๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kütübü Sitte => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 26 Nisan 2010, 15:48:30



Konu Başlığı: Kıyametle İlgili Meseleler 9
Gönderen: Sümeyye üzerinde 26 Nisan 2010, 15:48:30
AÇIKLAMA:






1- Bu hadis, ilk çıkacak kıyamet alâmeti hususunda varid olmuştur. Dikkat edilirse zikredilen iki alâmetten hangisinin önce olacağında kesin bir ifade olmadığı anlaşılır. Ancak biri diğerinin izindedir; biri çıkınca diğeri hemen onu takip edecektir. İlk çıkacak alâmet hangisi olacak hususu ulema tarafından münakaşa edilmiştir. 5033 numaralı hadisin açıklamasında kısmen geçti.

2- Burada, hadiste geçen dabbetu´l-arzdan bahsetmek istiyoruz. Dabbetu´l-arz tabir olarak arz hayvanı demektir. Kur´an-ı Kerim (Neml 82)´de ve pek çok hadiste kıyamete yakın, kıyamet alâmetlerinden biri olarak dabbetü´l-arzın çıkacağından bahsedilmiştir. Şerh kitaplarında bununla ilgili çok farklı açıklama ve tasvirler mevcuttur. Bazılarını şöyle hülasa edebiliriz:

* Bununla cehalette hayvanlar menzilesinde olan eşrar murad olunmuştur.

* Bazıları: "Hadiste geçen, Cessase´dir" demiştir. (Cessase hadisi 5009 numarada geçti.)

* Hz. Ali: "Sakalı olan bir adamdır" demiştir.

* Bir hadiste: "Dabbetu´l-arz Musa´nın asası ve Süleyman´ın mührü beraberinde olarak çıkacak, mühür ile mü´minin yüzünü parlatacak, asa ile kâfirin burnunu kıracak, insanlar sofraya toplanacak, mü´min kâfir tanınacak" denir.

* Huzeyfe İbnu Esid´in bir eserine göre: "Dabbenin üç hurucu var: Birisinde bazı badiyelerden çıkar, sonra gizlenir; birisinde de umera kanlar dökerken bazı şehirlerden çıkar, yine gizlenir, sonra da insanlar mescidlerin en şereflisi, en büyüğü ve en faziletlisi nezdinde iken, arz kendilerini fırlatmaya başlar; derken halk kaçışır, mü´minlerden bir taife kalır, "bizi Allah´tan, hiçbir şey kurtaramaz" derler. Dabbe de onların üzerine çıkar, yüzlerini inciden yıldız gibi cilalandırır, sonra hareket eder. Artık ne takip eden yetişebilir, ne kaçan kurtulabilir. Bir adama varır, namaz kılıyordur. Vallahi sen ehl-i salat değilsin der yakalar, mü´minin yüzünü ağartır, kâfirin burnunu kırar, dedi. O zaman insanlar ne halde olur? dedik, "Arazide komşular, emvalde şerikler, seferlerde arkadaşlar" dedi.

* Bazı alimler: "Dabbe, emr-i bi´lma´ruf nehy-i ani´lmünker terkedilince çıkar" demiştir.

* Bazı müfessirler onun Safa dağından çıkacak büyük bir hayvan olduğunu söylemiştir.

* Bazıları onun, birincisi Mehdî, ikincisi Hz. İsa´dan sonra, üçüncüsü de güneş batıdan doğduktan sonra olmak üzere üç kere çıkacağını söylemiştir.

* Dabbe hakkında Bediüzzaman şu açıklamayı yapar: "Kur´an´da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise ben şimdilik, başka meseleler gibi kat´î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: َ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِّ اللّه "...Nasıl ki kavm-i Fir´avn´e "çekirge afatı ve bit belası" ve Ka´be tahribine çalışan kavm-i Ebrehe´ye "ebabil kuşları" musallat olmuşlar. Öyle de Süfyan´ın ve Deccallerin fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve "Ye´cüc ve Me´cüc´ ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zir ü zeber edecek. Allah u a´lem, o dabbe bir nevidir. Çünkü gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak, Belki اِّ دَابّةُ اَرْضِ تأكُلُ مِنْسآتَهُ ayetinin işaretiyle o hayvan dabbetü´l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki, insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde, dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü´minler, iman bereketiyle ve sefahat ve su-i istimalden tecennübleriyle kurtulmasına işareten ayet iman hususunda o hayvanı konuşturmuş."[92]



ـ5048 ـ15ـ وعن معاذ بن جبل رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ

اللّهِ #: عُمْرَانُ بَيْتُ المَقْدِسِ خَرَابُ يَثْرِبَ، وَخَرَابُ يَثْرِبَ خَرُوجُ الْمَلْحَمَةِ، وَالْمَلْحَمَةُ فَتْحُ الْقُسْطَنْطِينِيّةِ: وَفَتْحُ الْقُسْطَنْطِينِيّةُ خُرُوجُ الدَّجَّالِ. ثُمَّ ضَرَبَ بِيَدِهِ عَلى فَخِذِ الّذِى حَدَّثَهُ؛ ثُمّ قَالَ: إنّ هذَا الْحَقُّ كَمَا أنّكَ قَاعِدٌ ههُنَا، يَعْنِى مُعَاذَ بْنَ جَبَلٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه[. أخرجه أبو داود والترمذي .



15. (5048)- Hz. Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (birgün):

"Beytu´l Makdis´in imarı Yesrib´in harabıdır. Yesrib´in harabı melhamenin (savaşın) çıkmasıdır. Melhame İstanbul´un fethidir, İstanbul´un fethi Deccal´in çıkmasıdır!" buyurdular Sonra elini (Resulullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz. Muaz´ın) dizine vurdular ve:

"Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi" buyurdular."

Hz. Muaz burada kendisini kasdetmektedir. (Yani Aleyhissalâtu vesselâm´ın konuştuğu ve dizine elini vurduğu kimse Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh)´dir.)" [Ebu Davud, Melahim 3, (4294).][93]



AÇIKLAMA:



Burada, birbiriyle irtibatlı olarak zuhura gelecek bazı hadiseler nazar-ı dikkate arzedilmektedir. Ebu Davud bu hadisi Emaratu´l-Melahim başlığı altında kaydeder. Buna göre, sayılan hadiseler melhame denen büyük savaşların çıkmasına alamettir; o da Deccal´in çıkmasına...

