๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kütübü Sitte => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 28 Nisan 2010, 12:02:02



Konu Başlığı: Nefsle ilgili hadisler 13
Gönderen: Sümeyye üzerinde 28 Nisan 2010, 12:02:02
AÇIKLAMA:



Cahiliye devrinde insanlar kavim ve kabilelerine, hanedanlarına nisbet edilerek tanıtılırdı. Bu onlar için iftihar vesilesi idi. İslam iftihar edilecek intisabı dinde göstermiştir. İnsanları ayıran en mühim unsur dindir. Aynı dinde olan insanlar aynı değerleri paylaştıkları için müştereklik arzederler. Bu sebeple en mühim intisab dindir. Zamanımızda, bu mühim prensip unutulduğu için, kabrin öbür tarafına geçince ALLAH nazarında hiçbir değer taşımayan yeni intisablar öncelik kazanmıştır. Kardeş olmaları gereken bütün mü´minler bilhassa ırkî ve mahallî intisablara öncelik kazandırdıkları için geçmişte yekvücut olan İslam âlemi bir yamalı bohça gibi parça parça olmuş ve kendini yutacak düşmana hazır lokmalar haline gelmiştir.

Bu da yetmiyormuş gibi, aynı ırka mensup olanlar da yeni oyunlarla çağdaş, ilerici, gerici, devrimci, Batıcı... gibi daha tali intisab kutuplarına bölünerek millî birlikler atomize edilmiş, iyice tecezziye uğratılmıştır. Düşmanlarımızın iktisadî, siyasî birliklerle bütünleşmeye başladığı yeni safhada, Müslümanlar da dinden başka intisabları atarak dinde birleşmeye gitmelidirler. Varlığımızın devamı buna bağlıdır.[245]



ـ5972 ـ38ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]قَرَأَ رَسُولُ اللّهِ # فِيمَا أُمِرَ وَسَكَتَ فِيمَا أُمِرَ، وَمَا كَانَ رَبُّكَ نَسِيّاً، وَلَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ[. أخرجه البخاري .



38. (5972)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (namazda) emrolunduğu yerde açıktan okudu, emrolunduğu yerde sükut etti (gizli okudu). "Ve senin Rabbin unutkan değildir" (Meryem 64); "Andolsun ki, ALLAH´ın Resulü´nde sizin için (her hususta) güzel bir örnek vardır" (Ahzab 21). [Buharî, Ezan 105.] [246]



AÇIKLAMA:



Bu rivayette İbnu Abbas, akşam, sabah ve yatsı namazlarında açıktan yapılan kıraat ile, öğle ve ikindi namazlarında gizli yapılan Kur´an tilavetinin bir tesadüf, bir unutma işi olmayıp, Cenab-ı Hakk´ın Resulü´nü irşadıyla olduğunu, Hz. Peygamber´e her hususta İlahî emrin geldiğini, kıraat meselesinin de böyle olduğunu ifade etmektedir.

İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), bu fikrine şahit olarak kaydettiği iki ayetin birincisiyle Rab Teala´nın herşeyi bildiğini, ikincisiyle de bütün Müslümanların, Resulullah´ta gelen örneğe uymak zorunda olduklarını, zira her hususta en güzeli O´nun temsil ettiğini söylemektedir.[247]



ـ5973 ـ39ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا أُعْطِيكُمْ مِنْ شَىْءٍ وََ أمْنَعُكُموهُ، إنْ أنَا إَّ مَأمُورٌ، وفي رواية: أنَا قَاسِمٌ أضَعُ حَيْثُ أُمِرْتُ[. أخرجه البخاري وأبو داود .



39. (5973)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Ben size (kendiliğinden) ne bir şey veriyor, ne de sizi bir şeyden menediyorum. Ben sadece bir memurum (ALLAH´ın emrine göre veriyorum).

"Bir rivayette de şöyle demiştir: "Ben (sadece, emre uygun şekilde) taksim ediyicim, emredildiğim yere koyarım." [Buharî, Humus 7; Ebu Davud, Harac 13, (2949).][248]



AÇIKLAMA:



