Konu Başlığı: Ümmet Kavramının Niceliği Ve Niteliği Bakımından Tasnifi Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 13 Şubat 2011, 15:58:54 Ümmet Kavramının Niceliği Ve Niteliği Bakımından Tasnifi Daha önce de ifade ettiğimiz üzere ümmetin asıl kök anlamlarında, bir amaç etrafında toplanma, bir hedefe doğru yönelme, bir önder ve o önderin arkasından gitme, merkezde bulunan bir şeye mensubiyet anlamları bulunmaktadır. İnsanların bir arada toplanmasını gerektiren durumlar da zaman, mekan, ırk, din, dil, gelenek vb. gibi hususlardır. Diğer bir ifade ile genel olarak ümmetin, birisi topluluk diğeri de onları bir araya getiren şey olmak üzere iki öğesi bulunmaktadır. Kur'an'da da ümmet genellikle bu iki öğeyi bünyesinde toplayacak bir anlamda kullanılmaktadır. Ümmetin az ya da çok topluluk ifade eden anlamlarının dışındaki kullanımı ise oldukça azdır. Topuluklar -az ya da çok olsun- nitelik ve nicelik açısından değişik bir takım yapısal özelliklere sahiptirler. Farklı isimlendirilmeleri de bu özelliklere dayanmaktadır. Gerek nicelik ve gerekse nitelik açısından olsun her bir topluluğun bir isimlendirme yönü bulunmaktadır. Değişik özelliklere sahip olan ve farklı kelimelerle ifade edilen topluluklardan bir kısmı, Kur'an'da ümmet kelimesiyle anlatılmaktadır. Dolayısıyla ümmet kelimesi her geçtiği âyette aynı topluluğu anlatmamaktadır. Bu sebeple biz de ümmet kavramını hem nicelik ve hem de nitelik açısından incelemeye tâbi tutacağız. Ancak şunu belirtmeliyiz ki ümmet kelimesinin karşıladığı anlamların genelde her iki yönü de bulunduğundan bazen bunları bir arada belirtmemiz gerekecektir. Örneğin ümmet kavramını nicelik bakımından ele alırken daha sonra tekrardan kaçınmak için bazen onun nitelik yönünü de orada ifade etmeye çalışacağız. [135] Nicelik Bakımından Ümmet Topluluklar az ya da çok oluşlarına göre farklı adlandırılmaktadır. Biz de Kur'an'da geçen ümmet kelimesini öncelikli olarak bu yönden değerlendirmeye çalışacağiz. Ancak az önce de ifade ettiğimiz gibi yerine göre niceliğinden söz ederken bazen onun nitelik yönünü de burada ele alacağız. [136] 1- Grup-Cemaat Yapı ve büyüklüğü değişebilen, sayısal olarak az ya da çok sayıda insanlardan oluşmuş birlikleri ifade eden grup[137] şu şekillerde tanımlanmıştır: "Bir bütünün bir sınıflandırmadaki türdeş bölümü"[138]; "Bir bütünü oluşturan ve ortak özellikleriyle tanımlanan şeyler"[139]; "Benzerliklerin ya da ortak amaçların birleştirdiği kimselerden oluşan topluluk."[140] Niceliği bakımından gruba en yakın anlamlı kavram ise cemaattir. Cemaat de, "Aynı inanç, değer ve davranış kalıplarını benimsemiş, karşılıklı olarak yakın, içten, yüz yüze ve samimi ilişkilerle birbirine bağlı insanlardan oluşan homojen insanlar topluluğu."[141] şeklinde tanımlanmaktadır. Ümmet kelimesi aşağıdaki âyetlerde "toplum içinde bir grup, cemaat" ya da "küçük bir topluluk" anlamındadır. "İçinizden insanları hayra çağıran iyiliği emredip kötülükten men eden bir ümmet (grup/cemaat) olsun...."