* Beytu´l-Makdis, Mescidu´l-Aksa denen Kudüs şehrindeki mukaddes mesciddir. Onun umranı, imandır. İmar da insanca, gelirce, malca çokluğa kavuşmasıyla gerçekleşir.

* Yesrib, Medine-i Münevvere´nin cahiliye devrindeki eski adıdır.

Hadisi bazı şarihler: "Mescid-i Aksa´nın imarı Medine´nin harabının sebebidir" diye anlamıştır. Ancak Aliyyu´l-Kârî, "sebeb"i kabul etmez, "Mescid-i Aksa´nın imarı, Medine´nin harab olma zamanına rastlar" şeklinde açıklama getirir.

Bazı şarihler, "Beytu´l-Makdis´in imarı"ndan, harab edildikten sonra yeniden imar edilmesini anlarlar. "Çünkü derler, ahirzamanda, o harab olur, kâfirler sonra imar ederler." Bazı şarihler: "Umran, mükemmel şekilde imardır. Öyleyse, Beytu´l-Makdis, Medine´nin harabı zamanında normalin üstünde mükemmel bir imara mazhar olacaktır. Çünkü Beytu´l-Makdis´in harab olması mevzubahis değildir" demiştir.

* Hadiste geçen melhame yani büyük savaştan, Şam ile Rum arasında çıkacak büyük bir savaş anlaşılmış ise de, İbnu Melek "Şam´la Tatarların arasında geçen savaşın kastedildiğini" söyler. Aliyyu´l-Kârî: "Birinci görüş daha doğru" der.

Bazı alimler, bunlardan herbirinin, kendinden sonra vukua gelecek bir hadisenin alâmeti olduğunu belirtir.

Resulullah, Hz. Muaz´a, bu söylediklerinin yakin ifade ettiğini belirtmiştir. Gerçekten de hepsi çıkmıştır.[94]



ـ5049 ـ16ـ وعن عبداللّهِ بن بسر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: بَيْنَ الْمَلْحَمَةِ. وَفَتْحِ الْمَدِينَةِ سِتُّ سِنِينَ وَيَخْرُجُ الْمَسِيحُ الدَّجَّالُ في السَّابِعَةِ[. أخرجه أبو داود .



16. (5049)- Abdullah İbnu Büsr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Melhame ile Medine´nin fethi arasında altı yıl vardır. Yedinci yılda da Mesih Deccal çıkar." [Ebu Davud, Melahim 4, (4296); İbnu Mace, Fiten 35, (4093).][95]



AÇIKLAMA:



Hadiste geçen Medine´den maksad İstanbul´dur. Çünkü Medine, kelime olarak şehir demektir. Kelime burada lügat manasında kullanılmış olmaktadır. Mamafih yine Ebu Davud´un bir rivayetinde "Büyük melhame, İstanbul´un fethi ve Deccal´in çıkması yedi ay içerisindedir" denilmektedir. Bu hadiste Medine yerine İstanbul zikredilmiştir.

İki hadis arasında dikkat çeken bir müşkil var: Birinde "yedi yıl" denirken, diğerinde "yedi ay" denmektedir. İbnu Kesir şöyle bir açıklama ile müşkili gidermeye çalışır: "Melhame´nin başı ile sonu arasında altı yıl vardır. Sonu ile İstanbul kastedilmiş olan Medine´nin fethi arasında bir yakınlık vardır. Öyle ki, bu Deccal´in çıkmasıyla birlikte yedi ay içerisinde olur."

Aliyyu´l-Kârî, teâruzun halledilemez durumda olduğunu belirttikten sonra melhame-i kübra ile Deccal´in çıkması arasında yedi yıl olduğunu belirten hadisin, yedi ay olduğunu söyleyen hadisten daha sahih olduğunu -Ebu Davud´un kaydına dayanarak- cezmen ifade eder. [96]



İKİNCİ BAB


SÛR´A ÜFLENMESİ VE NEŞR



ـ5050 ـ1ـ عن أبي سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: كَيْفَ أنْعَمُ وَقَدِ الْتَقَمَ صَاحِبُ الْقَرْنِ الْقَرْنَ وَحَنَا جَبْهَتَهُ وَاضِعاً سَمْعَهُ يَنْتَظِرُ أنْ يُؤْمَرَ فَيَنْفُخَ. فَكأنَّ ذلِكَ ثَقُلَ عَلى أصْحَابِهِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم، فقَالُوا: كَيْفَ نَفْعَلُ أوْ كَيْفَ نَقُولُ؟ قَالَ: قُولُوا: حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ، تَوَكَّلْنَا عَلى اللّهِ، وَرُبَّمَا قَال: عَلى اللّهِ تَوَكَّلْنَا[. أخرجه الترمذي .



1. (5050)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Sûrun sahibi (İsrafil aleyhisselam), sûr denen borusunu ağzına dayamış, yüzünü çevirmiş, kulağını dikmiş, üfleme emrini beklerken ben nasıl tereffühle (dünya nimetlerinden) istifade edebilirim?" buyurmuşlardı. Bu, sanki ashabına çok ağır gelmişti:

"Peki biz ne yapalım -veya ne diyelim- ey Allah´ın Resûlü?" diye sordular. Onlara: "Hasbünallah ve ni´melvekil (Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!), Allah´a tevekkül ettik. -belki de "tevekkülümüz Allah´adır!" demişti- deyiniz!" diye emir buyurdular." [Tirmizî, Kıyamet 9, (2433).][97]



AÇIKLAMA:



el-Kâdı merhum, Resulullah´ın bu hadiste: "Kıyameti koparacak olan İsrafil, sûrunu ağzına dayamış, üfleme emri beklerken yani kıyamet bu kadar yaklaşmış iken, ben nasıl ferah bir yaşayışa girebilirim?" demek istediğini söyler. Kıyamet ve ölüm hadiselerinin anılmasında, hatırlanmasında insanlara bir ders, bir nasihat var. Resulullah bu dersi vermektedir.[98]



ـ5051 ـ2ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]سُئِلَ

رَسُولُ اللّهِ # عَنِ الصُّورِ، قَالَ قَرْنٌ يُنْفَخُ فيهِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .



2. (5051)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a sûr´dan sorulmuştu:

"Bu, içine üflenen bir boynuzdur!" diye cevap verdi." [Ebu Davud, Sünnet 24, (4742); Tirmizî, Kıyamet 9, (2432).][99]



AÇIKLAMA:



1- Rivayetin Tirmizî´deki veçhinde bu soruyu bir bedevinin sorduğu belirtilir.

