๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kütübü Sitte => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 28 Nisan 2010, 19:19:51



Konu Başlığı: Namazla İlgili Hadisler-2devamı 15
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Nisan 2010, 19:19:51

ـ2862 ـ15ـ وعن أبى الملِيح عن أبيه واسمه عُمير بن عامر الهُذَلى رَضِىَ اللّهُ َعنْه: ]أنهُ



شَهِدَ النَّبىَّ # زَمَنَ الحُدَيْبِيّةِ في يَوْمِ جُمُعَةٍ وَقَدْ أصَابَهُمْ مَطَرٌ لَمْ يَبُلَّ أسْفَلَ نِعَالِهمْ فَأسَرَّهُمْ أنْ يُصَلُّوا في رِحَالِهِمْ[. أخرجه أبو داود .



15. (2862)- Ebû´l-Melîh, ismi Umayr İbnu Âmir el-Hüzelî (radıyallâhu anh) olan babasından naklen anlattığına göre, babası Hudeybiye seferi sırasında bir cuma günü, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte bulunmuştur. O gün, ayakkabılarının altını ıslatmayacak kadar yağmur yağmış, bunun üzerine Efendimiz, herkesin yerlerinde namaz kılmalarını emir buyurmuştur."[955]



AÇIKLAMA:



1- Yukarıda kaydedilen son üç hadis cum´a namazını mâzeret olmaksızın terkedenlerle ilgilidir. Cuma namazı ilâhî bir emir olduğu için bunun özürsüz terki, gadab-ı ilâhîyi celbedecek bir isyan, bir cinâyettir.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bunun müeyyidesini kalbin mühürlenmesi olarak ifade buyurmuştur. Âlimler mühürlenmeyi kalbe hayrın ulaşmasının menedilmesi diye açıklar. Bir rivâyette de: "Münafıklar listesine kaydedilir" denmiştir.

2- Müteakip hadis, bu ağır cezaya hedef olmak istemeden, ihmalkârlığına pişman olanlara, hatayı telafi yolu göstermektedir: Maddî kefâret...

Ancak, İbnu Hacer el-Mekkî tasadduk edilecek bu meblağın, cumayı terketmekten mütevellit günaha tamamen kefâret olmayacağını belirtir ve bir haberde "Cumayı özürsüz terkedene kıyamet gününden önce kefâret yoktur" buyrulmuş olduğunu hatırlatır. Ona göre, bu tasaddukla günahın hafifleyeceği ümit edilir. Sindî tasadduk etme hükmünün Kur´ân´da gelen "Muhakkak ki güzellikler, kötülükleri giderir" (Hûd 114) âyetine dayandığını belirtir. Bu hadiste tasaddukta bulunmaya emir istihbâbî bir emirdir, vücubî değil.

Her günaha olduğu gibi, cumayı terk günahına da behemahal tevbe gerekir. Maddî kefârette bulunsa da bulunmasa da tevbenin ihmal edilmemesi gerekir, zira her çeşit günahı ortadan kaldıran en müessir çare tevbedir.

3- Tasaddukun istihbâbî oluşuna delil, bağışlanacak meblağın miktarındaki muhayyerliktir. Sadedinde olduğumuz hadis, bulamayana "yarım dinar" tecviz ederken, Ebû Dâvud´da gelen bir diğer rivâyet: "Bir dirhem yahut yarım dirhem, veya bir sa´y yahut yarım sa´ buğday" arasında muhayyer bırakır.[956]



İKİNCİ FASIL

CUMANIN VAKTİ VE EZANI HAKKINDA


ـ2863 ـ1ـ عن أنس رَضِىَ اللّهُ َعنْه قالَ: ]كَانَ رَسولُ اللّهِ # يُصَلِّى الجُمُعَةَ حِينَ تَمِيلُ الشَّمْسُ[. أخرجه البخارى وأبو داود والترمذي .



1. (2863)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cumayı (öğleyin) güneş meyl edince kılardı.[957]



ـ2864 ـ2ـ وفي أخرى للبخارى: ]كَانَ # إذَا اشْتَدَّ الْبَرْدُ بَكّرَ بِالصََّةِ، وَإذَا اشْتَدَّ الحَرّ أبْرَدَ بِالصَةِ: يَعْنِى الجُمُعَةَ[ .



2. (2864)- Buhârî´nin bir diğer rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) soğuk şiddetlenince namazı erken (ilk vaktinde) kılardı. Sıcak şiddetlenince namazı-yani cum´a´yı- (öğleyin biraz) serinleyince kılardı."[958]



ـ2865 ـ3ـ وعن سهْل بن سعد رَضِىَ اللّهُ َعنْه قال: ]كُنَّا نُصَلِّى مَعَ النَّبىّ # الجُمُعَةَ ثُمَّ تَكُونُ الْقَائِلَةُ[. أخرجه الخمسة إ النسائى.وفي أخرى: »مَا كُنَّا نَقِيلُ وََ نَتَغَدَّى إَّ بَعْدَ الجُمُعَةِ«.



Tirmizî ve Muvatta dışındaki diğer kitaplarda Seleme İbnu´l-Ekvâ´dan gelen bir rivâyette: "Sonra cumadan çıktığımızda duvarların diplerinde, gölgelenebileceğimiz bir gölge olmazdı" denmiştir.[959]



ـ2866 ـ4ـ وعن السائب بن يزيد رَضِىَ اللّهُ َعنْه قال: ]كَانَ النّدَاءُ يَوْمَ الجُمُعَةِ أوَّلَهُ إذَا جَلَسَ ا“مَامُ عَلى المِنْبَرِ عَلى عَهْدِ رسولِ اللّهِ # وَأبِى بَكْرٍ وَعُمَرَ رَضِىَ اللّهُ َعنْهما. فَلَمَّا كَانَ عُثمَانُ وَكَثُرَ النَّاسُ زَادَ النِّدَاءَ الثَّالِثَ عَلى الزَّوْرَاءِ. فَثَبَتَ ا‘مْرُ عَلى ذلِكَ[. أخرجه الخمسة إ مسلماً .

