๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kutul Kulub => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 29 Aralık 2009, 17:26:07



Konu Başlığı: Kalp İşiyle Uğraşanların Kalplerine Gelen Duygu
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Aralık 2009, 17:26:07
Kalp İşiyle Uğraşanların Kalplerine Gelen Duygu Ve Düşünceler Hakkındadır

Bu fasılda kalp ehlinin kalplerine doğan his ve fikirleri, kalbin hu­susiyetlerini ve onun nurlar ve mücevherlerle donatılmasını anla­tacağız.

Allah Teala buyurdu ki: "Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona kötülük ve takva kabiliyetini ilham edene". (Şems/7-8) Yani nefse kötülük ve takva kabiliyetlerini yerleştirene andolsun. Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne tür vesveseler vermekte olduğunu biliriz". (Kaf716); "Bunun üzerine nefsi ona, kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi ve onu öldür­dü". (Maide/30); "O sinsi vesvesecinin şerrinden, ki o insanların kalplerine vesvese verendir". (Nas/4-5); "Muhakkak ki şeytan sizin için bir düşmandır. Öyleyse onu düşman edinin. O ve hizbi, insan­ları cehennemliklerden olmaya çağırırlar". (Fatır/6); "Şeytan onla­ra hakim olmuştur da onlara Allah´ın zikrini unutturmuştur". (Mü­cadele/19); "Şeytan, sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size kötü­lüğü emreder". (Bakara/268); Allah Teala, düşmanımız olan şeyta­nın ağzından şunu da haber verir: "Beni azgınlığa uğratmana kar­şılık ben de onları saptırmak için muhakkak Senin doğru yoluna oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım". (A´raf/16-17)

Bu meyanda Allah Resulü´nden de (sav) şu hadis rivayet edil­miştir. O buyurdu ki: "Şeytan Adem oğlunun bütün yolları üzerine oturur. O, îslâmın yolu üzerine de oturur ve şöyle der: Yoksa İsla­ma girip de kendi dinini ve atalarının dinini terk mi edeceksin? Ki­şi onun sözüne uymayıp islam girdiğinde bu kez hicret yolu üzeri­ne oturur ve şöyle der: Yoksa kendi toprağını ve semanı terkederek göç mü edeceksin? Kul, onu dinlemeyip hicret ettiğinde bu defa ci-had yolunun üzerine oturur ve şöyle der: Yoksa malını ve canını harcama pahasına cihad edip savaş mı edeceksin? Belki öldürülür­sün de karıların başkalarıyla nikahlanır. Kul bu yolda da ona kar­şı çıkıp cihad eder. -Allah Resulü (sav) bu noktada şunu söylemiş­tir:- Kim böyle yapar ve ölürse, onu cennete koymak Allah Tea-la´nın üzerinde bir haktır" [40]

Allah Teala şeytan hakkında onun ağzından şu sözleri de nak­lederek buyurmuştur ki: "Andolsun ki kullarından muayyen bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları olmayacak ku­runtulara boğacağım ve onlara mutlaka emredeceğim de hayvanla­rın kulaklarını yaracaklar, yine onlara emredeceğim de Allah´ın ya­rattığım değiştirecekler". (Nisa/118) Osman b. Ebi´l-As´dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Dedi ki: Ey Allah Resulü, namaz ve kıra­at ile arama şeytan girdi. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Bu, Hanzeb denilen bir şeytandır. Onun varlığını hissettiğin zaman on­dan Allah´a sığın ve sol tarafına üç defa tükür. Böyle yaptım ve Al­lah Teala onu benden uzaklaştırdı". [41]

Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen başka bir hadiste ise şöy­le buyrulmaktadır: "Abdestin de Velhan denilen bir şeytanı vardır. Ondan Allah´a sığının". [42] Başka bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğu rivayet edilmektedir: "Muhakkak ki şeytan Adem oğluna kanın aktığı mecralardan -damarlardan- girer" [43] Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Hiç kimse yoktur ki bir şeytanı olmasın. Dediler ki: Peki senin de var mı ey Allah Resulü? Buyurdu ki: Benim de. Ancak Allah Teala ona karşı bana yardım etti de müslüman oldu". [44]

İbni Mesud (ra) der ki: Müsned bir tarik ile Allah Resulü´nden (sav) şunu rivayet ettik: "Kalpte iki ses vardır. Bir ses melekten ge­lir ve hayrı öğütleyip hakkı tasdik eder. Diğer ses ise, düşmanın-sesidir ve şerri öğütleyip hakkı yalanlayarak hayırdan sakındırır"[45]Hasan el-Basri´den de (ra) şu söz nakledilmiştir: İnsanın kalbinde iki tane kaygı vardır. Bu ikisi kalpte dolaşıp dururlar. Bunlardan biri Allah´tan diğeri de O´nun düşmanından kaynaklanır. Allah Te­ala, kendi kaygısına bağlı kalan kuluna rahmet eder ve onun gere­ğini yaptırır. Düşmanından gelenle ise mücadele eder.

Mücahid, Allah Teala´nm "O sinsi vesvesecinin şerrinden". (Nas/4) buyruğunun tefsirini yaprken şöyle demiştir: Bu, insanın kalbinde yayılmış bir düzlüktür. Kul, Allah Teala´yı zikrettiğinde bu düzlük daralır ve boğulur. Allah´ın zikrinden gafil olduğunda ise bütün kalbine yayılır. Ikrime de şöyle derdi: Vesvese veren "Vis-vas´m yeri, erkek vücudunda kalbi ve gözleridir. Kadın vücudunda ise bir şeye yöneldiğinde gözlerinde, sırtını döndüğünde ise arka­sındadır.

Cerir b. Abede el-Adevi dedi ki: Ala´ b. Ziyad´a yakınarak şöyle dedim: Kalbimde vesveseye dair bir şey bulamıyorum, ne dersin? Bana şu cevabı verdi: Bu durum, hırsızların uğradıkları bir deliğin durumuna benzer. Eğer delikte bir şeyler varsa hırsızlar onları alırlar, aksi halde deliğin yanından ayrılıp giderler.

Ebu Salih de Ebu Hüreyre´den (ra) Allah Resulü´nün (sav) şu hadisini rivayet etmiştir: "Kul bir günah işlediğinde kalbinde bir nokta oluşur. Eğer bu günahtan vazgeçer, istiğfar ve tevbede bulu­nursa, o zaman nokta silinerek kalp parlar. Eğer aynı günahı tek­rar ederse noktalar artar ve sonunda kalbi tamamen kaplar. İşte bu, Allah Teala´nm "Hayır hayır, fakat onların kazandıkları (gü­nahlar) kalplerinin üstüne pas bağlamıştır" (Mutffifin/14) ayetinde buyurduğu ´Rân=Paslanma´ halidir"[46]

Ca´fer b. Burkan´dan rivayet edilmiştir ki: Meymun b. Mehran´m şöyle dediğini duydum: Kul, bir günah işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta konur. Eğer tevbe ederse, bu nokta kalbinden silinir. Mü­minin kalbinin bir ayna gibi parlak olduğunu görürsün. Öyle ki şey­tan ona hangi yönden sokulmak isterse istesin onu derhal görür. Günahlarda ısrarlı olana gelince onun kalbi siyah noktalarla kaplanmıştır. Kalbi tamamen kararıncaya kadar da noktalanmaya de­vam eder. Sonunda şeytanın ne taraftan geldiğini göremez olur.

Kalplerin taksimi babında, Allah Resulü de (sav) şunu haber vermiştir: "Müminin kalbi, tamamen tecrid edilmiştir ve içinde parlayan bir lamba bulunur". [47] Ebu Said el-Hudri, Ebu Kebşe el-Enmari ve bir kısmı da Huzeyfe´den (ra) olmak üzere şöyle bir ha­dis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kalpler dört çeşittir: Birinde parlayan bir lamba vardır ki bu, müminin kalbidir. Biri kara ve kirlidir ki bu kafirin kalbidir. Biri kapalı ve kapağı üzerine sıkıca bağlıdır ki bu münafık kalbidir. Bir kalp de vardır ki yaprak yaprak olup hem iman, hem de nifak doludur. Kalpteki iman, temiz bir suyla sulanan bakla tanesine benzer. Kalpteki ni­fak ise kusmuk ve irin ile beslenen bir yara gibidir. Bunlardan han­gisi daha çok besliyorsa kalpte ona hükmedilir[48] Hadisin başka bir lafzında ´Hangisi ağır basarsa kalp ona gider1 buyrulmaktadır.

Kendisinden daha doğru sözlü hiçbir varlık bulunmayan Allah Teala buyurdu ki: "Allah´tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiği zaman, oturup düşünürler de derhal basiretlerine sahip olurlar". (A´raf/201) Rivayete göre kalbin cilası zikirdir" ve müminin kalbi, onunla basiret sahibi olur. Zikrin kapısı takvadır. Kul, takvası ile Allah´ı zikreder. Takva, ahiretin kapısıdır. Heva ise dünyanın kapısıdır. Allah Teala kullarına zikri emretmiş ve onun takvanın anahtarı olduğunu haber vermiştir. Çünkü zikir, bir ma­nada takvanın da vesilesidir. Takva, sakınma ve titizlenmedir. Bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onun içindekini zikre­din. Umulur ki sakınırsınız". (Bakara/63) Yine O, ilahi beyanı sa­dece takva sahipleri için izhar ettiğini haber vererek şöyle buyur­maktadır: "Allah ayetlerini insanlara işte böyle beyan eder, umulur ki sakınırlar". (Bakara/187)

Allah Teala başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Ey insan, ikram sahibi Rabbine karşı seni aldatan nedir? O ki, seni yarattı, uzuvlarını düzenli ve dengeli kıldı". (İnfıtar/6-7); "Muhakkak ki Biz insanı en güzel surette yarattık". (Tin/4); "Biz her şeyden bir çift yarattık, umulur ki zikredip öğüt alırsınız" (Zariyat/49).

Üstteki ayetlerde geçen düzgünlük, dengelilik, çift olma ve ya­ratılış sureti gibi hususlar, zahirin araçlarıdır. Batının araçları ise, bedenin duyu organları ve kalptir. Bedenin araçları, onun zahiri sı­fatlarıdır. Kalbin araçları ise, batini olan his ve fikirlerdir. Allah Teala, hikmeti mucibince bunları da dengelemiş, iradesi gereği dü­zeltmiş ve sanatı gereği sağlam bir şekilde düzenlemiştir. Bunların başında da nefs ve ruh gelir. Her ikisi de melek ve şeytanın bulun­ma yerleridir.

Nefs ve ruh, kötülük veya takvaya çağıran varlıklardır. Bu iki varlık sayesinde iki mekanda yerleşik olarak ortaya çıkan iki güç vardır ki bunlar akıl ve hevadır. Bunlar da hakimin iradesiyle iki hükme tabi olurlar; ya tevfîk-i ilahi, ya da yoldan çıkma. Sonra kalpte iki parlak nur ortaya çıkar ki bunlar rahmet sahibi Hak Te-ala´nm merhameti gereği olan ilim ve imandır. Kalbin araçları, gaybi mana ve his güçleri de işte bu zikrettiklerimizden ibarettir. Kalp, bunların ortasında bir melek gibi yer alır ve onlar da muha­fızları konumunda olurlar. Bu mevkideki kalbi, parlak bir aynaya da benzetebiliriz. Bu alet, onun etrafında açık olur ve kul onu gö­rür. Ona tesir ettiği zaman da onlarla karşılaşır.


Konu Başlığı: Ynt: Kalp İşiyle Uğraşanların Kalplerine Gelen Duygu
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Aralık 2009, 17:28:13
Kalbe doğan hatırları, yani kalpteki his ve fikirleri açıklamak gerektiğinde Özet olarak altı noktada toplandıklarını görürüz: Kal­bin sınırları, arkalarında gaybm hazineleri bulunan kalbin mües­sirleri, kudret melekûtu ki bunlar Allah Teala´nm açık ve tam des­teğine sahip olan askerleridir. Kalp, melekût hazinelerinden bir hazine olup yaratanı onun içerisine korku ve arzuya ait latifeler tevdi etmiştir. Yine onda , Refik-i A´la ehli ve melekût-i edna sahip­leri için dilediği kadar azamet ve ceberut nurları varetmiştir.

İnsan kalbinin hatırına gelen hususlarla ilgili ilk taksimi, nefs ve şeytan kaynaklı hatırları zikrederek yapabiliriz. Her iki hatır da, müminlerin umumu tarafından yokedilemeyen hatırlardır. Her ikisi de zemmedilen ve kötülüklerine hükmedilmiş bulunan hatır­lardır. Bunların kaynağı, hevadır. Heva ise, ilmin zıddıdır.

Bu iki hatırdan sonra ruh ve melek kaynaklı hatırlar gelir ki bunlar da müminlerin havassı tarafından sahiplenilir ve asla yoke-dilmezler. Çünkü her ikisi de övülmüş olup sadece hak ve ilmin de­lalet ettiği hususlardan kaynaklanırlar.

Bunların ardından gelen Akıl hatırı ise, bu dört hatır arasında orta bir yere sahiptir. Çünkü akıl bazı durumlarda zemmedilen iki hatıra uygun bir halde bulunabilir. Aklın temyiz edildiği ve akledi-len şeyin taksim edildiği yer bakımından akıl, kulun aleyhinde bir delil olabilir. Kul, zorlama olmaksızın akledemediği bir yönden kendisine ağır gelmeyen ve nefsinin tercih ettiği bir şehvetle heva-sına uyabilir. Böyle bir durumda aklın hatırına uymak, kulu güna­ha sürükleyecektir.

Akıl hatırı, bazı hallerde övülen iki hatıra uygun düşerek melek için bir şahid, ruh için de bir destekçi olabilir. Kul niyetinin güzel­liğinden ve maksadmdaki doğruluktan dolayı mükafatlandırılır. Akıl hatırı, görüldüğü üzere, kimi zaman nefs ve şeytanın, kimi za­man da melek ve ruhun yanında olabilmektedir. Bu da sanatında ve yaratışında eşsiz olan Allah Teala´nm bir hikmeti icabıdır. Bu hikmete göre kul, akla uygunluk, delillerin sıhhati ve temyiz kabi­liyeti gibi unsurları kullanarak hayır ve şer arasında tercih yap­mak durumundadır. Bunun neticesinde kulun karşılaşacağı sevap veya çekeceği ceza, her halükarda kendi tercihinden kaynaklanmış olacaktır.

Allah Teala, insan bedenini hükümlerinin cari olduğu bir mec­ra ve hikmetine mebni olan iradesinin tatbik edildiği bir saha kıl­mıştır. Aynı şekilde aklı da hayır veya şerre götüren bir binek yap­mıştır. Akıl insan bedeninde hayır ve şerri terikesine atarak akıp giden bir binektir. Çünkü akıl, hükümlerin icra mahalli, tasarruf­ların kaynaklanma yeri ve insanın yaptıklarından sağlayacağı gü­zel nimetlerin veya acı azapların bilinme vasıtasıdır. Akıl kayıp ol­duğu zaman, kul akıldan uzaklaşıp gitmiş olur. Şehvet tatlı olma­dığında ise, nefs yitirilmiş olur. Çünkü bu haller, Allah Teala´nın kul üzerindeki hüccetinin zayıflatılması ve delilinin sağlam olma­ması anlamına gelmektedir. Zira akıl, hüccetin şahidi ve delili, nefsteki şehvet ise, imtihan vesilesidir. Kalpteki niyet de, hüccetin yoludur. Emir ve nehiylerin karşılığının görülmesi hakikatinin te­mel dayanağı da işte bunlardır.