2- Sûr hakkında Mücahid´den gelen bir açıklamaya göre, sûr boynuz gibi bir şeydir. Yemen lehçesinde sûr kelimesi, boynuz manasında bir tabirdir. Bazılarına göre, bu kelime suret kelimesinin cem´idir. Yani ölülerin suretleri; bunlara ruh üflenir. Ancak doğru olanı, önceki açıklamadır. Çünkü hadislerde bu bazan "boynuz" demek olan karn kelimesiyle ifade edilmiştir.

Alimler, ayetlerin tahlilinden, İsrafil´in sûra üç sefer üfleyeceğini istidlal etmişlerdir.

"Birincisi, nefha-i fezadır: Bunda göklerde ve yerde kim varsa, Allah Teala´nın dilediği zevattan başkası, hep dehşetinden sarsılacaktır. Neml suresinin 87. ayeti bu nefhayı haber verir.

İkincisi, nefha-i sa´kdır: Bunda Allah´ın dilediklerinden başka hepsi yıkılıp ölecektir. Zümer suresinin 68. ayeti bu nefhayı haber verir.

Üçüncüsü, nefha-i kıyamdır. Bu sûrun üflenmesiyle bütün insanlar dirilip kabirden kalkacak ve mahşer yerine hesap vermek üzere koşuşacaklardır. Yasin suresinin 51. ayeti bunu haber verir.[100]



ـ5052 ـ3ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # مَا بَيْنَ النَّفْخَتَيْنِ أرْبَعُونَ. قِيلَ أرْبَعُونَ يَوْماً؟. قَالَ أبُو هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أبَيْتُ. قِيلَ أرْبَعُونَ شَهْراً؟ قَالَ أبُو هريرة أبْيَتُ، قِيلَ أرْبَعُونَ سَنَةً. قَالَ: أبَيْتُ. ثُمّ يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ

مَاءٌ فَيَنْبُتُونَ كَمَا يَنْبُتُ الْبَقْلُ، وَليْسَ شَىْءٌ مِنَ ا“نْسَانِ يَبْلَى إَّ عَظْمٌ وَاحِدٌ وَهُوَ عَجبُ الذَّنَبِ، وَمِنْهُ يُرْكَبُ الْخَلْقُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه الستة إ الترمذي.»عَجْبُ الذّنَبِ« هو العظم المستدير الذي يكون في أصل العجز وأصل الذنب .



3. (5052)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"İki sur arasında kırk vardır!" buyurmuştur. Bunun üzerine oradakiler:

"Ey Ebu Hureyre! Kırk gün mü?" diye sordular. Fakat o: "Birşey diyemem!" cevabını verdi. Tekrar: "Kırk ay mı?" dediler. O yine: "Bir şey diyemem!" cevabını verdi. "Kırk yıl mı?" dediler. O yine: "Bir şey diyemem!" cevabını verdi ve (Resulullah´ın hadisine devam etti.)

"Sonra Allah semadan su indirecek ve insanlar yerden sebze biter gibi bitecekler. İnsanda bir kemik hariç hepsi çürür. Bu çürümeyen, acbu´zzeneb denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyamet günü yeniden yaratılış bundan terkib edilecektir." [Buhârî, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, (2955); Muvatta, Cenaiz 48, (1, 239); Ebu Davud, Sünnet 24, (4743); Nesâî, Cenaiz 117, (4, 111).][101]



AÇIKLAMA:



1- İsrafil´in sûra kaç sefer üfleyeceği hususunda ihtilaf edilmiştir. Önceki hadisin açıklamasında "üç" diyenleri esas almış idik. İki ve hatta "dört" diyenler de olmuştur. İbnu Hacer "dört" diyenlerin görüşünü zayıf bulur.

2- Bu rivayet, iki üfleme arasında geçecek müddet hususunda bir fikir verir: Arada bir müddet var ama miktarı belli değil. Resulullah söylemiş olsa bile Hz. Ebu Hureyre şu veya bu sebepten dolayı yakalayamamış. Bazı rivayetlerde "kırk sene", "kırk hafta" gibi kayıtlar gelmiş ise de İbnu Hacer onların zayıf olduğunu belirtir.

5055 numaralı hadiste iki ayrı sûr üfleyicisiyle ilgili açıklama kaydedilecektir.

3- Hadiste, insanın kuyruk sokumunda acbu´zzeneb denen bir kemik hariç tamamının çürüyeceği belirtilmiştir. Bazı rivayetlerde sual üzerine acbu´zzeneb hakkında bilgi verilmiştir. Bu, hardal danesi büyüklüğünde son derece küçük bir zerredir. Kıyamet günü insanın yeniden yaratılışı, çürümeyen bu kemikten başlatılacaktır. Günümüz ilmi bir DNA hücresine binlerce sayfalık ansiklopedideki bilginin depolanabileceğini ortaya koymuştur. Dolayısıyle her insanın şahsiyet-i müstakilesi ile ilgili temel bilgilerin, meşiet-i İlahî ile çürümeyecek olan bir hücrede depolanıp neş´eyi saniyenin (veya ikinci yaratılışın) bu hücreden itibaren olması gayet mâkuldur. Bazı alimler: "Burada Allah´tan başka kimsenin bilemediği bir sır var. Çünkü yoktan var eden Allah, ikinci sefer yaratışta, yaratılışı bina edeceği bir asl´a muhtaç değildir" demiştir.

4- Hadiste amm bir üslubla çürümenin her insana şamil olacağı ifade edilmiştir. Halbuki başka rivayetlerde peygamberin, şehidlerin çürümeyeceği ifade edilmiştir. Şarihler bunları hükümden istisna ederler.

5- Şunu da belirtelim: İnsanın tamamen çürüme hadisesinden acbu´zzenebi istisna kılan اَِّ "hariç" kelimesini, bazı alimler istisna manasına değil, atıf vavı olarak anlamışlar ve "acbu´zzeneb de çürür" demişlerdir. Müzenî´nin öne sürdüğü bu manayı el-Ferra ve el-Ahfeş mâkul bulmuşlardır. Ancak, İbnu Hacer: "Müzenî´nin teferrüd ettiği bu mana bazı rivayetlerde "Arz acbu´zzenebi ebediyyen yemez (çürütmez)" şeklinde gelen sarahat reddeder" der.[102]



ـ5053 ـ4ـ وعن كعب بن مالك رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # إنَّمَا نَسَمَةُ الْمُؤْمِنِ طَيْرٌ يَعْلِقُ في شَجَرِ الْجَنَّةِ حَتّى يُرْجِعَهُ اللّهُ الى جَسَدِهِ يَوْمَ يَبْعَثُهُ[. أخرجه مالك والنسائي.»النَّسَمةُ« الروح والنفس.و»يَعْلِقُ« بسكون العين: أي يأكل .