Resulullah bunu ganimet ve fey gibi malların taksiminde söylüyordu. Ta ki, herkes kendisine verilene razı olsun, ashabının içine, noksan ve ziyade sebebiyle, yanlış düşünceler girmesin. Nitekim bazı kereler taksimde tam bir eşitliğe riayet etmiyordu. Bazı kereler samimi, eski Müslümanlara hiç vermezken, müellefe-i kulûb denen kalpleri kazanılacaklara veriyor, bazan da samimilere az veriyor, öbürlerine daha çok veriyordu. Bunun en güzel örneği Huneyn Savaşı´nda Havazinlilerden elde edilen ganimetin taksimi idi. Burada yeni Müslüman olan Mekkelilere bol bol verirken, Ensar´a az vermiş veya hiç vermemişti. Hatta Medineliler: "Resulullah artık hemşehrilerine kavuştu, bize ihtiyacı kalmadı, bizi terkediyor..." gibi karamsar düşüncelere saplanmışlardı. Duruma muttali olan Aleyhissalâtu vesselâm, onların gönüllerini alıcı açıklamalar yaptı.

Kendisi taksimde olsun, ahkâmın tatbikinde olsun, heva ve şahsî arzusuyla hareket etmiyor, kimseyi kayırmıyor, kimseyi herhangi bir ahkâmın tatbikinden istisna tutmuyordu. Böyle bir yetkisi, imtiyazı yoktu. O sadece bir memurdu. Her işi İlahî emir tahtında yürütüyordu. Nitekim ayet-i kerimede de: "Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni insanlara bildir. Bunu yapmazsan elçiliğini yerine getirmemiş olursun..." (Maide 67) buyrulmuştur.[249]



ـ5974 ـ40ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]كَانَ رَسُولَ اللّهِ # عَبْداً مَأمُوراً، مَا اخْتَصَمْنَا مِنْ دُونِ النَّاسِ بِشَىْءٍ إَّ بِثَثٍ: أمَرَنَا أنْ نُسْبِغَ الْوُضُوءَ، وَأن َ نَأكُلَ الصَّدَقَةَ، وََ نُنْزِيَ حِمَاراً عَلى فَرَسٍ[. أخرجه الترمذي والنسائي .



40. (5974)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (ALLAH´ın emir ve yasaklarını tebliğ eden) me´ mur bir kul idi. Bize (Al-i Beytine) insanlardan ayrı olarak üç şey dışında hiçbir tefrikte bulunmadı. O üç şey de şunlardır:

* Abdesti mükemmel yapmamızı emretti.

* Sadaka yemememizi emretti.

* Merkebi at üzerine aşırmamamızı emretti." [Tirmizî, Cihad 23, (1701); Nesâî, Taharet 106, (1, 89).][250]



AÇIKLAMA:



1- İbnu Abbas´ın bu ifadesi Şia´nın: "Resulullah Al-i Beyt´e hususi bir ilim ve vasiyet bırakmıştır" şeklindeki ileri sürdükleri iddialara cevap sadedindedir. Şia, Hz. Ali´ye de, Resulullah´ın hususi bir ilim ve kendinden sonra halife olması için vasiyet bıraktığı şayiasını çıkarmıştır. Hz. Ali bu meselede sıkça suale maruz kalmış, o da verdiği cevapta bu iddiaları reddetmiş, Kur´an-ı Kerim dışında hususi bir ilim almadığını belirtmiş, "sadece kılıncımın kabzasındaki şu tomar hariç" demiştir. "Tomarda ne var?" sorusuna cevap sadedinde belirttiği hususlar bilinen şeylerdir. Daha önce geçtiği için tekrar etmeyeceğiz.

Bu hadiste zikredilen üç istisnadan ikisi dahi herkese tavsiye edilmiş hususlardır: Abdestin mükemmel alınması bütün ümmete mendubtur; merkebin at üzerine aşırılmaması da öyle... Bazı alimlere göre bütün ümmete mekruhtur. Maksad da hayvan neslinin korunmasıdır. Böyle hükmedenlere göre merkeb ve at karışımından hasıl olan katır melezdir ve ata nazaran değeri düşüktür: Katırda, savaş esnasında atın ortaya koyduğu manevra mahareti -ki kerr u ferr denir- mevcut değildir. Bu sebeple ganimetten ata ayrıca pay ayrılırken, katıra uygun bir şey ayrılmaz vs. Aksi görüşte olanlar, katırla ilgili tahdidin geçici olduğunu belirterek, atı merkebe aşırmada kerahet görmezler. Geriye kalan "sadaka malından yememe" tefriki Al-i Beyt´in izzet ve hürmetini muhafazaya matuftur. Çünkü Resulullah sadaka ve zekatı insanların malını temizleyen kir olarak tavsif etmiş ve Al-i Beytine yasaklamıştır. Hediye kabul edip zekat ve sadaka kabul etmemek O´nun hasaisinden, mümeyyiz vasıflarından biridir. Kendisine gelen hediyelere de fazlasıyla mukabelede bulunurdu.