Akıl, ayırdetme yani temyiz tabiatına, güzel veya çirkin görme kabiliyetine sahiptir. Nefs ise, hevayı emretme tabiatına, zevk ve şehvet kabiliyetine sahiptir. Allah Teala´nm lütuf ve hidayetinden kula düşen nasipler işte bu ikisidir. Kul, bunlar arasında doğru yolu bulma veya yoldan çıkma tercihine ve kabiliyetine sahip olmaktadır. Onların Kitab´dan paylarına gelince, Allah Teala bunu da taksim et­miş ve yukarıda zikrettiklerimizi teyid edip sabık ilminde herşeye yaratılış şeklini verdiğini, ardından da doğru yolu gösterdiğini bildi­rerek şöyle buyurmuştur: "İşte onlara Kitab´dan nasipleri ulaşır". (A´raf/37) Yine O, şeytanı dost edinenleri saptırmayı ve onları cehen­nem azabına sürüklemeyi kendi üzerine yazdığını beyan etmiştir.

Altıncı ve son hatır ise, Yakin hatırıdır. O, imanın ruhu ve ilmin ziyadesidir. Bu ikisi, sadece yakinden kaynaklanır ve yalnız ondan sadır olurlar. Bu hatır, müminlerin havassma mahsusdur ki onlar da, şehitler ve sıddıklardır. Yakin hatırı, ancak hak ile varid olur. Gelişi, bazan gizli kalsa ve anlaşılmasını zorlaştıracak derecede in­ce olsa da ancak ihtiyarî ilim ile ve tercih edilen bir murad için or­taya çıkarılabilir.

Yakin kaynakla hatırın delilleri ilk bakışta görülemeyecek ka­dar şeffaf ve istidlal yapılamayacak kadar kapalı olsa da bu hatır, maksudu ve murad edileni için hiç de gizli görülmez. Bunlar, Allah Teala´nm öğüt alma melekesiyle vasfettiği, Allah Resulü´nün de (sav) fetva vermekle görevlendirdiği nitelikteki müminlerdir. Allah Teala buyurdu ki: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse için bir öğüt vardır". (Kaf/37) Ayette kalp sahibi olan kimse ile kasdedilen, Allah Teala´yı dost edindiği için kalbi O´mın tarafından korunan kimsedir.

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kalbine tesir eden şeyi bırak. Günah, kalpleri kaplayan şeydir". Yani kalplere işleyen ve incelik, saflık, yumuşklık ve latifliğinden dolayı onlara malik olan bir şey­dir. Yine O, kendisine iyilik ve günahı soran birine şöyle demişti: "Bu ikisi asıl olarak hayır ve şer işleridir. Fetva verenler sana fet­va vermiş olsalar da sen yine kalbine, sor". [49] Çünkü fetva veren kimseler, tevili ve zahirde varolan hususları bildikleri için sadece bunlara dayanarak ruhsat babında fetva verirler. Halbuki mesele­nin hakiki sahibi ve sorumlusu olarak senin bilgin onlarınkinden daha üstün olabilir. Batını bildiğin için, hakikati araman ve azime­te sarılman icap eder.

Zahir ehli, Allah´ın Kitabı´nm dilinin zahiri manasına dayana­rak O´nun zahiri hükümlerini bilirler. Bu hükümler, zahir ilmine sahip olanlar bakımından hüccet teşkil eder. Kalbiniz ise iman ile nurlanmış bir fakihdir ve meselelere onunla bakarsınız. Allah Tea-la´nın gizli olan batini hükmü de kalbin batini ilmi sayesinde orta­ya çıkar. Kalbin batini ilmi imanın hakikatmdan ibaret olup fayda­sı da sadece batini ilim ehline mahsustur. Allah Resulü (sav) bir so­ru sahibini ancak fıkıh ilmine vakıf birine gönderebilir. Bunun ak­si düşünülemez. Eğer kalp ilmi, fıkhın hakiki boyutu olmasaydı, soru sahibini fetva verenlerin yanısıra kalbinin fetvasını sormaya da yönlendirmez ve onun fetvasının güvenilirliğini teyid etmezdi.

Kalp ilmi, İlimlerin İlmi olmuştur. Çünkü Allah Resulü (sav) onu hüküm bakımından müftilerin fetvalarının önüne geçirmiştir. Bu durumda, başka alimleri taklid etmesi mümkün olmadığı için batın ilmine sahip olan alim de alimlerin alimi olmaktadır. Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Şunlar fet­va verseler de, bunlar fetva verseler de iyilik, kalbin itmi´nan, nef­sin ise sükunet bulduğu şeydir".[50] Şüphesiz bu, zikir ile keşf sahibi olan bir kalbin, sekine ve iyilik ile sükun bulmuş bir nefsin işidir.

Allah Teala, müminlerin kalplerini vasfederken çok açık bir hi­tap ile bunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: "İman etmiş olan­lar ve kalpleri Allah´ın zikriyle yatışmış olanlar: Bilin ki kalpler an­cak Allah´ın zikriyle huzur bulur". (Ra´d/28) Yine O, şöyle buyur­maktadır: "Allah imanlarına iman katsınlar diye müslümanlarm kalplerine sekine indirdi". (Fetih/4) Allah Teala´mn kalplerin vasıf­larıyla ilgili olarak düşünülerek anlaşılabilecek ifadesi ise, düş­manlarının kalplerine dair indirdiği ayetlerde görülmektedir. Bun­ların gözleri, öğüte karşı perdeliydi ve hakka dair hiçbir söz de işi­temiyorlar di.

Bu babda şu ayeti zikredebiliriz: "Gayb ilmi onun yanında da şimdiden (ahirette günahının başkasına yükleneceğini) görüyor mu?". (Necm/35) Bu ayetin manası üzerinde tefekkür ettiğimiz za­man şunu görürüz: Allah Teala´mn, kendisini seven velileri O´na kulak verir, zikriyle mükaşefe yapar ve O´nun gaybma bakarlar. Al­lah Teala bunlar hakkında misal verirken her iki zümreyi de zikretmiştir. Bunlardan ilki kör ve sağırlardan teşekkül eden bir züm­re olup bunlar, doğru yoldan tamamen ayrı yollara sapmış ve bu yollar yüzünden de sırat-ı müstakimden uzaklaşmış kimselerdir. Diğer zümre ise, işiten ve görenlerden teşekkül eden bir zümre olup bunlar da, hidayet üzere yürüyen ve sırat-ı müstakime tabi olan kimselerdir.


Konu Başlığı: Ynt: Kalp İşiyle Uğraşanların Kalplerine Gelen Duygu
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Aralık 2009, 17:30:17
Allah Teala ilk zümre hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onlar hakkı işitmeye tahammül e demiyorlar di, hem de göremiyorlar di". (Hud/20); "Şüphesiz ki bunda, kalbi olan yahut şahit olarak kulak veren kimse için uyandıracak bir öğüt vardır". (Kaf/37); "Allah sizi helak etmeyi murad ediyorsa, nasihatim size fayda etmez" (Hud/34). Allah Resulü (sav) burada mücmel olarak geçen ´kalbin sıfatı´nı beyan ederken onun ´takva´ olduğunu söylemiş ve eliyle kalbini işaret etmiştir.

Allah Teala, günahlarının çokluğu sebebiyle kilit vurulan kalple­ri zikrederken şöyle buyurmuştur: "Şu hakikati hala anlamadılar mı ki, eğer Biz dilemiş olsaydık onların da günahlarının cezasını verir­dik. Ama kalpleri mühürleriz de hakikati işitemezler" (A´raf/100). Al­lah Teala, kalplerinin mührünü bozan şeyin takva olduğunu bildire­rek şöyle buyurmuştur: "Allah´tan korkun ve işitin" (Maide/108); "Al­lah´tan korkunuz. Allah size öğretiyor" (Bakara/282).

Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyur­duğu bildirilmektedir: "Allah Teal, bir kul için hayır murad ettiğin­de nefsini kendine karşı caydırıcı, kalbini de kendi için öğüt verici kılar". Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kimin kalbi kendisi için bir vaiz olursa, Allah Teala onun için bir koruyucu yaratmış demektir".

Allah Teala´mn "Rabbimiz, biz imana çağıran bir davetçiyi işit­tik" (Al-i İmran/193) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak şöyle bir tefsir yapılmıştır: ´Biz onu kalplerimizden işittik´. Bunun zıddı olan "Sanki onlar, uzak bir yerden çağrılıyorlardı". (Fussilet/44) ayeti­nin tefsirinde ise; ´Kalplerinden uzak´ açıklaması rivayet edilmiştir. Allah Teala, tevbenin de kalplerin meyil ve gayretinin neticesi olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Eğer ikiniz de Allah´a tevbe ederseniz ne iyi, çünkü kalpleriniz buna yöneldi". (Tahrim/4) Bu manada Allah Teala´mn başka bir buyruğu da şudur: "Halbuki intikam almaya kalkmaları için Allah´ın, Resulü ile kendilerini lüt-fundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe ederlerse haklarında hayırlı olur". (Tevbe/74)

Kalbin körlüğü meselesine gelince bu hususta şu söz rivayet edilmiştir: Gözler kör olmaz. Kör olan, sinelerdeki kalplerdir. Kalp ehli, halktan vaizler olmaksızın Öğüt ve ibret alan, zahirde bir cay­dırıcı olmaksızın kötülüklerden cayan kimselerdir. Yukarıda zikret­tiğimiz hatırlar müminlerin umumu için geçerli olan hatırlardır. Kalp, Allah Teala´nın gayb hazinelerinden bir hazinedir. Yukarıda anlattığımız hakikatlar ise, Allah Teala´mn askerleri olup kalbin çevresinde ikamet ederler. Allah Teala, bunlar arasında diledikleri­ni gizlerken, dilediklerini de izhar eder. Onlardan kimilerini yoktan yaratırken, kimilerini de tekrar tekrar yaratır ve kalbi bunlarla ge­nişletip yayar. Bazan da bunları eksilterek kalbi daraltıp sıkar.

Her kalp üç unsuru ihtiva eder. Yakin hatırları ki, kalpten asla ayrılmazlar. Ancak bu unsurların zayıflaması halinde yakin hatır­ları da zayıflar ve gizli kalır. Onlar kuvvetlenince, bu hatırlar da ortaya çıkıp bariz hale gelirler. Çünkü bu üç unsur, yakinin kalp içinde bulunduğu mekanı teşkil ederler.

Bu unsurlar; îman, İlim ve Akıl´dır. İmanın yakin için ifade et­tiği yer, ateş topu mesabesindedir. İlmin yakin için ifade ettiği yer ise, tetik mesabesindedir. Aklın yakin için ifade ettiği yer ise, ateş­leyici mesabesindedir. Bu vasıtaların tamamı kalpte biraraya gel­diği zaman yakin hatırı kalp üzerinde etkin olur. Güç bakımından kalbin kuvvetini onu besleyen unsurların gücüyle kıyas edebiliriz. Kalbin saflık ve duruluğunu ise, onu besleyen kaynağın temizliğiy-le ölçebiliriz. Bu anlamda akim kalpteki yerini kandilin içindeki lambaya benzetebiliriz. Kandilin yağı ise ilme benzetilebilir ki lam­banın özü de budur. Onun desteği ile, yakin tezahür eder. Lamba­nın fitili ise, imana benzetilebilir. Lambanın esası ve temel unsuru fitil olduğu için, fitil ne kadar güçlü ve fitilin yapıldığı madde ne kadar kaliteli ise, yakinin tezahürü de o kadar güçlü ve kesin ola­caktır. Bu, imanın gücü bakımından vera´ ve titizliğe, kemaliyeti bakımından da korkuya benzetilmesi gibidir.

Kandilde kullanılan yağ, ne kadar ince ve saf olursa ateş konu­munda olan yakini o kadar açık ve net olarak aydınlatır. Bunu da zühdü besleyen ve nevayı terkeden ilmin durumuna benzetmek mümkündür. İlim, tevhidin mekanını teşkil eder. Tevhid ehlinin tevhid üzerindeki metanet ve kararlılığı, ilmin kapladığı yerin ge-nişliğiyle ölçülür.

Allah Teala bu babda şöyle buyurmaktadır: "Bil ki Allah´tan başka´ilah yoktur". (Muhammed/19); "Artık bilin ki o Kurban ancak Allah´ın ilmiyle indirilmiştir ve O´ndan başka ilah yoktur". (Hud/14) Görüldüğü üzere Allah Teala ilmi, tevhidin önüne geçir­miş ve ilim, tevhidin önünde yeralmıştır. Kalp, Allah´ın ilmi üzerin­de genişledikçe ve dünya konusunda zahid oldukça iman bakımın­dan güçlenir ve sürekli yükselir. Çünkü kalp ilim ile yükseldikçe, başkalarının göremeyecekleri şeyleri görür ve kendinden gayrisi­nin bilemeyeceği incelikleri bilir hale gelir. Mümin de bununla bü­yür ve bu, onun imanının artıp güçlenmesini temin eder. Sonra iman ettiği herşeye şahid olur. Böylelikle nefsini takviye edip mü­şahede sahasını genişletir.

Kalp, Allah´ın ilmi, O´nun sıfatlarının manaları ve melekûtu üzerindeki hükümlerinin bilgisi bakımından zayıflayıp daraldıkça imanı da azalır. Böyle bir kalbin sahibi olan kul, sebeplere göster­diği düşkünlükten dolayı iman ettiği şeylere perde gerisinden şahit kılınırken, Allah´ın kelamını da yine perde arkasından dinler. Çün­kü o, hayır ve iyilikte yarışmayan bir kuldur. Böyle olduğu için de imanı giderek azalıp zayıflar. O, müşahedeleri yakından yapama­dığı için sadece hayal etmekle yetinir.

Allah Teala´ın sıfatlan ve kudretinin ayetlerinden yüzbin ma­na çıkarabilen, sonra da bunların tamamını yakından bizzat müşa­hede yoluyla keşfedebilen bir kul, elbette bu sıfat ve ayetlerden sa­dece on mana çıkarıp onları da perde arkasından görebilen bir kul gibi değildir. Bu kulların her ikisi de mümindir. Ama, gücü, eksik­lik ve fazlalığı, yakınlığı ve yüksekliği bakımından bu ikisinin ima­nı arasındaki fark, on ile yüzbin sayıları arasındaki fark gibidir. Müslüman bir kulun kalbindeki iman, yakin sahibi bir müminin kalbindeki imanın onbinde biridir.

Müminin kalbindeki iman, işte bu şekilde onun üstünde, yüzbi-nin altında bir dereceye sahip olur. Bunu akletme halimizi şu mi­sale benzetebiliriz: Bir kişi size ´Falan kişi muhakkak ki benim yammdadır dediği zaman, o kişinin onun yanında olduğuna dair bir bilgiye sahip olursunuz. Ama bu bilgi, yakini bir bilgi değildir. Çün­kü o falan kişinin, söz sahibi tarafından ona benzetilmiş başka bi­ri olması veya onun yanında iken bilahare oradan ayrılmış olması mümkündür.

