sahiptir.

Kul, iman ettiği Rabbinde bu gibi sıfatlara şahit olduğunda, O´nu bu tür sıfatlarla bildiği ve bu sıfatlar kendisine tecelli ettiğin­de O´ndan korkar. Ama bilinen birşey daha vardır ki o da, kendisi­ne ülfet duyulan Allah Teala´nm kerem, yumuşaklık, merhamet ve lütuf gibi sıfatlara da sahip olduğudur. Kalp, O´nun bu sıfatlarına şahit olduğu zaman da ricacı ve ümitvâr olur.

Sonuç itibarıyla O´nun korkutucu ve ümitlendirici sıfatlarını müşahedesinden dolayı hem korku, hem de ümit sahibi olur. Neti­ce itibarıyla iki kalpli gibi olur ve biriyle korkarken, diğeriyle rica ve ümit sahibi olur. Aslında her ikisi de tek bir kalpte bulunan iki şahitlikten ibarettir. Çünkü bu ikisi tek bir kalbin iki ayrı makamı­dır. Zira o, tek bir korkutucu ve tek bir ümitlendiriciye iman etmek­tedir. Lokman´m (as) öğüdünün açıklaması da budur. Yakin sahibi müminin sıfatı da böyle olmalıdır. Şu var ki korku sahibi, bu halin kendisine baskın çıkmasından dolayı korku ehli olarak vasfedilir. Çünkü korkuya dair müşahedesi daha güçlüdür. Rica da onun ma­kamında mevcuttur, ama baskın değildir. Öte yandan rica sahibi de müşahedesinden dolayı rica halinin baskın çıkması sebebiyle böyle vasfedilmiştir. Ancak onun bu makamında da korku mevcuttur.

Korku saçan Allah Teala´nm son haddi, rica ve ümit telkin eden alemlerin Rabbi´nin son sınırı yoktur. Şehid, yakin sahibi, alim ve yakın kılınmış kula gelince, o her iki sıfatla da vasfedilebilir. Çün­kü korku ve rica onda dengelidir.

O, bu ikisinin eşitliğiyle birlikte her ikisiyle de tanınır. Daha sonra kendisine bu sıfatlardan herhangi biri tam ve kesin olarak galip gelirse, bu son sıfatıyla anılır. Diğer iki sıfat ise bunun kapsamına girerler. Mesela bir kişiye ´Sıddık´ denildiği zaman, o kim­senin sıdkta hakikate erdiği anlaşılır. Dolayısıyla ona, önce ´Muh­lis´, ardından ´Arif demeye gerek yoktur. Çünkü o, ilimde zaten derinlik kazanmıştır. Bu yüzden de sadece ´Sadık=Sıddık´ demek yeterlidir. Daha sonra ´Mukarreb=yakın kılınmış´ denilir. Çünkü o, Allah Teala´nm yakınlığına şahit tutulmuş ve O´na yakın ol­muştur.

Bu noktada, ´Aınil=ainel sahibi´ denmesine gerek yoktur. Çünkü bunların hepsi de kemal isimleri ve tamamlık halleridir. Bu dere­celere ulaşmış olan bir kul, bu hallerden herhangi birini belirtme ihtiyacı hissetmez. Herhangi bir sıfatla da tavsif edilmez. Mesela korku sahibi veya rica ehli diye anılmaz. Çünkü bunların her ikisi de kendisinde dengeli olarak mevcuttur. Korku ve ümit ona taşmış­lar, sonra da onun kalbinde erimişlerdir. Bir kişi hakkında, ´Arif, Yakın kılınmış veya Sıddık´ dediğiniz zaman, bunun kapsamına o kişinin, ´Muhib, korku sahibi, amil ve ümit ehli´ oluşu kendiliğin­den girer. Yine bir kişi ´Haşimi´ dediğiniz zaman ´Kureyşli veya Arap´ demenize gerek kalmaz. Çünkü her ´Haşimi´ Arap´tır ve Ku-reyş kabilesine mensuptur. Daha sonra aynı kişiyi tamamlayıcı bir sıfatla vasfedebilirsiniz. Mesela ´Haseni veya Hüseyni´ diyebilirsi­niz. Bu durumda da ´Haşimi, Kureyşli veya Ali´nin soyundan´ oldu­ğunu belirtmenize gerek yoktur. Ancak herhangi biri için ´Arap´tır ya da Haşimi´dir, Kureyşli´dir, Ali´nin soyundandır dediğiniz za­man onun bilinebilmesi için namını belirtmeniz gerekir. Bu da ne­sebin nihai noktası olur. Böyle biri ´Hüseyni´ olmayabilir. Yine Ali´nin soyundan olmayan bir Haşimi veya Haşimi olmayan bir Ku­reyşli olabilir. Kureyşli olmayan bir Arap da olabilir. Bu durumda onun hasebini bildiren sıfatın da zikredilmesi gerekir.