4. (2866)- es-Sâib İbnu Yezîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ) devirlerinde cuma namazının ilk ezanı, imam minbere oturunca okunurdu. Ancak Hz. Osman zamanı olup cemaat artınca, emri üzerine (Medine çarşısında) Zevrâ nâm yerde üçüncü bir ezan daha okundu. (Cum´a ezanı işi) bu şekilde sâbitleşti."[960]



AÇIKLAMA:



1- Bu dört rivâyet cuma ezanının okunduğu vakti belirlemektedir. Birinci hadiste (2863), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ´in cuma namazını, öğlede güneşin batıya kaymasından sora kıldırdığı sarîh olarak ifade edilmiştir. Bu, cuma namazının kılınabileceği ilk vakit olmaktadır. Güneşin tam tepede olduğu anda her çeşit namaz mekruhtur. Batı cihetine meyline zevâl denir. Şu halde hadîs, zevalle birlikte cuma vaktinin başladığını ifade etmektedir. Cumhur-u ulemâ bunu esas almıştır. Ahmed İbnu Hanbel, zevâldan önce de kılınabileceğini, bunun câiz olduğunu söylemiştir. Mücâhid cumanın da bir nevi bayram olmasını nazar-ı dikkate alarak bayram namazı vaktinde de kılınabileceğin söylemiştir. Mâlikîlerden İbnu Kudâme´nin de buna uygun kavli rivâyet edilmiştir.

2- Şu halde cumanın vakti, cumhura göre öğlenin vaktidir. Öğle namazını da, -bütün namazlar gibi ilk vaktinde kılmak (2378) esas ise de -sıcak günlerde sıcağın biraz kırılması için tehir etmenin efdal olduğunu görmüş idik (2393. hadis). 2864 numaralı hadis, cuma namazının da aynen öğle gibi, sıcak günlerde te´hîr edildiğini göstermektedir. Seleme İbnu´l-Ekvâ´dan kaydedilen rivâyet de cuma namazının tam zeval esnasında yani vaktin girdiği ilk anda kılındığını gösterir, çünkü işte o sıradadır ki duvarların gölgelenebilecek kadar gölgeleri olmaz. Bu ifâdeden "Duvarların hiç gölgesi yoktur" mânası çıkmaz. Bilakis güneş batıya döndüğü için gölge az da olsa vardır, ancak gölgelenebilecek yeterlilikte değildir.

3- Son rivâyet, cum´a günü okunan ezanlar hakkında bilgi vermektedir. Hadisin başka vecihlerinin de yardımıyla anlaşılan şudur: "Hz. Osman (radıyallâhu anh)´a gelinceye kadar, cuma günü bir ezan bir de ikâmet okunmaktadır. Nesâî´de Zührî´den kaydedilen bir rivâyet Hz. Bilâl´in ezanı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) minbere oturunca, ikâmeti de hutbeyi tamamlayıp, minberden inince okuduğunu belirtir. Sadedinde olduğumuz rivâyet, Hz. Osman´ın üçüncü bir ezanı emrettiği belirtir. İbnu Ebî Zi´b´den Vekînin bir rivâyetinde Hz. Osman´ın "Birinci ezan"ı emrettiği belirtilir. Aslında bu ifadeler arasında tezad mevcut değildir. Çünkü, Hz. Osman üçüncü bir ezan daha emretmiştir, fakat bu, vaktin girmesi ânında Medîne ahâlisine vaktin girdiğini duyurmak için çarşıda Zevrâ denen yerde okunacaktır. Şu halde Hz. Osman´ın emrettiği bu "üçüncü" ezan, okunuş sırası itibariyle birinci sırada yer almaktadır.

4- "Cuma ezanı işi bu şekilde sâbitleşti" sözü, bugün memleketimizde de uygulanan şeklin Hz. Osman´ın emri ile olduğunu ifâde eder. Yani vakit girince cuma vaktinin girdiğini belirten, minarelerden okunan ezan birinci ezandır. Bu, diğer vakitlerde okunan ezan gibidir. İşte Hz. Osman bunun okunmasını emretmiştir. Diğer iki ezandan biri imam minbere çıkınca, hutbeden önce caminin içinde okunan ezandır. Üçüncüsü ise, hutbe bitince, imam minberden inince okunan ikâmettir. Buna ezan denmesi tağlib tarîkiyledir. Şu halde son ikisi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer zamanında mevcut olduğu halde birincisi mevcut değilmiş. Bu sebeple birinci ezana "sonradan konma" mânasına bid´at diyen de olmuştur.[961]



ÜÇÜNCÜ FASIL

HUTBE VE HUTBE İLE İLGİLİ HUSUSLAR


ـ2867 ـ1ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ َعنْهما قال: ]كَانَ رسولُ اللّهِ # يَخْطُبُ خُطْبَتَيْنِ كَانَ يَجْلِسُ إذَا صَعِدَ عَلى المِنْبَرِ حَتَّى يَفْرُغَ المُؤَذِّنُ ثُمَّ يَقُومُ فَيَخْطُبُ. ثُمَّ يَجْلِسُ فََ يَتَكَلّمُ. ثُمَّ يَقُومُ فَيَخْطُبُ[. أخرجه الخمسة وهذا لفظ أبى داود .



1. (2867)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) iki hutbe okurdu. Minbere çıkınca otururdu. (Bu esnada müezzin ezan okurdu). Müezzin ezanı bitirince kalkar ve hutbeyi okur, sonra tekrar oturur ve (bu sırada) konuşmazdı. Sonra kalkar (ikince defa) hutbe okurdu."[962]



ـ2868 ـ2ـ وللنسائى: ]كَانَ رسولُ اللّهِ # يَخْطُبُ الْخُطْبَتَيْنِ قَائِماً وَكَانَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمَا بِجُلوسٍ[ .



2. (2868)- Nesâî´nin rivâyetinde: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ayakta iki hutbe verir, bunların arasını (kısa) bir oturuşla ayırırdı" denmiştir.[963]



AÇIKLAMA:



1- Bu rivâyetler hutbenin belli bir âdâb çerçevesinde verildiğini göstermektedir.

* Minbere hutbe için çıkınca oturmakta, bu esnada müezzin ezan okumaktadır.

* Hutbe, ezanı müteakip iki parçalı olarak ayakta okunmaktadır.