Şunu da kaydedelim ki bazı alimler sayılan bu hususların Al-i Beyt hakkında vücud ifade edebileceğini söylemişlerdir.

2- Merkebin ata aşırılma yasağı üzerine yürütülen münakaşada, bunda mahzur görmeyenlerin delilleri üzerinde bir nebze durmada fayda görüyoruz.

Tahavi bu mesele üzerine yaptığı tahlilde, cevaz taraftarlarının birkaç delilini zikreder. Özetleyerek sunacağız:

* Eğer merkebi ata aşırmak mekruh olsaydı katıra binmek de mekruh olurdu Halbuki, katıra binmenin cevazında ümmet icma etmiştir. Resulullah´ın da katıra bindiği rivayetlerde gelmiştir. Resulullah´ın kerahet ifade eden hadisi, at besleyenler hakkında sevap vaadeden teşvikkar hadislerin katır besleyenler hakkında beyan edilmemesinden ileri gelir.

* Yasağın Al-i Beyt´e mahsus olarak ifade edilmesine gelince, Tahavi bunu İbnu Abbas´tan kaydettiği şu rivayette açıklar: "Abdullah İbnu´l-Hasen (radıyallahu anh)´e rastladım, Ka´be´yi tavaf ediyordu. Al-i Beyt´e, merkebi ata aşırmakla ilgili hadisi okudum. Şunu söyledi: "Doğru söyledi. O zaman Benî Haşim´de at çok azdı. Atın aralarında çoğalmasını arzu etti." Abdullah İbnu´l-Hasen bu tefsiriyle, merkebi ata aşırma yasağının sadece Benî Haşim hakkında geldiğini belirtmiş oldu. Ayrıca, belirtti ki bu yasak tahrim için değildir. Bunun sebebi aralarında atın azlığı idi. Böyle olunca o illet kalktı, ellerinde at çoğaldı mı onlar da diğerleri gibi olur. Yasağın Al-i Beyt´e mahsus olduğu ortaya çıkınca, diğer Müslümanlara yasak mevzubahis olmadığı anlaşılır. Atı çoğaltmaya her ne kadar sevap vaadedilmiş, bunun efdaliyeti belirtilmiş ise de, katır çoğaltma hakkında yasak konmamış olmalıdır." Tahavi, Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed´in böyle hükmettiklerini belirtir.[251]



ـ5975 ـ41ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]كَانَ

رَسُولُ اللّهِ # يُحَدِّثُنَا عَنْ بَنِي إسْرَائِيلَ حَتّى يُصْبِحَ مَا يَقُومُ إَّ عُظْمَ صََةٍ[. أخرجه أبو داود.»عُظمُ الشئِ« أكبره، وأراد به هنا الفريضة .



41. (5975)- Abdullah İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize (bazan) sabah oluncaya kadar Benî İsrail kıssası anlatırdı. Anlatma işini farz namaz için kalkınca bırakırdı." [Ebu Davud, İlm 11, (3663).][252]



AÇIKLAMA:



Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Benî İsrail´den rivayet edilen ibretli kıssaların anlatılmasını tecviz etmiştir. Bunların hakikatı tahkik edilemez. Çünkü asıl kaynağından Resulullah dönemine kadar senet mevcut değildir. Birçoğunun uydurma olma ihtimali de vardır. Buna rağmen faydalılık yönü ağır bastığı için cevaz verilmiş olmalıdır. Alimlerimiz, bu cevazdan yalana cevaz manasının çıkarılmaması gerektiğini belirtirler. Resulullah hiçbir surette yalana cevaz vermemiştir. Hele, Resulullah´a nisbet edilen rivayetlere çok dikkat etmek, hatırda kalan yarım yamalak sözleri Resulullah´a nisbet etmemek gerekir.

Sadedinde olduğumuz hadis, zaman zaman Resulullah´ın İsrailî kıssalardan bizzat anlattığını, hem de uzun müddet anlattığını ifade etmektedir.