Bir kişi hakkında ´Arif, muhib, mukarreb-yakın kılınmış veya sıddık´ denildiği zaman, bu isimleme bütün makamlardaki kemal ve tamamhğı ifade eder. Tıpkı birine ´Haseni=Hasan´m soyundan´ denilmesi gibi. Bu da tam bir isimdir. Neseb olarak da bütün nesep­lerin üstünde yeralan yüce bir neseptir.

Marifet makamı, ancak yakin gözüyle ve tevhidin şahitliğiyle sıhhat bulur. Yakin makamında nefsten hiçbir eserin kalmaması ve halktan da tevhid şahitliğinde hiçbir görüşün olmamasından sonra Ruhani olunur. Nefsin yakinde fena bulmasıyla ise Rabbani olu­nur. Yaratan´m huzurunda ise tevhid Önceden bulunur.

Arif, hallerden belli biriyle anılmaz. Çünkü o, bütün halleri ku­şatmıştır. Aynı şekilde belli bir makamla da amlamaz, çünkü bütün makamları aşmıştır. Arif isminin hakiki manası, onun marufu bili­yor olmasıdır. O, her türlü sonda ve fazilette vasfedilmiş tir. Kendi sınıfından olmayanlar nezdinde ise garip bir kapalılıktır. Eğer on­lara bilinirse veya onu tanırlarsa arif değildir.


Konu Başlığı: Ynt: Korku Makamının Şerhi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 01 Ocak 2010, 19:10:18
Bazıları arif hakkında şöyle demişlerdir: Arif, herşeyi bilen, kendisini tanıtmayan kimsedir. Denildiki: Arif, bilen ama başkala­rı tarafından bilinmeyen kimsedir. Çünkü o, ruhani ve rabbani bir insandır. Üç makam vardır ki bunlara kıyas edilemez ve misal ve­rilmez. Kim bunlara kıyasta bulunursa hata etmiş, kim de bunlar­la misal verirse sadece iddia etmiş olur. Bu makamlar, peygamber­lik makamı, marifet makamı ve mahbub makamıdır. Muhabbet makamını Muhibban kitabında muhabbet makamım şerhederken açıklamıştık.

Bunlar korku ehlinin yolları ve ariflerin sıfatları hakkındaydı. Bu iki zümrenin mensupları, Allah Teala´ya yakınlıkta ve yaklaş­mada farklı derecededirler. O´na yakın olma ve yaklaştırılma nok­tasında da farklı yüksekliktedirler. Bilinme ve bildirme noktaların­da da farklı üstünlüklere sahiptirler. Şehitlerden yakin sahibi olanlar ki onlar sıddıkların mukarrebumıdurlar. Bunlar şehadetle-riyle onlar için yakın olmadan yaklaşmaya, yakınlaşmadan yakm-laştırılmaya, bildirmeden bilmeye, kaynaşma aramadan kaynaştır­maya girişirler. Çünkü onların, el-Karib (=Yakm) ve el-Ali (=Yüce) olan Allah Teala karşısındaki makamları O´na en yakm yol ve en yüce yöneliştir. Onlar ashab-ı yeminin bütün makamlarını geçmiş olanlardır. Yakınlığın başı yakınlaşma, muhabbetin başı mahbub olmadır. Zat-ı İlahi´yle kaynaşma ve kaynaştırılma ile marifet sahi­bi kılınma onlar içindir. İşte onlar, ´Ebrar5 olarak nitelenen iyi kim­selerdir.