* İki hutbenin arası kısa bir oturuşla ayrılmaktadır.

* Oturma esnasında konuşma yoktur.

2- İki hutbe arasında oturmaya İmam Şâfiî vacib demiştir. İlk çıkıştaki oturmaya vâcib dememiş olması tenkid mevzuu edilmişse de bazı Şâfiîler: "Bu her rivâyette mezkûr değildir" diye cevap vermişlerdir. Bu rivâyette İmam Mâlik´in, meşhur rivâyette de Ahmet İbnu Hanbel´in bu meselede Şâfiî gibi hükmettiği belirtilmiştir. el-Muğnî´de âlimlerin çoğunlukla bu oturmaya vâcib demediği belirtilir. Bu oturma celsetü´l-istirâha (33) kadar veya bir ihlas okuyacak kadar kısadır. Bunun hikmeti husûsunda ihtilaf edilmiştir:

* "İki hutbe arasını ayırmak için" denmiştir.

* "İstirahat için" denmiştir.

* Tahâvî: "İki hutbe arasında oturmak vâcibtir diyenler, hutbelerin ayakta okunmasına da vacibtir demelidirler" demiştir.[964]



ـ2869 ـ3ـ ولمسلم والنسائى عن كعب بن عجرةَ: ]أنَّهُ دَخَلَ المَسْجِدَ وَعَبْدُ الرَّحْمنِ ابْنُ أُمِّ الحَكَمِ يَخْطُبُ قَاعِداً. فقَالَ: انْظُرُوا إلى هذَا الخَبِيثِ يَخْطُبُ قَاعِداً، وَاللّهُ تَعالى يَقُولُ: وََإذَا رَأوْا تِجَارَةً أوْ لَهْواً انْفَضُّوا إلَيْهَا وَتَرَكُوكَ قَائِماً[ .



3. (2869)- Müslim ve Nesâî´nin Ka´b İbnu Ucre (radıyallâhu anh) den yaptıkları bir rivâyete göre Ka´b, mescide girince Abdurrahmân İbnu Ümmi´l Hakem´i oturarak hutbe verir görmüş ve derhal müdâhele etmiştir:

"Şu habîse bakın hele! Oturarak hutbe veriyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk Kitab-ı Mübîn´inde (meâlen): "Onlar bir ticâret, yahud bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman ona yönelip dağıldılar ve seni ayakta bıraktılar" (Cuma 11) buyurmuştur.[965]



AÇIKLAMA:



1- Abdurrahman İbnu Ümmü´l-Hakem es-Sakafî Şam´da Emevî vâlilerindendir. Kendisini halife Abdü´l-Melik istihlâf etmiş idi. Rivâyetten Emevî idarecilerinin dinî an´aneye olan lâkaydlıklarından birine daha şahid olmaktayız. Ancak yüce sahâbî Ka´b İbnu Ucre (radıyallâhu anh), davranışının bizzat Kur´ân´da tesbît edilen hutbe edebine uymadığını pervasızca vâlinin yüzüne vurmuştur.

2- Ka´b İbnu Ucre´nin okuduğu âyet, Resûlullah´ın hutbeyi ayakta verdiğini ifade etmektedir. لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِى



ـ2870 ـ4ـ وعن عمارة بن رُويْبَة: ]أنَّهُ رَأى بِشْرَ بْنَ مَرْوَانَ يَخْطُبُ عَلى المِنْبَرِ رَافِعاً يَدَيْهِ. فقَالَ: قَبَّحَ اللّهُ تَيْنِكَ الْيَدَيْن الْقَصِيرَتَيْنِ، لَقَدْ رَأيْتُ رَسولَ اللّهِ # مَا كَانَ يَزِيدُ عَلى أنْ يَقُولَ بِيَدِهِ هكذَا، وَأشَارَ بِأُصْبُعِهِ المُسَبِّحَةِ[. أخرجه الخمسة إ البخارى .



4. (2870)- Umâre İbnu Rüveybe (radıyallâhu anh)´nin anlattığına göre, Bişr İbnu Mervân´ı, minberde ellerini kaldırarak hutbe verirken görmüş ve derhal müdahale etmiştir:

"Allah şu iki kısa elin belasını versin.(34) Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı gördüm, eliyle şundan fazla kaldırmazdı" dedi ve şehâdet parmağıyla işaret etti."[966]



AÇIKLAMA:



1- Nevevî der ki: "Hadis, hutbe sırasında elleri kaldırmamanın sünnet olduğunu gösteriyor. Bu, İmam Mâlik, Ashabımız (Şâfiîler) ve başkalarının kavlidir. Ancak Kadı İyâz bir kısım selef ve bazı Mâlikîlerden eli hutbede kaldırmanın mübah olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), cuma hutbesinde yağmur taleb ettiği zaman ellerini kaldırmıştır. Öncekiler bu mütalaaya: "Mezkûr kaldırmanın bir sebebe binâen olduğunu" söyleyerek cevap vermişlerdir.

2- Umâre hadisinde, "elin kaldırılması"ndan murad nedir? Dua sırasındaki kaldırma mı, yoksa konuşma sırasındaki kaldırma mı? Bunun cevabında ihtilaf edilmiştir. İki duruma da ihtimal verilmiştir. Konuşma sırasında kaldırma diyenler, hatiplerin, dinleyenlerin dikkatlerini çekmek için konuşma esnasında elkol hareketi yaptıklarını misal vermişlerdir.

3- Hadiste el hakkında kullanılan يَقُولُ هَكَذَا tâbirini يُشِيرُ هَكَذَا diye yorumlamışlardır. Çünkü Arapçada elin fiili "söz"le ifade edilebilmektedir. Yani el şöyle yapıyor, diyeceği yerde "el şöyle söylüyor" diyebilmektedirler.[967]



ـ2871 ـ5ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رَسولُ اللّهِ # إذَا خَطَبَ احْمَرَّتْ عَيْنَاهُ، وَعََ صَوْتُهُ، وَاشْتَدَّ

وَالْوُسْطَى. وَيَقُولُ؛ أمَّا بَعْدُ: فإنَّ خَيْرَ الحَدِيثِ كِتَابُ اللّهِ تَعالى، وَخَيْرَ الهَدْىِ هَدْىُ مُحَمَّدٍ #، وَشَرَّ ا‘ُمُورِ مُحْدَثَاتُهَا، وَكُلَّ بِدْعَةٍ ضََلَةٌ. ثُمَّ يَقُولُ: أنَا أوْلى بِكُلِّ مُؤْمِنٍ مِنْ نَفْسِهِ: فَمَنْ تَرَكَ مَاً فَ‘َهْلِهِ، وَمَنْ تَرَكَ دَيْناً أوْ ضَيَاعاً فَإلىَّ وَعلىَّ[. أخرجه مسلم والنسائى .