İşte müslümamn imanı da buna benzer. Bir de size bu bilgi ve­rildiğinde o kişiye seslenir ve onunla perde arkasından da olsa ko­nuşursunuz. Bu durumda kişinin sesini duyduğunuz için orada ol­duğu hakkında daha kesin bir bilgiye sahip olmuş olursunuz. Ama bu da, kafi bir bilgi değildir. Zira insanların sesleri ve bedenleri birbirine benzeyebilir. Böyle bir konuşmaya rağmen o kişiyi evinde tutan kimse, evdekinin o olmayıp başka biri olduğunu söylediğin­de, seslerin ve bedenlerin benzeşme ihtimalinin var olmasından do­layı bilginiz hakkında kuşkuya kapılabilirsiniz. Gözünüzle yakini olarak görmediğiniz için böyle bir iddiayı savamaz, aksini isbat edecek delil bulamazsınız.


Konu Başlığı: Ynt: Kalp İşiyle Uğraşanların Kalplerine Gelen Duygu
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Aralık 2009, 17:34:55
Müminlerin umumunun imanı da işte bu tür bilgiye benzer. Bu iman, istidlal yoluyla yakine ulaşmış habere dayalı bir imandır. Ama her halükârda şüpheden hali değildir, çünkü zan ile karışık­tır. Bu tür bir yakin, ariflerin müşahedeleri neticesinde hasıl olan yakine benzemez. Çünkü yakinin bu türüne, hayal ve benzetme ku­surlarının karışmış olmasından emin olunamaz.

Son olarak böyle bir haber ulaştığında kişinin yanma girip ara­da hiçbir engel ve perde bulunmaksızın onu görme durumu sözko-nusu olur. Böyle bir durumda, kafi yakin hasıl olur. Bu, yakin sa­hibi tarafından yapılan bir şahitliktir. Bu hasıl olduğunda bütün şek ve şüpheler ortadan kalkar ve bilgiyi taşıyan haber tahkik se­viyesine ulaşmış olur. İlmin bu halini de, yakini iman sahiplerinin imanına benzetmemiz mümkündür. İman ıstılahı hepsi için de ge­çerli olmasına rağmen, bu son mertebedeki bilgiye dayanan iman ile, önceki mertebelerde yeralan iman derecelerinin bir olması mümkün değildir. Çünkü ilki, sadece teyid edilmemiş bir habere dayalı bir bilgiye benzemektedir. İkinci seviyedeki ise, sese dayalı olan ve şüphe ihtiva eden bir bilgiye benzemektedir. Netice itiba­rıyla bütün müminler, İman´ ismini taşıma bakımından denk ol­malarına rağmen, sıfat ve mahiyeti bakımından yukarıdan aşağıya doğru çeşitli derecelere sahiptirler.

\ukarıda zikrettiğimiz bilgi çeşitlerini sıralamak gerekirse şöy­le diyebiliriz: İlk türde verilen bir haberin tasdik edilmesine daya­nan, ihbarı bîr bilgi mevcuttur. İkincide ise, bizzat duyularak istid­lal edilip müşahedeye dayanmayan, fakat sahibi için kafilik arze-den bir bilgi hasıl olmuştur. Üçüncüde ise, bizzat müşahedeye ve yakine dayanan bir bilgi sözkonusudur. Allah Resulü (sav) bilginin bu son türünün en makbulü olduğunu beyan ederek şöyle buyur­muştur: "Haber, gözle görme gibi değildir. Haber veren de gözle gö­ren gibi değildir".[51]

Bilginin bu türüne misal olmak üzere şunu da zikredebiliriz: Gündüz gördüğünüz bir şeyi gözle gördüğünüz şekliyle kesin ola­rak tanır, yerini de hata etmeyecek şekilde bilirsiniz. Akşamın ka­ranlığında ona ihtiyaç duyduğunuzda ise, karanlıktan dolayı gözle göremediğiniz yerini istidlal yoluyla çıkarmaya çalışırsınız. Hüsnü zannın gereği, o şeyin gündüz olduğu yerde ve bulunduğu hal üze­re kalmış olmasıdır. Deliller işte böyle ve gaybidirler. Bunların mü­şahedelerle birlikte olması halinde hakikati ifade etmeleri müm­kündür. Mesela ay ışığında baktığınız bir cismi belli belirsiz ve ha­yal meyal görürsünüz. Halbuki aynı cisme güneş ışığının altında baktığınız zaman onu tam olarak olduğu hal ve şekil üzere görür­sünüz. İşte yakini imanın nuru ile sade imanın nurları arasındaki fark da buna benzer.

Müminlerin, imanın kemali noktasındaki farklılıklarını göster­mek için verebileceğimiz dördüncü misal de şudur: Dört rekatlık bir farz namaz düşünün. Bir kişi gelmiş ve iftitah tekbirinden iti­baren namazın bütün rekatlarını imamla beraber eda etmiştir. Bir başkası ise, imamı ilk rekatın rükuunda yakalamış ve namaza de­vam etmiştir. Bir üçüncü şahıs cemaata ikinci rekat kılınırken ka­tılmıştır. Dördüncü bir şahıs cemaata üçüncü rekattan sonra katıl­mış ve cemaatla sadece tek rekat kılabilmiş tir. Bunların hepsi de namazı cemaat ile kılma sıfatına sahip olmuşlardır. Allah Resu-lü´nün (sav) "Namazdan bir rekatı idrak eden namazın tamamını idrak etmiş gibidir"[52] hadisi gereği cemaatın faziletine de nail olmuşlardır. Ama cemaata en baştan katılan ile, son rekatta katılan kişiler, sevabın fazileti bakımından denk değildirler. İşte imanın kemali bakımından müminlerin durumu da buna benzer. Mümin­ler, iman sıfatını taşıma noktasında bir olmalarına rağmen, iman­larının kemali ve hakikatları babında müsavi değildirler. Ahirette de aynı şekilde müsavi olmayacaklardır.

Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Melekler, kalbinde zerre miskali, yarım miskal, çeyrek miskal, kıl kadar ve zerre kadar iman bulunanı ayırırlar. Geriye kalanlar, imanları zerre ile miskal ağırlığı arasında olanlardır. Bunların hepsi de cehenneme girerler, ama orada farklı yerlerde bulunurlar". Bu hadise dayanarak, kal­binde dinar ağırlığınca iman bulunan kimselerin dahi, işledikleri günahların büyüklüğünden dolayı cehenneme atılacaklarım söyle­yebiliriz.

Yine bu hadise göre, kalbinde zerre miktarı da olsun iman bu­lunan kimseler, cehennemde sonsuza dek kaimaycaklardır. Kalbin­deki imanı, dinar ağırlığından fazla olanlara gelince, ateşin bunlar üzerinde gücü olmayacaktır. Bunlar, iyi ihsanlar arasında yer ala­caklardır. Kalbindeki imanı, zerreden dahi hafif olanlar ise, cehen­nem ateşinden kurtulamayacaklardır. Çünkü bu kimseler, zahirde mümin adını taşıyor olsalar da Allah Teala bunlardaki günahkar­lık ve nifak halini yakinen bilmektedir. O, buyurdu ki: "Günahkar­lar, kesinlikle cehennemdedirler". (İnfîtar/14); "Oradan asla kaça­mayacaklar". (İnfitar/16)

Daha sonra miskal ve zerre miktarı da olsa, imana sahip olan­lar cennete gireceklerdir. Ama bunlar da cennetin değişik derecele­rinde yer alacaklardır. İmanı, miskal ağırlığından fazla olanlar, il-liyyunun da üstünde bir bir kata yerleşeceklerdir. Bunların üstün­de de her biri yerden göğe kadar yüksek olan yıldızlar boyunda olan katlarda yüksek derece sahipleri sıralanacaktır. Müminlerin hepsi de değişik makam ve farklı yüksekliklerde olmak üzere cen­nette toplanacaklardır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "İnsan dışın­da hiçbir varlık, benzerinden bin kat hayırlı olamaz".

Gerçekten de yakin sahibi bir müminin kalbi bir müslümanın kalbinden bin kat daha hayırlıdır. Çünkü onun imanı, yüz mümi­nin imanından daha üstün, Allah´a dair ilmi de yüz müslümanın ilminden defalarca fazladır. Denilir ki üçyüz kişi olan abdal zümre­sinden bir kişinin kıymeti, üçyüz müminin kıymetinden daha bü­yüktür.

Ebu Muhammed şöyle derdi: Allah Teala, müminlerden kimisi­ne Uhud dağı ağırlığında iman bahşederken kimine de sadece zer­re miktarı iman bahşeder. Allah Teala buyurdu ki: "Eğer mümin-lerseniz, üstün olanlar da sizlersiniz". (Al-i İmran/139) Burada zik­redilen üstünlüğün ´Uluvv´ üst sınırı, yoktur. Çünkü kasdedilen yükseklik, iman ile sağlanan yüksekliktir. Her kalbin yükselmesi, imanının mikdarına bağlıdır. Bu sebepledir ki, alimler diğer mü­minlerden derecelerle üstün kılınmıştır: "Allah sizden iman eden ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir". (Mücadele/11) İbni Abbas (ra) bu ayeti tefsir ederken şöyle demiştir: Kendilerine ilim verilen alimler, müminlerden yediyüz derece daha yüksektir­ler. Bu derecelerden herbirinin mesafesi, yer ile gök arasındaki me­safe kadardır. Bir hadiste de şöyle rivayet edilmektedir: "Cennet ehlinin çoğunluğu, safdillerdir. İlliyyun ise akıl sahipleri içindir". -Allah Resulü (sav) bu meyandaki başka bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Alimin abide olan üstünlüğü, ayın diğer gezegenle­re olan üstünlüğü gibidir"[53]Bundan daha beliğ bir ifadede ise Al­lah Resulü (sav) ´Benim ümmetime olan üstünlüğüm gibi´ buyur­muştur. Müminler arasındaki yakin sahipleri, iman bakımından daha üstün bir derecededirler. Yakin sahipleri arasındaki alimler ise, çok daha üstün dereceye sahiptirler.

Kandilin yağı ne kadar beyaz ise, güzellik ve saflığı da o derece yüksek olur. Kusurlardan uzak, hal ve malların bulanıklığından beri olan sağlıklı akıl da buna benzer. Bütün bunları biraraya geti­ren ise kandilin kendisidir ki bu kandil de kalptir. Kalp ne kadar yumuşak, cevheri ne kadar latif ve kötü etkilerden ve bulanıklık­tan ne kadar uzak bir saflıkta ise, ilimler ve nurlar da o kadar faz­la olur. Kandilin camının cevherindeki saflık, onda kullanılan su­yun saflığına bağlıdır. Suyun saflığı da aynı şekilde özünün saflığı­na bağlıdır. Kalp ve akıl, bu ikisinin saflık ayarına bağlı olarak saf veya bulanık olurlar. Nurun yakıtı ise fitilin kuvvetine ve kandili

besleyen yağa bağlıdır. Bunlar ne kadar güçlü ve devamlı olursa, kalbin Allah´ı bilmesi ve yakin sahibi olması da o kadar güçlü olur. Bu, herşeyi bilen izzet sahibi Allah´ın takdiridir.

Üç unsuru barındıran her kalp cahilane heva, dünya sevgisi ve hırsa ait hatırlardan uzak duramaz. Sonra heva hatırı zayıflar ve kalp bu üç unsurun nefse hakimiyetlerine bağlı olarak güç kazanır. Bunların hakiki yönleri de, yakin hatırının yerine bağlı olarak güç­lenip zayıflamasına dair yukarıda zikrettiklerimize benzerdir. Bah­settiğimiz üç unsur; ilim, iman ve akıldır. Bu üç unsur, insan kal­binde birarada bulunur ve irade hangisiyle beraberse o galip gelir.

Ali´den (kv) şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Allah Teala´nm yer­yüzünde kapları vardır. Onlar kalplerdir. Kalpler arasında Allah Teala´ya en sevimli gelenleri, en yumuşak, en saf ve en sağlam olanlarıdır. Daha sonra bunları açıklayarak şöyle demiştir: Sağ­lamlık dinde, saflık yakinde, yumuşaklık ise mümin kardeşleriyle ilişkide tezahür eder. Cevherlerindeki yakınlaşma ve benzeşme se­bebiyle kalpler kaplar gibidir. Onların en yumuşak, en saf ve en yüksek kaliteli olanları, krallar, eşraf ve iyi kimseler için uygun­dur. En katı ve en bayağı olanları ise çöpleri koymak için uygundur. Bu iki sınıf arasındakiler ise, bu ikisi arasındaki gayelere uygun düşerler.

Bu ikisini okka ve hassas terazilere benzetmek de mümkündür. Hassas terazi, altın tartmaya uygun iken kaba okka ve teraziler bakliyat ve hayvan tartmaya daha uygundur. İkisi arasında değe­re sahip olanlar da, kendilerine göre terazilerde tartılırlar. Herşey, tartılması uygun olan terazi ile tartılır. Her kabın layık olduğu ye­mek ve kişi varken, her´mal cinsinin de tartıldığı bir terazi türü vardır. Değerli olan bir yemek, değerli bir kaba konulurken değer­siz bir şey de değersiz bir kapta korunur. Melekût-i batın ile mele-kût-i zahir arasındaki hüküm ve hikmet de aynen böyledir. Zahir batını tezkiye eder. Allah Teala buyurdu ki: "O´nun nurunun misa­li, sanki içinde kuvvetli ışık veren ampul bulunan bir lambadır. Bu lamba da cam bir fanus içindedir". (Nur/35)


Konu Başlığı: Ynt: Kalp İşiyle Uğraşanların Kalplerine Gelen Duygu
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Aralık 2009, 17:41:42
Übeyy b. Ka´b bu ayetin tefsirini yaparken şöyle demiştir: Yani müminin nurunun misali.. O, ayeti bu şekilde anlıyordu. Yine o şu­nu söylemiştir: Müminin kalbi, içinde ışık saçan bir ampul bulunan lamba gibidir. Çünkü onun sözü de ameli de nurdur. O, sürekli nur içinde hareket eder. Yine o, Allah Teala´mn "Yahut üstünü yığın yı­ğın dalgalar kaplayan ve daha üstünde de bulutlar bulunan derin denizdeki karanlıklar gibidir" (Nur/40) ayetinin tefsirinde de Yani münafığın kalbi´ demiştir. Çünkü onun sözü de, işi de zulmet ve ka­ranlıktan ibarettir. O, sürekli karanlıkta hareket eder.

Zeyd b. Eşlem de Allah Teala´mn "Levh-i Mahfuz´dadır" (Bu-ruc/22) buyruğunun tefsirinde şöyle demiştir: Yani, müminin kalbin-dedir. Ebu Muhammed Sehl de şöyle derdi: Kalb ve sine, Arş ve Kür-si´ye benzer. İbni Ömer´den (ra) rivayet edilen bir hadiste Allah Re-sulü´ne (sav) şöyle denildiği nakledilir; "Ey Allah Resulü, Allah yer­yüzünde nerededir? Buyurdu ki: Mümin kullarının kalplerindedir". Kudsi bir hadiste Allah Teala´mn şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Gökyüzüm ve yeryüzüm Bana dar geldi. Mümin kulumun kalbi ise Bana yetti". Bu hadisin başka bir rivayetinde ´Leyyin ve Vadi´ olan kulumun kalbi Bana yetti´ ifadesi yeralmaktadır. ´Leyyin´, yumuşak-başlı, müsamahakar ve candan kimse anlamına gelirken ´Vadi´ keli­mesi de, mutmain, huzurlu ve sakin manalarına gelir.

Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: "Kulun giydiği en gü­zel elbise, sükunet içindeki huşu´ elbisesidir". İşte takva ehlinin giysisi de budur. Bu aynı zamanda Allah Teala´mn ariflere sürdüğü boyadır. Bir hadiste Allah Resulü´ne (sav) şöyle denildiği rivayeti edilmektedir: "Ey Allah Resulü, insanların en hayırlısı kimdir? Bu­yurdu ki: Sıcak kalpli her mümindir". Daha sonra bunu tefsir ede­rek şöyle buyurmuştur: "O, takva sahibi, arı duru, kalbindeki, kin, haset, saldırganlık ve aldatmaca bulunmayan kimsedir"[54]

Ariflerden biri de Allah Teala´mn "Ancak Allah´a selim bir kalp ile gelen hariç" (Şu´ara/89) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Yani içinde Allah´tan gayrı başka bir kişi veya varlığın bulunmadığı bir kalple gelen.. Tefsir ehli ise aynı ayetin tefsirini yaparken ´Şirk ve nifak gibi hastalıklardan arınmış olarak gelen´ demişlerdir.

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Ümmetimdeki şirk, karıncanın yürüyüşünden dahi gizlidir"[55] Şirkin bu türü, müminler arasında sadece sıddıklarda bulunmaz. Yine O buyurdu ki: "Ümmetimin münaûklarınm çoğu, (Kur´an) okuyanlarıdır [56] Nifakın bu türü ise, abidler arasında sadece arif olanlarda bulunmaz. Yakine dair hatır­lar bir şey üzerine varid oldukları zaman, gizliliklerinden ve kapa­lı oluşlarından dolayı delilleri zahirde ortaya çıkmaz. Bunlar, an­cak batini ilim, derin anlayış ve Kur´an´m manalarının incelikleri­ne vukufiyet ile bilinebilir.

Allah Resulü´nün de (sav) ifade buyurdukları üzere istinbatm batını; Kitab´m anlaşılması ve tevilinin bilinmesi babmdandır. O, Ibni Abbas için (ra) buyurdu ki: "Allahım onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret". [57] Ali b. Ebi Talib de (kv) bu manada şöyle demiştir: Al­lah Resulü (sav) Kitabullah dışında bize hiçbir sır bırakmadı. An­cak Allah Teala´mn Kitab´ı anlama konusunda kula verdiği kabili­yet bunun dışındadır. Yine o, Allah Teala´mn "Hikmeti de dilediği­ne verir" (Bakara/269) ayetini tefsir ederken şöyle demiştir: Yani Allah´ın Kitabı´nı anlama melekesini, dilediklerine verir.

Söz söyleyenlerin en sadık olanı Allah Teala buyurdu ki: "Onun hükmünü Süleyman´a derhal anlattık. Bununla beraber her birine bir hüküm ve bir ilim verdik". (Enbiya/79) Allah Teala, Süleyman´ı (as) özel bir anlayış ile donatmış ve babasıyla müşterek oldukları ilim ve hükümde, babasından bir derece yüksek olmasını murad ederek onun hükmünü babasının fetvasından üstün tutmuştur.

Ali b. Ebi Talib (kv) uzun bir konuşmasında şöyle demiştir: Ya-kin dört şubeden ibarettir: Anlayıştaki basiret; Hikmetin tevili; İb­retin mev´izası ve Öncekilerin sünneti. Anlayışta basiretli olan, hikmeti tevil eder. Hikmeti tevil eden ibreti bilir. İbreti bilen de ön­cekilerden olur. Burada yakin ehli olanlardan murad, Allah Tea­la´mn batın hükümlerini bilen ariflerdir. Bunlar, yakine ait hatır­ları ayrıştırmayı ve onların icaplarını gayet iyi bilen kimselerdir. Çünkü onların gaybdan doğuşuna şahit edilmiş, Allah Teala´mn de­lici nuru, daima hazır olan yakınlığı ve etkili gücü sayesinde halle­rinin gereklerini öğrenmişlerdir. Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Müminin ferasetinden sakının, çünkü o Al­lah´ın nuruyla bakar" [58] Yani o, yakin nuru ile bakar. Bu hadisin başka bir lafzında ise ´Alimin ferasetinden sakının´ denilmektedir ki bu da sanki önceki hadisi tefsir eder mahiyettedir.

Bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Keskin anlayış­lılar için bunda elbette ibretler vardır". (Hicr/75); "Andolsun ki ayetleri yakin sahipleri için açıkladık". (Bakara/118) Yani, yakin nuruna sahip olanlar için açıkladık. Ebu´d-Derda´ (ra) şöyle derdi: Mümin gayba çok ince bir perdenin gerisinden bakar. Hakk olan Allah Teala gaybı onların kalplerine bırakır ve onu dilleri üzerinde akıtır.

Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Müminin zannı kehanettir. Yani sıhhati, kesinliği ve vuku bulması bakımından sihir gibidir. Ulemadan başka bir zat ise şöyle demiştir: Allah Teala´mn eli, hik­met ehlinin ağızları üzerindedir. Onlar sadece Allah´ın kendileri için hazırladığı hakkı konuşurlar. Bir diğer alim de şunu söylemiş­tir: Eğer dilersen şunu söyleyebilirsin ki Allah Teala huşu ehlini, sırlarından bazılarına muttali kılar.

Ömer b. Hattab da (ra) ordu komutanlarına yazdığı bir mektup­ta şöyle demişti: İbret ehlinden duyduklarınızı iyi muhafaza edin. Çünkü onlar, kendilerine birtakım hakikatlann açıklandığı kimse­lerdir. Sözlerin en doğrusunu söyleyen Allah Teala da şöyle buyu­rur: "Ey iman edenler, Allah´tan sakının ki sizler için bir furkan va-retsin". (Enfal/29) Ayetteki Türkan´ kelimesi ile; şüpheleri yakin-den tefrik edip ayırmaya yarayan bir nurun kasdedildiği söylen­miştir.

Yine bu manada Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Kim Allah´tan sakınırsa, Allah ona bir çıkış yaratır ve onu ummadığı yerden rızık-landırır". (Talak/2) Bu ayetin tefsirinde de, çıkış kelimesi ile, insan­lara sıkıntı veren şeylerden kurtuluş, nzık verme, öğrenmeksizin öğretme ve tecrübe etmeksizin anlayış kazandırma fiillerinin kas­dedildiği söylenmiştir. Buna göre Allah Teala, kendisinden korkan takva sahiplerini, sağlam bir şahid ve açık bir hak ile ilim sahibi kılacaktır.

O, şöyle buyurmaktadır: "Bizim yolumuzda cihad edenleri yol­larımıza iletiriz". (Ankebut/69) Denildi ki, kasdedilen kimseler, ilimleriyle amel eden müminlerdir. Başka bir tefsirde ise şöyle de­nilmiştir: Allah Teala böyle kimseleri, hikmet sahibi alimler olmalan için kendi yolunda muvaffak kılacak ve bilmedikleri şeyleri kendilerine gösterecektir. Seleften bir zat da şöyle demiştir: Bu ayet, insanlardan uzaklaşarak kendilerini Allah Teala´nın kulluğu­na adayan müminler hakkında nazil olmuştur. Allah Teala, onlara bilmediklerini öğretecek hocalar gönderir veya günahlardan uzak kalmayı ve tevfîk-i ilahiyi ilham eder.

Bir hadislerinde de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Kim bildiği ile amel ederse, Allah Teala onu bil­mediklerinin ilmine de varis kılar ve onu yaptığı ameller ile cenne­ti haketme yolunda muvaffak kılar. Kim de bildiği ile amel etmez­se, onu da cehennemi hakedinceye kadar amelde bulunmaya mu­vaffak kılmaz".

Hadiste geçen ´Bilmediklerinin ilmi´ ifadesinden maksad, sade­ce kalp amelleri ile elde edilebilen marifet ilimleridir.

Mesela, sınama yoluyla seçmeyi, belaya düşürme yoluyla imti­han edip seçmeyi, bol sevap ile cezalandırma arasındaki farkı, se­vabın eksilmesini, az veya çok vermeyi, halli ve akdi, toplamayı ve dağıtmayı bilmek, ariflere mahsus ilimlerdendir. Bu ilimler de, an­cak güzel bir fıkhediş, Rakîb olan Allah Teala´nın müşahedesi, vecdlerin ve kalplerin sıhhatine bağlı olarak ulaşılan yakınlık sa­yesinde elde edilebilirler.

Tabiundan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala, bildiğinin onda biriyle olsun amel edene, bilmediklerini de öğretir. Huzeyfe (ra) şöyle derdi: Sizler bugün bildiğinin sadece onda birini yapmamak­la dahi helaktan kurtulanamayacak bir devirde yaşıyorsunuz. Öy­le bir zaman gelecek ki, bildiğinin yalnızca onda biriyle amel eden kurtulacaktır. Bir zat da şunu söylemiştir: Kul, ibadet ve gayret ba­kımından zenginleştikçe, kalp de kuvvet ve zindelik bakımından güçlenir. Kul tembelleştikçe, kalbin de zaaf ve gevşekliği artar.

Yakin ilminin, aklın madenine tesir etmesi oldukça zordur. Çünkü akli ilimler, yaratılmıştır. Onları üreten fikir ve düşüncedir. Akli ilimler, genellikle fikirlerin ürettiği, fıtratın değişik hatırlar­dan çıkarsadığı ilimlerdir. Bu ilimler de müminlerin keşifleri ve müslümanlarm övgü kaynaklarıdır. Yakin hatın ise, Ayne´l-Yakin yoluyla tahsil edilir. Kul, bu yönde nida eder ve yakin o anda kar­şısına çıkıverir. Çünkü bu ilim, ona mahsus, Mahbûb tarafından onun için kasd ve murad edilmiş, Matlûb olan Allah Teala tarafın­dan öğretilmesi üstlenilmiş bir ilimdir.

Bu tür ilme, ancak arifler, korku ehli ve muhibban ulaşabilir. Bunlar dışındakiler ise, kendi halinde perdelenmiş, Allah Teala´nın sünnetlerine talib, O´nun makamına nazır olmuş ve aklıyla bilece­ği şeyin peşine düşmüş kimselerdir. Ayne´l-Yakin ile yüzleşen ve sıddıkların ilimleriyle ilim sahibi olan arifler ise Allah Teala tara­fından yürütülmekte, taşınmakta ve aşın düşkünlük göstererek Öne geçenlerden olmaktadırlar. Yaptıkları zikirler, onların günah yüklerini kaldırmıştır.

Bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yürüyün, Yalnız kılınanlar öne geçtiler". Hadisteki ´Müfredûn=Yalnız kılınanlar kelimesi ´Müfridun´ şeklinde de okun­muştur. Buna göre mana şöyle olmaktadır: ´Allah´ı tek kıldıkları için Yalnız kılınanlar öne geçtiler. Allah Teala buyurdu ki: "Allah nasıl koruduysa, onlar da muhafazası gereken gaybı öyle korurlar". (Nisa/34)

Allah Resulü´ne (sav) ´Yalnız kılınanlar (=Müfredûn) kimlerdir?´ diye sorulduğunda şöyle buyurmuştu: "Allah´ın zikrine aşın düş­künlük gösterenlerdir. Zikir onların günah yüklerini kaldırmıştır. Onlar Kıyamet günü Allah Teala tarafından yalnız kılındıklan için hafiflemiş halde gelirler". [59] Çünkü onlar da dünya hayatlannda Al­lah´ı tek ve eşsiz kılarlardı. Allah Teala da onlan hususi olarak zik­retmiştir.

O´nun zikri onların her yanını kaplamış, kalpleri O´nun nuruy­la dolmuştur. Onların zikri Allah´ın zikrinde derecelenir. Allah Te­ala onları daima zikreden olmuş, onlar da Allah Teala´nın kudreti­nin cari olduğu bir tecelligâha dönüşmüşlerdir. Bu zikrin, ne mik­tarı ölçülebilir ne de keyfiyeti tarif edilebilir.

Gökler ve yer, terazinin bir kefesine konulsa, Allah Teala´nın göklerde ve yerde onlan zikredişinin bulunduğu kefe kesinlikle da­ha ağır basacaktır. Kudsi bir hadiste Allah Teala´nın onlara şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Yüzümle yüzleştiğim kimseyi görsen, öyle biri neyi vermek istediğimi kesin olarak bilir. Eğer gökler ve yer onlarla birlikte tartılsa gökleri ve yer daha hafîf kalir. Onlara bahşedeceğim ilk şey, kalplerine bırakacağım nurum-dur. Böylece Benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da Ben´den haber verirler".

Bu, onların sıfatlarının zahiri ve kendilerine bahşedilen ilk fa­zilettir. Onların talepleri bilinemediği gibi nasiplerinin keyfiyeti de öğrenilemez. İsteklerinin büyüklüğünün özü vasfedileraez. Onlara bahşedilen, yaratılmış bir şey değildir. Onların müşahedeleri de Ayne´l-Yakiri´den Hakkel´l-Yakin´e doğru tahkik vasfını haizdir.

Onların Allah Teala´dan ilk istekleri Yakin ilmidir. Yakin ilmi Allah Teala´yı bilmenin saflık ve duruluğudur. İman ilminin sonu, Ayne´l-Yakin´in başlangıcıdır. Onlara nasip edilen müşahedede bir kopma ve bölünme olmaz. Tevhidin en güçlü ve en açık olanı, her-şeyde Allah Teala´yı tevhid edip birlemektir, Herşeyde O´nun vare-dişine şahit olmak gerekir.

Bu meyanda Tevhid ilminin nihayeti yoktur. Muvahhidlerin se-vabmdaki ziyadenin de sonu yoktur. Ama onlar için önünde durduk­ları belli sonlar, kendilerinden sudur ettikleri belli nihai noktalar vardır. Bu sonlar ve nihai noktalar, onların sevap ve faziletlerinin artış yerlerini teşkil eder ve onların genişliğine göre daha fazla se­vaba layık olurlar. Onlar çeşitli ilimler ile kendilerini besler, bunlar sayesinde onların ardındakileri mükaşefe yoluyla Öğrenmeyi sürdü­rürler. Bu, son ve nihayet bulmaksızın ilelebed devam eder.

Kul, Tevhid ilminin müşahedesine ancak Marifet ilmi ile vasıl olabilir. Marifet ilmi, Yakin nurudur. Yakin nuru, bütün uzuvlar sa-lih ameller ile kaynaşıp saflaşmadıkça kula verilmez. Bunu tereya­ğı oluşuncaya kadar sütün tulumda çalkalanmasına benzetebiliriz. Bilindiği üzere süt ne kadar iyi çalkalanırsa ondan çıkan yağ da o kadar saf ve güzel olur. İşte bu, ilmiyle hemhal olduktan sonra ula­şılan Ayne´l-Yakin haline benzer.

Vechullah´m belli bir yakınlaşmadan sonra aynada müşahede edilmesiyle Ayne´l-Yakin hasıl olur. Allah´ın nurunun kalp aynasın­da görülmesinden sonra kulun vecd ve huzur hali kendisinden as­la ayrılmaz. Kul bu yolda yakinin hatırlarından sıfatların müşahe­desine doğru ilerler. Bu merhalede hatırlardan hasıl olan ilmin eri­mesiyle Zat-ı İlahi´nin vechinin ışığından oluşan nur cevherleşir. Kulun ulaştığı bu makamın adı, İhsan makamıdır.

Allah Teala nefisleriyle mücahede eden, mallarını ve canlarmı kendi uğrunda satan bu ihsan sahipleriyle berber olduğunu teyid etmiştir. O, sattıklarını almayı kabul ederek onlara ihsanda bulun­muştur. Allah Teala onları mükafaatlandıracaktır. Bu makamdaki kimselerin (Muhsinûn=İhsan sahipleri´ olarak anılmlarının sebebi,, en büyük ihsan sahibi olan Allah Teala´mn kendileriyle beraber ol­masıdır.

