๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kutul Kulub => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 10 Ocak 2010, 08:47:45



Konu Başlığı: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 10 Ocak 2010, 08:47:45
Fakirliğin Faziletleri, Gerekleri, Fakirlerin Avam Ve Havassının Sıfatları, Bağışların Kabul Ve Reddediş Yolları Ve Selef´in Bu Konuda İzlediği Yollar Hakkındadır
Yüceler Yücesi Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah´ın nasip et­tiği bu ganimet malları, hicret eden o fakirlere aittir ki, onlar Al­lah´ın lütfunu ve rızasını talep etmek, Allah´ın dinine ve Resulü´ne destek vermek için yurtlarından ve mallarından edilmişlerdir". (Haşr/8) Yine O, fakir kulları hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar içindir. Bunlar yeryüzünde dolaşma imkanı bulamazlar. Halktan istemek­ten geri durmaları sebebiyle, gerçek hallerini bilmeyen kimse, on­ları zengin sanır". (Bakara/273)

Allah Teala, dostlarının fakirlik sıfatını; hicret ve adanmışlıkla övülmelerinin önüne geçirmiştir. O, sevdiklerini sevdiği sıfatlarla anar. Eğer fakirlik, O´nun için sıfatların en sevimlisi olmasaydı, sevdiklerini onunla tavsif etmez, o sıfatla şereflendirmezdi.

Allah Resulü (sav) de fakirliği emretmiş ve birçok hadisinde fa­kirliğin faziletlerini haber vermiştir. Bu hadislerin bir kısmını bura­da zikredeceğiz. İsmail b. Ayaş, Abdullah b. Dinar vasıtasıyla İbni Ömer´den (ra) şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) ashabı­na insanların en hayırlısının kim olduğunu sordu. Sahabe, ´Maddi durumu iyi olup malı ve canından Allah´ın hakkı olanı verendir1 de­diler. Allah Resulü (sav) ´Ne mutlu ona! Ama o değil´ buyurdu. Bunun üzerine, İnsanların en hayırlısı kimdir ey Allah Resulü?´ diye sordu­lar. O şöyle buyurdu: Çabasını ortaya koyan fakirdir".

Fakirlikle ilgili Bilal (ra) hadisi de şöyledir: "Allah Resulü (sav) onu buyurdu ki: Allah ile fakir olarak karşılaş! O´nunla zengin ola­rak karşılaşma!" İbnü´l-A´rabî´den (ra) rivayet edilen hadis de şöy­ledir: "Allah Resulü (sav) ona şöyle buyurmuştur: Halinden mem­nun olan fakirden daha faziletli kimse yoktur!". Bir diğer hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Al­lah Teala, çoluk çocuk sahibi, iffetli fakiri´sever" [68]

Konuyla ilgili en çok bilinen iki hadis de şunlardır: "Ümmeti­min fakirleri, cennete zenginlerinden beşyüz yıl önce girerler" [69] Diğeri de şudur: "Allahım beni fakir olarak dirilt! Ümmetimi de fa­kir olarak dirilt ve beni fakirler zümresinde hasret" [70] Bu, Allah Resulü´nün (sav) fakirlere verdiği değerin büyüklüğünün ve onları yerleştirdiği mertebenin yüksekliğinin en açık delilidir. O, bu ha­dislerinde fakirliğin faziletini vurgulamakta ve ümmetini ona teş­vik etmektedir. Yine O, başka bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Bu ümmetin en hayırlıları fakirleridir. Cennete en çabuk yerleşe­cek olanları da zayıflarıdır".

İsmail Peygamberle (as) ilgili olarak şöyle bir haber rivayet edilmiştir: Musa Peygamberin (as) haberini açıklama mahiyetin­deki bu haber şöyledir: İsmail (as) Rabbi´ne şöyle dua etmiştir: Ey Rabbim! Seni nerede arayayım? Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: Benim yüzümden kalbi kırılanların yanlarında! İsmail (as) ´Ey Rabbim! Onlar kimdir?´ deyince Allah Teala şöyle buyurdu: Samimi ve dürüst fakirlerdir!

Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle demiştir: İki şey dışında bü­tün ameller hazinelere atılmış durumdadır. O ikisi ise mühürlen­miş vaziyette bekletilirler. Onlar, ancak şehidlerin tabiatıyla tabi-atlananlara verilirler: Marifet ve onunla birlikte verilen fakirlik. O şöyle derdi: Bir fakirin gücünün yetmediği bir lezzet ve şehvet kar­şısında çektiği tek nefes, zengin birinin bütün ömrü boyunca yaptı­ğı ibadetten daha faziletlidir.

Bişr b. el-Hars (ra) şöyle derdi: İbadetle meşgul olan bir zengin Çöplüğün üstündeki bostan gibidir. Fakirin ibadeti ise, güzel bir hanımın boğazmdaki mücevher gerdanlık gibidir. O şöyle derdi: İba­det zenginlere yakışmaz. Yine o şöyle demiştir: Takva, ancak fakir­likte güzel yapılabilir. Adamın biri kendisine şöyle demişti: Ey Ebu Nasr! Benim için Allah Teala´ya dua ediver, fakirlik bana da aileme de zarar vermeye başladı. Bunun üzerine Bişr (ra) şöyle dedi: Ailen, ´Evimizde un da, ekmek de kalmadı´ deyince Allah Teala´ya dua et. O anda edeceğin dua, benim duamdan daha üstündür.

Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Allah Teala´yı hakkıyla bilen marifet erbabı, bu ilmi (=marifet) kimden alacaktır? Çoğu, bu ilmin zenginlerden öğrenilmesini mekruh görmüş ve onun zengin­lere yakışmadığını ileri sürmüşlerdir. Fakirlerden biri şöyle demiş­tir: Marifet ilmi, Allah Teala tarafından dünyaya karşılık olarak fa­kirlere nasip edilmiştir. O ilim, ancak fakirlere zahir olur ve ancak onlarda bulunur. Allah Teala bu ilim ile onları dünyada rahatlat­mış ve dünya hayatında O´nun rızası için terkettiklerine karşılık bir bedel olarak bahsetmiştir. Yarın ahirette de onlar için saklanan göz aydınlığını hiç bir nefis bilmez.

"Öyle ki melekler her kapıdan yanlarına girip; ´Sabretmenize karşılık selam size! Dünya yurdunun ne güzel akıbetidir bu!´ diye­cekler" (Ra´d/23) buyruğunun tefsiri, dünya hayatında çekilen fa­kirlik şeklinde yapılmıştır. [71]


Fakirliğ İn Gerekler İ



Fakirlik ehline göre fakirlik halinin gereklerinin başında; hayati ihtiyaç varolmadıkça istemekten kaçınarak fakirliğe karşı sabır ve tahammülde bulunmak gelir. İnsanlara isteyen gözlerle bakmak­tan uzak durmak gerekir. İhtiyaç halinde dahi ilmin kendisine ya­sakladığı bir şeyi almamak gerekir. İlahi hükümlerle çizilmiş sınır­lardan hiçbirini çiğnememesi gerekir.

İhtiyaç halinde bir şey istemek  durumunda kaldığı zaman, kanaatkârlıktan ayrılmamalıdır. İhtiyacından fazla­sının verilmesi halinde biriktirme cihetine gitmemelidir. Bir daha istememek için elinde tutmasında bir mahzur yoktur. İsterken de seçici davranmalı ve takva ehlinden vazgeçmemelidir. Kimden iste­yebileceğini iyi araştırmalıdır. Çünkü bu noktada vera´ sahibi olma­sı gerekmektedir. Helal haram ayırmaksızın yiyen ve işinde haram­dan sakınmayan kimselerden hiç bir talepte bulunmamalıdır. İhtiyaç sahibi ve aç bir kulun, soyunu devam ettirmesi ve nefsini tes­kin etmesi için evlendirilmesi de din kardeşleri üzerine düşen bir mesuliyettir. Yokluk ve çıplaklık halindeki bir kulun, barındırılma­sı ve giydirilmesi de müslümanlara düşen bir görevdir. Bu, üzerle­rine yazılı bir farzdır. Bir kısmının yapması, bu farziyeti diğerlerin­den düşürür. Bu şartlardaki bir kul, istediği zaman bundan dolayı hiç bir günaha maruz kalmaz.

Denilir ki: İnsanlara el açmanın kefareti, el açanın bu davranı-şmdaki dürüstlüğü ve samimiyetidir. Fakir, ihtiyacını aldıktan sonra bir daha istememelidir. Aklının karışması ve kalbinin deği­şik mecralara kayması sebebiyle fakirliğin gereklerini yerine getir­me hususunda kusurlu davranabilir. Her halükârda ihtiyacını gi­derdiği anda el açmaya son vermeli, varlık kazanmak için doygun­luğundan ötesini biriktirmeye meyletmemelidir. El açmayı alışkan­lık, meslek ve sanat haline getirmemelidir.

El açma halinden kurtulma, kendisi için olabilecek en güzel ve en üstün hal olmalıdır. Peygamberler arasında da dilenenler olmuştur. Bu üç peygamber, krallığının alındığı kırk gün zarfında dilenmek zo­runda kalan Süleyman (as) ile, gittikleri belde halkından yiyecek is­temek zorunda kalan Musa (as) ve Hızır (as) peygamberlerdir.

Allah Resulü´nün (sav) el açma hakkında şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "At sırtında dahi gelmiş olsun, el açıp isteyenin (üze­rinizde belli) bir hakkı vardır".[72] Bir diğer hadiste ise şöyle buyur­duğu rivayet edilmektedir: "Kavrulmuş bir hayvan tırnağıyla dahi olsun el açanı boş çevirmeyin"[73]

Eğer insanlara el açıp istemek günah ve azgınlık olsaydı, onla­ra vermek bu kadar teşvik edilmezdi. Onlara yardımda bulunan kimse, kötülük ve azgınlıkta yardımlaşmış olurdu. Halbuki fakirle­re yardım etmek, iyilik ve takvadan sayılmıştır. Çünkü bu, insanın iyilik ve takvasının en açık delillerinden biridir. İslam´ın doğurdu­ğu haklardan biri de, yardımlaşmadır. Ayrıca din kardeşlerinin sı­kıntılarını gidermek, iyilik ve ihsan babında değerlendirilmiştir.

Ömer (ra) akşam ezanından sonra dilenen birini işitmişti. Hiz­metçisine ´Ey Yerfa, şu adamı doyur demişti. Adamın doyrulmasmdan sonra tekrar dilendiğini işitince hizmetçisine, ´Sana şu adamı doyur demedim mi?´ diye çıkıştı. Hizmetçi, adamı doyurduğunu söyleyince, Ömer (ra) dilenciye bakmış ve elinin altında ekmekle dolu bir çuval görmüştü. Bunun üzerine öfkelenerek, ´Sen ihtiya­cından dolayı dilenen biri değil tüccarsın!´ dedi ve adamın çuvalını çekip içindekileri sadaka develerinin önüne boşalttı. Ardından da eline sopayı alarak adamı dövdü. Bir yandan da, ´Sen dilenci değil tüccarsın!´ diyordu.

Ali´nin (kv) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah Teala´nın in­sanlarla ilgili olarak takdir ettiği fakirliğin bir ödül, bir de ceza hal­leri vardır. Kulun yaşadığı fakirliğin kendisi için ödül oluşunun alameti; ahlakının güzelliği, fakirliğine rağmen Rabbine kulluğu, halinden yakınmaması ve fakirliğinden dolayı Rabbine şükretme-sidir. Fakirliğin ceza oluşunun alameti ise; ahlakının bozulması, fakirlik sebebiyle Rabbine isyan etmesi, sürekli yakınması ve sü­rekli kadere karşı öfkeli olmasıdır. İşin hakikati de gerçekten onun ifade ettiği gibidir.

Allah Resulü (sav), fakirliğin ´ceza´ olarak görülebilecek bu ikin­ci halinden Rabbine sığınmıştır. Bu, ´nefsin fakirliği´dir. Malda fa­kirlik, insanlara muhtaç olma sonucunu doğurur. Eşyaya karşı fa­kirlik hissine kapılmak ise, haldeki samimiyetsizliğin ifadesidir. Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: İnsanlara el aç­mak, çirkin fiillerdendir. Çirkin fiiller arasında da ondan başka he­lal görülen yoktur.

Allah Resulü (sav) İslam üzere biat aldığı bir topluluğa, işitme ve itaat etmeyi şart koştuktan sonra hafif bir sesle şöyle buyurmuş­tu: İnsanlardan hiç bir şey dilenmeyin! Allah Resulü (sav) daima if­fetli olmayı ve insanlara el açmaktan uzak durmayı emrederdi. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Bizden isteyene veririz. İstemeye­ni de Allah muhtaç etmesin" [74] Yine O şöyle buyurmuştur: "Bizden istemeyen, bize daha sevimli gelir" [75] Dilenmemeyi teşvik eden ha­dislerden biri de şu hadistir: "İnsanlara muhtaç olmayın! El açma ve isteme azaldıkça bu daha hayırlıdır. Bunun üzerine, Teki ya si­ze de mi ey Allah Resulü?´ denildi. ´Evet, bana da´ buyurdu".

Dilenme ve el açma halinden kurtulmak çok iyi bir durum ol­masaydı, Allah Resulü (sav) bunun için dua etmezdi. Konuyla ilgi­li bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edil­mektedir: "Muhtaç olmamasına rağmen dilenen, cehennem korla­rını çoğaltandır. İhtiyacı kadar olduğu halde isteyen ise kıyamet günü yüzü kemikten ibaret olarak gelecek ve yüzünde et bulunma­yacaktır"[76]Bir diğer hadiste de şu ifade yeralmaktadır: "Dilencili­ği, yüzünü ısırıp ısırıp kopartacaktır". Bir başka hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Allah Teala´nın zenginliğiyle muhtariyetten kur­tulun! ´Allah´ın zenginliği nedir?´ diye soruldu. Allah Resulü (sav) de, ya öğle veya akşam yemeğidir, buyurdu".