5. (2871)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hutbe verdi mi gözleri kızarır, sesi yükselir, öfkesi artardı. Sanki bir orduya "Düşmanınız akşama veya sabaha size baskın yapacak!" diye tehlikeyi haber veren komutan gibi (fevkalde ciddî bir edâ ile):

"Ben size, Kıyâmet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zamanda peygamber gönderildim" der ve şehadet parmağı ile orta parmağını birbirine yaklaştırarak gösterir, sözlerine şöyle devam ederdi:

"Emmâ bâd! Bilesiniz, sözlerin en hayırlısı Kitabullah´tır. En güzel yol da Muhammed´in yoludur,. İşlerin en şerlisi de sonradan ihdâs edilenlerdir. Her bid´at dalâlettir."

Ayrıca şunları da söylerdi:

"Ben her mü´mine kendi nefsinden daha yakınım. Nitekim, kim bir mal bırakırsa bu ailesi içindir. Kim bir borç veya (bakıma muhtaç) horanta bırakırsa bu bana aittir ve benim üzerimedir."[968]



AÇIKLAMA:



1- Bu rivâyet, hutbe sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hutbede işlediği mevzuya göre tavır aldığını ifade etmektedir. Mevzu ciddi meseleleri ihtiva ediyor, hatırlatmalarda bulunuyorsa akşama veya sabaha herşeyi mahvetmek, hayata son vermek üzere gelecek düşman baskınını haber veren bir komutanın ciddiyetini takınıyor, yüzü kızarıyor, sesinin tonu artıyor vs.

Şüphesiz, mevzuya uygun bir tavrın takınılması, zoraki, yapmacık bir hal değil, tabii bir durum, anlatılan meselelerin ehemmiyetini rûhen yaşamanın, yakînî bir imanla tasdikin neticesidir. Bu hal, muhakkak ki muhatap üzerinde hâsıl olması arzulanan te´sirin tahakkukunda rol oynar. Böylece (aleyhissalâtu vesselâm), hatiplik san´atının esaslarını da vazetmiş olmaktadır.

2- Şurası muhakkak ki Resûlullah´ın hadiste tasvir edilen hali, her hutbesine mahsus değildir. İnzâr ve tehdîd mevzularını işleme zamanlarına mahsustur.

3- Resûlullah´ın şehadet parmağı ile orta parmağını yan yana getirerek göstermesi, bunların yakınlığına telmihan, Kıyametin yakınlığını ifade için olabileceği gibi, bu ikisi arasında üçüncü bir parmak bulunmaması sebebiyle, kendisi ile Kıyamet arasında başka bir peygamberin olmayacağına işaret maksadıyla da olabilir.

Resûlullah´tan günümüze kadar, şu kadar zamanın geçmesi, hadiste ifade edilen Kıyâmet yakınlığını cerhetmez, çünkü dünyanın ömrüne nisbet edilince bu müddet gerçekten çok az bir şey olur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kıyâmetin yakınlığını başka hadislerde de ele almıştır. Bunlardan biri şöyle: "Dünyanın ömrü yedi basamaktır, ben yedinci basamakta gönderildim." Bir diğeri de şöyle: "İsrâfil (aleyhisselâm)´i gördüm, sûr´u kapmış, üfürmek için kendisine izin verilmesini bekliyor." Kur´ân-ı Kerîm´de de: "Kıyamet saati yaklaştı, ay ikiye ayrıldı" (Kamer 1) buyrulmuştur.

4- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in mü´minlere nefislerinden daha yakın olması Kur´ânî bir vecibedir. Her mü´min, Resûl-i Ekrem´i nefsinden malından, yakınlarından, ticaretinden vs. her şeyden daha çok sevmekle mükelleftir, ilâhî emirdir, mü´min ve müslüman olmanın bir gereğidir. Bir âyette meâlen şöyle buyurulur: Der ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşeriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korkageldiğiniz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah´tan onun peygamberinden ve O´nun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allah´ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fâsıklar gürûhunu hidâyete erdirmez" (Tevbe 24).

5- Ölen kimsenin borcunun Resûlullah üzerine olması, ihtilaf edilmiş bir husustur. Çünkü, bir kısım hadisler, Resûlullah´ın, bir ara borçlanmayı yasakladığını ve hatta borçlu ölenlerin cenaze namazına bile katılmadığını belirtir. Bu hadis ise, borçlunun borcunu üzerine aldığını beyan etmektedir. Âlimler yasağın iktisâdî darlığın hakim olduğu fetihler öncesi devreye ait olduğunu, fetihlerden sonra servete kavuşulması ile Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, fakirlerin borçlarını ödediğini belirtir.

Münakaşa edilen diğer bir kısım: Borçlu ölenin borcunu ödemek, Resûlullah´ın şahsıyla ilgili bir hususîyeti midir, yani hasâis´ten midir, yoksa devlet başkanlığı vasfının bir gereği midir? Eğer hasâisten ise Resûlullah´ tan sonra, borçluların borcunu ödeyivermek devlete terettüp eden bir vazife olmaz. Bilakis, devlet başkanlığının gereği ise, İslâm devletine, borçluların borcunu ödeyivermek kaçınılması mümkün olmayan bir vecîbe olur.

Biz burada münâkaşanın detayına girmeden, devlet hazinesinin harcama kalemlerini sayan âyet-i kerîmede, birkalemi de gârimîn yani "borçlular" teşkil ettiğini belirtmek isteriz (Tevbe 60).