Yine onlar en üstünlerdir çünkü en üstün olan Allah Teala on­larla birliktedir: "Üstün olan sizlersiniz ve Allah sizinledir". (Mu-hammed/35) Allah Resulü´ne (sav) İhsan nedir?´ diye sorulduğunda cevabı şu olmuştu: "Allah´a sanki O´nu görür gibi ibadet etmen­dir".[60]

Kul uzuvlarıyla yaptığı amellerin ağırlığına katlanır ve taşıdığı yükte tahamnıüllü olur, Allah Teala´nm muhafazasını istediği şey­leri muhafaza ederse Yakin ilmi mertebesine intikal eder. Bu mer­tebe kul için rahatlık ve rıza kaynağı olur. Hidayet yolu da işte bu­dur. Bütün bunların başı ise, kulun tevbe-i nasuh ile tevbe ettikten sonra müridlerin hallerine dahil olması, nefs ve şeytan ile cihad edenlerin arasına katılmasıdır. Bundan sonra yakin hatırlarına ulaşır ki bu, mücahede ehline miras kılman bir neticedir.

Allah Teala buyurdu ki: "Ve Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz onları yollarımıza hidayet ederiz". (Ankebut/69) Yani Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden, bu yolda ken­dilerini fakirlikle korkutup çirkin işler emreden şeytana kulak as­mayan, aksine onu altedip mallarını ve canlarını Allah´a satarak heva ve arzularımn esaretinden azad olan ve Hesap Günü´nün deh­şetinden kurtulan kullar, Allah´ın hidayet yolları olan ilimlerin ke­şiflerine iletilirler. Onlara bütün anlayışların incelikleri bildirilir ve Allah Teala´ya götüren yolların en kısasına şevkedilirler.

Onlar, mücahe delerinde gösterdikleri güzellikle bunu haket-mişlerdir. Allah Teala üstteki ayetini şöyle noktalamaktadır: "Mu­hakkak ki Allah ihsan sahipleriyle beraberdir". (Ankebut/69) İşte bu, sıfatların müşahede edildiği makamdır. Allah Teala, bu cihad-larında onlarla beraberdir. Bu beraberliğin başlangıcında Tevfîk-i İlahi açıkça görülür. Kullar, bu tevfik sayesinde her türlü eziyete dayanırlar. İhsan sahibi olan Allah Teala, onlar bugünün sonuna kadar nefislerine ihsanda bulundukları için yarın kendileriyle bir­likte olacaktır.


Konu Başlığı: Ynt: Kalp İşiyle Uğraşanların Kalplerine Gelen Duygu
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Aralık 2009, 17:46:56
Hasan el-Basri (ra) Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "İlim iki türdür: Kalpte olan batın ilmi ki, asıl fayda­lı olan budur". Allah Resulü´ne (sav) "Allah kime hidayet etmek is­terse yüreğini İslâm´a açar" (En´am/125) ayetindeki ´Şerh=Açmak´ kelimesinin manası sorulmuştu. Buyurdu ki: "O genişletmedir". Şu halde şerh; Allah Teala tarafından kalbe atılan nurdan sonra yüre­ğin genişleyip açılması anlamına gelmektedir.

Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: Öyle bir kalbim var ki ona isyan ettiğimde Allah´a isyan etmiş gibi olurum. Kasdettiği; kalbin­de sadece itaatin bulunduğu ve yalnızca hakkın istikrar bulabildi­ğidir. Kalbi, Allah´ın elçisi haline gelmiş olduğu için ona isyan etti­ğinde onu gönderen Allah Teala´ya isyan etmiş gibi olmaktadır.

Bu manada şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "İman, kalpte yer-eden ve amel tarafından tasdik edilen şeydir". Yine O şöyle buyur­muştur: "Mümin Allah´ın nuruyla bakar. Allah´ın nuruyla bakan ise Allah´a karşı bir basiret içinde olur. Onun ameli de nuru saye­sinde Allah´a itaattan ibaret olur". Ariflerden bir zat şunu söylemiş­tir: Yirmi yıldır kalbim nefsime bir an bile meyletmedi ben de göz kırpması aralığınca dahi olsun onunla aynı hali paylaşmadım.

Ulemadan bir zata batın ilminin ne olduğu sorulmuştu. Cevabı şu oldu: O, Allah Teala´nm sırlarından bir sır olup onu sevdikleri­nin kalplerine koyar ve ona ne bir melek, ne de bir beşeri muttali kılar. Müsned bir rivayette Allah Resulü´yle (sav) ilgili şöyle bir ha­dise nakledilmiştir: "Bir adam Allah Resulü´ne (sav) geldi ve ´Bana ilmin herkesçe bilinmeyen inceliklerini öğret´ dedi. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Sen Rabbi´ni tanıdın mı? Bil ki ilimlerin garip meseleleri Marifetullah´tadır". Allah Resulü (sav) ashabına anlaşıl­ması zor garip meselelerin bulunduğu ilimlerin esasını beyan ede­rek şöyle buyururdu: "Kur´an´ı okuyun ve ondaki garip noktaları araştırın". Yani onun manalarını düşünmeye, batini yönlerini çı­karmaya çalışın. Çünkü Allah Teala´nm velileri O´nu, kendi Kela­mı olan Kuran ile tanır ve bilirler.

Denildi ki: Kelamı öğrenin ki Allah´ı bilesiniz. Çünkü Kelamın manalarını, hitab şekillerini bilen kimse bununla sıfatların mana­larını ve Zat-ı İlahi´nin isimlerinin ihtiva ettiği ilimlerdeki garib yönleri de öğrenir. İbni Mesud da (ra) şöyle derdi: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerim öğrenmek isteyen, Kur´an´ı baştan sona araştırsın. Marifet ehlinden bir zat Allah Teala´nm "Muhakkak ki Allah adaleti ve ihsanı emreder" (Nahl/90) ayetinin tefsirini yapar­ken şöyle demiştir: Ayetteki ´Adalet´ Kur´an-ı Kerim´i düşünmek ve anlamak ´İhsan´ ise, bu anlayışı müşahede etmektir.

Allah Resulü´nün (sav) imanı tarif ettiği bir hadiste, adaleti tes-bit ederken söylediği sözler de buna delil teşkil eder. O buyurdu ki: "İman, dört temel üzeredir: Sabır, yakin, adalet ve cihad.... Adalet de dört şubeden oluşur: Anlayış derinliği, ilmin aydınlığı, hilmin bahçesi ve hükmün kaideleri. Anlayış sahibi olan kimse, ilmin cümlesini tefsir eder. İlim sahibi olan ise, hükmün kaidelerini bilir. Hilim sahibi olan da işinde aşırıya kaçmaz ve insanlar arasında sa­yılan biri olarak yaşar".

Mükaşefe ehlinden bir zat şöyle demiştir: Melek bana zahir ol­du ve tevhidle ilgili olarak müşahede ettiklerim arasında bulunan gizli zikirlerimden bir kısmını kendisine yazdırmamı istedi ve şöy­le dedi: Biz senin amellerini yazacak durumda değiliz. Aksine bizi Allah´a yaklaştıracak bir amelinle senin seviyene yükselmek iste­riz. Bunun üzerine o kimseye sordular: İki melek farzları da mı yazmıyorlardı. O zat da şu cevabı verdi: Tabii ki yazıyorlardı. De­dim ki: Bunlar o iki meleğe yeterli olmuştu.

Ariflerden biri de şöyle demiştir: Abdal zümresinden birine Ya­kin müşahedesini sordum. Soluna döndü ve şöyle dedi: Allah sana merhamet etsin, ne dersin? -sonra sağına döndü ve yine- Allah sa­na merhamet etsin, ne dersin? sonra yüreğine döndü ve- Allah sa­na da merhamet etsin, ne dersin? Sonra da bana daha Önce hiç işit­mediğim gariplikte bir cevap verdi. Kendisine şöyle dedim: Gör­düm ki, soluna, sağına ve yüreğine döndün, bunun manası nedir? Bana şöyle dedi: Sen bana öyle bir soru sordun ki, benim onun hak­kında herhangi bir ilmim yoktu. Belki bilir diyerek sol yanımdaki meleğe dönüp sorduğumda bana ´Bilmiyorum´ dedi. Sonra ondan daha bilgili olan sağ tarafımdaki meleğe sorduğumda o da ´Bilmiyorum´ dedi. Bunun üzerine kalbime baktığımda o da bana sana verdiğim cevabı söyledi ve o iki melekten daha bilgili olduğunu gös­terdi.

Ebu Yezid ve diğerleri şöyle derlerdi: Alim, Allah´ın Kitabı´nı ez­berleyen, sonra da unuttuğu zaman cahil sayılan kimse değildir. Aksine alim, ilmini dilediği vakit ezberleme ve öğrenme olmaksızın Rabbinden alan kimsedir. Böyle bir alim, aldığı ilmi asla unutmaz, daima hatırlar ve asla kitaba ihtiyaç duymaz. İşte o Rabbani alim­dir. Yakin sahibi abdalın kalplerinin hali işte budur. Onlar hıfz ile değil Hafız ile ayakta dururlar.

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Ümmetimden muhaddisler ve kelam sahipleri çıkacaktır. İbni Ömer de onlardandır. İbni Abbas da okudu. Senden başka hiçbir resul, peygamber ve hadis nakleden göndermedik ki..[61] Allah Resulü (sav) bununla o iki sahabiyi kas-detmişti. Sahabe ve Tabiun´un ileri gelenlerinden olan Selef-i Sa­lih´in takip ettikleri yol da buydu. Kendilerine bir mesele soruldu­ğu zaman Tevfik-i İlahi sayesinde doğru olan cevaba muvaffak kı­lınırlardı. Onların izledikleri usûl, takip edilecek yol için hakiki bir rehber mahiyetinde idi.

Mümin bir kulun kalbine Yakin´e dair bir hatır geldiği zaman, onu müşahede etmiş olması, onun gereğini yapmak zorunda kal­ması neticesini doğurur. Bu ilim başkalarına gizli olsa da, onu açık­lamak ve başkalarına şüpheli gelmesi halinde de onun delilinin sıhhatini isbat etmek durumunda kalır. Allah Teala Yakin sahiple­rini tahsis ederek şöyle buyurmuştur: "Ayetleri yakin sahibi bir toplum için beyan ettik". (Bakara/118); "Bu (Kur´an), insanlar için kalp gözü, yakini olarak iman eden bir toplum için de hidayet ve rahmettir". (Casiye/20)

Allah Teala takva sahibi müttakileri tahsis ettiği ayetlerinde i-se şöyle buyurur: "Allah´ın göklerde ve yerde yarattıkları, muhak­kak ki takva sahipleri için kesin ayetlerdir". (Yunus/6); "Bu, insan­lar için bir beyan, takva sahipleri için de bir öğüt ve hidayettir". (Al-i İmran/138)

Allah Teala ilim sahiplerinin üstünlüğünü teyid ederken de şöy­le buyurmuştur: "Bilakis onlar kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde olan açık ayetlerdir". (Ankebut/49); "Muhakkak ki Biz, ayet­leri ilim sahipleri için açıkladık". (En´am/97) İlmin hakikati, takva ve yakinden gelir. Allah Teala´ya yakın kılınanlara mahsus olan Marifet ilmi de budur. Allah Teala onlara ayetler bahşetmiş, beyan´ ve deliller göstermek suretiyle diğerlerinden temyiz etmiştir. Bu­nun sebebi de; Allah´ın Kitabı´nı istenildiği gibi muhafaza etmiş ol­maları ve onun yaşayan şahitleri makamında bulunmalarıdır.

Bütün bunlar, Allah Teala´nın yerdeki hazinelerinin tesirleriyle kalplerde beliren hatırlardır. Göklerin ve yerin hazineleri yalnızca O´nundur. Ama ikiyüzlü münafıklar bunu fıkhedip anlamayazlar. ´Fıkh´ kelimesi, Arapların dilinde kalbi fiillerden biri olarak görülür. Mesela ´Fıkhettim´ dediğiniz zaman ´Anladım´ demek istediğiniz an­laşılır. Nitekim İbni Abbas da (ra) Allah Teala´nın "Onların kalpleri vardır fakat onlarla fıkhetmezler" (A´raf/179) buyruğunun tefsirin­de ´yarû anlamazlar1 diyerek ´Fıkh´ kelimesine ´Anlama=Fehm´ ma­nasını yüklemiştir.

Yakin, ruh ve melek menşeli hatır Allah Teala´nın hazinelerin-dendir. Akıl, nefs ve şeytan menşeli hatır ise yeryüzü hazinelerin-dendir. Nefs hakkında şöyle denilir: Nefs, türabi yani toprakcıldır ve arzdan yaratılmıştır. Bunun için de toprağa meyleder. Ruh ise manevidir ve melekûttan yaratılmıştır. Bu yüzden de yücelmek-ten haz alır. Kalbe gelince, o da melekût hazinelerinden bir hazi­nedir. Kalp ayna gibidir. Gayb hazinelerindeki ortamlarından ge­len bu hatırlar kalpte tutuşurlar. Kalp de bu tesirle pırıldayarak

ışık saçar.

Bu pırıltılardan kalp kulağına düşenler anlayış, kalp gözüne düşenler nazar yani müşahede, kalp diline düşenler kelam yani zevk, kalbin koklama melekesine düşenler ilim yani fikir olurlar. Uzvî aklın aşılanmasıyla oluşan bu akıl, kazanılmış yani müktesep akıl olup süresi bakımından en kısası, çilesi bakımından en kolayı­dır. Kalbin gözüne ve duyusuna düşenler ise onun şeffaf zarını yır­tarak kalpte bulunan siyah noktaya ulaşırlar. Bu safha vasıtasız temas yani ´Mübaşeret´ safhası olup zahiri bakımdan Vecd olarak bilinir. Müşahede makamındaki hal budur. Bu meyanda Allah Re­sulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Allahım, Sen´den kalbime doğrudan temas eden bir iman nasip etmeni niyaz ederim".

Ariflerden bir zat şöyle demiştir; İman kalbin zahirinde olduğu zaman, kul hem ahireti hem de dünyayı seven biri olur. Bazan Al­lah ile beraber olurken bazan da nefsiyle beraber olur. İman kalbin batınına girdiğinde ise, kul dünyaya buğzeder hale gelir ve dünye­vi arzuları terkeder.

Ebu Muhammed Sehl de (ra) şunu söylerdi: Kalpte iki boşluk vardır. Bunlardan biri batın olup içinde göz ve kulak bulunur. Bu­rası, kalbin kalbi olarak bilinir. Diğer boşluk ise zahir olup içinde akıl bulunur. Aklın kalpteki varlığı, bakışın gözdeki konumuna ben­zer. O, belli bir yerin cüasıdır. Bir nevi gözbebeğinin cilası gibidir.

Kalpteki hatırlar, hidayet vasıtaları olan ruh ve melek kaynak­lı ise, neticesi takva, hidayet ve rüşd olur. Bunlar hayır hazinele-rindendir. Rahmetin anahtarı ise, kulun kalbim güzel bir nura açar, sağ yanda bulunan hafeze melekleri de bunu idrak ederek onun için bütün hasenatı tesbit ederler. Kalbin hatırları, yoldan çı­karan azgınlar; şeytan ve nefs kaynaklı ise, bunun neticesi de is­yankarlık ve günahkarlık olur. Bunlar, şer hazinelerindendir.