Şarihler, bu hadis vesilesiyle, Aleyhissalâtu vesselâm´ın bidayette, Ehl-i Kitab´ın kitaplarını okumayı yasakladı ise de, ahkâm-ı İslamiye iyice yerleşince, fitne korkusu kalktığı için yasağı kaldırdığını belirtirler. Ancak kizb olduğu bilinenlerin, herşeye rağmen rivayetinin caiz olmadığını açıklarlar.[253]



ـ5976 ـ42ـ وعن علقمة بن عبداللّه عن أبيه قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # أنْ تُكْسَرَ سِكَّةُ الْمُسْلِمِينَ الْجَائِزَةُ بَيْنَهُمْ إَّ مِنْ بأسٍ[. أخرجه أبو داود.والمراد »بِالسِّكَةِ« الدراهم والدنانير المضروبة بالسكة، وإنما كره تقريضها لما فيها من ذكر اللّه تعالى، و‘ن ذلك يضيع قيمتها، وقيل كانت في صدر ا“سم

عدداً و وزناً، فكان يَعمد أحدهم إلى أطرافها فيأخذها بالمقراض تنقيصاً لها وبخسا.وقوله: »إَّ مِنْ بأسٍ« أى من أمر يقتضى كسرها إما لرداءتها أو شك في صحة نقدها .



42. (5976)- Alkame İbnu Abdillah babasından naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Müslümanlar arasında (tedavülü) caiz olan sikke (dökülmüş paraların) bir kusur olmadan kırılmasını yasakladı." [Ebu Davud, Büyû 50, (3449).][254]



AÇIKLAMA:



1- Sikke, esas itibariyle madenî para üzerine işlenen nakşa denir ise de, madenî paraya da sikke denmiştir. Gerek altından (dinar) ve gerekse gümüşten (dirhem) darbedilen (dökülen) bütün paralara da sikke denir.

2- Hattâbî, bu yasağın illet ve sebebi hususunda alimlerin ihtilaf ettiklerini belirtir. Buna göre:

* Bazıları: "Üzerinde ALLAH´ın ismi olduğu için yasakladı" demiştir.

* Bazıları: "Kırmada malın ziyan olması var, bu sebeple yasakladı" demiştir.

* Bazıları da: "Dirhemleri kırpıp etrafını alıyorlardı, bu yasaklandı" demiştir. Çünkü kırpma artınca, para olarak kullanılmaz olur. Yeniden dökümü pahalıya mal olur.

* Bazı ilim adamları, paranın kırılmasını, ağırlığının düşme endişesiyle, hileyi önlemek için yasakladı demiştir.

3- Paranın kırılmasını tecviz eden "kusur" (be´s) paraya hile karıştırılmış olması, ayarının düşürülmesi, sahte basılmış olması gibi durumlardır. Bazı alimler, "sultan, kendinden önceki sultanın bastırdığı sikkeleri iptal edip, kendi adına sikke bastırmak istediği takdirde eskileri kırmak caiz olur" demiştir. Ancak bunun pahalıya malolan bir iş olduğu belirtilir.

Son olarak şunu kaydedelim: Hadiste gelen yasağa Kur´an´da şahid gösterilmiştir. Cenab-ı Hak: "...Halkın malından eksiltip de kimsenin hakkını yemeyin..." (A´raf 85) mealindeki ayet-i kerimede, -bazı yorumculara göre- paradaki eksiltme kastedilmiştir.[255]



ـ5977 ـ43ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَجُلٌ لِرَسُولِ اللّهِ

#: أُعْقِلُهَا وَأتَوَكَّلُ أوْ أُطْلِقُهَا وَأتَوَكَّلُ؟ قَالَ: اعْقِلْهَا وَتَوَكَّلْ[. أخرجه الترمذي .



43. (5977)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek: "Hayvanımı bağlayarak mı yoksa serbest bırakarak mı ALLAH´a tevekkül edeyim?" diye sormuştu. Ona: "Bağla ve tevekkül et!" buyurdu." [Tirmizî, Kıyamet 61, (2519).][256]



AÇIKLAMA:



Hadis, hayvanı bağlamanın tevekküle aykırı olmadığını ifade etmektedir. Yani, bize terettüp eden tedbiri aldıktan sonra tevekkül etmemiz esastır. Tedbire tevessül etmeden tevekkül adına tedbir almamak İslam´ın tevekkül anlayışına zıddır. Bediüzzaman: "Tertib-i mukaddematta "tefviz" tenbelliktir, meyl-i sa´yi kuvvetlendirir. Mevcudla iktifa dûnhimmetliktir" der.[257]



ـ5978 ـ44ـ وعن إبراهيم قال: ]أرَادَ الضَّحَّاكُ بْنُ قَيْسٍ أنْ يَسْتَعْمِلَ مَسْرُوقاً، فقَالَ لَهُ عُمَارَةُ بْنُ عُقْبَةُ: أتَسْتَعْمِلُ رَجًْ مِنْ بَقَايَا قَتَلَةِ عُثْمَان رَضِيَ اللّهُ عَنه؟ فَقَالَ مَسْرُوقٌ رَحِمَهُ اللّهُ: حَدّثَنَا ابْنُ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه أنَّ رَسُولَ اللّهِ # لَمَّا أرَادَ قَتْلَ أبِيكَ عُقْبَةَ، قَالَ: مَنْ لِلصِّبْيَةِ؟ فَقَالَ: النَّارُ، وَقَدْ رَضِيتُ لَكَ مَا رَضِي لَكَ رَسُولُ اللّهِ #[. أخرجه أبو داود .