Konuyla ilgili bir rivayette ise böyle denilmektedir: Elli dirhemi veya muadili altını bulunmasına rağmen dilenen kimse, ihtiyacı ol­madığı halde ısrarla dilenen hükmündedir. Kendinde bu miktar dünyalık bulunan kimse, fakirlik dairesinden çıkmaz. Ancak buna rağmen dilenmesi, fakirlerin avamı kapsamından çıkarılmasına yol açar.

Tam acıkmadan önce, doyduktan sonra, biriktirmek için ve gün­lük yemeği bulunduğu halde dilenen kimse de bu davranışı sebe­biyle fakirlerin havassı zümresinden çıkartılır. Süfyan-ı Sevri´ye (ra) amellerin en faziletlisi sorulmuştu. Cevaben ´Sıkıntı ve darlık anında iyi görünebihnek´ dedi.

Fakir, verdiği bağıştan dolayı hiç bir zengini aklamamalı, ver­mediği için de kınayıp yargılamamalıdır. Dünya ehlini, sahip ol­dukları dünyalıklar sebebiyle yüceltip lüzumundan fazla değer ver­memelidir. İbnü´l-Mübarek (ra) bu manada şöyle demiştir: Fakirin tevazusu, zenginlere karşı kibirlenmektir.

Ali´nin de (kv) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zenginin Allah ka­tındaki ödülleri arzu ederek fakir karşısında tevazu göstermesi ne kadar da güzeldir! Bundan da güzeli, fakirin Allah Teala´ya olan güveninden hareket ederek zengine karşı büyüklenebilmesidir.

Fakirliğin gereklerinden biri de, bağışların kesilmemesi veya bir menfaat temin edilmesi maksadıyla haksızlık karşısında sus­maması, arzularının emriyle konuşmamasıdır. Bu, din için bir teh­like, müslümanlar için de yanıltmadır. [77]

Fakirliğin faziletlerinden ilki, kırk günden daha uzun bir süre için birikimde bulunmamaktır. Birikim sahibi bir fakirin kırk dirhem­den fazla parası olamaz. Bu sınırlamada esas alman kıstas Allah Teala´nın şu buyruğudur: "Ve bir vakit Musa´ya kırk gecelik bir sü­re ayırmıştık". (Bakara/51) Allah Teala bu ayetinde, Musa peygam­berin (as) görüşme yönündeki emeli için kırk gecelik bir sınır koy­muştur. Birikim de, bir tür geleceğe dönük emel sahibi olma hali­dir. Fakirin kırk günlük hayatı emel etmesi, bu süre için birikimde bulunmasını caiz kılmaktadır.

Emeli kısa tutmak ise, bir günlük azıkla yetin­mektir. Bu durumda birikimi, bir gün ve bir gece yetecek kadar ola­caktır. Emeli kısa tutmanın tezahürlerinden biri de, birikim yap­mamaktır.

Fakirin zenginlik sınırı kırk dirhem yani 128 gram gümüş veya muadilidir. Bu, fakirlerin avamı için geçerlidir. Havası içinse, zen­ginlik günlük bir öğüne sahip olmaktır. Çünkü onların emelleri çok daha kısadır. Zenginliğin bu türünü yukarıdaki hadislerden birin­de görmüştük. Orada Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktaydı: Zen­ginlik, Allah´ın zenginliği yani günlük bir öğün yiyeceğe sahip ol­maktır.

Fakirliğin bir diğer fazileti, yarının rızkı için tasalanmamaktır. Allah Teala da kuldan ertesi günün amellerini talep etmemektedir. Fakirin rızıkla ilgili tasasının bulunmayış sebebi şudur: Rızık bili­nen ve kısmetlere taksim edilmiş bir paydır. Vekil Teala, her şeyi iyi hesaplayan ve idare edendir. Kulu fakirliğe rıza gösterir, O da kuluna şükranda bulunur. Fakir, Allah Teala´nın nimetinin büyük­lüğünden dolayı haline gıpta eder. Fakirliğin kendinden çekilip alınması endişesinden asla kurtulamaz. Bu korku, zenginin serve­tinin alınmasından duyduğu korkudan daha büyük bir korkudur. Çünkü fakir, halinden çok memnundur.

Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: Ey fakir­ler zümresi, kalplerinizin rızasını verin de fakirliğinizin sevabını kazanın. Aksi halde hiç bir şey alamazsınız!".

Abdurrahman b. Sabit, Ali (kv) vasıtasıyla Allah Resulü´nden (sav) uzun bir hadis rivayet etmiştir. Bu hadisin bir kısmında da O´nun şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "Kulların Allah Teala´ya en sevimli geleni, kendisine verilen rızık ile kanaatkar ve O´ndan memnun olan fakir kuldur".

Fakir, rahatlık halinde tasalanman, musibet ve darlık halinde mutlu olmalıdır. Diğer yoksulları sevmeli, onları ehli dünyaya ter­cih etmeli, zenginlere acımalı ve onları zenginlikleri sebebiyle kı-namamalıdır. Fakirleri daima tercih etmeli, onları kendine yaklaş­tırmalı, ahlakını düzeltmeye, sabrını paylaşmaya, iffet perdesiyle yoksulluğunu Örtmeye çalışmalıdır. Zengin görünüp yoksulluğunu ifşa etmemelidir.

Allah Teala´nın kudsi bir rivayette şöyle buyurduğu haber veril­miştir: Fakirliğin size doğru geldiğini gördüğünüzde, ´Merhaba! Sa-lihlerin simgesi!´ deyin. Zenginliğin geldiğini gördüğünüzde ise, ´Ey cezası öne alınmış günah!´ deyin.

Rivayete göre Musa (as) Rabbine şöyle niyaz etmişti: Ey Allahım! Yarattıkların içinde Senin için sevebileceğim dostların kimlere­dir? Allah Teala da şöyle buyurmuştu: Bütün fakirler, fakirler! Bu­radaki tekrar, iki anlama gelmektedir. İlki, fakirliği kesin olanlar, diğeri ise ihtiyaç ve zaruret halleri had safhada olanlardır. Rivaye­te göre İsa (as) da şöyle demiştir: Ben, fakirliği çok sever, zenginli­ğe ise buğzederim. Ona, hangi isminin daha sevimli geldiği sorul­duğunda ´Miskin=Fakir´ ismi olduğunu söylemiştir.

Allah Resulü de (sav) Rabbinden öğrendiği bir dua ile şu şekil­de niyazda bulunmuştur: "Sen´den güzellikler, hayırlı işler yapma fırsatı ve fakirleri sevme fazileti niyaz ederim".

Fakirin zengine üstünlüğü noktasında dikkate alınacak bir hu­sus da şudur: Yaratılmışların en üstünü Allah Resulü´dür. O´nun yoluna katılan, yakınlaşan ve benzemeye çalışan da elbette üstün olacaktır. Çünkü O, misal alınmaya en layık olandır. Bir diğeri de fakirlerdir. Zira Allah Teala onları vasfederken şöyle buyurmakta­dır: "Ey Resulüm! Binek temin etmen için sana geldiklerinde, ´Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum´ deyince, harcayacak para bulama­maları sebebiyle gözyaşı döke döke dönüp gidenleri de kınamak doğru değildir". (Tevbe/92)

Ayet yokluk bakımından onları Allah Resulü´yle benzer kılmak­tadır. Elbette burada Allah Resulü´nün (sav) sergilediği hal, en mkemmeli idi. Fakirlerin halinin bu şekilde vasfedilmesi, onların da diğerlerinden üstün olduklarını göstermektedir. Bu ayetin deva­mında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ayıplamak gerekirse, zen­gin ve varlıklı olmalarına rağmen savaşa katılmamak için bahane­ler ileri sürenler ayıplanmalıdır". (Tevbe/93)

Allah Teala başka bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Hayır! Rabbinin bunca nimetlerine rağmen kafir insan kendisini kimseye muhtaç değilmiş  zannedip azar". (Alak/6) Bu ayette zenginler, ´azmak´ kelimesiyle nitelenmekte ve haklarında kesin bir delil konulmaktadır. Fakirlerin sıfatlarını anlatırken ise, ´Cahiller onları zengin sanırlar buyrulmaktadır.

Zenginlik tercih edilmeyen konumunda olmasaydı, ayette geçen kimselerin eksiklik yönündeki sıfatlarına nisbet edilmezdi. Zengin­lik, dünyü kapılarından biridir, Kınanmış olan övünç ve kibirin kaynağı da odur. Fakirlik ise ahiret kapılarından biridir. O, övül­müş sıfatlar olan zühd ve tevazünün da temelidir.

Marifet ehline göre zenginlik, hakkında tartışma yapılmaması gereken sıfatlardan biri olup onunla sınanan kimseler için de hoş olmayan bir durumdur. Zenginlik, kibir, övülmeyi sevmek, her yer­de anılmayı istemek gibi yerilmiş sıfatlardandır. Bunlardan her hangi birinden hoşlanan ve sahip olmak isteyen kimse Allah Teala ile rekabete girmiş olur. Çünkü bunlar yalnız O´nun hakkı olan sı­fatlardır. Fakirler, bu sıfatları asıl sahibi olan Allah Teala´ya irca ederler. Çünkü bunlar Rububiyet sıfatlarıdır. Bunu, korku ve sevgi saikiyle yaparlar.

Fakirlik, aynı zamanda kulluk sıfatlarından biri olup rica, kor­ku, tevazu zilletten pek farklı değildir. Bunlardan hoşlanan ve bu sıfatlan kazanmaya çalışanlar ise, kulluk (ubûdiyet) sıfatının ha­kikatine erenlerdir. Allah Teala da kulunun bu sıfatların hakikat-larına ermelerinden hoşlanır. Çünkü o, netice itibarıyla zelil bir kuldur. İlahi sıfatları noktasında Zatı ile rekabete girmesini ise as­la istemez. Çünkü O, çok Yüce ve herşeyin Meliki´dir. Zenginlik sevgisi, ebediyet arzusunu gösterir.

Seni (ra) şöyle derdi: Zenginlik sevgisi, Rububiyet´te şirk koş­madır. Çünkü ebedilik (bekâ), el-Bâki olan Allah Teala´nın sıfatla­rından biridir. Zenginliği fakirlikten üstün tutan kimse, zenginliği sever. Bunun tezahürü de, zenginlere duyulan sevgidir. Çünkü bir sıfatı sevmek, o sıfat ile vasfedileni sevmenin delilidir. Bir şeyi sev­mek, aynı zamanda onun zıddını sevmemeyi gerektirir. Buna göre fakirleri sevmeyen biri, -zenginliği sevdiği için- fakirlikten hoşlan­mayacaktır. Böyle biri arzuyu zühde, çokluğu azlığa, ululuğu zillet ve tevazuya tercih eder. Böyle bir yaklaşımda, dünyanın ahirete yeğlenmesi ve fakirliğin özendirilmesi yönünde Allah Resulü (sav), Sahabe ve Tabiun´dan gelen bütün bilgilerin yerle bir edilmesi söz-konusudur.

Denildi ki: Selef-i Salih devrinde fakirlik, müminlerin şerefi sa­yılırdı. Onların gözünde fakir müminler, günümüzdeki (Hicri IV. asır) eşraf gibi görülürlerdi. Allah Teala´yı hakkıyla bilen alimlere göre de, bu sözde hiç bir yanlışlık veya eksiklik sözkonusu değildir.

Fakirler, kendi aralarında üç dereceye ayrılırlar:

1. Zengin fakirler; bunlar, ancak ihtiyaç halinde el açan, kendi kendilerine yeten ve zor kafi gelene kanaat eden kimselerdir. On­lar, zenginlerin temizleridir. Allah katında kendileri için ziyade se­vap olacaktır. Yüce Allah, zenginlerin mallarında onlar için belirli bir pay bulunduğunu haber vermiştir. Çünkü aralarında; tamamen mahrum olanlar, zaruret halinde isteyenler, kanaatkarlar ve iste­meden alanlar vardır.

2. Fakir fakirler; bunlar, fakirlik halinin özüne vakıf olmuş, ken­dileri için hâl olarak fakirliği seçmiş, iffet ve namus ehlinin fazileti­ne dair sahip oldukları bilginin derinliği sebebiyle fakirliği zengin­liğe tercih etmiş kimselerdir. El açarak kendilerini çiğnetmez ve ko­nuşmalara konu olmazlar. Rablerinden gelen az bir rızka rıza gös­terirler. Gördüğünüzde simalarından tanırsınız. Cahil biri, hiç el aç­madıkları ve serzenişte bulunmadıkları için onları zengin sanır.

Bunlar arasında; dünya için çalışmaktan kurtarılmış mahrum­lar, sebep ve vasıtalara sarılmaktan muaf tutulmuşlar, mihnet ve zillet olmaksızın kendilerine ulaştırılan ile kanaat edenler ve an­cak zaruret halinde isteyenler bulunur. Onlar, bulundukları hali takdir etmesinden dolayı Allah Teala´dan razıdırlar. Bunlar hak­kında şöyle denilmiştir: Kendisine dünyalık namına her hangi bir şey verilen kimseye şu üç hususun hepsi verilmiş demektir: Meşgu­liyet, vehim ve uzun hesap.