Arazların çengelleri de kalbi karanlık ve zulmete açarlar. Sol tarafta bulunan hafeze melekleri de, kulun yaptıklarım kötülük ve günahlar olarak tesbit ederler. Bütün bunlar nefsi yaratıp tesviye eden, kalpler üzerinde mutlak hakimiyet sahibi olan, kalpleri; hik­met ve adaleti, sevdikleri için de minnet ve lütfü gereği çevirip de­ğiştiren Allah Teala´mn ilham ve görevlendirmesi neticesinde meydana gelir. O buyurdu ki: "Rabbinin kelimesi, doğruluk ve ada­let bakımından tamama erdi". (En´am/115) Yani velilerine söz ver­diği hidayete iletme vaadinde sadık kalarak sevaplarını eksiksiz verdi. Düşmanlarına da sapmaları sebebiyle vaadettiği azabı ada­leti gereği yaşattı.

"O, yaptığından dolayı sorgulanamaz, onlar ise sorgulanırlar". (Enbiya/23) İşte onlar, Allah Teala´mn emrine bağlı olan erlerdir. O ise, Hükümrân, Cebbar, Aziz, Kahhâr ve eşya ile doğrudan temas­tan münezzeh olandır- Herşey O´nun dilemesine bağlı ve kudretine boyun eğmiştir. O´nun kudreti iradesini tatbik ederken, hikmeti de fiillerini meydana getirir. O bir şeyi murad ettiğinde gizli kudretiy­le ´Ol!´ der ve o zahiri hikmetiyle ´olur. Rabbimiz, herşeye kadir olup herşeyin melekûtu O´nun elindedir.

O herşeyde hikmet sahibidir. Kul ise, aciz ve cahildir. O, hiçbir şeye kadir değildir. Sebepler dünyasına mahkum edilmiş olup önü­ne perde çekilmiştir. Allah Teala onu, sevap ve azabın mahalli kıl­mıştır. Sebepler, imtihan ortamlarıdır. Kul da imtihanın konusudur. Evvel olan Allah Tela ise, imtihan eden, irade sahibi, yoktan yara­tan, yaratıp öldürdüğünü tekrar yaratandır. O sizi, bilmedikleri bir şekilde yaratır ve müminleri de güzel bir imtihandan geçirir.

Kul, ancak Allah Teala´mn kendisini şahit kıldığı şeylere şahit olabilir. Müşahede makamında kulların muhtelif derecelere sahip olmalarının sebebi de budur. Kul, Allah Teala tarafından açıklan­mayan ve murad edilmeyen şeylerin beyanını bilemez. İşte bu se­bepledir ki onlar deliller noktasında ihtilafa düşmüşlerdir. Allah Teala gayb hazinelerinden bir şeyi izhar etmek istediğinde, latif kudretiyle nefsi harekete geçirir. Nefs de O´nun izniyle hareket eder. Allah Ifeala nefsin hareketiyle onun cevherinde bir karanlık açar ve bu sebeple kulun kalbinde kötü bir niyet oluşur.

Şeytan da kulun kalbine bakar. Çünkü o sürekli kalpleri gözet­lemektedir. Kalpler onun için açılmış, nefsler de onun önüne seril­miş vaziyettedir. O da bu şekilde, kendisine verilen görevi ve kula yaptıracağı kötü ameli görür. Şeytan, kulun kalbinde bir niyet gör­düğünde ve bu niyetin kalpteki zulmet ve karanlığa tesir edişine şahit olduğunda, kalpteki yerini ve kalp üzerindeki hakimiyetim pekiştirir. Kötü bir amele yönelik niyetler, esas olarak üç unsurun tesiriyle ortaya çıkar. Bu üç unsurun dallarını saymak mümkün değildir. Çünkü her kulun niyeti, kendi gayesine göredir.

Bu üç unsurun ilki, isa´dır. Heva, nefsin geçici dünyalıklardan aldığı zevk veya bunlara yönelik temennisidir. İkincisi akim afetle­rinden olan uzvi bir cehalet veya hareket ve sükûn iddiasıdır. Üçüncüsü de kalp aşkıdır. Bu üçünden hangisi olursa olsun kalbe tesir ettikleri zaman, nefs vesvesesi ve ona bağlı olup daima zem­medilen şeytanın varlığı gündeme gelir.

Bu üç unsurun ortaya çıkışı da şu üç esastan birinin etkisine bağlıdır: Cehalet; Gaflet veya gereksiz dünya malının peşine düş­mek. Bu üçü de kulu ilgilendirmeyip dünyaya izafe edilen fikir ve fiillerden ibarettir. Kul için en hayırlısı; nefsle cihad etmek, şeyta­nın nefsi sürüklemesine izin vermemek ve eğer bunlar dünya fuzuliyatının mubah işleri ise, uzuvların bu cihetteki hareketlerine set çekmektir. Eğer bu üçü, haram kılınan fiiller için varid olmuşlarsa o takdirde kulun uzuvlarını bu istikamette hareket etmekten çek­mesi gerekir.

Kalbi bunları anmakla neşe buluyor, nazları da onların peşinde gidiyorsa, bunlar kulun kalbi ile yakin arasında aşılmaz bir engel teşkil ederler. Eğer bunlar, mubah fiillerle gündeme geliyorlarsa o takdirde kalbinin gafletlerin yatağı haline gelmemesi için bunları kalbinden dışlayıp atması onun için daha hayırlı olur. Aslında bun­ların hepsi, Allah Teala´nın kalpleri çevirmek için koyduğu sınama ve onları döndürme için vazettiği imtihanlardandır.

Allah Teala, nefsi, ruhu, hayatı ve ölümü de imtihan gayesiyle yaratmıştır. Yeryüzünde yarattığı ziynetleri de en güzel amel olan zühdün ortaya çıkması için varetmiştir. O, bütün bunları yarattıkan sonra kullarının ne yaptıklarını seyre dalmıştır. Helaka düşmek üzere olan ve şeytanı kendisine musallat ettiği ve nefsini tahrik et­tirdiği için rızasından uzaklaşmakta olan bir kulu için selameti mu-rad ettiği zaman imtihan anında onun kalbine nazar eder ve nefsi Allah´a imanın nuruyla ile hidayete sevkeder. Kula, Allah´a sığınma­sını ve O´na tevekkül etmesini fısıldayarak kendisine karşı ihlaslı ol­mak mecburiyetini hissettirir. Bu durumda o kula Allah Teala yeter.

Kul bu safhadan sonra işini Allah´a havale eder. Allah Teala da şeytanın tuzağına karşı onu korur. Kul da Allah´a yönelmeye mec­bur kalır ve yalnız O´ndan korkmaya başlar. Allah Teala da onun için bir çıkış yolu yaratır ve kul felaha erer. Allah Teala nefse öyle bir bakışla bakar ki, nefsin ateşini söndürür ve kötü niyetleri imha eder. İnsanın baş düşmanı olan şeytan da kalpteki yerini kaybetti­ği için gizlenir ve Allah Teala´nın gücünün şiddetiyle kalp üzerin­deki hakimiyetini tamamen kaybeder.

Kalp, Allah Teala´nm bahşettiği sirac-ı münirin (=nur saçan kandil) tesiriyle safa bulup Aziz ve Kahhâr olan Allah Teala´nın verdiği güçle hürriyetine kavuşur. Bundan sonra O´nun bakışıyla safa bulmuş bir kalbe sahip olan kul, Rabbinin makamından kor­kar, günahlardan uzaklaşıp kaçar veya tevbe ve istiğfarda bulunur. Bu hal üzere gittikçe takvanın şiarları da onun üzerinde belirgin olmaya başla


Konu Başlığı: Ynt: Kalp İşiyle Uğraşanların Kalplerine Gelen Duygu
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Aralık 2009, 17:50:07
Allah Teala bir kulu için helaki murad ettiği zaman, ondan şer­rin sudur etmesine hükmeder. Bunun üzerine kalp, kötü niyet oluş­tuktan sonra nefisten kaynaklanan heva ile akla bakar. Akıl da nef­se döner. Nefs, akla kötülüğü kolay göstererek onu tahrik eder. Akıl da nefsin tahrikine kapılarak ona boyun eğer. Bundan sonra aklın teslimiyetinden dolayı yürek, heva ve arzular için açılıp genişler.

Yürek, heva ve arzular için açılıp genişlediğinde kalpte de bu tür duygular yayılmaya başlar. Yerinin genişlemesinden dolayı in­sanın can düşmanı olan şeytanın da kalp üzerindeki hakimiyeti güçlenir. Şeytan kötü işleri kalbe güzel göstermeye, vaadtler ve boş kuruntular telkin ederek onu aldatmaya devam eder. Bu şekilde kalbe süslü sözler ve aldanış zerkeder. Neticede, şeytanın hakimi­yetinin güçlenmesi ve yakin nurunun sönmesi sebebiyle imanın kalpteki hakimiyeti sarsılır. Şehvetin güçlenmesinden dolayı da heva baskın gelir. Şehvet, ilim ve beyanı yokettiği için de haya or­tadan kalkar ve iman, şehvetle perdelenir. Hevanın hakimiyeti ve hayanın yokolmasmdan dolayı da günahkarlık bariz hale gelir.

Hayır ve şer, itaat ve isyan gibi üstteki sebebplere bağlı olarak ortaya çıkan durumlar insan için anlık meselelerdir. Bunlar göz açıp kapama anı kadar kısa sürelerde yaşanırlar ve kulun bütün parçaları tek bir parçaya, bütün mafsalları tek bir mafsala dönü­şür. Bunun sürati şimşeğin süratine benzer. Çünkü bu, Allah Tea-la´nın kudretinin iradesine baskın çıkarılması hadisesidir. O, bir şeye ´Ol´ dediğinde derhal ´Olur1.

Allah Teala kul için hayrı izhar etmek ve melekût hazinelerin­den biri olan takvayı ilham etmek istediğinde, gizli lütfuyla ruhu harekete geçirir. Ruh da kudreti eşsiz olan Allah Teala´nın emriyle harekete geçer. Onun cevherinden kalpte parlak bir nur açılır ve hayır yönünde yüce ve ulvi bir niyet teşekkül eder. Bu da fer*iyatı sayılamayan üç esastan birinin tesiriyle olur. Çünkü her kulun ha­yırdaki himmet ve gayreti, onun ilim ve makamına göredir.

Bu üç esasın ilki, farz olan bir emri yerine getirme gayretidir, ikincisi, kulun halinin tesiriyle veya melek ya da melekûttan mü-kaşefe yoluyla muttali olduğu bir ilimden dolayı fazilet sahibi ol­mak isteğiyle bir mendubu işleme arzusudur. Üçüncüsü ise, kendi­siyle ilgili bir hususta, bedeni ve nefsi sıhhatinin gereği olarak yaptığı ve kendisine serbest kılınmış bir mubah ile meşgul olmaktır. Bununla maksadı, başka birine faydalı olmak veya denizler kadar derin meselelere dalmış kalbini rahatlatacak fikirlerle teselli bul­maktır. Böylelikle sıkıntısını giderip kalbine binen ağırlığı hafiflet­miş olabilir.

Bunlar Allah Teala tarafından kulun meşgul olması için tercih edilmiş sahalardır. Hikmet sahibi olan Allah Teala´mn hikmeti bunu icap ettirmiştir. Yukarıda zikrettiğimiz esasların tamamında da Al­lah Teala´mn rızası mevcuttur. Bunları ifa etmek, kul için en fazilet­li olandır. Tabii ki bunlardan bazıları, diğerlerinden daha üstündür.

Üstte zikredilen hayır ve şerle ilgili altı esas, temelde kalbe do­ğan meleğin sesiyle şeytanın sesi, takva ilhamıyla günahkarlık il­hamı yani niyet ile vesvese arasındaki farkı teşkil eder. Niyet ile vesvese de Allah Teala´mn seçimi veya smamasıdır. Bu esaslar kul için daha fazla mükaşefe sahibi olma vesilelerini de ortaya çıkarır. Kul, bunlar vasıtasıyla Allah Teala´ya nazar eder ve bunların ken­disini ulaştırdığı makamda Allah Teala´yı bulur. Bunlar, Allah Tea-la´dan onun için bir tanıtım olur ve kul onlar vasıtasıyla Rabbini tanır ve kendisine şevk ve ünsiyet kapıları açılır.

Kullar, yakindeki yüksekliklerine, güçlerinin miktarına ve ima­nın kalplerindeki yerinin metanetine bağlı olarak müşahedelerde de farklı derecelere sahip olurlar. Hayrın kökleri ve ortamları şun­lardır: Meleğin ilhamı, ruha bırakılan nur ve iman kitaplarındaki nurların müessirleri; Hayrın fertyatı ise, ahiret, kula emredilen farz, mendub ve mubahları bilmektir. Şerrin kökleri ve ortamları bunların karşıtları olan, nefs ve şeytandır. Şerrin sebepleri ise, he-va ve şehvettir. Bunlar da cehaletten kaynaklanan hususlar olup kulun Önüne bir perde gerer ve onu azaba sürüklerler.

Allah Teala, ruh hazinesinden bir hayrı açığa çıkarmak istedi­ğinde, onu harekete geçirir ve kalpte bir nur parlar. Bu nur, kalp üzerinde müessir olur ve melek kalbe nazar eder. Kalp de, Allah Te­ala´mn içinde yarattığı şeyi görür. Bunun üzerine meleğin kalpteki yeri sağlamlaşır ve şeytanın şer hazinesi olan nefste yaptığım, o da kalpte yapar. Melek hidayet üzere yaratılmış ve Allah´a itaati sev­me karakterine sahip kılınmışken şeytan, azgınlık üzere yaratılmış, günahı ve isyankârlığı seven bir karaktere sahip kılınmıştır. Melek kalbe bir ilham bırakır ki bu; kalpteki değişik´hatırların kayıt altı­na alınmasını emreden bir içses olup kulun kalbinin güzelleştiril­mesini ister ve buna teşvik eder. İşte bu, takva ve rüşd ilhamıdır.

Melek yakine, insanın baş düşmanı olan şeytan ise nefse bakar. Yakin, meleği buna şahit kılar ve akıl huzur bularak yakinin şahit­liğine teslimiyet gösterir. Bu safhadan sonra akıl da, Allah Tea­la´mn izniyle melekle beraber olur ve Rabbinden destek alır. Hal­buki daha Önce nefs ile beraberdir ve onunla huzur bulmaktadır. Yürek de aklın varlığından dolayı açılır ve yürekteki bu genişleme ve açılmanın etkisiyle ilmin delilleri tezahür etmeye başlar. İman­daki saflık ve duruluğun tesiriyle yakinin kalp üzerindeki hakimi­yeti daha da güçlenir.

Hevanın zulmet ve karanlığı ise, yakinin nuru içinde kaybolup gider. İman nurunun tebarüz etmesiyle birlikte şehvet kıvılcımları da birer birer söner ve iman, haya ziynetiyle süslenir. Şehvetin kırıl­masıyla beraber nefsin belli sıfatları da zaafa uğramaya başlar. Nefs zayıfladıkça kalp güçlenip kuvvetlenir. İman da yakinin kuvveti ve ilim delillerinin ortaya çıkması sayesinde artar. İmanın artışı ve ha­ya elbisesinin kuşanılmasıyla hidayet ağır basar. Hakkın galebe çal­masından dolayı da kulun itaati ön plana çıkar. "Allah, emrinde ga­lip gelendir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" (Yusuf/21),

meselenin Başka bir İzahı:

Melek ve şeytandan kaynaklanan sesler ile bunların ilham ve ves­vese dereceleri farklılaşabilir. Kimi zaman, şeytanın kötülüğü em­reden fısıltısı daha önce gelmiş olabilir. Melek de bunun ardından kulun yardımına koşarak onun hayır üzerinde kalmasını temin et­mek ve Rabbinin inayetini göstererek kulu bundan sakındırmak için kalbine seslenebilir. Böyle bir durumda kulun yapması gere­ken, ilk hatıra karşı durarak ikinci hatıra itaat etmektir.