44. (5978)- İbrahim Nehai anlatıyor: "Dahhak İbnu Kays, Mesruk´u işçi olarak kullanmak istemişti. Umare tu´bnu Ukbe ona:

"Hz. Osman (radıyallahu anh)´ın katillerinden baki kalmış bir adamı isti´mal mi edeceksin?" dedi. Mesruk rahimehullah da ona:

"Abdullah İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) bana rivayet etti: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) baban Utbe´yi öldürmek istediği zaman, (baban):

"Çocuklara kim hami olacak?" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Ateş" buyurdular. Senin için Resulullah´ın (münasib görüp) razı olduğuna ben de razıyım!" dedi." [Ebu Davud, Cihad 128, (2686).] [258]



AÇIKLAMA:



1- Umâre´nin babası Ukbe İbnu Ebi Muayt insanların en bedbahtlarından biridir. Resulullah, Ka´be´nin avlusunda namaz kılarken, secde esnasında, hakaret için deve karnı atmıştır. Utbe´yi İbnu Mes´ud sabren öldürmüştür.

2- "Çocukları ateş himaye edecektir" şeklindeki Nebevî cevap iki suretle anlaşılmıştır:

1) Zayi olma: Yani eğer ateş, çocuklara kefil olmaya elverişli ise, işte kefil odur.

2) Cevap hakimane bir üslubla: "Sana ateş var" demektir. Yani: "Sen kendi işine bak, seni bekleyen ateş, problem olarak sana yeter, çocukların meselesini bırak, onlar sahipsiz değil. ALLAH onlara kefildir" demektir. Bazı alimlere göre hadiste esas olan mana budur. Diğer bazılarına göre önceki mana esastır. Bu kanaatte olan Aliyyu´l-Kâri: "Eğer ikinci mana esas olsaydı "ateş"e bedel "ALLAH" derdi" der.

Görüldüğü üzere Mesruk, Umare´nin kendine attığı taşa, taş atarak cevap vermiş olmakta, mukabele etmiş bulunmaktadır.[259]



ـ5979 ـ45ـ وعن حذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]جَاءَ السَّيْدُ وَالْعَاقِبُ صَاحِبَا نَجْرَانَ إلى رَسُولِ اللّهِ # يُرِيدَانِ أنْ يَُعِنَاهُ، قَالَ: فَقَالَ أحَدُهُمَا لِصَاحِبِهِ َ تَفْعَلْ، فَوَاللّهِ إنْ كَانَ نَبِيّاً فََعَنَنَا َ نُفْلِحُ أبَداً نَحْنُ وََ عَقِبُنَا مَنْ بَعْدِنَا، قَاَ لَهُ: إنَّا نُعْطِيكَ مَا سَأَلْتَنَا، وَابْعَثْ مَعَنَا رَجًُ أمِيناً، وََ تَبْعَثْ مَعَنَا إَّ أمِيناً فَقَالَ #: ‘بْعَثَنَّ مَعَكُمْ رَجًُ أمِيناً، حَقَّ أمِينِ، فَاسْتَشْرَفَ لَهُ أصْحَابُ رَسُولِ اللّهِ # فقَالَ: قُمْ يَا أبَا عُبَيْدَةَ بْنَ الْجَرَّاحِ، فَلَمَّا قَامَ قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: هذَا أمِينُ هذِهِ ا‘مَّةِ[. أخرجه البخاري.وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَوْ بايَعَنِي عَشَرَةٌ مِنَ الْيَهُودِ لَمْ يَبْقَ عَلى ظَهْرِهَا يَهُودِيّ إَّ أسْلَمَ، وَفي رَواية لَوْ آمَنَ بِي عَشَرَةٌ مِنَ الْيَهُودِ Œمَنَ بِىَ الْيَهُودُ[. أخرجه الشيخان.