3. Fakir zenginler; bunlar cömertlik ve ikramseverlikle tanın­mış kimselerdir. Bağış ve infak erbabı olarak tanınmışlardır. Onlar devamlı alır verirler. Biriktirmeyi sevmezler. Servet yapmak gaye­sini gütmezler. Menedilmeleri halinde şükrederler. Çünkü Mene-den´in (=el-Mâni´), aynı zamanda Veren (=el-Mu´tî) olduğunu bilir­ler. O´nun menetmesi de, bir anlamda vermesidir. Darlığa düştük-lerinderızkında Geniş Olan´a (=el-Vâsi´) hamdederler. Çünkü O, her zaman Övülen (el-Mahmûd)´dur. O´nun verdiği darlık, bolluk­tur.

Bu zümreye dahil olanlar, kendilerine verilenleri derhal infak edip dağıtırlar. Dünya hakkında tam bir zühde sahiptirler. Zira ya-kini bir imana sahiptirler´ Zenginlik olarak sahip oldukları yakini iman kendilerine yeter.

İbrahim b. Edhem (ra), Horasan´dan ziyaretine gelen Şakik b. Edhem´e (ra) şöyle demişti: Fakir arkadaşların nasıllar? ´Kendile­rine verildiğinde şükrediyor, başkalarını kendilerine tercih ediyor­lar! Bunun üzerine onun başını öptü ve şöyle dedi: Doğru söyledi­niz üstad.

Bişr b. el-Hars (ra) şöyle demiştir: Fakirler üç kısma ayrılır: . El açmayan ve verildiğinde almayan fakir; bu fakir, İlliyyun´da ru­hanilerle beraber olacaktır. 2. El açmayan, ama verildiğinde alan fakir; bu, Kudüs avlusunda mukarrebun ile beraber olacaktır.
3. ihtiyaç halinde isteyen fakir; bu da sâdıklarla berebar olacaktır. Halindeki dürüstlük, el açmasına kefaret olur.

Bir keresinde İbrahim b. Edhem´e altmış bin dirhem takdim edilmişti. Borç içindeydi ve görmesi gereken bir çok ihtiyacı vardı. Buna rağmen parayı geri çevirdi. Davranışı sebebiyle kınanınca şöyle dedi: Altmış bin dirhem yüzünden ismimin ´fakirler diva-nı´ndan silinmesini istemedim.

Aişe validemizin (ra) yüzbin dirhem borcu vardı ve gömleği de yamalıydı. Hizmetçisi, ´Bir dirhem verseniz de et alsam, yemek ye-seniz´ deyince ona şöyle cevap verdi: Bana hatırlatsaydm yapar­dım. Allah Resulü (sav) bana şöyla vasiyet etmişti: "Bana kavuş­mak istersen, fakirler gibi yaşa! Zenginlerle oturmaktan sakın! Yır-tılıncaya kadar elbiseni değiştirme [78]

Allah Resulü´nün (sav), fakirlere "Bu, Allah´ın lütfudur, onu di­lediğine verir" buyruğunun manası, yanlışlıkla zenginlerin üstün­lüğüne delilmiş gibi kullanılmak istenmiştir. Bu buyruk, zenginle­rin fakirlerden üstün görülmesine delalet etmez. Ancak böyle bir vehme kapılmak mümkündür. Halbuki bu, Allah Resulü´nün buy­ruğunun ilk kısmından çıkarılan manadır.

İlk kısımda, hiç kimsenin sizi geçmemesi, hiç kimsenin de size yetişmemesi teşvik edilmektedir. Denildi ki: Zenginler bunu duy­duklarında yukarıda ifade edilen şekilde konuştular. Fakirlerin kalpleri ise türlü duygularla doldu. Bunun üzerine Allah Resulü´ne (sav) giderek durumu ona sordular. O da şöyle buyurdu: İşin aslı si­ze söylediğim gibidir. Yani sizi kimse geçmesin. [79] Bu buyruk, sözün ilk kısmı için sübut bulduğunda Allah Resulü (sav) o noktada ma­sum olmaktadır. Eğer öyle olmasaydı, sözün ilk kısmı, son kısmıy­la çelişirdi. Bu da caiz değildir.

Hadis, tevil edildiği gibi zahirine yorulursa mana şöyle olmak­tadır: Zenginlik, Allah Teala´nm dünyadaki bir lütfudur ve zengin­lerin ahirette bu lütuf sebebiyle her hangi bir üstünlükleri olamaz. Ancak ilk kısım, onların faziletine işaret etmekte ve onlar için de uygun olmaktadır.

Allah Teala verdiği zenginlikle onlara dünyada bir üstünlük bahsetmiştir. Ama onlara verilen bu fazlalık, fakirlerden daha üs­tün bir makama yerleştirilmelerini gerektirmez. Çünkü fakirlerin makam ve hal bakımından zenginlerden üstün oldukları, fakirlik vasfı ile teyid edilmiştir. Bu zikir ve teşbih bulunmaksızın dahi fa­kirlerin yaşadıkları sabır hali, diğerlerine bahşedilen lütfa rağmen fakirlerin ağır basışının delili mahiyetindedir.

Sonuç itibarıyla Allah Teala´nm zenginleri muhatap alan bu buyruğu, O´nun zenginleri size üstün tutuşunun ve rahmetinin bir ifadesidir. Onlar, sırf bu maddi güçleri sebebiyle üstün görülmüş­lerdir. Ayrıca zenginler için zenginliğin de, Allah Teala´ya götüren yollardan biri olduğunu inkar etmemiz mümkün değildir. Fakat bi­ze göre, fakirlerin izledikleri yol, zenginlerin yolundan daha fazilet­lidir. Çünkü o, misal alınmaya en çok değen yoldur. Bu misal alın­ma ve benzeme hali, peygamberlerle olan benzerlik bakımındandır.

"Ne diriler, ne de ölüler denk olurlar" (Fatır/22) ayetinin tefsi-riyle ilgili olarak Hasan el-Basri´nin (ra) şöyle dediği rivayet edil­miştir: Burada kasdedilen iki zümre zenginlerle fakirlerdir. Ha-san´a göre, fakirler Rableri sayesinde diri olanlar, zenginler de dün­yaya sarılmaları sebebiyle ölü olanlardır.

Süfyan-ı Sevri (ra) ise şöyle demiştir: Fakirir zenginlerle içli dışlı olduğunu gördüğünüzde onun riyakâr olduğunu bilin. Sultan­la içli dışlı olduğunu gördüğünüzde ise hırsız olduğunu bilin. Arif­lerden bir zat ise şöyle demiştir: Fakir, zengin birine meyletmeye başladığı zaman bağı gevşer. Zenginlere tamah ettiğinde, masumi­yeti kopar. Onlarla sükunet bulmaya başladığında ise yoldan çıkar. Yukarıda rivayet edilen bütün hadis ve sözlerden sonra, zen­ginliği fakirlikten üstün görmeye devam eden kimse, en iyi şartlar­da sünnetleri bilmeyen cahil biridir. O, cehaleti sebebiyle arzu ve düşüncelerini, hadis ve Sahabe sözlerine tercih ederek böyle bir ka­naate sahip olmaktadır. Her hangi bir konuda hadis veya Sahabe sözü bulunduğu zaman, orada görüşe yer yoktur. Onu bilmesine rağmen muhalefet etmek, inad ve karşı çıkıştan ibarettir. Cehalet ve arzulardan Allah Teala´ya sığınır ve O´ndan ilim ve takvaya mu­vaffak kılmasını niyaz ederiz. [80]



Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 10 Ocak 2010, 13:28:53
Bilinen Bir Geçim Vasıtasına Sahip Olmayan Kimselerin Hükmü



Fakir, dünyalık adına hiç bir şeye sahip olmayan ve bilinen bir ge­çim kapısı bulunmayan biri de olabilir. Böyle birinin rızkı, diğer kulların ellerine bırakılmıştır. Bu durumdaki fakirin, aldıklarına karşılık dünyevi zanaatlardan birini icra etmesi şart değildir. Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bu mal, Al­lah Teala´nın malıdır. Her kim onu hakkıyla alırsa bereketli kılınır. Nefsin kibiriyle aldığında ise kendisine bereketli kılınmaz ve o, ye­diği halde doymayan biri gibi olur" [81]

Başka bir hadiste ise Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kime el açmaksızın ve istemeksizin dünya malından bir şey gelirse, o Allah Teala tarafından gönderilmiş rızkidir". Bu hadisin başka bir lafzında ise, şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Eğer ona ihtiyacı varsa geri çevirmesin. İhtiyacı yoksa, kendinden daha muhtaç olan birine sarfetsin".

Ata ve Hasan´dan (ra) şöyle bir mürsel hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Dilenmeksizin rızkı kendisine ge­len kimse, onu geri çevirdiğinde Allah´a geri vermiş olur". Abid b. Şüreyh de Enes b. Malik (ra) vasıtasıyla Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Varlık içinde veren kimse, sı­kıntısından dolayı alandan daha üstün değildir".

Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Kul rızkından kaçsa dahi, o onu takip edip bulacaktır! Tıpkı ölüm gibi! Ondan kaçsa da ölüm kendisim bulacaktır. Ebu Muhammed (ra) şöyle demiştir: Kul,Rafa-bine dua ederek ´Bana rızık verme!´ dese dahi Allah Teala duasını kabul etmeyecek ve o kul bu duasından dolayı günah işlemiş sayı­lacaktır. Allah Teala o kuluna şöyle buyuracaktır: Ey cahil! Seni ya­rattığım gibi rızkını da vermem gerekir.

Ariflerden biri kendi hayatıyla ilgili şunu anlatmıştı: Dünya hakkında öyle bir zühde sahip oldum ki, insanları terkettim ve şe­hirden ayrıldım. Eğer rızkım varsa bana gelecektir düşüncesiyle hiç kimseden bir şey istemez oldum. Bu fikirle dağ tepe dolaşıyor­dum Bir dağın tepesinde yedi gün kaldım. Bu süre zarfından hi çir yiyecek gelmedi. Artık ölmek üzereydim. Rabbime şöyle niyazda bulundum: Ey Rabbim! Bana can verdiysen nasip ettiğin rızkı da ver! Yoksa beni yanına al.

Allah Teala şöyle vahyetti: İzzetim hakkı için! Şehirlere geri dö­nüp insanlar arasında yaşamaya başlayıncaya kadar sana rızık vermeyeceğim! Bu emir üzerine tekrar şehire döndüm ve halkın içinde yaşamaya başladım. Biri ekmek, biri katık, başka biri içecek getirdi. Gelen rızıkları yiyip içtikten sonra içimden şöyle bir ses işittim: Dünya hakkındaki zühdün sebebiyle Benim hikmetimin kaybolmasına yol açacaktın. Kulumu, diğer kullarımın eliyle besle­memin kudret elimle beslememden daha sevimli olduğunu bilmez misin?

Kendini Allah Teala´ya adamış arif kullardan biri şöyle demiş­tir: İyi bir zanaatım vardı. Bu zanaatımın terkedilmesi istendi. Bu­nun üzerine kalbimden nasıl geçineceğim sorusu geçti. Bunun üze­rine içimden şöyle bir ses geldi: Kendini Bana adadığını gormüyorum. Nasıl olur da rızkın hususunda Beni töhmet altında bırakır­sın? Dostlarımdan birini hizmetine vermek veya düşmanlarımdan birmünafiğı geçiminize tahsis etmek düşer!

Seleften bir zat şöyle bir bilgi nakletmiştir: Allah Teala dünya­ya vahyederek şöyle buyurmuştu: Bana hizmet edenlere hizmet et ve bu hizmetinle yorul!

Kabe´ye komşu olanlardan bir zat şunu anlatmıştır:  Allâh  yo-lunda infak için ayırdığım birkaç dirhemim vardı. Bir gece zifiri ka­ranlıkta Kabe´yi tavaf eden bir fakir gördüm. Davranışı güzel, va­karlı biri idi. O tavaf ederken ben de ayak izlerini takip ediyordum. Hissedemeyeceği şekilde arkasından yürüyordum. Yedi tavafını bi­tirdikten sonra Kabe kapısı ile Hacer-i Esved´in arasında durdu.

Gizli bir sesle dua ediyordu. Sesini işitmek için kulak verdiğim­de şöyle dediğini duydum: Gördüğün gibi açım, gördüğün gibi çıp­lağım, ey gördüğünü gören, ey Gören fakat Görülmeyen! Dikkatli­ce baktığımda üzerindeki elbisenin çok eski olduğunu ve vücudunu zor örttüğünü gördüm. Sadaka için ayırdığım dirhemlerin, bundan daha iyisine verilemeyeceğini düşündüm. Arkasından gittiğimde Zemzem kuyusunun üstündeki kubbenin bir kenarında tavaf na­mazı kıldığını gördüm.

Hemen eve gittim ve parayı aldım. O zatı bulup paraları kendi­sine verdim ve şöyle dedim: Allah size şu mukaddes mekanda ve bu güzel halde merhamet buyurdu. Bunları alın ve ihtiyaçlarınız için kullanın. Parayı izannm cebine bıraktığımda, cebi delik olduğu için paralar yere saçıldı. Onlara baktı ve sadece beş dirhem aldık­tan sonra şöyle dedi: Dört dirheme iki izar alırım, bir dirhemi ile de üç gün geçinirim. Kalanına ihtiyacım olmaz.

Ertesi gece baktığımda yeni izan ile tavaf ettiğini gördüm. Ken­di kendime onun durumunu düşünürken elimi kavradı ve bana ye­di kez tavaf ettirdi. Ayaklarımızın altında yeryüzünün en değerli madenleri, altın, gümüş, elmas ve yakutlar kaynıyordu. İçlerinde insanlar tarafından henüz bilinmeyen taşlar bile vardı. Sonra ba­na şöyle dedi: Bunların tamamı bize verildi, ama biz zühdü tercih ettik. Halkın elinden almak bizim için daha sevimlidir. Çünkü Al­lah Teala için daha sevimli ve bizim için de istemek bakımından daha kolaydır. Ayağımızın altındakiler ise ağırlık ve fitneden başka bir şey değildir. Anlayış sahibi kullar için bunda bir çok rahmet ve^ıimetler gizlidir.

Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmiştir: Beldeler, Al­lah´ın beldeleri, insanlar O´nun kullarıdır. Rızkınızı nerede bulur­sanız orada oturun ve Allah´a hamdedin!

İbni Abbas´ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: İnsanlar, rızık ve ecel dışında farkıl farklı düşünürler. Buna rağmen Allah´tan baş­ka Rızık Veren (=er-Râzık) ve O´ndan başka Can Alan (=el-Mümît) bulunmadığı hususunda hemfikirdirler. Yine onun şöyle dediği riva­yet edilmiştir: Allah Teala nzıkları yarattığı zaman rüzgarlara, on­ları parçalara ayırmalarını ve her memlekete payına düşeni götür­melerini emir buyurmuştur. Sonra da bu nzıkları insanlar arasında taksim etmiştir. Kiminin nzkı yüzbin, kiminin onbin, kiminin yüz, kiminin de bir noktaya yerleştirilmiş, kiminin de yok denecek kadar az kılınmıştır. İnsanlar arasından bazılarının nzkı da evinin kapı­sına bırakılmıştır. Sabah çıkıp akşam girdikçe onu bulur. Her kul, kendi için kısmet edilen nzkın peşinde koşar ve onu elde eder. Rız­kı sona erdiğinde ölüm meleği gelerek canını teslim alır.

Kul ana karnında yaratılıp ortaya çıktıktan sonra nzkı asla ke­silmez. Ana karnında iken aldığı gıda, hayız kanından süzülüp çıka-nlan bir besindir. Vücudu bu şekilde hayat bulur. Midesi, bir kor­donla ana karnına bağlanır ve bununla hayatiyetini devam ettirir. Allah Teala yeryüzüne çıkması için izin verdiğinde, meleği ona gön­derir ve meleğe anne ile yavru arasındaki kordonu kesmesini emre­der. Dünya hayatına çıktığında ise nzkını dünyadan sağlar. Dünya­dan aynlırken de, oradaki son nzkı, ahiretteki nzkının başı olur.

Kulun ahiretteki nzkı ise, Berzah aleminden olur. Bu alemdeki beslenme de, farklı şekillerde olmasına karşın dünyadaki gibi olur. Ardından Kıyamet günü gelir. Oradaki nzkı da, beklediği mevkiye göre belirlenir. Bekleme mevkisinden çıktığında iki yurttan birine, cennete veya cehenneme girer. Böylelikle nzkı da oraya intikal eder. Orada sonsuz bir nzık sözkonusudur.

Kul, bütün bunlan yakini bir iman ile müşahede ettiği zaman, kalbi mutmain olur ve nzık ile ecel onun gözünde eşitlenir. Bu iman sayesinde şunu kafi olarak bilir ki, rızık da ecel de gerekli­dir. Ona düşen ise, kendisiyle ilgili hükümlere riayet etmektir. Butür bir müşahedeye sahip olan kimse, ömrün ne bir saat uzamaya­cağını, ne de bir saat kısalmıyacağmı iyi bilir. Bunu bildiğinde ise, Rabbine ihlas ile amel etmekten başka bir şeyle meşgul olmaz.

Rızık sayısız şekilleri ve vasıtaları olmasına karşın genel olarak iki usul üzerinde şekillenir: 1. Kul, sükunet ve hareketsizliğini mu­hafaza etmesine rağmen rızık onun ayağına gelir. Bu, rızkın kula doğru hareketlendiği türdür. Rızkın bu türü için kulun hareket et­mesi ve onu kovalaması gerekmez. 2. Kul, hareket ve çalışma vası­tasıyla rızkın ardına düşer. Bu da sebep ve vasıtayla ulaşılan rızık türüdür.

Rızkın her iki türünde de rızık ve Rızık Veren aymdır. Hareket edip çalışanın durumuyla hareketsiz kalıp oturanın durumunda rızkın kaynağı olan Hikmet ve Kudret yine aynıdır. Ancak bu iki durumla ilgili hükümler farklıdır. Diğer taraftan eşya da insan açı­sından iki türdür. Biri, insanın emrine verilen türü, diğeri ise insa­nı emri altına alan türüdür.

İnsanın emrine verilen eşya üzerinde tasarrufta bulunurken siz belirleyici olursunuz. Bunlar, size verilmiş nimetler olup bunlar se­bebiyle Rabbinize şükretmeniz gerekir. Bu rızık konusunda bilinen şükür makamıdır. İnsanın, emri altına verildiği şeyler ise ona yö­nelen imtihan ve musibetlerdir. Bunlar için de sabretmek gerekir. Bu da imtihan halinde sabır makamıdır.

Yukarıda anlattıklarımıza hakkıyla şahid olan kimseler, bulun­dukları hali iyi bilir ve hallerinin gereğini yapmaya çalışırlar. Bu­na şahit olmayanlar ise, halleri hakkında bilgisiz kalır, makamla­rını idrak edemezler. Bu yüzden de, şaşkınlığa düşüp Allah Te-ala´nm ilgili hükümlerini bilemezler.

Belirli bir geçim vasıtası olmayan kul için müstehap olan, Allah Teala´nın kendisine verdiği nzıktan ancak ihtiyacı kadarım alma­sıdır. İhtiyacın alameti, satın almak zorunda olduğu şeyler dışında bir şey almamasıdır. İhtiyacı olan şey, o anda muhtaç olduğu şey­dir. O da Allah Teala´dan gelen bir rızık ve yardımdır. Bunu alma­sı, kendisi için daha faziletlidir. Satın almak zorunda olmadığı ve­ya evinde aynısı bulunan birşey verildiğinde, imtihan edilmiş olur. Allah Teala kendisine onu vererek zühdünü ve mala düşkünlüğü­nü sınamaktadır. Çünkü böyle biri bir şeye malik olduğunda, onun kendisine; aitoûlduğunu düşünebilir.

Bu şuura sahip olan kul, sözkonusu malın Allah tarafından bir imtihan olduğunu ve onunla ilgili olarak iki hüküm bulunduğunu bi­lir: Verilen malı açıktan alıp gizlice kendinden daha muhtaç birine vermek. Bu, kuvvetli kulların gidebilecekleri bir yoldur. Bu; nefse en ağır gelen davranışlardandır. Allah Resulü (sav) de Ömer´e (ra) ve di­ğer sahabilerine bunu emretmiştir. Bu, zühd sahibi alimlerin halidir. İkinci hüküm ise, mal sahibinin onu daha muhtaç birine vermesini sağlamak için teklif edilen malı almamaktır. Çünkü Allah Teala´nm o mal hakkında koyduğu bir takım hükümleri mevcuttur. Bu da, za-hidlerin orta mertebesinde bulunanların izledikleri yoldur.

İhtiyacı olmadığı halde sırf biriktirmek ve servet yapmak mak­sadıyla almaya gelince, bunun Allah Teala´ya götürecek bir yol ola­bileceğini düşünemiyorum. Allah Teala´ya götürmeyen bir yol, arzu ve şehvet yollarından biri olup kulu şeytana götürür.

Kendisine verilen yardımı alan kimse, bunun hangi hükümler dahilinde verildiğine de bakmalıdır. Malın kaynağı, farz zekat ola­bilir. Zekat, belli kimselere farz kılınmış bir görev olup Kur*an´da zikredilen altı sıfatı taşıyor olmalıdır. En titiz ve en sınırlı davran­mak gereken mal, bu türde olanlardır. Kul, din kardeşinin zekatı en isabetli yere vermesi için ihtiyatlı davranmalıdır. Allah´a ve müslüman kardeşlerine karşı dürüst olmanın gereği de budur.

Zekat parasının şu dört şey için harcanması çok münasiptir: Yi­yecek, giyecek, ikametgâh ve borç ödemesi. Zekatın harcanabilece­ği en uygun kalemler bunlardır. Konuyla ilgili olarak İbni Abbas´ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: İhtiyacı olmayan bir şeyi satın alan kimse, ihtiyacı olanı satar.

Bu sözün açıklaması şöyle yapılabilir: Fuzuli dünyalık, yeterli olanın ötesindeki her türlü maddi eşyadır. Bunlar bir diğer tanı­mıyla ihtiyaç maddesi olmayan şeylerdir. Din yani dini duygulara bağlı kalmak ise, kulun muhtaç olduğu bir değerdir. Akıllı kimse; ihtiyacı olan dini hassasiyetini satarak ihtiyacı olmayan dünyalık­ları satın almaz. Böyle yapanlar, zararlı bir alışveriş yapmış olur­lar. Ticaretleri de, verimsiz bir ticaretten ibaret olur. Çünkü arzu­ların sınırı ve bittikleri bir nokta yoktur. Ahiret azığının ise, belli bir sınırı ve gayesi vardır.

Bu meyanda Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Adem oğlunun ancak şu üçü üzerinde hakkı vardır:

Kuvvetini devam ettirecek bir yemek, avretini örtecek bir giysi ve sığınacağı bir ev. Bunlar dışındakiler için hesap vardır". Bu üçü, anasının karnından mezarına kadar Adem oğlu ile beraberdir. Dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında da bunlardan müstağni olunmaz. Bu üçü için kullanmak maksadıyla almandan dolayı se­vap vaadedilmiştir. Bunların ötesindekiler için verilenleri alma­mak ise almaktan daha üşütün görülmüştür.

Belli bir geliri ve kazanç vasıtası olmayan kul, bağış ve yardı­mın hükümlerini iyi bilmelidir. Çünkü Allah Teala´nm kuluna gön­derdiği bağış dört türlü olup bunlardan iki övülmüş, ikisi de mek­ruh görülmüştür. Övülenler, şefkat ve yardım babından verilenler­dir. Mekruh görülenler ise, imtihan ve seçme babından verilenler­dir. Bunun açıklaması şöyle yapılabilir:

imtihan babında gelen bağışlar; ihtiyacının doğmasından önce, ihtiyacının bulunmadığı bir anda veya benzeri evinde bulunuyor-ken gelen bağışlardır. Bunlar, nasıl davranacağını görmek maksa­dıyla Allah Teala tarafından gönderilen imtihan nitelikli bağışlar­dır. Bu durumda yapılması en uygun olan, alman bu tür bağışları elden çıkartmaktır. Böylelikle Allah rızası için gizli bir amelde bu­lunulmuş olur. Bu şekilde hareket eden kul, bağışı açıktan aldığı için halkın gözünden düşse de gizli yaptığı yardımla Rabbi katında yükselecektir.

Eğer buna dayanacak gücü ve sabrı yoksa, bir kez aldıktan son­ra bir daha bu tür bağışları almamak onun için en iyisidir. Allah Teala´nın hakkında ne hüküm vereceğini beklemeli ve para konu­sunda din kardeşlerine karşı dürüst davranmalıdır. Özellikle zekat paralarında çok titiz davranmalıdır.

Seçme ise şu şekilde olur: Fakir bir kul, her hangi bir yemeği yememeye veya Rabbine yakın olmak gayesiyle her hangi bir şeyi azaltmaya niyet etmiş olabilir. O, bununla kalbini İslah etmek ve nefsani arzularına muhalefet etmek gibi ulvi bir gayeyi hedeflemiş olabilir. Yemeği ve maddiyatı azaltmak, elbette girdiği yolda işini kolaylaştıracak ve şeytanın attığı düğümleri çözecektir.

Bu durumdaki kul için en uygun olan; verilen bağışı geri çevir-mesidir. Bu, zühd ve ahdi gözetme bakımından da daha faziletlidir. Eğer bağışı alır ve muhtaç birine verirse, bu da zühdün zühdü olarak nitelenir. Yaptığı bu tür bir fiilden dolayı birçok muamele ecri kazanmış olur.

Bu muamelelere örnek olarak şunları zikredebiliriz: Kul, Allah Teala tarafından diğergamlığa yani başkalarını daha çok düşünme­ye özendirilmiştir. Fakir biri olup bir şeye malik olduğunda, onu başka birine verebiliyorsa bu onun tartısına konacaktır. Bir diğeri Sünnet-i Nebevi´ye uygun davranmaktır. Çünkü Allah Resulü (sav) bağışların ihtiyaç olmaması halinde de alınarak daha muhtaç olan­lara verilmesini emretmiştir.

Bir diğer muamele, bağışın insanların gözü önünde alınması ve Allah yolunda gizli olarak verilmesidir. Bu, huşu ehli dışındakiler için çok zor bir davranıştır. Çünkü nefs, bağışı açıktan almak sure­tiyle aşağılanmakta, alman bağışı da başkasına vermek suretiyle ondan istifade edememektedir. Bu, ancak yakini iman sahiplerinin tahammül edebilecekleri bir fedakarlıktır. Makam olarak nefste zühd sahibi olanlar bu makamda yer alabilirler. Hal olarak da zen­gin fakirler ve zühd sahibi alimlerin halleri budur. Bunlar daha ön­ce zikrettiğimiz en yüksek tabakanın mensuplarıdır.