Kimi zaman da meleğin hayrı emreden sesi önce gelebilir. Bu­nun ardından şeytanın onu caydırmaya, ertelemeye dair sesi gelir ki bu, Allah Teala´mn kulunu sınama ânıdır. O, kulunun ne yapa­cağına ve bu iki sesten hangisine kulak vereceğine bakar. Böyle bir durumda kulun yapması gereken; ilk sese kulak vererek, ikinci se­se kulak tıkamak ve şeytana itaat etmemektir.

Bir de meleğin hayır yönündeki ilhanlıyla şeytanın vesvesesine ilişkin hatırların kalbe doğması sözkönusudur. Bunlar da çeşitli derecelerde olur. Bazı kullarda dünyaya düşkünlüğün aşırı olma­sından dolayı meleğin sesi zayıf çıkarken şehvet ve heva düşkünlü­ğünden dolayı şeytanın sesi güçlü çıkabilir. Bu seslerdeki güçlülük ve zayıflıkla, Önce veya sonra gelişlerdeki farklılaşma da Hakim olan Allah Teala´mn irade ve hükümlerinin, O´nun kudretinin kalp­leri çekip çevirmesinin ve iradesinin hükümlerindeki inceliklerin neticesidir. O´nun şer hazineleri arasında hayır hazinesi varetmesi veya hayır hazineleri içinde şer hazinesi varetmesi mümkündür. Sevdiği ve kendisinden başkasına meyletmesini istemediği kulları için böyle yapabilir.

Kul, Allah Teala´dan gelene asla nazlanmaz. Arif de buna şahit olduğunda hayır yaptığından asla emin olamaz. O´na karşı asla nazlanmaz, çünkü Allah Teala´mn hayır hazinelerini şer hazinele­rine çevirmesinden hiç kimse emin olamaz. Aynı zamanda üzerin­deki bir kötülükten dolayı da ümitsizliğe kapılmaz ve daima Allah Teala´mn şer hazinelerini hayır hazinelerine çevirmesini umar. Böylelikle arif olan kul, daima korku ve ümit halleri arasında olur. Bunu idrak edebilmek için, ilimlerin inceliklerini, anlayışların latif yönlerini, zekanın kapalılıklarını Rahman ve Cebbar olanın öğret-mesiyle bilinen nurların saflığını bilmek gerekir.

Kul, şerre ait bir hatırdan sonra hayra ait bir hatırın geldiğini ve kendisini serden sakındırdığını görür. Böylelikle, sürekli göze­tlendiğini ve telafi için imkan verildiğini anlar. İşte bu, kulun kal­bindeki en büyük vaiz ve aklı destekleyen büyük bir caydırıcıdır. Nefsten ve hevadan kaynaklanan şer hatırları ardarda geldiği hal­de bunları melekten gelen hayır hatırları takip etmeyebilir. Bu, ku­lun rıza-i ilahiden uzaklığının ve kalbindeki katılığın en bariz ala­metidir. Bazı kullarda ise, ruh ve melekten kaynaklanan hayır ve iyilik hatırları hemen gelir ve bu kulları, heva ve nefs kaynaklı şer hatırlarından azad eder. İşte bu da, Allah Teala´ya yakınlığın işare­tidir. Bu, aynı zamanda O´na yakın kılman Mukarrebun zümresi­nin halidir.

Allah Teala´mn kulu sınaması çerçevesinde hayır ve iyiliğe ait hatırlar şeytan kaynaklı hatırlar ve vesveselerden de doğuyor olabilir. Bu, Allah Teala´dan bir sınama, şeytandan kula yönelik bir hi­le, nefsten de bir tuzaktır. Kulun düşmanı olan şeytan, bu yola baş­vurarak onu sonunda büyük bir günaha sürüklemek, bir farzı en­gellemek için menduba sevketmek, o an için daha faziletli olan bir şeyi yapmasına imkan vermemek, zahirde iyi görünüp aslında şer olan bir şeyi yaptırmak gibi maksadlara ulaşmaya çalışır. Yapıla­cak fiilde şeytanın gayesi, görünen değil görünmeyen yönü veya işin sonudur. Bu noktada nefsin şehveti de hevasıdır. Nefs onu te­menni eder, çünkü şeytan onu zahirde hayır görünen bir kisveye bürümüş, güzelce süslemiş, işin başını hayırlı kılarak kulu teşvik etmek istemiştir. Bu durum amel sahiplerinin karşılaşacakları tu­zakların en çetinlerin dendir. Bu tür tuzakların içyüzünü ve sırları­nı ancak ilim sahipleri bilebilirler.

Melekten kaynaklanan hatır, her halükarda mutlak hayır ve saf iyilik içerir. Çünkü hile ve tuzak kurmak, meleklerin sıfatların­dan değildir. Ama kalbin kasvet ve katılığı arttığı, zoraki ibadet eden kimselerin günaha meyilleri çoğaldığı zaman, melekten gelen hatırlar kesintiye uğrayabilir. Böyle bir durumda kalp ile şeytanın dürtüleri arasında hiçbir engel kalmaz. Şeytan da nefsin hevasıyla yalnız başına kalır. Zamanla kulun üzerinde tam bir hakimiyet ku­rarak -Allah korusun- huzur-i ilahiden uzaklaştırılması, hayırsızlı­ğı ve irşaddan kopuşu noktasında onunla birleşir.

İman makamındaki kul, meleğin sesini duymaya devam eder. Yakin makamına yükseltildiği zaman ise Allah Teala tarafından ruhun nurları vasıtasıyla dost edinilir. Ruh, insanda hakkın yerleş­tirildiği yerdir. Allah´a yakınlık ve hakka ulaşma da; meleğin bile muttali olamadığı sırlardan olan ruhun nurları vasıtasıyla gerçek­leşir. Bu safhaya ulaşabilmek için nefsin hevaya dair hatırlarının tamamen yokolmuş olması ve bu hatırlardan bir zerrenin dahi kal­mamış olması gerekir.

Bu, nefsin tamamen dürülme ve ruhun enginliğinde kaybolma safhasıdır. Bu safhada nefsten hiç ses çıkmamaya başlar. İşte bu noktada Allah Teala yakin nuru ile kulunu veli edinir ve gayb ha-zineleinden biri olan yakin nurunu parlatır. Bu nur, ceberûtun mü-kaşefeleri ile perdelenmiş bir nurdur. Kul bu merhalede hakka Hakk ile şahid olup gayba temas ederek onun yapısını inceler.

Onun yapısını öğrendikten sonra sadece ehline veya soranlara açıklanabilecek bilgilere sahip olur. Bu da Tevhid makamında olur. Bütün bunlar, Mukarrebun zümresinin nasiplerindendir.


Konu Başlığı: Ynt: Kalp İşiyle Uğraşanların Kalplerine Gelen Duygu
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Aralık 2009, 17:54:30
Meselenin Başka Bir İzahı:

Küçük de olsa yapılan her amel, Allah Teala tarafından deruhte edilen üç unsurdan hali kalamaz:

1. Bunların ilki Tevfik´tir. Bu, ameli yapan kul ile yapılacak şe­yi biraraya getiren ittifak halidir.

2. İkinci unsur Kuvvet´tir. Kuvvet aklın başlangıcını teşkil eden hareketin durağan haline verilen isimdir.

3. Üçüncü unsur ise, Sabırdır. Sabır, fiilin tamamlanmasını borçlu olduğu kısmın bitirilmesindeki kararlılıktır.

Her amelin oluşabilmesi için ihtiyaç duyulan bu üç temel esas, Allah Teala tarafından kendi Zatına izafe edilmiştir. O, bu meyan-da şöyle buyurmuştur; "Tevfikim ancak Allah sayesindedir". (Hud/88); "Allah diledikçe ki Allah´tan başka Kuvvet (veren) yok­tur". (Kehf/39); "Ve sabret, senin sabrın ancak Allah sayesindedir". (Nahl/127)

Allah Teala, kainatı çekip çevirme işinin de kendi iradesine bağ­lı olduğunu şu buyruğuyla beyan etmiştir: "Allah, gece ile gündüzü dilediği gibi değiştiriyor". (Nur/44) Bunun manası, Allah Teala´nın bu ikisi arasmdakileri de kendi iradesine bağlı olarak değiştirdiği­dir. Çünkü ´Gece ile Gündüz´ bütün eşyanın iki ayrı tarafı için ko­nulmuş isimlerdir. Allah Teala bu iki isimle bütün varlık alemini murad etmiştir. Bunu teyid eden başka bir buyruğu da şudur: "Ha­yır, işiniz gece gündüz tuzak kurmaktı". (Sebe733) Yani, gece ve gündüz kurduğunuz tuzaklarınız. Çünkü onlar tuzaklarını ya gece ya da gündüz kurmaktaydılar. Allah Teala bu iki kelimeye mekan manası yükleyerek her ikisinde kurdukları tuzakları da murad et­miştir.

O´nun şu buyruğu da bu manadadır: "Halbuki gecede ve gün­düzde barınan şeyler O´nundur". (En´am/13) Bu ayetin tefsirinde iki farklı anlayış mevcuttur. İlkine göre ayette geçen ´Sekene=Sa-kin oldu´ fiilinden kasdedilen, yeryüzünde barınan ve onu mesken edinen varlıkların yerleşimidir. Diğer anlayışa göre kasdedilen, hareketin zıddı olan ´Sükûn´ halidir ki bu mana daha yakındır. Çün­kü kainatta aslolan hareket değil sükûn yani durağanlık halidir. Yaratılmışlara layık olan çaresizlik ve yokluk sıfatlarına yakın dü­şen mana da budur. Harekete geçirme ise Allah Teala´nın ihdas ve icrası ile sonradan ortaya çıkmış bir durumdur.

Aynı şekilde sükunun zikredilmesiyle onun zıddı olan hareketin kasdedümiş olması ihtimali de mevcuttur. Buna misal olarak şu ayet-i kerimeyi zikredebiliriz: "Hem sizi sıcaktan koruyacak elbise­ler., yaptı". (Nahl/81) Yani sıcaktan olduğu gibi soğuktan da koru­yan elbiseler. Çünkü elbise, bu maksadla da kullanılabilen bir eş­yadır. Allah Teala, her iki ayette de ikinci sıfatın istidlal yoluyla bi­linmesi için sıfatlardan birini zikretmekle iktifa etmiştir.

Allah Teala buyurdu ki: "Onların kalplerini ve gözlerini önce buna inanmadıkları şekilde ters çeviririz". (En´am/110) Allah Resu­lü (sav), Allah Teala´nın kalpleri çevirmedeki eşsiz kudretine ve la­tif yaratışına şahit olduğu için O´nun bu sıfatı üzerine yemin ede­rek "Kalpleri çevirene andolsun ki"[62] buyurmuştur. Allah Resulü (sav) kalplerin değiştirilmesinde kudret-i ilahinin nasıl seri bir şe­kilde devreye girdiğini herkesten daha açık ve kesin birşekilde gör­düğü için yemin edilenin kudretini yüceltmek ve bu babda önceye dayanan ilminden dolayı hissettiği korku ile bunu bir Kasem lafzı haline getirmiştir.

O, şöyle dua ederdi: "Ey kalpleri değiştiren (=Mukallibe´l-kulûb) kalbimi dinin üzere sabit kıl. Bunun üzerine bazı sahabiler, ´Ey Al­lah Resulü, sen de mi korkuyorsun?´ diye sorduklarında şunu söy­lemiştir: Ben bile emin olamıyorum. Çünkü kalpler Rahman´m iki parmağı arasındadır. Onları dilediği şekilde değiştiriverir". [63] Hadi­sin başka bir lafzında ise şu ifade geçmektedir: "Eğer kalbi yerinde kılmak isterse, yerinde kılar, eğer kaydırmak isterse de kaydırır [64] Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edildi: "Kalp, her an değişimiyle serçe gibidir". Yine O, şöyle buyurmuştur: "Kalp, kazan gibidir, altı yakıldığı zaman kaynar". Meşhur bir hadiste de

O´nun şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Kalp, çöllük bir arazide rüzgarların savurduğu bir kuş tüyüne benzer".[65]

Kalp, bünyesinde bulundurduğu gayb hazinelerinden dolayı gece-gündüz gibi değişim mekanıdır. Yine o, vakitlerin değişimine göre hü­kümlerin de değiştirildiği bir yerdir. Kula düşen; kalplerin değiştiril­mesine ve onları değiştiren Hak Teala´mn kalp ile sahibi arasında bu­lunduğuna iman etmesinin vacib olduğunu bilmesidir. Allah Teala, iman ile Öldükten sonra diriltmeyi birleştirerek şöyle buyurmuştur: "Ve bilin ki Allah kişi ile kalbi arasında durur ve (hepiniz) O´nun hu­zuruna toplanırsınız". (Enfal/24) İbni Abbas (ra) bu ayeti tefsir ede­rek şöyle demiştir: Allah Teala, mümin ile küfür arasında mani ola­rak dururken kafir ile de iman arasında engel olarak durur.

Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Kul ile, Allah ve Resu-lü´nün (sav) davetine icabeti arasında durur. Diğer bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Mümin ile kötü son, kafir ile de güzel son arasın­da engel olarak durur. Başka bir zat ise şunu söylemiştir: Mümin ile onu helaka itecek bir büyük günah işlemesi arasında mani ola­rak dururken münafık ile onu felaha götürecek bir amele muvaffak kılınması arasında engel olarak durur. Muvahhid ile şehadet getir­meden ölme arasında durabilir. Bütün bunlar, müminler nezdinde Allah Teala´mn azap tehdidinin tahakkuk edeceği istikametindeki korkulardır. Kainat da aynı şekilde bir tüy gibi Allah Teala´mn ira­desiyle çekip çevrilir.

Kuvvetli bir fırtına, bir kuş tüyünü nasıl yerden yere vuruyor­sa Kadir-i Mutlak olan Allah Teala da kainatı işte o şekilde dönde-rir ve değiştirir. Allah Teala´mn kudreti, hesaplamaya ve mesafeye ihtiyaç duymadığı gibi zaman ve mekana da ihtiyaç duymaz. Ka­inatın mülkünde zahir olan ve belli bir mekanda beşerin gözleriyle görülen fiiller ise Allah Teala´mn hikmeti, benzersiz yaratışı ve sağ­lam yapışının misalleri olmaları bakımındandır. Beri yandan mele-kut aleminde gizli olarak tahakkuk eden ve kalplerin basiretleri­nin değiştirilmesi gibi fiiller de, O´nun kudretinin gizliliğinin ve gü­cünün eziciliğinin tecellisi olarak meydana gelirler.