45. (5979)- Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Necran´ın iki sahibi Seyyid ve Âkıb, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a geldiler. Onunla mülâane yapmak istiyorlardı.

Bunlardan biri arkadaşına:

"Bunu yapma! Eğer (Muhammed gerçek) bir peygamberse ve bize lanette bulunursa biz bir daha felah bulamadığımız gibi, bizden sonra gelecek nesiller de iflah olmazlar!" dedi. Resulullah´a gelip:

"Biz sana istediğini vereceğiz, bizimle emin birini gönder. Bizimle emin olmayanı gönderme!" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:

"Ben sizinle gerçekten hakkıyla emin bir adam göndereceğim" buyurdu. Bunun üzerine Resulullah´ın ashabı (bu övülen şahıs olabilmek için) ona yaklaştı. Aleyhissalâtu vesselâm: "Ey Ebu Ubeyde İbnu´l-Cerrah, sen kalk!" emretti. Ebu Ubeyde kalkınca, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İşte şu, bu ümmetin eminidir!" buyurdular." [Buhârî, Fedailu´l-Ashab 21, Megazî 72, İcazetu Haberi´l-Vahid 1.][260]



AÇIKLAMA:



1- Necran, Mekke´den Yemen cihetine giderken yedi merhale uzaklıkta genişçe bir bölgenin adıdır, yetmiş üç karyeye sahiptir, sür´atli bir atlı için bir günlük yürüme mesafesindedir. İbnu İshak, halkı Hıristiyan olan bu bölgeden yirmi kişilik bir heyetin, daha Mekke´de iken Resulullah´a geldiğini, Medine´de de uğradığını kaydeder. Böylece onların iki sefer heyet gönderdiklerine hükmedilir. Farklı rivayetlerde sayıları 14, 24 olarak geçer, hatta isimleri dahi zikredilir. Seyyid´in adı Eyhem´dir -Şurahbil de denmiştir- bu heyetin başkanıdır. Âkıb´ın ismi Abdülmesih´dir.

Resulullah bunları İslam´a davet eder, onlara Kur´an tilavet eder. Fakat teklifi kabul etmezler. Resulullah bunun üzerine: "Benim söylediklerimi inkar ederseniz, gelin mübahele edelim" der. Mübahale: "İhtilaf eden her iki tarafın "Haksız olanlara ALLAH lanet etsin!" diye beraberce bedduada bulunmasıdır. Resulullah´ın bu teklifi şu mealdeki ayetle Kur´an´da ebedîleşir: "Sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle mücadele edecek olursa de ki: "Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimiz ve kendinizi çağırıp toplanalım. Sonra niyaz edelim ki, ALLAH´ın laneti yalancılar üzerine olsun!" (Al-i İmran 61). Ayet üzerine Resulullah, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fatıma´nın ellerinden tutup, lanetleşmek üzere yürür, ciddiyet ve kararlılığını gösterir. Necranlılar, böylesi ciddi bir mübahale teklifi karşısında duraklarlar. Müsaade isteyip kendi aralarında istişare ederler. Sözü dinlenen büyükleri (ki rivayetlerde bazan Seyyid, bazan Âkıb, bazan Şurahbil Ebu Meryem diye ihtilaflıdır): "ALLAH´a kasem olsun, eğer bu peygamber ise, lanetleşme yaptığımız takdirde ebediyen ne biz felah buluruz, ne de arkadan gelen nesillerimiz iflah olur" der ve bunu kabul etmeyip Müslümanların istediklerini vererek sulh yapmayı kabul ederler. Bazı rivayetlerde iki bin hulle (takım elbise) üzerine sulh yaparlar. Bunlardan bin takımı Receb ayında, bin takımı da Safer ayında teslim edilecek ve her hulle ile birlikte bir okiyye (gümüş) verilecek. İbnu Sa´d, Seyyid ve Âkıb´ın bundan sonra dönüp Müslüman olduklarını kaydeder.

2- Necranlılarla ilgili bu kıssadan bazı fevaid çıkarılmıştır:

* Kâfirin, Hz. Muhammed´in peygamber olduğunu itiraf etmesi iman sayılmaz, İslam´ın ahkâmını iltizam şarttır.

* Ehl-i Kitap´la mücadele caizdir, maslahat gerektirirse vacib de olabilir.

* Hüccet zahir olduktan sonra, ısrar ettiği takdirde muhalefet edenle lanetleşme caizdir. İbnu Hacer der ki: "Tecrübe ile sabittir, haksız olduğu halde mübahaleye katılan kimse, mübahale ettiği günden itibaren bir yıl geçmeden musibete uğrar. Ben mülhidlerden bu hususta taassuba düşen birinin iki ay geçmeden helak olduğuna şahid oldum."