Şu halde hadis, rivâyetteki "ödeme işi"nin hasâisten addedilmediği takdirde, en azından imkan olduğu hallerde borçlunun borcunu ödeme işini devlete vecibe kılar. Hasâîs´ten addedilme halinde devlet, zengin bile olsa, borçluyu borçtan kurtarma işinden sorumlu olmaz.[969]



ـ2872 ـ6ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسولُ اللّهِ # إذَا تَشَهَّدَ قالَ: الحَمْدُ للّهِ نَسْتَعِينُهُ وَنَسْتَغْفِرُهُ، وَنَعُوذُ بِاللّهِ مِنْ شُرُورِ أنْفُسِنَا، مَنْ يَهْدِهِ اللّهُ فََ مُضِلَّ لَهُ وَمَنْ يُضْلِلْ فََ هَادِى لَهُ. وَأشْهَدُ أنْ َ إلَهَ إَّ اللّهُ، وَأشْهَدُ أنّ مُحَمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ أرْسَلَهُ بِالْحَقِّ بَشِيراً وَنَذِيراً بَيْنَ يَدَىِ السَّاعَةِ. مَنْ يُطِعِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ رَشَدَ، وَمَنْ يَعْصِهِمَا فَإنَّهُ َ يَضُرُّ إَّ نَفْسَهُ وََ يَضُرُّ اللّهَ شَيْئاً[. أخرجه أبو داود.وزاد في رواية: إذَا تَشَهَّدَ يَوْمَ الجُمُعَةِ، وَساق الحديث .



6. (2872)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) teşehhüd okuyunca şu meâlde zikirde, duada bulunuyordu: "Hamd Allah´adır, O´na sığınır, O´ndan mağrifet dileriz. Nefislerimizin şerrinden de O´na sığınırız. Allah kime hidâyet verirse onu kimse sapıtamaz, kimi de sapıtırsa onu kimse hidâyete götüremez. Şehâdet ederim ki, Allah´tan başka ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O´nun kulu ve Resûlüdür. O´nu hak ile, kıyametten önce müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse doğru yolu bulmuştur. Kim de o ikisine isyan ederse, (bilsin ki) sadece kendisine zarar verir, Allah´a hiçbir zarar veremez."[970]

Bir rivâyette hadîse şu ziyadeyi yaptıktan sonra gerisini aynen rivâyet etmiştir. ".Cuma günü teşehhüd´den sonra."[971]



AÇIKLAMA:



1- Bu rivâyet hutbede muttarıd olarak okunması gereken zikri belirtmektedir. Görüldüğü üzere Resûlullah, teşehhüd´den sonra elhamdülillah okumaktadır. Cumhur, hutbede bunun okunmasına vâcib demiştir. Keza hamdele´den sonra Resûlullah´a salavat okumak da aynı hükmü almıştır. Bilhassa Hanefî fakihler hutbeyi en az, tahiyyat kadar hamdele, salavat ve ümmete dua ihtiva eden zikir olarak anlarlar.

2- Hadisin son kısmında, "Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse doğru yolu (rüşd) bulmuştur" dendikten sonra, "Kim de o ikisine isyan ederse." denmekte, Allah ve Resulü yerine "o ikisi" zamiri kullanılmaktadır. Bu kullanış, bir başka hadisin muhtevasına zıt düşmektedir. Şöyle ki "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında bir hatip şöyle bir hitapta bulunur: "Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse hidâyeti bulur, kim de o ikisine isyân ederse sapıtır." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hatibe müdahele ederek: "Sen ne kötü hatibsin. Şöyle söyle: "Kim Allah Teâlâ´ya ve Resûlüne isyan ederse sapıtır" der.

Görüldüğü üzere Allah ve Resûlü tâbirinin yerine "o ikisi" tâbirinin konmasını Resûlullah hoş karşılamıyor ve ânında düzeltiyor.

Sadedinde olduğumuz hadisde ise, yasaklanan bu kullanış tarzına yer verilmektedir. Nevevî şöyle bir yorumla aradaki tezadı gidermeye çalışıyor: "Resûlullah´ın hatibe müdahelesinin sebebi, hatib´in fonksiyonudur. Yani hatibe düşen, hutbede meseleleri geniş tutmaktır, îzahtır, rümûzdan, işâretten (kısaltmalardan) kaçınmaktır. Bundandır ki, Resûlullah´ın bir şey söylediği zaman onu üç kere tekrar ettiği ve anlaşılması için husûsi gayret gösterdiği rivâyetlerde sâbit bir durumdur. Öte yandan, "Allah ve Resulü, kişiye o ikisi dışındaki herşeyden sevgili olması." örneğinde olduğu gibi bazı rivâyetlerde, Allah ve Resûlü yerine tesniye zamirinin kullanıldığı olmuştur. Ancak burada da sebep aynıdır. Hadis, bir vaaz hutbesi olarak vürûd etmiş değildir. Bilakis bir hükmün öğretilmesini gaye edinmektedir. Lafzı az olan her ibâre, daha kolay ezberlenme şansına sâhiptir. Vaaz hutbesi böyle değildir. Vaaz hutbesi ezberlensin diye yapılmaz; bilakis ibret alınması, öğüt alınması için yapılır."

Ne var ki ahkâm tâliminden ziyâde hutbe olarak vürûd eden sadedinde olduğumuz hadiste bizzat Resûlullah tarafından Allah ve Resûlünü birleştiren ikili zamirin kullanılmış olması bu iddiayı reddeder.

Kadı İyâz ve bir grup âlim derler ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Allah ve Resûlünü) eşitliği gerektiren zamirde birleştirme işinden dolayı takbîh etti ve Allah´a tâzim için atıfta bulunmayı (ayrı ayrı zikretmeyi) ve Cenâb-ı Hakk´ın ismini öne almayı emretti. Nitekim Aleyhissalâtu Vesselâm bir başka hadiste şöyle buyurmuştur: "Sizden kimse, "Allah´ın dilediği ve falanın dilediği" demesin, fakat "Allah´ın dilediği" sonra da "falanın dilediği" desin." Bu mülâhaza da daha önce Resûlullah´ ın, Allah´a ait zamirle, kendi şahsına ait zamiri birleştirmiş olma örneği gösterilerek reddedilir. Şöyle de denilebilir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mezkûr hatîb´in iki zamiri birleştirmesini takbîh etmiştir, zîra O, bundan eşitleme inancını anladı ve îtikadının hilafına dikkati çekti ve ona

Allah´ın ismini, Resûlünün isminin önüne koymasını emretti, tâ ki böylece îtikadının bozukluğunu anlamış olsun."