4. (5053)- Ka´b İbnu Malik (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Mü´minin ruhu, cennet ağacında beslenen bir kuş olur. Yeniden dirilme gününde Allah onu cesedine döndürünceye kadar orada beslenir." [Muvatta, Cenaiz 49, (1, 240); Nesâz- Cenaiz 117 (4, 108); İbnu Mace, Zühd 32, (4271).][103]



AÇIKLAMA:



1- Rivayet, Nesaî´de şöyledir: "Mü´minin ruhu, cennet ağacında bir kuş olur. Allah kıyamet günü cesedine gönderinceye kadar orada kalır."

2- Şarihler, başka rivayetlere dayanarak, cennete kuş olacak ruhun, mücahidlerin ve şehid olarak ölen mü´minlerin ruhları olduğunu tasrih ederler. Diğer ruhların ise, bazan semada, bazan mezarların avlularında bulunacaklarını belirtirler. Ebu Bekr İbnu´l-Arabî sadece şehidlerin kıyametten önce yeme ve diğer nimetlere mazhar olacağı, diğer ruhlara, kıyametten önce bunların verilmeyeceği hususunda ümmetin icmaını nakleder. Sadedinde olduğumuz hadisin de bazı tariklerinde şehid ruhlarının kastedildiği tasrih edilmiştir: "Şehidlerin ruhları yeşil kuşların içindedir. Dilediği yerde rızkını yer."

3- Alimler, kuş olma hadisesi için: "Ruh, Allah´ın emriyle kuş şeklinde teşekkül ve temessül eder. Tıpkı meleğin, insan şeklinde temessül ettiği gibi" derler ve ilave ederler: "Muhtemelen, burada murad, bazı rivayetlerde geldiği üzere ruhun bir kuş bedenine girmesidir." Suyûtî, Ebu Davud´a yaptığı haşiyede "Hadisi, "ruh, kuş olarak teşekkül eder" diye açıklarsak, burada kastedilen mana sadece "uçmaya muktedir olmaktaki" benzeyiştir, yaratılış yönüyle benzeme değildir. Çünkü insanın maddî şekli mahlukatın şekilleri arasında en üstünüdür" der.

Sindî, Suyûtî´nin mülahazasına şu ilavede bulunur. "Bu görüş, insan ruhunun kendine has bir şekli olması halinde doğrudur. Ama hakikat-ı halde insan ruhunun müstakil, hususî bir şekli yoksa ve şekilden mücerred ise ve Allah, bir hikmete binaen belli bir şekil almasını dilerse, ilk olarak kuş şeklini almasında aklın kabul etmeyeceği bir husus yoktur."

Mevzuun ehemmiyetine binaen, Suyûtî´nin Nesâî Şerhi´nde yer verdiği açıklamalardan bazı pasajları iktibas edeceğiz:

"İbnu´l-Kayyim der ki: "Ruh´un kaldığı bir yerin (mak´ad) olduğunu söylemek, onların ne kabirde olduğuna, ne de kabrin havlusunda olduğuna delalet etmez. Bilakis ruhun bu yerle bir bağıntısının bulunduğuna delalet eder ve bu manada ona bir mekan izafesi sahih olur. Zira ruhun bir başka şe´ni (bizim tabi olduğumuz kayıtlarla mukayyed olmayan bir başka realitesi ve mahiyeti) vardır. Bundandır ki o, bedenle bağlı olduğu halde aynı zamanda Refik-i A´la´da bulunur. Öyle ki, bir Müslüman, (ölmüş) arkadaşına selam verdiği vakit, ruh o hususî yerinde olduğu halde bu selama mukabele eder. Nitekim Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) altı yüz kanadı olan Hz. Cebrail aleyhisselam´ı görmüştür. Bu esnada onun sadece iki kanadı ufku kapatmış ve dizini Resulullah´ın dizine dayayacak, ellerini dizinin üstüne koyacak şekilde ona yaklaşmıştır. Ruhla ilgili meseleleri anlamada zorluk çıkaran husus, şöyle bir yanılgıdır; ruhlar âlemi ile ilgili şuunatı, şehadet âleminin me´luf olan, alışılan şuunatı ile mukayese yapılır, orası da buraya göre değerlendirilir. Bu hatalı kıyasa göre, ruh bir yer işgal etti mi, onun bir başka mekanda bulunması mümkün olmaz. Bu açık bir yanılgıdır. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm Mirac gecesinde Hz. Musa´yı Refik-i A´la´da olduğu halde, kabrinde namaz kılarken ve selam verenlere mukabele ederken görmüştür. Bu iki durum arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü ruhun şe´ni bedenlerin şe´ninden ayrıdır. Bu durumu daha iyi anlamamız için bazıları güneşle misallendirmiştir: Güneş semada olduğu halde şuaları yerdedir. Gerçi burada benzetmede eksiklik var. Çünkü ışık güneşin zatı değil, arazıdır. Ruh ise, arazıyla değil, zatıyla yerdedir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, yine Mirac´ta peygamberleri semavatta görmesi de bu meselemize bir başka delildir. Zira Aleyhissalâtu vesselâm orada ruhları misalî cesedlerinde görmüştü. Bununla birlikte onlar kabirlerinde canlı olarak namaz kılıyorlardı. Diğer taraftan Aleyhissalâtu vesselâm´ın şu sözünü de hatırlayalım: "Kim, kabrimin yanında bana salat okursa onu işitirim; kim de uzaktan salat okursa, o bana ulaştırılır." "Allah kabrime müvekkel bir melek koymuştur. Ona bütün mahlukatın kulaklarını vermiştir, kıyamete kadar bana salat okuyacak bir kimse yoktur ki, bu melek bana onu ismiyle, babasının ismiyle ulaştırmasın." Şurası da muhakkak ki, Aleyhissalâtu vesselâm´ın ruh-u şerifleri makamların en yücesinde, diğer peygamberlerin ruhlarıyla birliktedir.