[142] mealindeki âyette geçen ümmet, toplum içinde bir grup ve cemaat anlamındadır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Kur'an'da genel olarak az ya da çok topluluk anlamı bulunan ümmet kelimesi, her geçtiği âyette aynı anlamı ifade etmemektedir. Söz konusu kelimenin anlamı yer aldığı âyetteki içerik ve bağlama göre değişiklik arz etmektedir. Ele aldığımız bu âyette de âyetin içerik ve bağlamından ümmet kelimesinin "toplum içinde bir grup" anlamını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bu anlamın verilmesine temel teşkil eden asıl unsur, âyetteki (min) harf-i ceri'nin yüklendiği anlamdır. Burada söz konusu harf-i cer'in yüklendiği anlam hususunda alimler arasında, (min)'in açıklamak (tebyîn) ve kısmilik (teb'îz) için olduğu şeklinde iki görüş bulunmaktadır. (Min) 'in açıklamak (tebyin) için olduğunu söyleyenlere göre, iyiliği emir, kötülükten nehiy bütün müslümanlar üzerine vaciptir. Âl-i İmrân sûresi 110. âyet buna delil olarak zikredilmektedir, Bununla beraber bu vazife her ne kadar bütün müslümanlar üzerine vacip ise de içlerinden bir grup bu vazifeyi yerine getirirse o zaman sorumluluk diğerlerinden düşer. Buna göre, söz konusu görevin yerine getirilmesi bir grubun veya toplum içerisinde bir cemaatin sorumluluğuna terkedilmiş olmaktadır. (Min)"in azlık, kısmilik (teb'îz) için olduğunu söyleyenlere göre, toplumu teşkil eden insanların tamamının, iyiliği emir ve kötülükten nehiy görevini yerine getirmeleri beklenemez. Zira toplum içinde hastalar, âcizler ve câhiller bu görevi yapamazlar.[143] Dolayısıyla bu mükellefiyet bu görevi yapabilecek olan din âlimleri içindir. Zira âlimler de topluluğun bir kısmını teşkil etmektedir.[144] Müfessirlerimizin büyük çoğunluğuna göre (min) harf-i ceri, azlık, kısmilik (teb'îz) içindir. Bu görüşte olan müfessirler buradaki ümmet kelimesine, "grup, âlim ve davetçiler cemaati" gibi anlamlar vermişlerdir.[145] Bu anlamı veren müfessirlerden Râgıb el-İsfahânî (502/1108) ve Fîrûzâbâdî (817/1414), bu grubun niteliklerine de işarette bulunarak buradaki ümmete "ilim ve sâlih amel sahibi ve başkalarına örnek olabilecek bir cemaat" şeklinde anlam vermektedirler.[146] Bize göre de âyette geçen ümmet kelimesiyle "toplum içinde bir cemaat" kastedilmektedir. Bunlar da din âlimlerinden oluşan bir topluluktur. Çünkü âyette emrolunan hayra davet, iyiliği (ma'ruf) emretme, kötülükten (münker) sakındırma görevini yapacak kişiler neyin hayır, neyin ma'ruf ve münker olduğunu bilmek durumundadırlar. Ayrıca bu görev bilginin yanında tecrübe, sabır, olgunluk, güzel ahlâk ve güzel konuşma gibi özellikleri gerektiren bir görevdir. Bunlar da ancak müslümanlar arasında yetişmiş, seçkin bir toplulukta bulunabilir.[147] Câhil kişiler bunlan bilemeyeceklerinden çoğu kez insanlan iyilikten uzaklaştırıp kötü yollara sevk edebilirler. Ayrıca iyilik ve kötülüğü ayırt edecek bilgiden yoksun olanlar nerede ve nasıl davranacaklarını da pek bilemezler. Mesela yumuşak davranacakları yerde sert ve kırıcı davranarak belki de bir kısım insanların dinden daha da uzaklaşmalarına sebep olurlar.[148] Bu âyetteki ümmet kelimesini, "Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup (nefer) dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onlan ikaz etmek için geride kalmahdır. Umulur ki sakınırlar.[149]" âyetinde grup anlamında olan nefer kelimesi güzel bir şekilde açıklamaktadır.[150] Ümmetin "grup" anlamında olduğunu ifade eden bir diğer âyet de şöyledir; "Hepsi bir değildir. Ehl-i kitabın içinde, istikamet sahibi bir topluluk (ümmetün kâimetün) vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar."[151] Ayette geçen ümmetün kâimetün dosdoğru, hakşinas, âdil, müstakim, Allah'ın emrini yerine getiren topluluk anlamındadır.[152] Görüldüğü gibi bu âyette ehl-i kitaptan iman edip salih amel işleyen kimseler, ümmet kelimesi ile (ümmetün kâimetün) ifade edilmektedir. Ayrıca bu âyeti takip eden âyetlerde söz konusu kimselerin şu özelliklerinin vurgulandığını görmekteyiz: "Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten sakındırırlar. Hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir. Onlar ne hayır işlerlerse, hiç bir zaman mahrum bırakılacak değillerdir. Allah takva sahiplerini bilir." [153] Müfessirlerin çoğunluğunun tercihine göre buradaki ehl-i kitaptan maksat, Mûsâ (a.s) ve İsâ (a.s)'a iman etmiş olan yahudi ve hiristiyanlardır.[154] Bir kısım müfessirler ise bunu, kendilerine kitap verilmiş olan müslümanları da kapsayan genel bir ifade[155] diye yorumlamışlardır. Bu âyetin iniş sebebi hakkında birkaç rivayet nakledilmektedir. Bir rivayete göre, Abdullah b. Selâm, Sa'leb b. Saîd ve Üseyd b. Ubeyd gibi zatlar müslüman olunca, diğer bazı yahudiler bunları kötülemeye başlamış, âyet de bu müslümanların faziletini bildirmek üzere inmiştir. Bir başka rivayete göre ise âyet, hıristiyanlardan müslüman olan yetmiş beş kişi hakkında nazil olmuştur.[156] Beraber bu âyetin, kitap ehlinin hepsinin aynı olmadığını, içlerinden güzel özelliklere sahip kişilerin bulunduğunu bildirmek için indiği de söylenmiştir.[157] Yine müfessirlerden bir çoğundan nakledilen meşhur görüşe göre sözü edilen âyet, ehl-i kitap bilginlerinden iman eden bir grup hakkında nazil olmuştur.[158] Yukarıda zikredilen iniş sebeplerini de göz önünde bulundurarak âyeti şöyle yorumlamak mümkündür: "Daha önce kötülenen ehl-i kitap[159] ile, onlar arasından iman eden kimseler (ümmetün kâimetün) aynı seviyede değildirler."[160] Bu açıklamalardan da burada geçen ümmet'in "toplum içinde bir grup, cemaat" anlamında olduğu anlaşılmaktadır. Bir çok müfessir de âyette geçen ümmetin bu anlamı ifade ettiğini belirtmektedir.[161] Konumuzla ilgili ele alacağımız bir diğer âyet de şudur: "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni dosdoğru uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklannın altından (bol bol nzık) yiyeceklerdi (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı). Onlardan mu'tedil bir zümre (ümmetün muktesidetün) vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!"[162] Bu âyette geçen ümmet kelimesi muktesidetün ifadesi ile farklı bir nitelik kazanmıştır. Ne yapacağını bilen, ifrat ve tefritten sakınarak ölçülü davranan, işlerinde adalet üzere hareket eden topluluk anlamında[163] olduğu belirtilen ümmetün muktesidetün'ün kimler olduğu hakkında iki görüş bulunmaktadır. Birinci görüş: Bu görüşte olanlara göre bunlar, Yahudi ve Hıristiyan gibi Kitap ehlinden iman eden kimselerdir.[164] İkinci görüş: Bu görüşte olanlara göre ise bu topluluktan maksat, "Ehl-i kitaptan öyle kimseler var ki, ona kantarla emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder..."[165] mealindeki âyette de işaret edildiği üzere Ehl-i kitap içerisinde Hz. Peygamber'e inanmamakla beraber katı bir inat ve sert tutumu bulunmayan, dürüst ve insaf sahibi kimselerdir.