3- Cuma hutbesinin hükmü nedir? Bu hususta ulemâ faklı görüşler ileri sürmüştür:

Şâfiî, Ebû Hanîfe ve Mâlik "vâcibtir" demiştir. Kadı İyâz bu hükmü ulemanın tamamına nisbet eder. Vâcib hükmünün delili, Resûlullah´ın her hafta cuma namazı kıldırıp arkasından hutbe okuduğunu te´yid eden sahîh rivâyetlerdir. Keza Resûlullah´ın "Beni nasıl kılıyor görürseniz siz de öyle namaz kılın" hadisi de bir başka delildir.

Hasan Basrî ve Dâvud-ı Zâhirî cuma hutbesinin mendub olduğuna hükmederler.[972]



ـ2873 ـ7ـ وعن جابر بن سَمُرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَتْ صََةُ رَسُولِ اللّهِ # قَصْداً، وَخُطْبَتُهُ قَصْداً[. أخرجه الخمسة إ البخارى.»القصد« العدل والسواء .



7. (2873)- Câbir İbnu Semüre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın namazı vasattı, hutbesi de vasattı."[973]



AÇIKLAMA:



Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın namaz ve hutbelerini ne çok uzun ne de çok kısa yapmayıp orta uzunlukta tuttuğunu ifade ediyor. Daha önce de gördüğümüz üzere (2803) cemaatle kılınan namazlarda Efendimiz namazın uzatılmamasını tavsiye buyurmuştur. Çünkü cemaate gelenler arasında yaşlılar, hastalar, acele işi olanlar v.s. bulunabilir. Öyle ise imamlar, hatipler cemaatte bu şekilde meşru mâzereti olanların bulunabileceklerini gözönüne alarak namaz ve hutbelerini fazla uzatmamaları gerekir. Hz. Muâz (radıyallâhu anh), cemaate namazı uzattığı için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendisine "fettân" yani "fitne çıkaran" diye hitabetmiştir. (2802).

Esasen Resûlullah´ın her işte takip ve tavsiye ettiği prensip evsat olmaktır: [974] خَيْرُ اُمُورِ اَوْسَطُهَا



ـ2874 ـ8ـ وعن أبى وائل قال: ]خَطَبَنَا عَمَّارٌ فَأوْجَزَ وَأبْلَغَ. فَلَمَّا نَزَلَ قُلْنَا: يَا أبَا الْيَقْظَانِ لَقَدْ أبْلَغْتَ وَأوْجَزْتَ. فَلَوْ كُنْتَ تَنَفّسْتَ؟ فَقَالَ: إنِّى سَمِعْتُ رسولَ اللّهِ # يَقُولُ: إنَّ طُولَ صََةِ الرَّجُلِ وَقِصَرَ خُطْبَتِهِ مَئِنّةٌ

مِنْ فِقْهٍ فأقْصِرُوا الخُطْبَةَ وَأطِيلُوا الصََّةَ[. أخرجه مسلم وأبو داود.»تَنَفّسَ الرّجُلُ« في قوله: أى أطال.»مَئِنّةٌ« بفتح الميم وكسر الياء مهموزة ونون مشددة: أى عمة من فقه الرجل .



8. (2874)- Ebû Vâil (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ammâr bize hitabetmişti. (Konuşmasını) vecîz ve belîğ yaptı. Minberden inince:

"Ey Ebû´l-Yakzân belîğ ve vecîz konuştun! Keşke biraz daha nefesleseydiniz (uzatsaydınız)!" dedik. Bize şu cevabı verdi:

"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı dinledim, şöyle buyurmuştu:

"Kişinin namazının uzunluğu ve hutbesinin kısalığı onun fıkhının (ilminin) alâmetidir. Öyle ise, hutbeyi kısa tutun, namazı uzun (zîra, beyanda sihir var)."[975]



AÇIKLAMA:



Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın burada namazı uzun tutmayı tavsiyesi dikkat çekicidir. Çünkü daha önceki hadislerde kısa tutmayı tavsiye ettiğine şahid olduk.

Âlimler, arada bir fark görmezler. Çünkü "uzunluk"la mutlak bir uzunluk değil, mukayyet ve nisbî bir uzunluğun kastedildiğine, kısa tutulacak hutbeye nisbetle uzun tutulacak hutbenin tavsiye edildiğine dikkat çekerler.

Hadisin Müslim´deki vechinin sonunda "Beyanda sihir var" ifadesine yer verilmiştir. Beyanda sihir olması ile alakalı olarak Nevevî´nin benimsediği bir açıklamaya göre, sihir kelimesi "sarfetmek´, "tasarrufda bulunmak" bir başka ifâde ile "değiştirmek", "yönlendirmek" ma´nâsına gelen bir kökten gelir. Şu halde beyan da kalplere tesir eder, değiştirir, davet ettiği tarafa çevirir, yönlendirir.

"Bu sözde beyân´ın zemmi vardır" diyen olmuştur. Ancak "övgü vardır" diyen de olmuştur. Şurası muhakkak ki beyân, bâtıl yolda kullanılırsa zemm´e, hak yolda kullanılırsa "övgü"ye layık olur. Mutlak olarak zemmi veya medhi hadisin rûhuna aykırı olur. Çünkü, ifade mutlak gelmiştir, elbette çeşitli vecihlere muhtemel olacaktır.

Zâhirîler, hutbenin kısa olmasını vâcib addederler. İbnu Hazm, bir köy imamı hutbeyi uzattığı için, üzerine bevl eden bir yaşlının itirafını nakleder.[976]



ـ2875 ـ9ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: كُلُّ خُطْبَةٍ لَيْسَ فِيهَا تَشَهُّدٌ فَهِىَ كَالْيَدِ الجَذْمَاءِ[. أخرجه أبو داود والترمذي.