Bir kulun kudret-i ilahiye dair müşahede sin deki nasibi, onun tevhiddeki nasibine göredir, Tevhiddeki nasibi ise, yakinden aldığı paya göredir. Yakinden aldığı pay da, Karîb olan Allah Teala´ya ya­kınlık derecesine göredir. Yakınlık derecesine gelince, bu da Allah Teala´nm onun kalbine yakınlığına göredir. Allah Teala´mn onun kalbine yakınlığı, onun Allah Teala´yı bilme (=ma´rifetullah) seviye­sine göredir. Allah´ı bilme noktasında varılan genişlik ve derinlik, imandaki ziyadeye bağlıdır. İmandaki ziyadesi ise, onun Allah Te­ala´ya, Allah Teala´mn da ona olan ihsanına bağlıdır. Allah Te­ala´mn. ihsanı ise, ona itina göstermesi ve onu üstün tutmasına bağlıdır. Kul, işte bu şekilde Allah Teala´yı bilir. Sevilen ve herşeyi elinde bulunduran Allah Teala´mn kudretinin sırrı da budur.

Kulun cahillik babmdaki nasibine gelince, bu da yaşadığı gafle­tin derecesine bağlıdır. Gafleti, kalbindeki dünya sevgisine bağlıdır. Dünya sevgisi ise, nevalarının kuvvetine, nevalarının kuvveti de nefsin onun üzerindeki hakimiyetine ve nefsani sıfatların kalbinde yayılmasına bağlıdır. Nefsani sıfatların kalbe hakim olması ise, ya-kini ilmindeki zayıflığa bağlıdır. Yakini ilim ve imamndaki zayıflık ise, Allah Teala´mn onun gözlerine koyduğu perdenin kalınlığına ve onunla Allah Teala arasındaki uzaklığın büyüklüğüne bağlıdır.

Perde ve uzaklığın kula kazandırdıkları ise, kibir ve kalp katı-laşmasıdır. Kalp katılaşması, kulu, günahlara dalmaya sevkedecek-tir. Günahlara dalmak, öfke ve yüz çevirmeyi beraberinde getirecek­tir. Kulun öfke ve yüz çevirme hali içinde bulunması, Allah Te­ala´mn onunla ilgilenmemesinin ve ona kötü bakmasının neticeleri­dir. İşte bu da Allah Teala´mn kulu diğerlerinden ayırdığı kaderinin sırrıdır. Kulun müptela olduğu bu zemmedilmiş sıfatlar, daha önce gördüğümüz ve kula in´amda bulunulan övülmüş sıfatların tam zıd-dıdır. Kullarını bu iki istikametten birine döndüren de yine O´dur.

Hevamn kulun kalbinde yerleştiği mekanın büyüklüğü, düşma­nı olan şeytanın onu kendisine ne kadar süslediğine ve kula musal­lat ediliş derecesine bağlıdır. Allah Teala bu babdaki kudretinin işaretleri olan aye.tlerde şöyle buyurmaktadır: "Allah kime hidayet etmek isterse onun yüreğini İslâm´a açar. Kimi saptırmak isterse onun yüreğini de dar ve sıkışık kılar". (En´,am/125); "Eğer Allah yardımcınız olursa size galib gelecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bı­rakırsa O´ndan sonra size kim yardım edebilir ki?". (Al-i İm-ran/160); "Allah sana bir kötülük dokundurmak isterse, onu Allah´tan başka giderecek yoktur. Eğer senin için bir iyilik murad ederse O´nun lütfunu çevirecek de yoktur". (En´am/17)

Burada şöyle bir mesele çıkmaktadır: Hidayet veren Allah Te-ala, aynı zamanda saptıran olduğuna göre kimler hidayet bula­caktır? Allah Teala buyurdu ki: "Allah saptıracağı kimseyi hidaye­te erdirmez". (Nahl/37) Buna göre, Allah Teala´nm şanına yakı­şan; sabık ilminde sapmış olarak bildiği için saptırdığı kimseyi hiç kimsenin hidayete er dirememe sidir. Öncesinde sapmış oldu­ğunu bildiği bir kulunun nasıl hidayete iletebilir ki? İşte bu ma­nada, "Allah saptıracağı kimseyi hidayete erdirmez". (Nahl/37) buyurmaktadır.

Buna benzer bir diğer mesele de Allah Teala´nın veren olduğu gibi engelleyen de olmasıdır. Bu durumda, O´nun verdikleri kimler olacaktır? Hayrın tamamı bir kulun kalbine doldurulmuş bile olsa, kul kendi kalbindekinden yine ona bir zerre dahi taşımaya ve nef­sinden yine kendi nefsine bir hardal tanesi kadar menfaat sağla­maya muktedir olamaz. Çünkü kalp denen uzuv, ona ait bir organ olsa bile aynı zamanda Allah Teala´nzn hazinesidir ve içinde kulun dahi bilemediği şeyleri bulundurmaktadır. Kalbin içerdiklerine kul bile muttali olamaz.

Nitekim Allah Teala, bu hususu bilmeyen ve yoldan çıkardığı bir kafirin sözü karşısında şaşkınlık beyan ederek şöyle buyurmak­tadır: "O, gaybı mı biliyormuş? Yoksa Rahman´dan bir ahit mi al­mış". (Meryem/78) Nasıl olur da kul, kalbindekine muttali olabilir ve onu dilediği şekilde çekip çevirebilir? Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kalpleri çekip çevireni teşbih ede­rim". Allah Teala da beşeriyetin efendisi olan Resulü´ne (sav) hitap edip şunu haber vermesini emretmiştir: "De ki: Allah´ın dilediği dı­şında kendi nefsim için (dahi) hiçbir iyilik veya zarara sahip ola­mam". (A´raf/188); Ardından da şöyle buyurmuştur: "De ki: Haberi­niz olsun, ben size kendiliğimden ne bir kötülük ne de bir iyilik ya­pabilirim. De ki: Beni Allah´tan başka kimse kurtaramaz ve ben O´ndan başka sığınacak da bulamam". (Cin/21)

Mülkün yegane sahibi olan Allah Teala, Cebbar ve Aziz olduğu­na ve herşeyi elinde bulundurduğuna göre O´nun katındaki nimet­lere kuvvet kullanarak veya hileye başvurarak ulaşmak mümkün olmayacaktır. Bunlara ulaşmanın tek yolu; O´nun karşısında sıdk, ihlas, zillet ve muhtaciyet göstermektir.

Tuzağa düşen akıl, yoktan yaratan ve öldürdüklerini tekrar ya­ratacak olan Allah Teala´ya nazar edemez. Çünkü önüne bir perde gerilmiştir. Bu perde, Allah Teala´nın suret ve hareketiyle ilgili ola­rak mevcudat aleminde izhar ettiği hususlardır. Allah Teala akla bunları açıklarken hareketi veren kudret sahibini vasıta edinip ka­inatı şekillendiren Evvel´i gizlemiştir. Akıl, düştüğü bu tuzak yü­zünden, aslında kendisi için bir perde olan, hareket ve sükûna ba­karak bunu kendine dayandırır. Halbuki o, bu iddiasıyla şahit olu-nananı görüp hakiki Şahid´i göremediğini anlayamaz.

Akıl, makamının Hak Teala´ya uzak oluşundan dolayı hareket ve sükunu vareden Allah Teaîa´yı göremez. Çünkü O, hareketin ar­kasındaki Gayb´dır. Gayb ise, ancak gaybda görülebilir. O da Ya-kin´dir. Şehadet alemi nasıl o alemdekiler tarafından görülebiliyor-sa, gayb alemi de ancak o alemdekiler tarafından görülebilir. Şeha­det alemindeki görme vasıtası, gözlerdir. Gözleri kör olan kimse bu alemde hiçbir şey göremez. Aynı şekilde kalp gözü kör olan kimse de melekût aleminde hiçbir şey göremez. Böyle biri, Yakin´in yoklu­ğundan dolayı müşahede fiiline muktedir olamayacaktır.

Aynı şekilde aklın esas aldığı hüccetler ve önündeki perde de, onun sadece görülmesi ve akılla bilinebilir olanları kavramasını sağlar. Ama basiret sahipleri, hareketi veren Şahid´i gördükleri için gaybi hareketten de ibret alırlar. Allah Teala, insan vücudunun içindeki hareketi gizlerken bu hareket neticesinde ortaya çıkan fi­illeri izhar etmiştir. Sanatıyla varettiğini açığa vururken bu sana­tın keyfiyetini gizlemiştir. Bunu yapmasının sebebi de, hikmetini kullarına daha açık olarak gösterebilmektir. Aynı şekilde ilk sana­tın sahibi olan Sanaatkar ve en büyük hikmetin sahibi olan Hakîm de kudretinin incelikleriyle gizlediği hareketten Gayb olmuştur.

Sırf akla dayanan kul, sadece O´nun izhar ettiği ve gösterdiği şeyleri görebilmiştir. Çünkü bunlar, Allah Teala hakkında akli ola­rak bilinebilen ve Onun için sınırlı kılman bilgilerdir. Bu kul, Ya-kin sahibi olmadığı için, kendisinden gizlenen gaybı görememiş ve şahid olarak sadece hareket ve sükunu kanıtlayabilmiş tir. Bu da onun Allah Teaîa´yı müşahede etmesine mani olmuştur. Muvahhıd ise Tevhid şehadeti vasıtasıyla bunu müşahede eder ve Yakin nuru sayesinde melekutun kendisine keşfettiği hakikatları görür.

Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Tevhidinde sırf aklına daya­nan kimseyi, sahip olduğu inancı ateşten kurtaramaz. Dünya ha­yatında tevhidi akli delillere bağlı olan ve sahip olduğu tevhid aki­desi kendisini Yakin´e götürmeyen kimse, zannım odur ki hakların­da ´Kalbinde miskal ağırlığınca olsun iman bulunanlar cehennem­den çıkarılacaklardır5 diye tarif edilen zümrede yeralacaktır. İmanı bu mikdann üstünde olanlar ise Yakin ile temas edeceklerdir. On­lar Ruh ile takviye edilenler olup kalplerindeki nur asla sönmeye-cektir ve bunlar cehennemden uzak tutulacaklardır. Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Allah Teala´ya O´nsuz ulaşacağını zanneden kimse O´nunla bağını kesmiştir. Allah Teala´ya kulluğunda nefsin­den medet uman kimse de, nefsini vekil edinecektir.

Kulların önünde, yukarıda zikrettiğimiz perde dışında üç perde daha vardır. Bu perdelerden biri en kalın, ikincisi orta kalınlıkta, üçüncüsü ise en ince olandır. Bu perdelerin ilki, arizi sebeblerdir. ikincisi çekici şehvetlerdir. Üçüncüsü ise, sürekli değişen alışkan­lıklardır. Sebepler, insanların bunlara bağlanmasına yol açarlar. Şehvetler ise onları daima kendilerine doğru çekerler. Alışkanlık­lar ise onların dayanakları olurlar. Kalınlık dereceleri farklı olan bu perdelerden hangisi bir kulun kalbinde zuhur ederse, orası şey­tan için yerleşim yeri olur.

Bunların kalpteki alanları ne kadar geniş olursa şeytanın kul üzerindeki hakimiyeti de o kadar geniş ve güçlü olur. Şeytanın süs­lemesi ve kışkırtmasıyla nefs de güçlenir ve insanı kuruntulara sevkeder. Sonuçta nefs insana, hiçbir malikin sahip olamayacağı şekilde kafi olarak sahip olur. Nefs kula malik olduğunda, kişi de onun malı ve esiri haline gelir. Heva da onun üzerinde emir sahibi olur. Bu durumda şeytan onu azgınlığa ve yoldan çıkmaya çağırır ve mallar ile çocuklarda ortak olma manasında tamamen ele geçi­rir. Böylelikle kulun Allah Teala´dan uzaklaşmasını ve O´nu tama­men unutmasını sağlar.

Bu durum, Allah Teala´nm Kitabı´nda kınadığı yoldaşlık halidir. O buyurdu ki: "Şeytan kimin yoldaşı olursa (bilsin ki) o ne kadar da kötü bir yoldaştır". (Nisa/38) Neticede kulun kalbindeki hüsnü ni-

yet ve himmet, yerini şeytani dürtü ve tahriklere bırakır. Kalbinde daima şeytan kaynaklı olan hatırlar dolaşır. O da vesvese yolunu kullanarak kötülükleri ona güzel gösterir. Kula süre tanır, onu ümitvar kılar, onun emelini geleceğe doğru yayar ve tevbe için sü­rekli umuntu sahibi olmasını sağlar. Kul da bu telkinler yüzünden daha rahat günah işler.

Şeytan, her günahından sonra ona mağfiret vaadeder. Sonunda günah işlerken daha cüretkar hale gelir. İşte bu, aldatıcı olan şey­tanın vaadidir ve bunun sonrasında kul için mutlak helak vardır. Nitekim Allah Teala bu hususta şöyle buyurmuştur: "Şeytan onla­ra vaadeder, olmayacak kuruntulara, ümitlere düşürür. Fakat şey­tan, onlara kuru bir aldatmadan başka ne vaadeder?". (Nisa/120) Bütün bunlar, şeytanın insanoğlu hakkındaki zannının doğruya çı­karılması, insanların da nevalarına meyledip uzaklık makamına düşerek ona tabi olmaları, onlar hakkındaki hükmü izhar etmek suretiyle Allah Teala´mn sabık ilminin ortaya çıkarılması ve sebep­lerle sınamaktan ibaret olan İlahi İrade´nin tatbikine dair hakikat-ların zuhurunu gösterir.

Şeytan, Allah Teala´mn da buyurduğu gibi bütün bu hakikatlar için bir sebep teşkil etmiştir: "Andolsun ki İbiş, onlar hakkındaki zanm doğru çıkardı. İçlerinde müminlerden ibaret bir topluluktan başkası ona uyuverdiler". (Sebe´/20) Allah Teala, başka bir ayetin­de sabık ilmi ile bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Onun on­lar üzerinde hiçbir gücü yoktu. Ne var ki Biz, ahirete iman etmiş olanı bilelim ve kendisini, şüphe içinde bulunandan ayırt edelim di­ye (böyle yaptık)". (SebeV21) Yani şeytanın insanlar üzerinde etki­leme, yönlendirme, baskı kurma ve iradesini kabul ettirme yetkisi yoktu. Ancak bir görüşe göre sevap ve azabın kime layık olduğu bil­gisinin ortaya çıkması, başka bir görüşe göre insanları denemek ve sınamak için, bir diğer görüşe göre ise müminleri belirlemek için böyle yapılmıştır.

Böylelikle şeytandan kaynaklanan fiilleri yapan kimseler hak­kındaki hüccet kesinleşmiş ve inkarları açıkça görümüş olacaktı. Bu meyanda başka bir ayette "Sadık olanları ve yalanlayanları bil­mek için.." (Ankebut/3) buyurmaktadır. Buna göre konuyla ilgili olarak Allah Teala´mn ´Bilmemiz için´ mealinde indirdiği buyruklarm tamamı mecazi olmaktadır. Çünkü Allah Teala mevcudat ale­minde olmuş ve olacak herşey hakkında sabık bilgi sahibidir.

Bu alemde olup biten herşey de O´nun iradesi istikametinde ce­reyan etmektedir. O, şeytanı musallat etmek suretiyle sabık ilmin­de gizlediği bir hakikati ortaya çıkarmayı murad etmiştir. Tıpkı kullarının zahiri fiillerini, onların gizli iradelerini açığa çıkarmak için müşahhas hale getirmesinde olduğu gibi. Bu manada Allah Re-sulü´nden (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "(Allah´ın) ilmi sabık oldu, kalem kurudu, kaza bitirildi ve kader de itaat içinde olan kulları için Allah Teala´dan bir saadetle, isyan içinde olanlar için de bedbahtlıkla tamam buldu". [66]