Korku ehlinin yolları arasında en faziletlisi, korkunun nefse si­rayet ederek heva uğraşını kesmesi ve şehvetlerin ateşini söndür-mesidir. Çünkü bu noktada nefs mücahedesinin ağırlıkları azalmış, nefsle mücadelenin sıkıntısı hafiflemiş ve günahın tadı kaybedildiği için kulluğun tadına varılmış olur. Heva ve arzularla dağılan himmet ve gayretleri tamamen Hak üzerinde toplanır. Kalbin, şe-hadeti yakinen hissetmesinden dolayı ulaşılan huzurla nefs de sa­kinleşir. İşte bu noktada zühdün nimetleri, batini rıza, sıdk ve ih-las ortaya çıkar. Bunun ardından kalpteki korku da sükunet bulur. Korku kalbin sınırlarını aşmayıp, insanın değişik uzuvlarına taş­maz. Bunları daha önce anlatmıştık. Sürekli hüzün, vazgeçileme­yen kaygı ve sürekli taze bir huşu kulun sıfatları olur. Bunlar da kırık kalbin sıfatı ve Cebbar olan Allah Teala´nm gücü altında ezil­miş bir kulun halini ifade ederler.

O´nun cebir ve zorlaması, kalbin kırılmasından sonradır. Böyle­likle kul, başka herşeyi terkederek Allah Teala´nm salih bir kulu haline gelir. Sonuçta da O´ndan korkan bir alimin sevabı, yakinin keşfedilmesi ve mukarrebunun şahitliğinde Allah´ın huzurunda nakledilmesi olur. Böylelikle el-Karib olan Rabbi daima onun huzu­runda mevcut ve el-Habib olan Hak Teala onun için sürekli aranan olur. Çünkü o, kalpleri Allah için kırılanlardandır. O artık Allah Te­ala´nm yakmlarmdandır.

İnsanları hevanın tadından koparan ve hevadan uzaklaştıran iki kadehten biridir: İlk kadehte korkunun acısını iyice çeker ve bu acı hevanın tadına baskın çıkarak onu hevadan uzaklaştırır. Ya da muhabbetin tadı, hevanın tadına baskın çıkar ve kişi onunla mest olarak hevadan uzaklaşır. Bu ikisinden herhangi birini taşımayan kişi ise, ikisi arasında mütereddit olanlardandır.

Ali (kv) ile ilgili şöyle bir olay nakledilmiştir: O, korku ehlinden olup aklını kaybeden ve korkunun çokluğuyla ümitsizliğe düşen bi­rine şöyle demişti: ´Şu gördüğüm hale seni düşüren nedir?´ O da, ´Büyük günahlarım´ demişti. Bunun üzerine o büyük Sahabi şöyle demiştir: "Yazıklar olsun, Allah´ın rahmeti senin günahlarından çok daha büyüktür!´. Adam buna itiraz ederek, ´Benim günahlarım o kadar büyük ki onlara kefaret olacak bir şey bulunmaz´ demişti. Bunun üzerine Ali (kv) ona şu karşılığı vermiştir: ´Senin Allah Te­ala´nm rahmetinden ümidini kesmen, işlediğin günahlardan daha büyük bir günahtır".

Korku, Allah Teala´nm sayısız ordularından biridir. O, bu ordu­suyla abidlerin ve müridlerin kalplerinden rica ile çıkaramayacağı şeyleri çıkarır. Korkunun nıurad edildiği kalpler, onun sayesinde zühdün son noktalarına, tevbenin hakikatlerine ve murakabenin şiddetine olumlu karşılık verirler. Allah Teala bütün bunları mu­habbetteki rica sahipleri için de yapabilir. Rica makamı da rica eh­linden kerem ve hayayı elde etmiştir.