9. (2875)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İçerisinde teşehhüd bulunmayan her hutbe kesik bir el gibidir."[977]



ـ2876 ـ10ـ وفي أخرى ‘بى داود: ]كُلُّ كََمٍ َ يُبْدَأُ فِيهِ بِحَمْدِ اللّهِ تَعالى فَهُوَ أجْذَمُ[.ومَعنى »أجْذَمُ« أى مقطوع .



10. (2876)- Ebû Dâvud´un diğer bir rivâyetinde: "Allah´a hamd ile başlamayan her kelâm kesiktir" denmiştir.[978]



AÇIKLAMA:



1- İslâmî âdâbtan biri, konuşmalara hamdele, salvele ve teşehhüdle başlamaktır. Bunu tesbit eden muhtelif hadisler mevcuttur: "Elhamdülillah ile başlamayan her hayırlı iş(in hayrı) kesiktir." "Bismillahirrahmânirrahîm ile başlamayan her hayırlı iş, güdüktür (hayrı kesiktir).

"Allah´a hamd, bana salâtla başlamayan bütün hayırlı işler güdüktür, her çeşit bereketten kesiktir."

Dikkat edersek bu hadisler hayırlı işlere "hamdele, "salâvat" ve "besmele" ile başlamaya teşvik etmektedir. Âlimler "hayırlı iş" deyince "fiil" ve "söz" her ikisini de anlarlar.

Yine belirtelim ki ulemâ, bu hadislerde mevzubahis olan besmele, hamdele ve salvele´yi "zikir" olarak anlamışlardır. Yani hayırlı işlere Allah´ın zikri ile başlamak esastır. Bu zikir besmele de olabilir, hamdele veya salvele de. Nitekim sadedinde olduğumuz hadis "teşehhüd"ü zikretmektedir. Bunların hepsini birleştirmek de caizdir ve hatta efdali budur. Nitekim,sadedinde olduğumuz hadisin yer aldığı bâbta Tirmizî´nin kaydetttiği bir hadiste pekçok hayırlı işlere başlarken okunması sünnet kılınan bir "teşehhüd"de bazı zikir çeşidi birleştirilmiştir. Resûlullah önce teşehhüdün iki çeşit olduğunu, birincisinin "namaz teşehhüdü", ikincisinin de "hâcet teşehhüdü" olduğunu söyledikten ve namaz teşehhüdünü açıkladıktan sonra ikincisini açıklar:

"Hâcet teşehhüdü şöyledir: Hamdler Allah´adır. O´ndan yardım dileriz, O´ndan mağfiret isteriz. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin günahlarından Allah´a sığınırız. Allah kime hidâyet verirse onu sapıtacak yoktur, kimi de saptırmışsa hidâyet verecek yoktur. Şehadet ederim ki, Allah´tan başka ilah yoktur ve keza şehâdet ederim ki Muhammed O´nun kulu ve Resûlüdür."

Her hayırlı amelimize uzun teşehhüdle başlayamıyacağımıza göre, Resûlullah, önce kaydettiğimiz hadislerde sadece besmele veya hamdele. gibi kısa bir zikrullah ile başlamamızı tavsiye buyurmuş olmaktadır.

2- Teşehhüd esas itibariyle "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah (Şehadet ederim ki Allah´tan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed onun elçisidir)" demekten ibarettir. Fakat burada daha ziyade Allah´a senâ kastedilmiştir. Çünkü, şehâdet kesin haberi ifâde eder. Allah için ifâde edilen sena, şehâdetlerin en doğrusu ve en büyüğüdür.

Hadisi şöyle anlamamız mümkündür: Şer olmayan yani hayırlı olan bir amelimiz hatta bir âdetimiz, besmele veya zikrullahla yapılınca tam bir ibadete dönüşerek uhrevî sevaplara vesile olur, böylece hayrı devam eder. Besmelesiz olursa hayrı güdüktür veya kesilmiştir; çünkü bu amelimizden öbür dünyaya aksedecek bir nûr hâsıl olmaz, o hayırlı işin dünyevî hayrından sadece dünyada istifade ederiz. Böylece hayrı güdük kalmış, kesilmiş olur.

Bu hadislerden istifade ile âlimlerimiz, besmele, hamdele gibi, bir işe başlarken çekilen zikirleri âdetlerimizi, şer olmayan günlük işlerimizi ibâdetlere çeviren bir iksir, bir tılsım, bir sır olarak görmüşlerdir.

3- Hadislerde hep اَمْرٍ ذِى بَالٍ yani "hayırlı iş" kaydına yer verilmiş olması dikkat çekicidir. Zîbâl şerefli, meşrû, mübah gibi mânalara gelir. Yemek, içmek,giyinmek, konuşmak, yazmak, uyumak, vaaz ve nasihat, ilmî meşguliyet vs. hep emr-i zîbâl´e dahildir. Şu halde bütün bunlara zikrullahla başlamak ve mübah işlerimizi ibadete çevirmek sûretiyle ebedî hayatımız için öbür dünyaya uzanacak bir nura sebep olacaktır. Aksi halde, o işlerin hayrı dünyevî hayatımızla sınırlı kalacak veya pek bereketsiz olacak. Hadisteki güdüklük bu olsa gerektir -Allahu a´lem-.[979]



ـ2877 ـ11ـ وعن سمرة بن جندب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ # أُحْضُرُوا الذِّكْرَ وَادْنُوا مِنَ ا“مَامِ



فإنَّ الرَّجُلَ َ يَزَالُ يَتَبَاعَدُ حَتَّى يُؤَخَّرَ في الجَنَّةِ وَإنْ دَخَلَهَا[. أخرجه أبو داود.



11. (2877)- Semüre İbnu Cündüb (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Zikr (yani hutbe) sırasında hazır bulunun, imama yakın olun. Zîra kişi, uzaklaşmaya devam ede ede, girse bile cennette de geri kalır."[980]



AÇIKLAMA:



1- Bu hadisteki zikr´den murad hutbedir. Hutbenin içerisinde hamdele, teşehhüd, salvele, mev´ıze gibi çeşitli zikirler bulunduğu için zikr denmiş olmaktadır.