Dinimizde sabit olan bu haberlerle, şu husus kesinlik kazanmıştır: "Ruhun A´layı İlliyyin´de veya cennette veya semada bulunmasına rağmen, bedeniyle de irtibatta olup idrak etmeye, işitmeye, namaz kılmaya, okumaya devam etmesi arasında bir zıtlık yoktur; biri diğerine mani değildir. Bu meselede şaşkınlık ve anlama zorluğu şuradan gelir: Dünyevî şahidde, söylenenleri görecek maddî bir organ mevcut değildir, bunlar iman ve tefekkürle idrak edilebilir. Berzah ve ahiretle ilgili umûr, dünyada alışmış olduklarımızdan tamamen ayrıdır. Öylesine ayrı ki, şöyle denebiliyor: "Ruhta öyle bir hareket kabiliyeti, öyle bir intikal sür´ati var ki, kabirden semaya çıkışına kadar muhtaç olduğu müddet, göz açıp kapama anı gibi zamanın en küçük bir birimidir. Bu durumu uykuda olan bir ruh müşahade eder. Nitekim hadislerde geldiğine göre: "Uyuyan kimsenin ruhu yükselir, yedi kat semayı deler. Arş´ın önünde Allah´a secde eder, sonra cesedine geri döner ve bu seyahatı çok kısa bir zamanda gerçekleştirir."

Vefatı, miladî 1505 olan Suyûti´nin özetle sunduğumuz bu açıklaması, günümüzde getirilen ilmî açıklamalara neredeyse ayniyle muvafık düşmektedir. Tamamen fizik kanunlarıyla yapılan açıklamalardan sonra verilen bir sonuç şöyle: "...Dünya adı verilen bu gezegen, bize göre insanlara ait zahirî âlemdir. Ama bu gezegende yaşayan ve farklı yaratılan cinler de bizimle dünyayı paylaşmaktadır. Onlar gene bu dünyamız üzerinde Kur´an-ı Kerimimizin gayb âlemi adını verdiği âlemde yaşamaktadırlar. Gayb âlemi, dünyadan başka bir yerde değildir. Farklı yaratılmamız sebebiyle cinler ve biz insanlar aynı koordinatlarda yaşadığımız halde fizik algılama sistemlerimizle birbirimizi farketmemekteyiz.

Görülmektedir ki, zahirî âlemin her noktası, aynı zamanda gayb âlemidir. Gayb âleminin her noktası da, aynı zamanda zahirî âlemdir. Öyleyse her nokta zahirî âlemde de gayb âleminde de aynı koordinatlara sahiptir ve her iki âlemde de vardır."

Bu meselede Bediüzzaman şöyle der:

"İ´lem Eyyühe´l-Aziz: Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehriba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzaheme (sıkışıklık) ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilalsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler. Kezalik bu geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet hava, su insanın yürüyüşüne, cam ziyanın geçmesine, şuanın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yoktur.

Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri devrandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men edecek bir mani yoktur."

Merhum´un, mevzuyu aydınlatacak bir başka açıklaması, şöyle:

"İ´lem-Eyyühe´l-Aziz: Vücud nev´inde tezahum yoktur. Yani, pekçok âlemler, haller, vücud sahnesinde içtima eder, birleşirler. Mesela: Gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri, odaları göreceksin.

Saniyen: Odada otururken, kemal-i suhuletle o misalî odalarda her çeşit tebdil, tağyir, tasarruf edebilirsin.

Salisen, odadaki elektrik, elektrik misallerinin en uzağına en yakındır. Çünkü, o misalî misallerin kayyumu odur.

Rabian, bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misali vücudun bir âlemini içine alabilir. Bu dört hüküm, Vacib (Allah) ile âlem-i mümkinat arasında da caridir. Çünkü mümkinatın vücudu Vacib´in nurundan bir gölge olduğu cihetle, vehmî bir mertebedir. Vacib´in emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sâbit ve müstekarr kalır. Demek mümkinatın vücubu, bizzat hakiki bir vücud-u haricî olmadığı gibi, vehmî veya zail bir zıllı da değildir. Ancak Vacibu´l-Vücud´un (Allah´ın) icadıyle bir vücuttur."

Bediüzzaman´ın bir başka tahliline göre, tasvirlerde yedinci kat semanın ötesinde yer aldığı ifade edilen ve zihinlerde, kevn dediğimiz maddî âlemi kuşatan uzak bir hudud gibi tebessüm eden arş dahi, kevn´ den hariç değildir.

"İ´lem-Eyyühe´l-Aziz: Her şeyin içine melekut, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü insan, mülk cihetiyle kalbe zarf olur; melekut cihetiyle de mazruf olur.

Bu kaide arş ile kevn hakkında da tatbik edilir. Şöyle ki: Arş, Zahir, Batın, Evvel, Ahir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bu halitada dahil olan ism-i Zahir itibariyle arş, mülk; kevn melekut olur. İsm-i Batın itibariyle arş melekut, kevn mülk olur. Demek arş´a ism-i Zahir nazarıyla bakılırsa, kendisi zarf, kevn de mazruf olur. İsm-i Batın gözüyle bakılırsa kendisi mazruf, kevn zarf olur ve keza ism-i evvel itibariyle وَكَانَ عَرْشُهُ عَلى الْمَاءِ ayetinin işaret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor. Ve ism-i Ahir itibariyle, سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْش الرَّحْمنِ hadis-i şerifinin ima ettiği kevnin nihayetini içine alıyor.

Demek arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisseler ile kevn ve vücudun sağını solunu, üstünü ve altını ihata etmiş olur."[104]



ـ5054 ـ5ـ وعن أبي رزين العُقَيْلِي قالَ: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ كَيْفَ يُعِيدُ اللّهُ الْخَلْقَ؟ وَمَا آيَةُ ذلِكَ؟ قَالَ: أمَا مَرَرْتَ بِوادِى قَوْمِكَ جَدْباً، ثُمَّ مَرَرْتَ بِهِ يَهْتَزُّ خَضِراً؟ قُلْتُ: نَعَمْ. قَالَ: فَتِلْكَ آيَةُ اللّهُ في خَلْقِهِ كَذلِكَ يُحْيِي اللّهُ الْمَوْتَى[. أخرجه رزين .



5. (5054)- Ebu Rezin el-Ukaylî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah´ın Resulü dedim, Allah, mahlukatı nasıl iade eder, (yeniden diriltir)? Bunun dünyadaki örneği nedir?"

"Sen dedi, hiç kavminin üzerinde yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil üğründüğü münbit mevsimde uğramadın mı?"