Korku ´Havf kelimesi, korkunun bütün makamlarını içine alan genel bir isimdir. Korku beş tabakayı kapsar ve bu tabakalardan her birinin üç makamı vardır.

Korkunun birinci tabakası Takva´dır. Bu tabakada müttakiler, salihler ve amel sahipleri bulunur.

Korkunun ikinci tabakası, çekinme ´Hazr tabakasıdır. Bu taba­kada zahidler, vera´ ehli ve huşu sahipleri bulunur.

Üçüncü tabakası endişe ´Haşyet´ tabakasıdır. Burada ise alim­ler, abidler ve ihsan ehli bulunur.

Dördüncü tabaka, ürperme ´Vecl´ tabakasıdrr. Bu tabakada da zikredenler, alçakgönüllüler ve arifler yeralır.

Beşinci tabaka, titreme İşfak´ tabakasıdır. Bu tabakada ise şa­hitler olan sıddıklar, muhibban ve mukarrebun zümresinin havas-sı bulunur. Bunların korkusu, verilecek cezalara layık olacaklarım müşahede etmelerinden dolayı değil Allah Teala´nm sıfatlarını iyi bilmelerinden dolayıdır. Nitekim rivayet edilen bir haber de bunu göstermektedir:

"Allah Teala Davud´a (as) vahyederek şöyle buyurdu: Ey Davud, vahşi hayvandan korktuğun gibi Ben´den kork". Vahşi hayvandan korkulma nedeni, onun azgınlık ve saldırganlık sıfatıdır. Yakın kı­lman bir kul da Allah Teala´dan işleyebileceği bir günah sebebiyle değil O´nun zatının celal ve yüceliğinden dolayı korkar. Yine onlar için büyük ümit ve büyük bir nasip sözkonusudur. Çünkü onların korkusu, avamın anlayabileceği türden bir korku değildir. Onların rica talepleri ve kendileri için O´na karşı besledikleri hüsnüzan da ancak kendileri tarafından vasfedilebilir ve kendilerinden başkası da bunu bilemez.

Bütün bunlar, Zat-ı İlahi´ye yakınlığın nasipleri, O´na aşinalığın nimetleri, O´nunla karşılaşmanın rahatlığı, zilletin saadeti, hizme­tin tadı, yakarışın sevinci, halvetin huzuru ve O´nunla maneviyat­ta konuşmanın rahatlığıdır. Onlar için Allah Teala´nm katından sıfatlarm tecellisi, sıfatların güzellik ifadelerinin tezahürü sözkonu­sudur. Hiçbir nefîs, onlar için saklanan büyük sevinci bilemez. As-hab-ı yemin için de fiillerin nimetlerinin, ilahi vergi ve lütfün hibe­lerinin izharı sözkonusudur.

Yahya b. Muaz şöyle derdi: Her kim Allah Teala´ya ümit etmek­sizin sadece korkuyla ibadet ederse zikir denizlerinde boğulur. Kim O´na korku olmaksızın sadece rica ile ibadet ederse aldanış çölle­rinde kaybolup gider. Kim de O´na her ikisiyle birlikte kulluk eder­se zikirlerin sokağında yolunu bulmuş olur.

Mekhul en-Nesefî fraj de bu manada bir söz söylemiş, ancak bi­raz ileri giderek şunu ilave etmiştir: "Her kim Allah Teala´ya sırf korkuyla ibadet ederse o Haruri´dir Kim de O´na yalnız rica ile kulluk ederse o MürciVdiv. Kim de O´na muhabbetle ibadet ederse zındıktır. Ve her kim de O´na, korku ve rica ile kulluk ederse mu-vahhiddir". Muhakkak ki Allah Teala en iyi bilendir. [66]