Bağışın övülen iki türünden biri şefkattir. Buna göre Allah Te­ala´nın eşsiz şefkati sayesinde kulun rızkı, ihtiyacı olduğu veya ar­zu edip alamadığı bir şey bulunduğu an kendisine gelir. Allah Te­ala, kulunun bu durumunu bildiği için, insanlardan istemesine fir-sat bırakmadan ihtiyacını ona gönderir. Ya da ihtiyaç duyduğu şe­yi almasını sağlayacak para gelir. Böylelikle istediği şeyden istifa­de etmesi sağlanmış olur. Bu; Allah Teala´nın ulvi şefkatinin eseri olan bağıştır. Kul için en hayırlısı, bu tür bağışı almasıdır. Böyle bir bağışın reddedilmesi halinde ilahi bir cezanın verilmesinden endi­şe edilir. Bu ceza, aklı yitirmek, beşeri cibilleyetin hakim olması, tamahkârlık ve adi bir kazanç yoluna sevkedilmek şeklinde tecelli edebilir. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Kendisine bağış gelip de almayan kimse, daha sonra el açsa da kendine verilmez!

Bağışın bu türü, Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğunda tasvir edilmektedir: "Varlığından veren biri, kazandığı ecir bakımından verileni alan muhtaç birinden daha üstün değildir". İhtiyaç sahibi birinin her hangi bir bağışı alması, sevap bakımından verene ortak olmasıdır. Netice itibarıyla, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma hususunda eşit olurlar. Bilindiği üzere yardımlaşmanın bu şekli, Kur´an tarafından açıkça emredilmiştir. Bu tür bir bağış, onu ala­na asla zarar vermez.

Seri es-Sekatî, Ahmed b. Hanbel´e (ra) bir miktar para gönder­miş, İbni Hanbel de onu geri çevirmişti. Bunun üzerine Seri ona şöyle demişti: Ey Ahmed! Bağışı geri çevirmenin afetinden sakın! O, almanın afetinden daha büyüktür! Bu ikazdan sonra görüştük­lerinde Ahmed b. Hanbel (ra), ´Bana söylediğini tekrar eder misin?´ dedi. O da, daha önce söylediğini tekrar etti. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle dedi: Parayı geri çevirmemin sebebi, bir aylık azığımın olması idi. O parayı yanında tut, bir ay sonra verirsin!

Bağışın dördüncü türü Yardım niteliğinde olandır. Bu tür bağı­şın belli bir erbabı vardır. Bu bağışın verileceği fakir; cömert, lütuf ve kerem sahibi, yemek yedirmeyi seven, diğer fakirleri düşünen, bu karakteri sebebiyle kendi halinde her hangi bir iyileşme yapma­yı düşünmeksizin verilecek bağışa dokunmayan biri olabilir.

Allah Teala böyle fakirlere, hallerini desteklemek için devamlı yardım gönderir. Onlar da bu bağışları O´nun iradesine uygun ola­rak sarfeder ve gereken yerlere verirler. Allah Teala´nın gönderdiği bu bağış, onların ahlak ve vakarını arttırır. Bağışın bu türü, arifler tarafından ´deneme´ (=ihtibâr) olarak görülür.

Bu türden bağışlarda en hayırlısı, onları almak ve Allah yolun­da harcamaktır. Ahlak ve vakarın gereği de budur. Selef-i Salih´in büyük bölümü de bu gibi bağışlarda böyle davranmışlardır. Zühd ve takvadan uzak bir topluluk ise bu tür bağışlarda hataya düş­müşlerdir. Onlar, arzularına ve adi himmetlerine teslim olmuş kimselerdi. Bağışları kendileri için toplar, başkalarıyla paylaşma­ya asla yanaşmazlardı. Bir de hiç çekinmeden, ´deneme´nin bu ol­duğunu söylerlerdi.

Bunlar, ´imtihan´m ´deneme´den farklı oluşu noktasında Se­leften farklı düşünüyorlardı. Böyle bir ayrım, sırf arifler nezdinde bilinen bir husustu. Bu nedenledir ki onlar arzularına uyarak ba­ğışları kaynağını araştırmaksızın almış, hiç bir sınır tanımamış ve türlü iddialarla onlara el koymuşlardır. Bağışa yükledikleri mana­daki farklılıktan dolayı ´ilim´de hata etmiş, arzularına uygun hare­ket etmeleri sebebiyle de ´hâl´ yolunda yanlışa sapmışlardır.

Sadıklar arasında işi gücü olmayanlardan biri, Allah Teala´ya olan hüsnü zannından dolayı O´nun adına borçlanır, kendisine n-zık verdiğinde ödeyeceğini söylerdi. Böyle biri bu niyeti üzere öldü­ğü zaman, aldığı borçtan dolayı hiçbir sorumluluğu yoktur. Çünkü alacaklıların rıza göstermesi halinde Allah Teala onu ödeyecektir. Geçmişte devlet hazinesi bu tür borçları öderdi.

Bazıları, iki elbisesinden birini veya ihtiyacından fazla olan bir eşyasını satıncaya kadar başkasından borç almazdı. Allah Te­ala´nın şu buyruğunun muhtelif tefsirlerinden biri de bu biçimde yapılmıştır: "Nasibi sınırlı olan ise Allah´ın kendisine verdiği im­kan ölçüsünde nafaka versin". (Talak/7) Ayetin tefsiri yapılırken şöyle denilmiştir: Durumunda daralma olduğunu gören kimse, el­biselerden birini satmalıdır. Sıkışık durumda olan birinin, şahsi değerine güvenerek borç alması gerektiği, bunu da kendisine Allah Teala´nın verdiği söylenmiştir.

Bir zat şöyle demiştir: Allah Teala´mn öyle kulları vardır ki sa­hip oldukları mallara göre infakta bulunurlar. O´nun öyle kulları da vardır ki yalnız O´na besledikleri hüsnü zanna güvenerek infak-´ ta bulunurlar.

Selef-i Salih´ten vefat eden bir zat, malının üç zümreye dağıtıl­masını vasiyet etmişti: Güçlüler; Cömertler ve Zenginler. Bu üç zümre ile gerçekte kasdedilenlerin kimler olduğu sorulmuştu. De­nildi ki: Güçlüler; Allah Teala´ya hakkıyla tevekkül edenlerdir. Cö­mertler; Allah Teala´nın rızkı hususunda hüsnü zan sahibi olanlar­dır. Zenginler ise kendilerini Allah Teala´ya adamış olanlardır.

Belli bir geçim vasıtası olmayan kimseler, bağışlan kabul eder­ken vera´ ve titizlikten ayrılmamalıdırlar. Aynı şekilde belli bir iş yaparak geçimlik kazananlar da, işlerinde titiz ve duyarlı olmalı­dırlar. Çünkü Allah Teala´nm her konuda belli bir hükmü vardır, işsiz oturmak, bu hükümleri devreden çıkarmaz. Geçimi için çalı­şan ne gibi hükümler geçerli ise, çalışmayı terkedenler için de ben­zer hükümler geçerlidir. Çünkü çalışmayı terketmek de, ayrı bir ça­lışmayı ve ameli gerektirir.

Salih fakirler, önlerine çıkan herkesin malını ve parasını kabul etmezlerdi. Her zaman almadıkları gibi her verildiğinde de almaz­lardı. Verecekleri başka yerler yoksa, ihtiyaçlarından fazlasını asla kabul etmezlerdi. Onlar, ancak kalplerinin huzur bulduğu kimsele­rin verdiklerini alırlardı.

Ürktükleri ve utandıkları kimselerin verdiklerini asla kabul et­mezlerdi. Çünkü ürkme ve çekinmenin değil yakınlık ve sıcaklığın bulunduğu kimselerin birbirlerine söyledikleri her ikisini de sevin­direcektir. Böyleleri, verdiklerinin kabulünü de Allah Teala´nın bir lütfü olarak göreceklerdir. Fakir biri olarak, yapacağı bağış kalbi­nize soğuk gelen biri elindekini vermeye de soğuk bakan ve verdi­ğini reddetmenizi tasa etmeyen biridir.

Ariflerden biri şöyle demiştir: Allah yolunda kardeş olmuş iki ki­şinin arasındaki ürküntü ye çekingenlik, ikisinden birinde varolan bir illetten kaynaklanır. Fakir için yegâne müstehap olan; bir dos­tunun veya sevdiği birinin bağışını kabul etmektir. Çünkü marife-tullah ehli, Allah Teala´nın kendilerine göstermesinden dolayı ba­ğışların reddi veya kabulü noktasında varolan sebeplerle ilgili ola­rak hüküm verirler. Eğer bağışla ilgili bir illet bulunursa, daha ön­ce rivayet ettiğimiz bir ifadede de belirtildiği gibi illetli yani sakat bir bağış olur.

"El açmaksızın gelen bir bağışı reddeden kimse, onu Allah Te-ala´ya geri çevirmiş olur". Marifet ehli, bağışın Allah Teala´dan gel­diğine yakinen şahit oldukları için, onu geri çevirmeyi uygun gör­memişlerdir. Denilir ki: Bağışın, Allah Teala´dan geldiğine şahit olan biri, reddinin de Allah Teala´dan kaynaklandığını bilir. Bağışı O´na geri göndermesi O´nun içinse veya Allah Teala´nın kendisim imtihan ettiğini bildiği için güzel bir şekilde geri çevirmişse yine doğrusunu yapmış olur.

Halkın bağışlarını çekip çevirmenin Allah Teala´nın fiili olduğu­nu yakinen bilen biri, kendisinin geri çevirme fiilinin de Allah Te­ala´dan kaynaklandığını çok iyi bilir. Bu durumda O´nun fiili, men etme şeklinde tezahür etmiştir. Bu sebeple de bağışı geri çevirmiş­tir. Öyleyse Allah Teala´nın hükümlerini hakkıyla bilen ve arzula­rına tabi olmayanlar açısından kabul de ret de aynı hükümdedir. Çünkü böyle biri, kendisinden beklenen hükmü ifa etmekten öte bir şey yapmayacaktır.

Bu konuda servet sahibi bir alim ile basiretten yoksun cahil bir abidin sözleri delil olamaz. Bağışlar, bazı kimselerden kabul edilirken, bazı kimselerden de kabul edilmez. Hatta bazı hediyelerin reddedilmesi sünnettendir. Bu meyanda şu hadisi zikredebiliriz: "Allah Resulü´ne (sav) tereyağı, keş peyniri ve bir koç hediye edil­mişti. Tereyağını ve keş peynirim kabul edip koçu geri çevirdi".

Allah Resulü (sav) bazı kimselerin hediyelerini kabul ederken, bazılarının hediyelerini de geri çevirirdi. Bu meyanda şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Kureyşli, Sakifeli ve Devsli olmayanların hediyelerini defalarca geri çevirmeye teşebbüs ettim".[82]

Tabiun´dan bir topluluk da bu sünneti yaşatmıştır. Feth el-Mav-sıli´ye (ra) içinde elli dirhem bulunan bir kese sunulmuştu. Yanın­dakilere şöyle dedi: Ata (ra), Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmişti: "Rızkı el açmaksızın kendisine gelen kimse onu geri çevirirse, Allah´a geri çevirmiş olur"[83]Ardından keseyi aç­tı ve içinden bir dirhem aldıktan sonra kalanı geri verdi.

Bu hadis, Hasan el-Basri (ra) tarafından da rivayet edilmiştir. Rivayete göre adamın biri Hasan el-Basri´ye (ra) içinde para bulu­nan bir kese ve Horasan unu bulunan bir paket hediye etmek iste­mişti. Hasan (ra) hediyeyi geri çevirdi. Dostlarından biri bu hare­ketini tenkid edince şöyle dedi: Şu oturduğum yerde oturan ve in­sanlardan gelen bu tür şeyleri kabul eden kişi, Kıyamet günü Allah Teala´mn huzuruna hangi yüzle çıkabilir? Hasan el-Basri (ra) hedi­ye ve bağışı ancak yakın dostlarından kabul ederdi.

İbrahim et-Teymi dostlarından istediği bir dirhemi alır, başkala­rının teklif ettiği ikiyüz dirhemi geri çevirirdi.

Bişr b. el-Hars (ra) hiç kimsenin bağış ve hediyesini kabul et­mezdi. Biri, dostlarına şöyle demişti: Bişrin rızkının nereden geldi­ğini o kadar çok öğrenmek istiyorum ki! Bunun üzerine içlerinden biri, ´Ben biliyorum, onun âkil bir dostu var ve onun ihtiyaçlarını karşılıyor* dedi. Buradaki ´âkil´ ifadesi, akıl ve dindarlık bakımın­dan ona denk anlamındadır. Nitekim bazıları, kendilerinden altta olanlardan hiç bir şey kabul etmez, yalnız akranlarının verdikleri­ni alırlardı.

Bişr b. el-Hars (ra) için sözü edilen ´âkil dost´ Seri es-Sekatî´den (ra) başkası değildi. Bişr (ra) bir defasında şöyle demişti: Hayatta, Seri´den başka hiç kimseden bir şey istemedim. Çünkü onun züh­dünü iyi bilirim. O, elinden çıkanla mutlu olur. Elinde durandan rahatsızlık duyar. Ben de hoşlandığı bir işte ona yardım ederim!

Seri es-Sekatî (ra), Ahmed b. Hanbel´e de (ra) yardım gönderir ve onun yardımlarını kabul ederdi. Ahmed´in (ra) meclisinde onun adı geçtiği zaman şöyle derdi: Zenginliğin güzelliğiyle bilinen bir zengin! Yaptıklarını gerçekten çok beğeniyorum!

Abid zümresinden bir zat, ehli dünyadan biri kendisine bir ba­ğış teklif ettiği zaman şöyle derdi: Param kendine sakla ve kalbine şunu bir sor: Paranı aldıktan sonra senin gözünde daha değerli mi olacağım, yoksa daha aşağı mı? Bu soruma dürüst bir cevap ver! Eğer ehli dünya, ´Paramı aldıktan sonra daha değerli olacaksın´ derse kabul eder, aksini söylerse reddederdi.