Ben "Elbette!" deyince:

"İşte bu, (yeniden) yaratmasına Allah´ın delilidir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!" buyurdular." [Rezin tahric etmiştir. Bu hadis Ahmed İbnu Hanbel´in Müsned´inde biraz farklı lafızlarla rivayet edilmiştir (4, 11).][105]



AÇIKLAMA:



Ahirette yeniden diriltmeye, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın verdiği bu örnek, tamamen Kur´anî bir metoddur. Zira Kur´an-ı Kerim, dünyada cereyan eden ve gözle gördüğümüz hadiseleri zikrederek, ahiretteki ihyanın da böyle olacağını söyler.

"Allah, rüzgârları salıverip de bulutları harekete getirmekte olandır. Derken biz onu ölü bir toprağa sürüp, onunla yeri, ölümünün ardından canlandırmışızdır. İşte (ölülerin) dirilmesi de böyledir" (Fatır 9).[106]



ـ5055 ـ6ـ وعن ابن عبّاس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]في قوله تعالى: فإذَا نُقِرَ في النَّاقُورِ. قَالَ: هُوَ الصُّورُ، والرَّاجِفَةُ النَّفْخَةُ ا‘ولى، والرَّادِفَةُ الثَّانِيَةُ[. أخرجه البخاري ترجمة .6.



6. (5055)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) "O boru öttürülünce" (Müddessir 8) ayeti ile ilgili olarak dedi ki: "Bu, sûrdur. Surede geçen racife, birinci nefha (üfleme), râdife de ikinci nefhadır." [Buhârî, Rikak 43 (muallak olarak).][107]



AÇIKLAMA:



1- İbnu Hacer bu hadisin açıklaması zımnında, sûru üfleyecek melekten bahsederken, sûru İsrafil aleyhisselam´ın üfleyeceği hususunda Ehl-i Sünnet ve´lcemaat´in icma´ına dair Halimi´nin kaydını naklettikten sonra, bazı rivayetlerde de iki sûr üfleyicisinden bahsedildiğine temas eder. Bu rivayetlerden birinde " Her sabah, sûra müekkel iki melek, ona üfleme emrini beklerler."

İbnu Hacer, bu manayı ifade eden hadislerden bazılarını kaydeder sonra da birinci üflemeyi bir başka meleğin, ikinci üflemeyi ise İsrafil´in yapacağını ifade eden Hz. Aişe´ye ait şu rivayeti kaydeder: "O melek, İsrafil´in kanat çırptığını görünce, sûra üfler. O, birinci üflemeyi yapar ki, bu nefha-i sa´k´dır. Sonra İsrafil ikinci üflemeyi yapar. İşte bu da nefha-i ba´s (yeniden dirilme=nefha-i kıyâm da denir)."[108]

2- Sadedinde olduğumuz hadis, Müddessir suresinde geçen nâkur ile Naziat suresinde geçen râcife ve râdife kelimeleri hakkında İbnu Abbas´ın yaptığı açıklamayı sunmaktadır. Buna göre, mezkur nâkurdan maksat, İsrafil´in kıyamet günü ölülerin dirilmesi için üfleyeceği sûr (boru)dur. Sûr´ dan Kur´an´da bir çok ayette bahsedilmiştir. En´am 6, Kehf 99, Taha 102, Mü´minun 101, Neml 87, Yasin 51, Zümer 68, Kaf 20, Hakka 13, Nebe´ 18.

3- Sûr kelimesini Hasan Basrî, suver şeklinde okumuştur. Suver, suretin cem´idir. Bu takdirde manayı şöyle te´vil etmiştir: "Üflemeden murad cesedleredir, ta ki ruhlar cesedlere dönsünler. Ebu Ubeyde "sureti, cemi olarak suver şeklinde okumanın da" caiz olduğunu, başka şahidlerle gösterir. Böyle olunca, iki kıraat da aynı manayı ifade etmiş olur. Ancak Ezherî, bu yorumun Ehl-i Sünnet´in kabul ettiği şekle muhalefet ettiği belirtilir.

İbnu Hacer bu ihtilafı kaydettikten sonra, Ebu´ş-Şeyh´in Kitabu´l-Azamet´inden Vehb İbnu Münebbih´in bir rivayetini kaydeder: "Allah sûru kristal cam berraklığındaki inciden yarattı. Sonra arş´a: "Sûru al ve (bir köşene) as!" dedi. Sonra, "Ol!" emretti ve İsrafil oluverdi. İsrafil´e sûru (boruyu) almasını emir buyurdu. İsrafil de (arşta asılı olan sûru) aldı, onda, yaratılmış her bir ruh, hayat sahibi her bir nefis için bir delik açtı. [...] Sonra bütün ruhlar sûrda toplanır. Sonra Allah İsrafil´e emreder, o da sûra (cesedlere) üfler ve her bir ruh, cesedine girer."

İbnu Hacer der ki: "Bu hadise göre, üfleme hadisesi, önce ruhların sûra -ki bu manada cesedler demektir- ulaşması için vukua gelir. Öyleyse burada üflemenin, boynuz olan "sûr"a izafesi hakikattır, cesedler olan "sûr"a izafesi mecazdır.[109]



ـ5056 ـ7ـ وعن أبي سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]ذَكَرَ رَسُولُ اللّهِ # صَاحِبَ الصُّورِ، وَقَالَ عَنْ يَمِينِهِ جِبْرِيلُ، وَعَنْ يَسَارِهِ مِيكَائِيلُ عَلَيْهِمْ السَّمُ[. أخرجه رزين .



7. (5056)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün bize) Sahib-i Sûr´u (İsrafil´i) zikretti ve dedi ki:

"Sağında Cibril, solunda da Mikail aleyhimusselam var." Rezin tahric etmiştir. [Ebu Davud, Huruf ve´l-Kıraat 1, (3999).] [110]



İKİNCİ FASIL


HAŞR HAKKINDA



ـ5057 ـ1ـ عن سهيل بن سعدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُحْشَرُ النَّاسُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلى أرْضٍ بَيْضَاءَ عَفْراءَ كَقُرْصَةِ النَّقِيّ لَيْسَ فيهَا عَلَمٌ ‘حَدٍ[. أخرجه الشيخان .



1. (5057)- Süheyl İbnu Sa´d (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kıyamet günü insanlar beyaz, bembeyaz, has unun çöreği gibi bir yerde toplanacaklar. Orada hiç kimsenin bir işareti (evi, bağı vs.) olmayacak." [Buhârî, Rikak 44; Müslim, Münafıkûn 28, (2790).][111]



AÇIKLAMA:



1- Burada mevkıf da denen haşir meydanı, yani kıyametin kopmasından ve ruhların cesedlere üflenmesinden sonra hesap vermek üzere insanların toplanacağı haşir meydanı tasvir edilmektedir: Burası beyaz, bembeyaz (veya kızıla çalan) bir beyaz renk taşıyacaktır. Afrâ kelimesi için "lekesiz beyaz", "bembeyaz", "kızıla çalan beyaz", "şiddetli beyaz" gibi manalar verilmiştir. "Beyaz" dedikten sonra "kızıla çalan beyaz" manası değil, "bembeyaz" manası da uygun gözükmektedir. Nitekim has un da beyazdır.