2- Hadis, hutbe sırasında mümkün mertebe imama yakın durmayı tavsiye etmektedir. Böylece hutbeyi daha iyi dinleme ve anlama imkânı elde edilmiş olacaktır. Kişi özürsüz olarak hayır odaklarından uzakta kalmayı tercih ede ede, cennete girse bile az hayırla gireceği için, geri mertebelerde yer alacaktır. Bilindiği üzere cennette de, cehennem gibi pekçok mertebe vardır. Herkes dünyada elde ettiği kazanç nisbetinde âlî veya alçak ileri veya geri bir mertebe elde edecektir. Tîbî şu açıklamayı yapar: "Kişi, mukarreblerin (Allah´a yakın kimselerin) makamı olan ön saf ile hutbeyi dinlemeden uzak dura dura aşağıyı tercîh edenlerin safına itilir. Hadis, mescide geç gelenlerin davranışını kınamakta ve kendilerini, yücelerden aşağılara indiren düşüncelerinin bayağılığına dikkat çekmektedir."

"Girse bile" ifadesi cennetin yüce makamları varken, onlara tâlib olmayıp, sadece "girme" ile iktifa eden dûnhimmetlere târizde bulunmaktadır. Şu halde, mü´min dâima yücelere, en yüksek mertebelere tâlip olmalı, o mertebeyi kazandıracak amelleri yapma gayretine girmelidir (Mirkat´tan). Allah´ın rahmetine güvenerek, daima yüksekleri istemelidir.[981]



ـ2878 ـ12ـ وعن أبى رِفاعة العدَوى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]انْتَهَيْتُ إلى رسولِ اللّهِ # وَهُوَ يَخْطُبُ. فَقُلْتُ: يَا رسولَ اللّهِ رَجُلٌ غَرِيبٌ يَسْألُ عَنْ دِينِهِ َ يَدْرِى مَا دِينُهُ؟ فَأقْبَلَ عَلىَّ وَتَرَكَ خُطْبَتَهُ حَتَّى انْتَهَى إلىَّ فَأُتِىَ بِكُرْسِىٍّ مِنْ خَشَب قَوَائِمُهُ حَدِيدٌ فَقَعَدَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ يُعَلِّمُنِى مِمَّا عَلَّمَهُ اللّهُ تَعالى ثُمَّ أتَى الخُطْبَةَ فَأتَمَّ آخِرَهَا[. أخرجه مسلم

والنسائى .



12. (2878)- Ebû Rifâa el-Adevî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a geldim. Hutbe veriyordu. Ben:

"Ey Allah´ın Resûlü! Yabancı ve dinini bilmeyen bir kimseyim, sizden dinimin ne olduğunu soruyorum!" dedim. Bunun üzerine bana yöneldi, hutbesini bırakarak yanıma kadar geldi. Kendisine bir sandalye getirildi. Zannedersem ayakları demirdendi. Üzerine oturdu. Hemen Allah´ın kendisine öğrettiklerinden bana öğretmeye başladı. Sonra tekrar hutbesine dönerek, sonunu tamamladı."[982]



AÇIKLAMA:



1- Bu rivâyet, Resûlullah´ın ehem´le mühim karşısında ehemmi takdim ettiğini gösterir. Zira, cemaate hitap mühim idiyse de, dinini bilmediğini ve fakat öğrenmek istediğini beyan eden bir kimseye hemen din hususunda bilgi vermeyi daha mühim (ehem) görerek hutbeyi kesmiş ve o adamı irşâd buyurmuştur. Şu halde imânî irşad her çeşit ta´lîmden daha çok ehemmiyet taşımaktadır. Ulemâ iman ve İslâm hususunda aydınlanmak isteyen insana öncelik tanımanın vücûbunda müttefiktir.

2- Hutbe cuma hutbesi midir başka bir hitâbet midir, rivâyette belli değildir. İkisi de olabilir. Öyle ise cuma hutbesi bile olsa, imama bir şey sormak mümkündür. İmam da bu soruya cevap vermelidir.[983]



ـ2879 ـ13ـ وعن عثمان رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]أنَّهُ كَانَ يَقُولُ في خُطْبَتِهِ: اسْمَعُوا وَأنْصِتُوا فَإنَّ لِلْمُنْصِتِ الَّذِى َ يَسْمَعُ مِنَ الحَظِّ مِثْلَ مَا لِلْمُنْصِتِ السَّامِعِ[. أخرجه مالك .



13. (2879)- Hz. Osman (radıyallâhu anh) hutbelerine çoğu kere şu husûsu hatırlatarak başlardı: "İşitin, kulak verin. Zîra işiterek, kulak verenle işitmeden kulak verenin sevaptan hissesi birdir."[984]



AÇIKLAMA:



1- Hadisin aslı uzuncadır. İbnu Deybe özetleyerek almış. Aslında belirtildiğine göre, Hz. Osman buraya aktarılan sözleri hemen hemen her hutbesinde tekrar eder, çok az hutbede söylemezmiş.

2- Hz. Osman cemaate, hatipleri can kulağıyla dinlemenin ehemmiyetini belirtiyor. Hz. Osman "Sağırlık, uzaklık gibi bir sebeple hatibi işitemezseniz de sessiz olun, dinleme vaziyetinde kalın, böyle davrandığınız taktirde hatibin sözleri kulağınıza kadar ulaşmasa da, ulaşanların alacağı manevî ücret ve sevabı eksiksiz alacaksınız" demek istemektedir.[985]



ـ2880 ـ14ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رَسولُ اللّهِ #: إذَا قُلْتَ لِصَاحِبِكَ يَوْمَ الجُمُعَةِ وَا“مَامُ

يَخْطُبُ أنْصِتْ فَقَدْ لَغَوْتَ[. أخرجه الستة .



14. (2880)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cuma günü, imam hutbe okurken, sen (yanıbaşında konuşan) arkadaşına: "Sus!" desen boş laf etmiş olursun."[986]



AÇIKLAMA


Hutbe sırasında yanındakine "sus, dinle!" mânasına اَنْصِتْ demekle ilgili açıklama daha önce (2851 ve 2852. hadisler) geçtiği için burada tekrar etmeyeceğiz.[987]