Bir zat da, halk içinde en yakın olduğu kimselerin verdiklerini geri çevirirdi. Bu davranışından dolayı tenkide uğrayınca şöyle de­di: Verdiklerini geri çevirmem, kendilerine duyduğum şefkat ve dü­rüstlüktendir. Çünkü onlar, kendilerinden aldığımı sağda solda an­latır ve bilinmesini isterler. Bu da paralarının gitmesine rağmen hiç bir sevap kazanamamalarına neden olur!

Süfyan-ı Sevri de (ra) bu görüşte idi. Sevaplarını yitirmelerin­den endişe ettiği kimselere, kendisine verdiklerini başkalarının ya­nında anlatmamalarını şart koşardı. "Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, eziyet etmek suretiyle o sada­kalarınızı boşa çıkarmayın". (Bakara/264) ayetinin tefsiri yapılır­ken şöyle denilmiştir: Ayette geçen ´Menn=minnet etmek´ ile kasde-dilen, verilen sadakaları hatırlamaktır.

Cüneyd-i Bağdadi (ra) kendisine para getirip yemesini isteyen bir Horasanlı´ya şöyle demişti: Kendim yemem, ama fakirlere dağı­tırım. Bunun üzerine Horasanlı ´Fakirleri senden daha iyi biliyo­rum, maksadım o değildir dedi. Cüneyd şöyle karşılık verdi: Bu pa­ranın aldıklarını yiyecek kadar yaşayacağımı ümid etmiyorum. Ho­rasanlı, ´Parayla sirke, ekmek katığı ve kuru sebze al demiyorum ki, onu güzel yemekler, tatlılar ve çabuk bozulacak yiyecekler için harca diyorum´ dedi. Bu cevap üzerine Cüneyd (ra), ´Böyle birinin bağışını reddetmek helal olmaz´ dedi ve bağışı kabul etti. Horasanlı, ´Şu Bağdat´ta sana benden daha çok minnet duyacak biri yok­tur!´ dedi. Cüneyd de onun bu sözüne şöyle karşılık verdi: Hiç kim­senin de senin gibilerden başkasından bir şey kabul etmesi uygun olmaz!


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 10 Ocak 2010, 13:36:17
Hakikat ehli, bağış alırken ve verirken işte böyle davranırlardı.

Her hangi bir işte çalışmayan kimse, çalışmayı sırf Allah için bı­rakmış olmalıdır. İşsiz oturma halinde de Allah Teala´nm ilgili hü­kümlerini bilmeli, halinin ilminin icaplarını yerine getirmeli ve Müsebbib´e güvenerek işsiz oturuş zamanını en güzel şekilde geçir­melidir. Kişinin, belli bir rızık için çalışmayı her şeyi Bilen Rabbi-ne olan yakini imanı sayesinde terketmesi ancak bu şartlarda he­lal olabilir.

Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Sadece sana takdir edilmiş rız­kını yediğini ve bunun için Rabbinden başkasına şükretmemen ge­rektiğini bilmeyen kimselerin yemeğini yeme! Adamın biri Şakik el-Belhi´yi (ra) elli arkadaşıyla birlikte yemeğe davet etmişti. Sofra çok mükellefti ve hiç bir şey esirgenmemişti. Şakik ve arkadaşları sofraya oturduklarında Şakik dostlarına şöyle dedi: Bu adam şöyle düşünüyor: Böyle bir sofra hazırlattığımı görmek istemeyen ve bu yemekleri kendisine benim sunduğumu itiraf etmeyen kimseye ye­meklerim haram olsun! Bu sözü üzerine hep birden ayağa kalktılar ve yemeğe el sürmeden oradan ayrıldılar.

Davet sahibi Şakik´e yetişerek, *O kadar da ileri gitmemiştim, Allah size merhamet buyursun!´ deyince Şakik şöyle dedi: Buraya gelerek sırf dostlarımın imanlarını denemek istemiştim. Gördüm ki şu genç dışında hiç biri yemeğin nasıl yapıldığına ve kendilerine neyin sunulduğuna bakmıyorlar!

Musa peygamberle (as) ilgili olarak şöyle bîr rivayette bulunul­muştur: Musa (as) Rabbine şöyle demişti: Ey Rabbim! Rızkımı böy­le İsrail oğullarının elinden mi kıldın? Hep bu şekilde öğle yemeği­ni birinin evinde, akşam yemeğini başka birinin evinde mi yiyece­ğim? Bunun üzerine Allah Teala ona şöyle vahyetti: Dostlarıma bu­nu takdir ederim. Onların rızıkJarım, kullarım arasındaki talepkâr olanların ellerinden verdirerek sevap kazanmalarını isterim.

Oturan bir alim, çahşan bir cahilden daha hayırlıdır. Rızık için çalışan alim, oturan cahilden daha üstündür. İradesinin kuvvetisayesinde çalışan kimse, çalışmayı bırakmış zayıf iradeliden daha faziletlidir.

Allah Teala, bağış almayı hakedenleri altı zümreye ayırmış ve bunları şu üç ayet-i kerimede zikretmiştir:

1. Sadakalar, ancak fakirler, miskinler... içindir". (Tevbe/60)

2. Onların mallarında isteyen ve mahrum bırakılmış olan için bir hak mevcuttur". (Zariyat/19)

3. O mallardan yeyin, kanaat sahibine ve sormadan alana yedi-rin". (Hac/36)

Bilinen bir ticareti ve geçim vasıtası olmayan kimse, bu ayetle­rin kapsamına en kolay giren ve bağış verilmeye en fazla ihtiyacı olan kimsedir. Bunun dışında belli bir geçim imkanı olan kimse, harcamalarının çokluğu veya ailesinin geçimi için ondan daha faz­lasına ihtiyaç duyabilir. Böyle biri de, taşıdığı özellikler bakımın­dan bu zümreler arasına dahi olabilir.

Ibni Abbas (ra) ilk ayetin tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir: Bu ayet, Suffe ashabı ve Kıyamet´e dek onlar hükmünde yaşayacak olanlar hakkında nazil olmuştur. Suffe ashabı, dörtyüz elli erkek­ten oluşmaktaydı. Ensar ve muhacirlerin aksine Medine´de aileleri ve malları yoktu. Bunlar, kabile bağı olmayan kimselerdi. Allah Re­sulü (sav) kendilerini Mescidin sofasına yerleştirmiş, Allah Teala da rızıklarmı belli yollarla takdir etmişti.

Bu altı zümre dışında bağış alabilecek yedinci bir zümre daha vardır. Bunlar, en güzel sıfatlarla anılmış, takva sahiplerine bunla­ra verdiklerine karşılık büyük sevaplar vaadedilmiştir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: vE iman edenler! Kazandığını­zın temizlerinden mfakta bulunun". (Bakara/267) Başka bir ayet-i kerime ise şöyledir: "Hayır adına her harcadığınız size verilir". (Ba­kara/272) Bu ayet, O´nun şu ayetiyle bitişik ve ilintilidir: "Bu yar­dımlar, kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir. Bunlar yeryüzünde dolaşma imkanı bulamazlar". (Bakara/273)

Allah Teala, yedinci zümrede yer alan bu fakirleri, Kendi yoluna adanmışlıkla tavsif etmektedir. Onlar, dünyadan ve dünya ehlin­den iyice kopmuş kimseler olup ehli dünyanın çevresine üşüşmez­ler. Bulundukları hal, tam bir zühddür. Onların sıfatlarını bilme­yen kimse, katıksız cahildir.

Bu son zümre, bağışı hakeden zümreler içinde en üstte yeralan zümredir. Hatta Allah Teala müminlere onlara infakta bulunmala­rını bizzat emretmiş ve kazandıklarının temizlerini onlara verme­lerini tavziye etmiştir. Allah Teala, yüce kitabında ancak sevdiği kullarını tavsif etmiştir. Bir kulunu her hangi bir sıfatla övdüğü ve ona senada bulunduğu zaman, ona karşı muhabbeti kesinleşmiş olur. O´nun tavsifi, muhabbetinin delilidir. Muhabbeti de, büyük lütfa delalet eder. Nitekim şu ayet-i kerimede bunu görmekteyiz: "Bu Allah´ın lütfudur, onu dilediğine verir". (Maide/54)

Sufilerden bir zat, Allah Resulü´nün (sav) "Verenin eli üstte, ve­rilenin eli alttadır"[84] hadisini açıklama mahiyetinde şöyle demiştir: Burada Veren´ fakir, Verilen´ ise zengindir. Buradan çıkartılması gereken asıl mana şudur: Bağışta bulunma ve verme fiili, hakikati bakımından ahiret nasiplerinden biridir. Bağışın, ahiret rızkından verilmesi, hakikatte verenin ´fakirverilenin ise ´zengin´ olmasını gerektirmektedir. Netice itibarıyla fakir Veren´, zengin ise Verilen´ olmaktadır.

Bu görüşe delil olarak şu iki rivayet de zikredilebilir: Allah Re­sulü (sav) buyurdu ki: "Sadaka, isteyenin eline gelmeden önce Al­lah Teala´nın eline gelir. Onu, istek sahibinin eline koyan Allah Te­alidir". Buna göre, fakirin eli üstteki olmaktadır, ikinci hadis ise şudur: "Allah´ın eli en üsttedir, verenin eli ortancadır". Bu hadis de hakiki ´veren´in fakir olduğunu teyid etmektedir. Allah Teala´nın eli, onun elinin üstündeki eldir, çünkü bağışı fakirin eline koyan O´dur. Böylelikle fakirin eli, ortanca el olmaktadır.

Konuyla ilgili olarak şöyle de denebilir: Ellerin sıralaması, şu ayet-i kerime ile yapılmıştır: "Allah´ın eli onların ellerinin üstünde­dir". (Fetih/10) Buna göre Allah´ın eli en üstte, verenin eli ortada, verilenin eli de alttadır. Veren, zengin olmalıdır. Çünkü bağış, üst­teki gibi bir sıralamaya bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu du­rumda şöyle denilebilir: Allah Teala´nın eli, her ikisinin elinin de üstündedir. Dolayısıyla O´nun elini bu sıralamaya sokmak müm­kün değildir. O´nun eli tartışmasız hepsinin üstündedir. O da bunu beyan ederek "Allah´ın eli onların ellerinin üstündedir" (Fetih/10) buyurmuştur.

Bu ayetten anladığımız, insanların ellerinin birbirlerinin üstün­de olduğudur. Allah Teala, buna işaret ettikten sonra Kendi elinin hepsinin üstünde olduğunu bildirmiştir. Çünkü O, her ikisine de İlk Veren´dir. Verme bakımından O´ndan daha önce bir İlk yoktur. Aynı şekilde verme makamında da O´nun elinin üstünde bir el yok­tur. Burada tartışılan sıralama, zengin ile fakirin elleri arasındaki sıralamadır. Allah Teala´nm elinden hemen sonra veren el, hangi­sinin elidir?

Bize göre hakiki anlamda verilen, baki ve devamlı olandır. Veri­len şey, fani ve kaybolup gidici olmamalıdır. Bu da ancak, baki olan ahiret mülkünden verilen bir bağış olabilir. Buna göre ´veren´, ta­raf, fakir olmaktadır. Zengin, fakire dünyada sahip olduğu fani şey­lerden bir kısmını vermektedir. Fakir ise, bağışını almak suretiyle ebedi olarak kalacağı ahiret mülkünden bir şey vermektedir. Zen­gin, fakire şefkat göstererek fani dünya mülkünden bir şeyler ver­mektedir. Halbuki dünya ´lâ şey´=Hiçbir şey* olarak vasfedilmiştir. Ondan ne verilebilir ki?

Allah Teala´nın elinin; onların ellerinin üstünde olmasına gelin­ce, gerçekten de O´nun eli her şeyi ilk verendir. Çünkü O´nun eli, üstün de, altın da üstündedir. O´nun için ´üst veya ´alt* gibi sıfatlar kullanılamaz. O´nun yüce sıfatları, beşerin düşük nitelemelerinden çok uzaktır. O, kıyas ve teşbihe tabi kılınamaz.

Dostlarımızdan biri, kendi şeyhiyle ilgili şöyle bir hadise anlat­mıştı: Ebu Hasan en-Nuri´yi şehrin bir yerinde elini açmış insan­lardan dilenirken gördüm. Bu bana çok dokundu ve kendi kendime bu davranışı çirkin gördüm. Cüneyd´in (ra) yanına gittiğimde bunu haber verdim. Bana şöyle dedi:

Bu sana dokunmasın. Çünkü onun istemesi, insanlann ahiret sevabı kazanmaları ve kendisinin zarar görmeyeceği şekilde ecir-lenmelerini sağlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Şimdi bana bir terazi getirin.

Ardından teraziye yüz dirhem koydu ve onları tarttıktan sonra keseye yerleştirdi ve bir avuç dirhemi de tartmadan attı. Bana, ´Bunu Ebu Hasan en-Nuri´ye götür!´ dedi.

Kendi kendime, bir şeyin ancak miktarını bilmek için tartıldığı-nı, oysa Cüneyd´in (ra) bir avuç daha atarak karıştırdığını ve bu yüzden de miktarın belirsiz hale geldiğini düşünüyordum. Kesede kaç gram dirhem olduğu belli değildi. Sebebini sormaktan haya et­tim. Keseyi Ebu Hasan´a götürdüm. O da, Cüneyd gibi ´Terazi geti­rin´ dedi. Ardından yüz dirhemi tartıp ayırdı ve´Bunlan geri götür ve ona şöyle dediğimi ilet: Özellikle senden hiç bir bağış kabul et­meyeceğim.´ Bunu söyledikten sonra kalan dirhemleri aldı.