2- Haşir meydanının ikinci vasfı, düz oluşudur. Orada dünyanın sathını andıran dağ, dere, ev, bağ, bahçe, ağaç vs. olmayacaktır. Maksad, yeryüzünün tamamen yok olduğunu ve mevkıfın tamamen başka bir hüviyette bir meydan olduğunu belirtmektir.

İbnu Ebî Cemre: "Bu ifadede, mevkıf sahasının, bu dünyadan çok daha büyük olduğuna da işaret vardır" der. İbnu Hacer de: "Bunda dünya arzının yok olup ortadan kalktığına, mevkıf arzının yeni olduğuna işaret vardır" der ve selefin bu meseleyle ilgili olarak "O gün ki arz başka bir arza, gökler de (başka göklere) tebdil olunacaktır..." (İbrahim 48) ayetinin te´vilinde ihtilaf ettiklerini belirtir. Buradaki tebdilin manası dünyanınzâtının ve sıfatlarının değişmesi midir, yoksa sadece sıfatlarının değişmesi midir? İbnu Hacer, sadedinde olduğumuz hadisin birinci şıkkı te´yid ettiğini söyler. İbnu Mes´ud´dan bu ayetle ilgili olarak: "Arz öyle bir arza dönüşür ki, bu arz sanki gümüş gibi (saf ve tertemizdir), üzerinde haram kan dökülmemiş ve hiçbir günah işlenmemiştir." Bu hadis mevkuf ise de merfu olarak da rivayet edilmiştir. Beyhakî bunu İbnu Mes´ud´un bir yorumu olarak anlayıp: "Mevkuf olması daha sahihtir" demiştir. Taberî, Hz. Enes´ten merfu olarak "Allah arzımızı, üzerinde günahların işlenmediği gümüşten bir arza tebdil eder" hadisini rivayet eder. Başka rivayetler de var. Hülasa, arzın kıyamet günü beyaz, temiz, günahsız bir arza çevrileceği manasını te´yid eden (Resulullah´tan) merfu rivayetler de mevcuttur.[112]



ـ5058 ـ2ـ وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّكُمْ مَُقُو اللّه تَعالى حُفَاةً عُرَاةً غُرًْ[ .



2. (5058)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Sizler Allah´a yalınayak, bedenleriniz çıplak ve kabuklu (sünnet edilmemiş) olarak haşr olunacaksınız!" buyurdular."[113]



ـ5059 ـ3ـ وفي أخرى قال: ]قَامَ فِينَا رَسُولُ اللّهِ # بِمَوْعِظَةٍ. فقَال: يا أيُّهَا النَّاسُ إنَّكُمْ مَحْشُورُونَ الى اللّهِ تَعالى حُفَاةً عُرَاةً غُرًْ كَمَا بَدَأنَا أوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ وَعْداً عَلَيْنَا إنَّا كُنَّا فَاعِلينَ. أَ وَإنَّ أوَّلَ الْخََئِقِ يُكْسَى يَوْمَ الْقِيَامَةِ إبْرَاهِيمُ عَلَيْهِ السََّمُ، أَ وَإنَّهُ سَيُجَاءُ بِرِجَالٍ مِنْ أُمَّتِى فَيُؤْخَذُ بِهِمْ ذَاتَ الشِّمَالِ فأقُولُ: يَا رَبِّ أصْحَابِى. فَيُقَالُ: إنَّكَ تَدْرِي مَا أحْدَثُوا بَعْدَكَ. فأقُولُ كَمَا قَالَ الْعَبْدُ الصَّالِحُ: وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَهِيداً مَا دُمْتُ فِيهِمْ ـ الى قَوْلِهِ ـ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ. قَال فَيُقَالُ لِي: إنَّهُمْ لَمْ يَزَالُوا مُرْتَدِّينَ عَلى أعْقَابِهِمْ مُنْذُ فَارَقْتَهُمْ[ .

زاد في رواية: ]فأقُولُ: سُحْقاً، سُحْقاً[. أخرجه الخمسة إ أبا داود.»غُرً« أي غير مختونين .



3. (5059)- Bir diğer rivayette İbnu Mes´ud şöyle demiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) va´z etmek üzere aramızda doğruldu ve dedi ki:

"Ey insanlar! Sizler (kıyamet günü) Allah´ın yanında yalınayak, çıplak ve kabuklu olarak toplanacaksınız. [Sonra şu ayeti okudu:] "İlk yaratışa nasıl başladı isek, üzerimizde hak bir vaad olarak yine onu iade edeceğiz..." (Enbiya 104). Haberiniz olsun! Kıyamet günü mahlukattan ilk giydirilecek İbrahim aleyhisselam´dır. Haberiniz olsun, o gün ümmetimden bazı kimseler getirilir ve sol tarafa alınırlar. Bunun üzerine ben:

"Ey Rabbim! Bunlar ashabımdır!" derim. Bana:

"Sen bilmiyorsun, bunlar senden sonra neler yaptılar" denilir. Ben salih kul (İsa)´nın dediği gibi diyeceğim:

"Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde nigehban yalnız sen oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahidsin. Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen mutlak galib ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten sensin sen"(Maide 117-118).]

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devamla dedi ki:

"Bunun üzerine bana: "Onlar, sen aralarından ayrıldığın günden beri, dinden yüz çevirmeye hiç ara vermediler!" denilecek.

"Bir rivayette şu ziyade var: "Ben: "Rahmetten uzak olsunlar, rahmetten uzak olsunlar!" derim." [Buhârî, Rikak 45, Enbiya 8, 44, Tefsir, Maide 14, 15, Tefsir, Enbiya 2; Müslim, Cennet 57, (2860); Tirmizî, Kıyamet 4, (3329); Nesâî, Cenaiz 118, (4, 114).][114]



AÇIKLAMA:



1- Haşr: Kurtubî, belki de kelimenin kullanışlarını esas alarak haşr hakkında şu açıklamayı yapar: (Biraz özetleyerek, kısaltarak alıyoruz.) "Haşr, toplanma manasına gelir. Dört çeşit haşir vardır. Bunlardan ikisi dünyada, ikisi de ahirettedir.