* İmamın uygun göreceği mal mukabilinde zımmîlerle sulh yapılabilir. Bu mal cizye yerine geçer.

* İmam, İslam´ın maslahatı için müsalaha yaptığı gayr-ı müslimlere emin bir alimi göndermelidir.

* Hadis, Ebu Ubeyde hakkında fevkalâde bir menkîbe ihtiva etmektedir.

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Necran´a Hz. Ali´yi de gönderdiğine dair başka rivayetler bir diğer vak´a ile ilgili olmalıdır. Çünkü Ebu Ubeyde´nin onlarla gidip, Hıristiyanlardan cizyelerini, Müslüman olanlardan da zekatlarını toplayıp getirdiği rivayetlerde açıktır.[261]



ـ5980 ـ46ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: تكُونُ إبلٌ لِلشَّيَاطِينِ، وَبُيُوتٌ لِلشَّيَاطِينِ فأمَّا إبِلُ الشَّيَاطِىنِ فَقَدْ رَأيْتُهَا، يَخْرُجُ أحَدُكُمْ بِنَجِيبَاتٍ مَعَهُ قَدْ أسْمَنَهَا فََ يَعْلُو بَعِيراً مِنْهَا، وَيَمُرُّ بِأخِيهِ قَدِ انْقَطَعَ بِهِ فََ يَحْمِلُهُ، وَأمَّا بُيُوتُ الشَّيَاطىنِ فََ أرَاهَا إَّ هذِهِ ا‘قْفَاصَ

الّتِي تَسْتُرُ النَّاسُ بِالدِّيبَاجِ[. أخرجه أبو داود .



46. (5980)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Şeytanlar için develer vardır. Şeytanlar için evler vardır. Şeytanlara ait develere gelince, ben, onları gördüm. (Şöyle ki): Biriniz, yedeğinde, iyi beslediği seçkin develerle (yola) çıkar, bunlardan hiçbirine binmez. Yol esnasında yürümekten kesilmiş (bir din) kardeşine rastlar, devesine onu da almaz (işte bu develer şeytana aittir, çünkü gösteriş ve tefahur için beslenmiştir). Şeytana ait evlere gelince, onların, (müreffeh) insalar tarafından (seyahata çıkınca kullanılan ve) ipeklerle örtülmüş kafeslerden (hevdeç) başkası olmadığını zannediyorum." [Ebu Davud, Cihad 62, (2568).][262]



AÇIKLAMA:



Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ciddi bir ihtiyaç olmadığı halde sırf gösteriş ve tefahur için veya aşırı lüks ve tereffüh için yapılan harcamaları şeytana nisbet etmektedir. Burada bu söylenen hususa iki mühim örnek zikredilmiştir. Kullanılmayan ve ihtiyaç sahibi çıktığı zaman da ariyet olarak verilmeyen develer, yine tereffüh için edinilen ipek perdelerle örtülü hevdeçler. Hevdeç, yol sırasında develerin üzerine yerleştirilen küçük hücredir. Yolcu bunun içine girer. Onun sayesinde güneş, rüzgâr, kum gibi çölün birkısım zararlarından kendini korur. Aslında hevdeç yasaklanmış değildir. Resulullah´ın zevcelerinin, seyahat sırasında hevdeç içinde oldukları rivayetlerde açıktır. Hadiste reddedilen hevdeç, ipekle örtülmüş olanıdır. Bu, gösteriş ve tereffüh (lüks) alâmetidir. Bu iki örneğe kıyasen hayatımıza giren diğer lüks ve israf çeşitlerini de şeytana nisbet etmemiz mümkündür. Nitekim daha önce de geçtiği üzere, Resulullah evde gösteriş için bulundurulan ihtiyaç fazlası yatağın da "şeytana ait" olduğunu söylemiştir.[263]



ـ5981 ـ47ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَيْسَتِ السُّنَّةُ بِأنْ َ تُمْطَرُوا، وَلَكِنِ السُّنَّةُ أنْ تُمْطَرُوا وَتُمْطَرُوا وََ تُنْبِتُ ا‘رْضُ شَيْئاً[. أخرجه مسلم .