Bu davranış, şaşkınlığımı daha da arttırdı ve kendisine ´Niçin böyle yaptınız?´ diye sordum. Şöyle karşılık verdi: Cüneyd, hikmet sahibi bir zattır. İpi iki taraftan da tutmak istiyor! O, şu yüz dirhe­mi kendisi için ahireti sevabı olması niyetiyle tarttı. Üzerine de Al­lah rızası çin bir avuç dirhem attı. Ben de Allah için olanı alıp ge­risini iade ettim.

Bunu Cüneyd´e (ra) anlattığımda gözyaşlarına hakim olamadı ve şöyle dedi: Kendine yarayanı alıp bize yarayacak olanı geri çe­virmiş! Hiç şüphesiz Allah Teala en doğrusunu bilendir. [85]


Bağışın Gizlenmesi Ve Açıktan Alınması



İhlas ehli bu meselede farklı görüş ve uygulamalar içinde olmuşlar­dır. Bazıları, alınan bağışların gizlenmesi gerektiğini uygun gör­müş ve bunu iffet ve hayaya daha münasip bulmuştur. Onlara gö­re gizlemek, korunmayı da kolaylaştırıcıdır. Diğer insanlann kalp­lerinin selamette olması bakımından daha uygun, avamın nefsleri bakımından da afetlere daha uzaktır. Bağışları gizlemek, gıybete, ithamda bulunmaya ve daha ötesindeki bir takım afetlere düşme­meleri noktasında din kardeşlerine daha yardımcı bir davranıştır. Gizlemek, din kardeşi için ihtiyat, iyilik ve takvada ona bir tür yar­dımdır. Yüce Allah´ın şu buyruğu da bunu teşvik etmektedir: "Sa­dakaları gizler ve onları fakirlere verirseniz, bu sizin için daha ha­yırlıdır". (Bakara/271)

Allah Resulü´nün (sav) tavsiyesi de bu yöndedir: "Sadakanın en faziletlisi, onu fakire götürenin gizleme çabasıdır".[86]Ayrıca amelin gizlisi, açık olandan yetmiş kat daha üstündür. Bağışını gizleme noktasında din kardeşine yardım etmeyen kimse, iyiliğini gizleme noktasında da yardımcı olmayacaktır. Bu gizliliğin tek taraflı sağ­lanması mümkün değildir. Çünkü sır, iki tarafı olan bir bilgidir. Onlardan biri ifşa ettiğinde veya saklama hususunda ittifak etme­diklerinde hangisinden çıktığı önemli olmaksızın şuyû bulacaktır.

Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "İşleriniz için gizlilikten destek arayın. Çünkü her nimet sahibi hasede ma­ruzdur". Eyyub es-Sihıstâni şöyle demiştir: Komşularımda hased olması korkusuyla yeni elbise bile giymem. Zahidlerden biri de şöy­le demiştir: Dostlarım, ´Bunu nereden buldun?´ diye sormasınlar düşüncesiyle yeni bir şey kullanmaktan imtina bile edebilirim.

İbrahim Teymi hakkında da şöyle bir hadise anlatılmıştır: ib­rahim dostlarından birinin üzerinde yeni bir gömlek görmüştü. ´Bunu nereden buldun?´ diye sorduğunda, ´Kardeşim Hayseme giy­dirdi. Ailesinin bundan haberdar olduklarını bilseydim kabul et­mezdim´ dedi.

Adamın biri, ulemadan bir zata açıktan bir şey vermek istemiş­ti. Alim zat, verdiğini geri çevirdi. Başka biri aynı alime gizlice bir şey verdiğinde onu kabul etti. Kendisine bu husus sorulduğu za­man şöyle demişti: İkinci şahıs iyiliğini gizledi ve edebe uygun ha­reket etti. Onun amelini kabul etmeyi uygun gördük. İlki ise iyili­ğinin bilinmesini istedi ve edebe ayları davrandı. Bu yüzden de amelini kabul etmedik.

Bir adam sufi zümresinden birine halk içinde bir şey vermek is­temişti. Sufi bağışı geri çevirdi. Bunun üzerine adam kendisini ten-kid etti ve ´Allah Teala´mn verdiğini O´na neden geri veriyorsun?´ dedi. O da şöyle karşılık verdi: Verdiğine Allah´tan başkalarını or­tak koştun! Oysa yalnız Allah´tan olması gerekirdi. Allah´ın görme­si sana yetmediği için, ortaklı bağışını geri çevirdim.

Ulemadan bir zat, açıktan verileni kabul etmez, gizli verilenleri ise alırdı. Kendisine bu husus sorulduğu zaman şöyle dedi: Sada­kanın açıkça verilmesinde ilmîn ve ilim ehlinin aşağılanıp gözden düşürülmesi sözkonusudur. Aldığım hiçbir dünyalık uğruna, ilmi ve ilim ehlini gözden düşürtmem.

Yine bu manada şöyle bir hadise nakledilmiştir:

Adamın biri ariflerden birine açıkta bir şeyler vermek istemiş, arif bunu geri çevirmiş, aynı şey gizli olarak verildiğinde kabul et­mişti. Bağış veren kişi, ´Açıkta verildiğinde reddedip gizli verildi­ğinde kabul ettiniz, niçin?´ diye sorduğunda şöyle karşılık vermiş­tir: Gizli verirken Allah Teala´ya taatte bulundunuz. Ben de bu iyi­liğinizi kabul ederek size yardımcı oldum. Açıktan verirken ise O´na karşı masiyet işlediniz. Allah´a masiyette size yardımcı olmak istemediğim için kabul etmedim.

Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Ancak verdiğini hatırlamayan ve ondan bahsetmeyen kimsenin bağışını kabul ederim. Verileni gizlemek, Allah Teala´mn teşvik ettiği verme biçimine de uygundur. Allah Resulü (sav) de gizli vermeyi özendirmiştir. O, bu şekilde ver­meyi gizli amellerden biri olarak üstün tutmuştur.

Bağış ve hediyeyi gizli verip almada Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğunun kapsamına da girilmemiş olur: "Yanında bir topluluk varken kendisine hediye verilen kimse, o hediyede diğerleriyle or­tak olur".[87] Allah Resulü (sav) verilecek hediyeler hakkında da şöy­le buyurmuştur: "Kişinin din kardeşine vereceği en güzel hediye kağıt veye ekmek ikram etmesidir". Kağıt, hediyelerin en güzeli olarak takdim edilmiştir. Çünkü o, eşyanın en değerlisidir. Hediye­yi açıktan kabul eden kimse, onu tanık olanlarla paylaşmak duru­mundadır. Bunun tek istisnası, mecliste bulunan kimselerin hedi­yeden onun lehine feragat etmeleridir. Mecliste kabul edilen bir he­diyeyi oradakilerle paylaşmamak çirkin bir davranıştır.

Marifet ehli arasında Tevhid erbabı olarak bilinen bir cemaat ise, bağış alan kimsenin bunu açığa vurmasını daha faziletli gör­müştür. Bu görüşleri ise, böyle davranmanın alan kişi için daha emin, ihlasa daha yakın, izzet, itibar, makam, mevki ve şöhret gibi illetlere daha uzak olması fikrine dayanmaktadır.

Allah Teala buyurdu ki: "Sen ancak kendinden sorumlusun". (Nisa/84) Sadakanın açıktan alınması gerektiğini söyleyenler bu ayeti zikrettikten sonra şöyle demişlerdir: Kendimizden emin oldu­ğumuzda, insanlar nezdindeki kıymetimizi düşürmek için açıktan almamız daha doğru olur. Bunun ötesinde insanların söyleyecekle­ri noktasında Allah Teala onun korumasını üstlenmiştir.

Onlara göre Tevhid inancında yalnız Zahir ve Bâtın olan Allah Teala Mu´tî yani Veren´dir. Dolayısıyla açıktan verdiği zaman red­detmenin ve geri çevirmenin bir anlamı yoktur. Onlardan biri şöy­le demiştir: Arif olan için, gizli de açık da birdir. Çünkü her iki hal­de de kulluk edilen Mabud birdir. Kişinin gizli ve açık yönlerinde farklı davranması, Tevhid bakımından şirktir.

Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Biz, verilen bağışı gizliden alıp sonra halk önünde ellerini açarak dua edeni pek önemsemezdik. Aym zat bunun ardından şunu söylemiştir: Bu, dünyadandır. Dün­yevi işlerde açıklık daha hayırlıdır. Ahiret işlerinde ise gizlilik da­ha üstündür.

Müridandan biri şöyle demiştir: Arifler zümresinden olan hoca­ma, sebeplerin gizlenip açıklanması hususunu sormuştum. Bana şöyle cevap verdi: Bir şeyi alacaksan, her halükârda onu açığa vur. Bu noktada karşına iki tür insan çıkar: Bunlardan biri, açıktan al­man halinde seni hakir görür. İstemeniz gereken de böylesidir. Çünkü bu, dininiz bakımından daha sağlıklı, nefsinizin afetlerini engelleme noktasında da daha güvenilirdir. Verirken ve alırken bu şekilde amel etmeniz gerekir. Size ulaşan şey, zoraki olmaksızın geldiği müddetçe böyle davranmak daha faziletlidir.

ikinci tür insan ise, açıktan almanız halinde size daha çok değer verir ve daha fazla saygı duyar. Bu sizin gerçek kardeşinizdir. Size olan sevgisi arttıkça, kendi sevabı da artacak, size duyduğu saygı büyüyecektir. Onun sevap kazanmasına vesile olduğunuz için, siz de daha fazla sevap kazanırsınız. Netice itibarıyla böyle davranma­ya devam etmeniz daha uygun olur.

Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Bir bağış aldığınızda onu açık­layın. Çünkü o, Allah Teala´nın lütfettiği bir nimettir. Allah Te-ala´nın nimetini açıklamak, elbette daha faziletlidir. Reddettiğiniz­de ise bunu gizli tutun. Çünkü bu, size ait bir tasarruftur ve gizlen­mesi daha faziletlidir. Bize göre de, konuyla ilgili nihai söz budur. Ariflerin yolu da budur.

Alimlerimizden biri şöyle demiştir: Bağışın alan tarafından açıklanması ahiretten, gizlenmesi ise dünyadandır. Diğer amelle­rin açığa vurulması dünyadan, gizlenmesi ise ahirettendir. Bu sö­zün sahibi, bağışların açıklanmasını mekruh görmezdi. Allah Teala´nın şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Öyleyse Rabbinin nimetini anlat". (Duha/11) Allah Teala verdiği nimet ve nzıkları saklayan kimseyi kınamış ve bunu cimrilikle bir tutmuştur. Cimri­lik, dünyaya bağlığın tezahürlerinden biridir. Allah Teala´nm bu manadaki buyruğu şudur: "O kimseler ki cimrilik eder ve insanla­ra cimriliği telkin eder, Allah´ın kendilerine verdiği lütfü gizlerler". (Nisa/37)

Allah Resulü (sav) de bu manada şöyle buyurmuştur: "Allah Te­ala kuluna bir nimet lütfettiği zaman üzerinde görünmesinden hoş­lanır".[88] Bize göre arif muvahhidlerin kalplerine yakın olan da bu­dur. Çünkü hallerinin ve müşahedelerinin icabı budur. Onlar için veren kulların elleri arasında hiç bir fark yoktur. Onlar, her husus­ta İlk Veren olan Allah Teala´yı görürler. Bu noktada gizlenmeleri ile açıkça almaları denk olmuştur.

Bize göre konuyla ilgili nihai fikir, daha fazla araştırmanın ge­rekli olmasıdır. Hiç kuşkusuz Allah Teala daha iyi bilendir. Kana­atimiz odur ki, insanlar birbirleriyle imtihan edilmektedirler. Her kul, kendi halinin gereğini yapmalıdır. Amelinde fazilet sahibi ve halinde sıhhatli olabilmesinin yolu budur. Veren kişi bunu gizleme-li ve çabasını saklamalıdır. Hm-i halini terketmesi durumunda ek­silmeye maruz kalacak ve bu; kendisi için nefs afetlerinden bir afet, dünya kapılarından bir kapı olacaktır. Bağışı alan ise, onu açıklamalı ve çevreye yaymalıdır. Eğer gizler ve kendine saklarsa, amelinde ihlastan ayrılmış ve bu yüzden de halinde eksilmeye ma­ruz kalmış olur. Bu da nefsinin afetlerinden bir afet, dünya kapıla­rından bir kapıdır.

Rivayete göre Allah Resulü´ne (sav) şöyle denilmişti: ´Filana bir dinar vermiştim, beni övdü ve şükranda bulundu. Başka birine ise üç ile on dinar arasında bir miktar verdiğim halde ne övdü, ne de şükran gösterdi, bunun hükmü nedir?´ Allah Resulü (sav), bu hadi­sede verilen kimsenin övgü ve şükranda bulunmasını istemiştir. O, Ibnül-Hamame ve başka şairlere şöyle buyurmuştur: "Beni öven şiirlerini bırak da, Rabbini övdüklerini ortaya koy!" O da kendinin Övülmesinden hoşlanırdı. Ama şairden halinin gereği olarak yap­ması gerekeni istemişti. Çünkü O, şükran ve Övgüde iyilik ve ihsana teşvik bulunduğunu iyi bilmekteydi. Övülmek, Allah Teala´nın Zatı için sevdiği Rubûbiyet ahlakının esaslarından biriydi. O, ken­di yolunda infakta bulunanlara da şükranda bulunandır.

Allah Teala Rızık Veren  olarak, dostlarından aracı­lara şükranda bulunmalarını ve bu davranışlarından dolayı övme­lerini murad etmiştir. Aldıkları bağışlarda, İlk Veren´i görmeleri böyle yapmalarına mani olmamalıdır. Bunu asr-ı saadette yaşanan şu hadisede de görmekteyiz:

Muhacirler, Ensar´m davranışını gördükleri zaman şöyle demiş­lerdi: Ey Allah Resulü! Daha önce bu topluluktan daha hayırlı bir topluluğa hiç misafir olmamıştık; mallarını bile bizimle paylaşıyor­lar! Korkarız sevabın tamamını onlar alacaktır.

Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu:

Onlara şükranda bulunup kendilerini övdüğünüz müddetçe (siz de ecir alırsınız).

Bu nedenledir ki Allah Resulü (sav) başka bir vesilede ashabına şunu emretmiştir: "Her kime bir iyilik yapılırsa ona misliyle muka­bele etsin, eğer yapamazsa o kimseye senada bulunsun!" Bu hadisin başka bir lafzı ise şöyledir: "Her kim size bir iyilikte bulunursa ona karşılık verin. Eğer veremezsiniz, onu hayırla Övün ve dua edin. Böylece verdiğinin karşılığını verdiğinizi bilir".

Bu anlamda daha genel bir rivayet de şudur: "İnsanlara şükran­da bulunmayan, Allah´a da şükretmez[89]

Bu anlamda rivayet edilen ve içinde garib bir lafız bulunan bir diğer hadis de şudur: "İnsanları zikretmeyen kimse, bağışta onları zikretmeleri ve senada bulunmaları noktasında Allah´ı zikretmez". Bu hadis iki sened zinciriyle gelmiştir.

Bağış verme konusundaki üstünlüğün bir diğer tezahürü de, ve­ren kimsenin verdiği iyiliğin anılmasını ve ondan dolayı şükranda bulunulmasını istememesidir. Karşınızdaki kimsenin bu tür bir maksadı olduğunu bilmeniz ve böyle davranmasından hoşlanma­nız, ilminin eksikliğini ve nefsi âfetlerinin büyüklüğünü gösterir. İyilik karşısında övgü ve şükran beklememek, verdiği fakirin şah­sını gizlemek daha faziletlidir.

Eğer verilen kimse, onun iyiliğini açığa çıkarıp anlatırsa kendi­ne olduğu gibi ona da haksızlık etmiş olur. Bu, onun nefsi afetleri­ni de güçlendirecek bir harekettir. Böyle davranan kimse, kötülük ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmış olur. Bu durumda veren kim­se, verilen kimseyi uyararak ona yardımcı olmalıdır. Çünkü o, yap­tığının farkında olmadığı gibi, ilim bakımından yetersiz biri de ola­bilir. İşin hakikatini en iyi bilen, şüphesiz Allah Teala´dır.

Bağış verme konusundaki üstünlüğün bir diğer tezahürü ise, bağışın gizlenmesiyle anlatılması arasında bir farkın bulunmama­sı durumudur. Yakini imanlarmdaki kuvvet ve sıhhat sebebiyle, bazı kimseler için alman bağışların gizli veya aşikâr olması hiç far-ketmemektedir. Onlar, niyet bakımından halis, Nimet Veren´e dö­nük sürekli müşahede sahibi olmaları sebebiyle bu ikisi arasında bir fark görmezler.

Böyle biri açıkta kabul ettiği zaman uygun olacağı gibi, verdi­ğinden dolayı teşekkür edilmesi de sakıncasızdır. Çünkü o, çok kuvvetli bir marifete, kamil bir akla ve kendisini muvaffak kılan Rabbi´nin sabık takdirine sahiptir. O, yapılan iyilikten ötürü yalnız O´na şükranda bulunup nimeti de O´ndan bilir. Bununla ilgili ola­rak şu meşhur hadisi zikredebiliriz: "Mümin övüldüğü zaman kal­bindeki imanı artar". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Kişi, aklı mikdarınca övülür. Sevri (ra) ise şöyle demiştir: Kendini tanıyan kimseye insanların övgüsü zarar vermez.

Bağışlar noktasında üstünlüğün bir başka tezahürü de şudur: Kişi, iyiliğini izhar ettiği zaman bundan dolayı niyeti bozulur, in­sanlara güzel ve şirin görünme gibi afetlerin tesirine kapılır. Böyle birinin bağışını, açıklaması halinde kabul etmemek gerekir. Çünkü bağışım kabul etmek, düştüğü günahta ona destek olmak anlamı­na gelir. Böyle birine verdiği bağıştan dolayı övgüde bulunmak da doğru değildir. Yaptığı iyilikten dolayı övülmesi veya iyiliğinin an­latılması, nefsine düşkünlüğü ve Rabbini layıkıyla tanımaması se­bebiyle gurura kapılmasına ve amelinin fesada uğramasına yol açar.

Nefsani zaafları olan bu gibi kimseleri verdiği bağış ve yaptığı iyiliklerden dolayı anmak ve övmek, kapıldığı şirkine katkıda bu­lunmaktır. "Adamın biri Allah Resulü´nün (sav) huzurunda orada bulunmayan birini Övmüştü. Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Eğer bu söylediğini işitirse boynunu vurmuş gibi olursun ve iflah olmaz!" Allah Resulü (sav) yakini imanlarından emin olduğu bazı kimseleri" huzurunda övmüş ve işitecekleri şekilde övgüyle anmıştır. O, bu tür övgünün, onların imanlarını arttıracağını iyi bilmekteydi.

Bu meyanda bir adam için, "Bu, göçerlerin efendisidir!", başka bi­ri için de onun işitebileceği şekilde "Bir kavmin değerli bir mensubu geldiğinde ona değer verin!"[90] buyurmuştur. Adamın biri O´nun hu­zurunda çok güzel bir söz söylemişti. Bu hoşuna gitti ve şöyle buyur­du: "Öyle ifade vardır ki büyü gibidir!"[91] Övülmelerinin sakıncalı ol­duğunu bildiği kimseleri ise açıktan Övmezdi.

Süiyan-ı Sevri (ra) Yusuf b. Esbat´a (ra) şöyle demişti: Sana bir bağış gönderdiğim zaman, bunu senden bile saklardım. Bunun, Al­lah Teala´nm bana olan bir nimeti olduğunu düşünüyorum. Verdi­ğim halde senden daha çok sıkılır ve şükrederdim. Yoksa gönder­mezdim.

Sonuç itibarıyla veren kimsenin sıfatı gizlilik, alanın ise açıkla­mak olmalıdır. Bunun aksini yapanlar, hallerini terketmiş olurlar. Verene düşen, verdiğinden ötürü övülmekten hoşlanmaması, ken­disine senada bulunulmasını ve anılmasını istememesidir. îyi bildi­ğiniz kimseyi, övmeniz, kendisine şükranda bulunmanız ve iyiliği­ni yaymanız gerekir. Verdiğini açıklamak ve şöhret olmak istediği­ni bildiğiniz kimseye ise kendine zulmetmesinde yardımcı olmama­nız, böyle kimselere Övgü ve senada bulunmamanız gerekir. Böyle-leri için bu tür davranış daha uygun ve daha sağlıklıdır. Sıdk ehli­nin konuyla ilgili söylediklerinin özü budur.

Bağışlar konusunda ihtilafa düşülen bir diğer mesele de, farz olan zekat mallarından almanın mı, yoksa nafile babından verilen bağışlan almanın mı daha üstün olduğu hususudur. Bazılarına gö­re, farz olan zekat mallarını alıp nafile olan bağışları reddetmek gerekir. Onlara göre, farzı almak, Allah Teala´nın izniyle O´nun kıs­metini almaktır. Allah Teala, ihtiyaç sahiplerine bu kısmetleri al­mayı farz kılmıştır.

Bilindiği gibi zekat farz kılınmıştır. Eğer fakirler ve miskinler zekat almamak üzere sözleşseler hep birlikte günah işlemiş ve Al­lah Teala´nm emrine karşı gelmiş olurlar. Bu hareketleri, Allah Te­ala´nın mallardan verilmesini farz kıldığı zekatın boşa çıkarılması anlamına gelmektedir. Farz olanı zekatı kabul etmeyi müdafaa edenler şöyle demişlerdir:

Zekat malı kulu, zayıflar ve miskinler zümresine daha kolay so­kacak, tevazu ve zillete daha yakın kılacaktır. Zekat malı farz oldu­ğu için hiç kimsenin minnetini çekmeye veya onun şart koşacağı bir şeyi yapmaya gerek olmaz. Çünkü fakir ve miskin konumunda olan herkes onu haketmektedir. Diğer taraftan zekatı almak dini bakımdan da daha emindir. Çünkü onda dini kullanarak istismar­da bulunma sözkonusu değildir. Zekat payı, ancak ihtiyaç halinde ve islamm hürmeti ile hake dilmektedir. Halbuki nafile sadakalar­da, dini istismar etmek endişesi her zaman mevcuttur. Bu tür ba­ğışlar, dürüstlük ve itikadımız sebebiyle bize verilmiş olabilir. Oy­sa bu tür yardımlarda asıl olan, ihtiyaç sahipleri ve fakirlere mah­sus olmalarıdır.

Abidler arasında yer alan kariler bu görüştedirler. Dini bakım­dan nefsinin salahını düşünenler için, sırf zekat mallarını almak hallerinin ve müşahedelerinin gereğidir.

Başka bir topluluk ise, nafile sadakaları kabul etmekte bir mah­zur görmemişlerdir. Zekat mallarını almaktan imtina eden bu in­sanlar, nafile sadakaları hediye gibi telakki etmiş ve şöyle demiş­lerdir: Hediye kabul etmek emredilmiş ve müslümanlar arası kay­naşmayı temin etmek için de hediyeleşmek özendirilmiştir. Bunu savunarak miskinlerin bir takım haklardan feragat etmelerim is­temiyoruz. Endişemiz, onların taşıması gereken sıfatları taşıma­maktır.

Bizler, Allah Teala´nın zekat için koyduğu şartlara uymak husu­sunda endişe ederiz. Belki onu almak suretiyle, layık olmayan bir yere gitmesine yol açmış olabiliriz. Ya da farza muhatap olmayan­ları tesbitte kusurlu hareket edebiliriz. Endişemiz bundandır. Bu bakımdan nafile sadakalar daha geniş ve rahattır.

Bu görüşü savunanlar da, ister farz, ister nafile olsun, gelen bü­tün yardımların Allah Teala´nm nimetleri olduğuna inanırlardı. Din ancak Allah´ındır. Din, halis olarak Allah Teala´ya aittir.

Her iki görüştekiler de ´nimet edilme´ noktasında ittifak etmiş­lerdir. Marifet ehlinden bir topluluk da ikinci görüşü savunmuştur. Bunlara örnek olarak İbrahim el-Havvas, Ebu´l-Kasım Cüneyd ve bu ikisiyle aynı görüşü paylaşanları gösterebiliriz.

Konuyla ilgili bizim görüşümüz ise şöyledir: Önüne gelen her in­sanın verdiğini almayan, her vakit kabul etmeyen, muhtaç olduğu zaman dışında istemeyen, aldığında da zaruri ihtiyacından ötesini almayan kimse, ister farz olan zekatı, ister nafile bağışları alsın, her ikisi de birbirine yakındır. Çünkü zekatta, Allah Teala´nın em­ri gereği farziyet mevcuttur. Nafile ise, verilmesi teşvik edilmiş bir yardımdır. Allah Teala´nın onunla ilgili hükmü de mevcuttur. Bu noktada kula düşen; dinini gözetmek, din kardeşi için ihtiyatlı dav­ranmak, bulunduğu anın gerektirdiği hükmek uygun davranmak­tır. Burada, ikisi arasında bir fark olmaz. Kul, nefsin karanlığına dayanarak arzularına tezlim olmaktan sakınmalıdır. Çünkü kurtu­luş yolu oradan geçmektedir. [92]


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: Selma 8 üzerinde 21 Mart 2016, 21:05:39
Bismillah
Paylaşım için Allah razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: sultan aktay üzerinde 24 Mart 2016, 17:09:15
paylaşım için allah razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: Damla üzerinde 24 Mart 2016, 17:12:37
#Esselamu aleykum..Hiçbir kimse fakir olduğu için isyan etmemeli..Bu Allah a.c. nin hiç hoşuna gitmez..Rabbim razı olsun..#


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: Zehra_8/C üzerinde 24 Mart 2016, 17:41:25
Rabbim paylaşım için Razı olsun.


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: sultan aktay üzerinde 25 Mart 2016, 17:39:00
allah c.c razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: Büşra 8 üzerinde 25 Mart 2016, 18:10:44
mmeti­min fakirleri, cennete zenginlerinden beşyüz yıl önce girerler


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: Nizamettin 8/b üzerinde 27 Mart 2016, 21:55:35
Fakir insanlarin Allaha sukretmesi gerekir.Çünkü bu bir imtihandir.


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: Sevgi. üzerinde 28 Mart 2016, 09:41:05
  Esselâmü Aleyküm Ve Rahmetüllah. Her hal için Rabbimize şükretmeliyiz.. Mevlam bizlere gönül zenginliği versin inşaAllah.  Amin
 Paylaşım için Rabbim Razı olsun kardeşim..


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: Hatice 08 üzerinde 28 Mart 2016, 13:42:58
Bismillah
Fakir kimseler asla insan etmemmelidirler nasıl zenginlik zenginler için bir imtihansa fakirlikten fakirler için imtihandir


Konu Başlığı: Ynt: Fakirliğin Faziletleri
Gönderen: Pelinay üzerinde 31 Temmuz 2016, 10:44:55
Aleykumusselam ve rahmetullah.paylasimi okuyunca insanin fakir olasi geliyo;)
Fakirlik sabredilir ve hale riza gosterilirse gercekten cok buyuk mukafatalri olan bir makam.ama herkes yapamaz bunu.Rabbim kaldiramayacagimiz yuku vermesin insallah.