* Birinci haşr: Haşir suresinin ikinci ayetinde zikredilen haşirdir. (Mealen): "O, ehl-i kitaptan küfür edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkarandır" (Haşr 2).

* İkinci haşr: Kıyamet alâmetleri zımnında zikri geçen haşirdir: Bir rivayette Aden´den çıkacak bir ateşin insanları mahşere (toplanma yeri) sevkedeceği belirtilir: تَخْرُجُ نَارٌ قَبْلَ يَوْمِ الْقِيَامَةِ مِنْ حَضْرَموْتَ فَتَسُوقُ النَّاسَ

"Bir başka rivayette ذلِكَ نَارٌ تَخْرُجُ مِنْ قَعْرِ عَدَنٍ تَرْحَلُ النَّاسُ الى الْمَحْشَرِ

Bir başka rivayette: اَمَّا اَوَّلُ اَشْرَاطِ السَّاعَةِ فَنَارٌ تَحْشُرُ النَّاسَ مِنَ الْمَشْرِقِ الى الْمَغْرِبِ

Farklı şekillerde çıkacağı belirtilen bu ateşle ilgili rivayetlerin te´lifi zor görünmektedir. İbnu Hacer şöyle bir te´lif teklif eder: "Muhtemelen bu ateş önce Aden taraflarında çıkacak. Sonra arzın her tarafına sirayet edecek. Hadiste geçen "İnsanları doğudan batıya haşredecek" ifadesi, haşrin hususi kalmayıp, her tarafta umumileşeceğini beyan kasdını güder. Belki önce şark ahalisi haşredilecek, ama sonradan garb ahalisinin haşri de olacaktır. Nitekim bütün fitneler doğudan başlar.."

* Üçüncü haşr: Ölülerin kabirlerinden haşridir. Bu yeniden dirilmeden (ba´s) sonra, Mevkıf denen hesap meydanında toplanmasıdır. Bu haşr şu ayette bahsedilen haşrdır. (Mealen): "...Onları da mahşerde toplamışızdır da içlerinden hiçbirini bırakmamışızdır" (Kehf 47).

* Dördüncü haşr; İnsanların cennet veya cehennemde toplanmasıdır."

İbnu Hacer, bunlardan birinciye haşr denemeyeceğini, şer´an mutlak olarak haşr denince, kıyamet günü bütün mevcudatın toplanmasının kastedildiğini, halbuki birinci haşr olarak zikredilen hadisenin benzerlerinin tarihte sıkça vukua geldiğini, hiçbirine haşr denmediğini belirtir ve İbnu´z-Zübeyr´in halife olunca, Emevîlerin Medine´den Şam´a sürdüğünü ifade eder.

2- Hadiste kıyamet günü ilk elbise giyecek zatın İbrahim aleyhisselam olduğu belirtilir. Başka rivayetlerde, İbrahim´i Resulullah´ın takip edeceği belirtilmiştir. Hz. İbrahim´e tanınan bu öncelik, onun ateşe atılmış olması veya seravil (şalvar) ile ilk tesettürü onun vaz´ etmiş olmasıyla izah edilmiştir. Şarihler onun bu meselede efdaliyetinin, her yönden Resulullah´a efdaliyet ihraz edeceği manasına gelmediğini belirtirler.

3- Resulullah´tan sonra irtidat edenlerle ilgili muhtelif açıklamalar yapılmıştır.

1) Bunlar münafık ve mürtedlerdir. Abdest uzuvlarında ve alınlarında beyazlıkla diriltilirler. Aleyhissalâtu vesselâm bunlara bu alâmetleri sebebiyle nida eder. Ancak:

"Bunlar vaadine mazhar olanlardan değiller!" denilir. Bunlar senden sonra dini değiştirdiler. Yani izhar ettikleri İslam üzere ölmediler."

2) "Bunlardan murad, Aleyhissalâtu vesselâm zamanında Müslüman olarak yaşayıp sonradan irtidat edenlerdir" denmiştir. Resulullah bunlara da, -üzerlerinde abdest nuru olmasa da- sağlığında onları Müslüman bildiği için nida eder. Ancak "Bunlar irtidat ettiler!" denilir.

3) "Bunlar, tevhid üzerine ölen büyük günah sahipleri ve kişiyi dinden çıkarmayan bid´alara düşen ehl-i bid´adır" denmiştir. Bunların alınlarında ve abdest uzuvlarında nur olması da mümkündür. Bunlar, Resulullah zamanında veya ondan sonra da yaşamış olabilirler. Bunları hususi alâmetleriyle tanımış olacaktır. İbnu Abdilberr der ki: "Dinde bid´at çıkaranların hepsi havuz´dan kovulacaktır; Haricîler, Rafizîler ve diğer ehl-i heva." Devamla "Zalimlerin, haksızlıkda ileri gidenlerin, hakkı gizleyenlerin ve kebair işleyerek asi olanların" da bu hükme girdiklerini, bu sayılanların hepsinin, sadedinde olduğumuz hadiste haber verilen azaba maruz kalacaklarından korkulduğunu belirtir.

4- Hadiste, salih kul olarak işaret edilen zat, Hz İsa aleyhisselam´ dır. Çünkü salih kul´a nisbet edilerek söylenen söz ayet-i kerimedir ve Kur´an, onu Hz. İsa´nın bir yakarışı olarak sunmaktadır. Böylece Aleyhissalâtu vesselâm, ümmetinden günahkâr bir zümreyi, Hz. İsa´nın merhametkârâne ve şefkatkârâne olan üslubuyla Allah´a havale etmekte, Hz. Nuh´un helak ve ceza talep eden üslubuna (Nuh 26) yer vermemektedir.[115]



ـ5060 ـ4ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُحْشَرُ النَّاسُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثََثَ أصْنَافٍ: صِنْفٌ مُشَاةٌ، وَصِنْفٌ رُكْبَانٌ، وَصِنْفٌ عَلى وُجُوهِهِمْ. قِيلَ يَا رَسُولَ اللّهِ، كَيْفَ يَمْشُونَ عَلى وُجُوهِهِمْ؟ قَالَ: الّذِي أمْشَاهُمْ عَلى أقْدَامِهِمْ قَادِرٌ أنْ يُمْشِيَهُمْ عَلى وُجُوهِهِمْ، أمَّا إنَّهُمْ يَتَّقُونَ بِوُجُوهِهِمْ ك