47. (5981)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"(Kıtlık) senesi, yağmurun yağmadığı (sene) değildir. Asıl kıtlık senesi, yağmur bol bol yağdığı halde yerin hiçbirşey bitirmediği senedir." [Müslim, Fiten 44, (2904).][264]



AÇIKLAMA:



Hadis, gerçek kıtlığın yağmursuzluktan olmayacağını belirtmektedir. Nitekim yağmur yağmadığı takdirde, belli bir ölçüde akarsulardan istifade olur. Fakat düzensiz çok yağışın hasıl edeceği durum daha da kötü olabilir. Ekinler, sebzeler fazla yağıştan da zarar görür, mahsuller olgunlaşamaz ve çürür.

Günümüz şartlarında, hadisi, arazinin kirlenmiş olması sebebiyle yağmura rağmen otun bitmemesi veya havanın aşırı kirlenmiş olması sebebiyle yağmurun zehirlenmesi ve arazideki bitkilere ve ağaçlara yaramaması ve araziyi çoraklaştırması olarak anlayabiliriz. Bu suretle, arazinin müteakip yıllarda kullanılma şansı da kalmamaktadır. Ekim sahalarının böylesi bir çevre kirlenmesine maruz kalması, o memlekete gerçek kıtlığı getirecek demektir.

Hadisi, bu ikinci manada anlayıp, arazilerin kimyevî kirliliklerden korunmasına Nebevî bir ihtar kabul edilmesi kanaatindeyiz.[265]



ـ5982 ـ48ـ وعن مطرَّف بن عبداللّه بن الشخير عن أبيه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَثَلُ ابْنِ آدَمَ وَإلى جَنْبِهِ تِسْعٌ وَتِسْعُونَ مَنِيَّةٌ فإنْ أخْطَأَتْهُ الْمَنَايَا وَقَعَ فِي الْهَرَمِ حَتّى يَمُوتَ[. أخرجه الترمذي .



48. (5982)- Mutarraf İbnu Abdillah İbni´ş-Şıhhîr, babasından naklen diyor ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Ademoğlunun misali, yanıbaşında doksan dokuz tane (öldürücü) belanın bulunmasına benzer. Bu belalardan kurtulmuş olsa bile, sonunda ölünceye kadar çekeceği düşkünlük hali yakalayacaktır." [Tirmizî, Kader 14 (2151).][266]



AÇIKLAMA:



Alimler, hadisten insanın musibetlerle karşılaşmasının kaçınılmaz bir kader olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Etrafı her an isabet etmesi muhtemel ciddi belalarla çevrilidir. Bu belaların ,"ölüm" manasına gelen meniyye kelimesinin cem´i (çoğulu) olan menaya ile ifadesi, belaların öldürücü vasıfta ciddî olduğunu ifade etmek içindir. Hastalıklar, yangınlar, boğulmalar, kazalar, trafik kazaları, anarşi, serseri kurşun vs. çeşitleriyle musibetler o kadar çoktur ki, kişi bunları fazla düşünecek olsa hayat iyice bir çekilmez hale gelir. Öyleyse hadis, bunların herkes için kaçınılmaz kader olduğunu düşünüp, tevekküle ve ALLAH´a itimat etmeye teşvik etmektedir. Bu musibetlerden sıyrılıp çıkanları muhakkak olan düşkünlük ve ölüm beklemektedir. Herem´i düşkünlük diye ifade ettik. Dilimizde pîr-i fani kelimesi de bu manada kullanılır. Ayet-i kerime düşkünlüğü erzel-i ömür diye ifade eder ve "Bildiği şeyi bilmez hale gelme" (Nahl 6) olarak tavsif buyurur. Kişiye ölümü aratan bir hal, bir musibet de budur. Alimler buna devasız hastalık da demişlerdir.

Hülasa mü´min "dünyayı mü´min hapishanesi, kâfirin cenneti" bilmeli, ALLAH´ın takdir ettiği bu yazgıya razı olmalı, musibetlere sabrederek imtihanını başarıyla tamamlamalıdır. Mülk suresinde dünya hayatının zevk u sefa için değil, bir imtihan için yaratıldığı belirtilmektedir. Bu imtihanın soruları musibetlerdir, başarılma şartı da sabır ve rızadır.[267]



ـ5983 ـ49ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: نِعْمَتَانِ مَغْبُونٌ فِيهِمَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ: الصِّحَةُ وَالْفَرَاغُ[. أخرجه البخاري والترمذي .



49. (5983)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İki (büyük) nimet vardır. İnsanların çoğu onlar hususunda aldanmıştır:

* Sıhhat,

* Ve boş vakit!" [Buharî, Rikak 1; Tirmizî, Zühd 1, (2305).][268]