[166] Tefsirinde her iki görüşe de yer veren Elmalılı Hamdi Yazır ikinci görüşü tercih etmektedir.[167] Bizce de bu görüş daha isabetlidir. Çünkü âyetin bağlamından bu kişilerin Ehl-i kitaptan oldukları anlaşılmakla beraber, Hz. Peygamber'e inandıklarına dair bir işaret bulunmamaktadır. Bu nedenle bunların Ehl-i kitaptan inat ve sert tutum sahibi olmayan, dürüst ve insaflı kişiler olduğunu ifade eden yorumun doğru olduğunu düşünüyoruz Burada ele aldığımız âyetin hem içeriğinden ve bağlamından, hem de müfessirlerin bu husustaki açıklamalarından ümmetin, "toplum içinde bir grup, cemaat" anlamını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Ümmetin grup ve cemaat anlamına geldiğini gösteren bir başka âyet de şudur: "Musa'nın kavminden doğru yolu gösteren ve onun ışığı altında âdil davranan bir topluluk (ümmet) vardır. "[168] Bu âyette az ya da çok topluluk anlamıyla yer alan ümmetle kimlerin kastedildiği hususunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.[169] Bu görüşleri toplu olarak bir arada değerlendirdiğimizde, âyetin zahirinden ilk bakışta bunların, Hz. Musa'nın Peygamber olarak gönderildiği dönemde kavmi içerisinde doğru yolu gösteren ve adaletle davranan mümin cemaat ve topluluklar olduğu anlaşılmaktadır. Yani Hz. Musa'ya inanan, doğru yolu gösteren ve adaletle davranan herkes bu topluluğun (ümmet) içerisindedir. Dolayısıyla Hz. Mûsâ'nm kavmi içindeki peygamberler, onlara uyan âdil hükümdarlar[170], doğru yolu gösteren din alimleri ve halktan bunlara uyan insanların hepsi bu topluluğun (ümmet) içerisinde yer almış olmaktadırlar.[171] Bununla beraber âyetteki ümmetin, Hz. Musa'dan sonraki dönemlerde, onun kavminden olan peygamberleri, onlara uyan âdil hükümdarları, doğru yolu gösteren din alimlerini ve halktan bunlara uyan insanları da kapsadığı söylenebilir.[172] Buna göre Hz. Muhammed zamanında yaşayan Abdullah b. Selâm ve İbn Sûriyâ gibi Hz. Mûsâ'nın neslinden olup Müslüman olanlar da söz konusu âyette geçen ümmet'in içerisinde sayılırlar.[173] Bu yoruma göre, buradaki ümmet, aynı zamanda, aynı mekanda ve aynı önder etrafında toplanan belli bir grubu değil, farklı zamanlarda aynı inancı paylaşan ve farklı önderler etrafında toplanan bir grubu ifade etmektedir. "Biz onları (İsrailoğullarını) on iki kabileye, o kadar ümmete (ümem) ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Musa'ya, 'Asanı taşa vur!' diye vahyettik. (O da taşa vurunca) taştan on iki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bulutla gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. (Onlara dedik ki:) 'Size verdiğimiz nzıkların temizlerinden yiyin.' Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) bize değil kendilerine zulmediyorlardı."[174] mealindeki âyetinde de çoğul formu olan ümem şeklinde yer alan ümmet sosyal bir grup olan kabile, boy anlamında kullanılmaktadır. Müfessirler, zikri geçen âyetteki ümem kelimesini, cümle içerisindeki i'rap durumuna göre açıklamaya çalışmışlardır. Bilindiği üzere i'raptaki farklılıklar anlama da yansımaktadır. Buna göre bazı tefsirciler, âyette yer alan ümemen kelimesini isnetey aşerete (on iki) ifadesinden bedel[175] kabul etmişlerdir. Bu durumda âyetin anlamı, "onları ümmetlere ayırdık." şeklinde olur. Bazıları ise, ümemen kelimesini esbât kelimesinin sıfatı[176] yahut ondan bedel[177] saymışlar, diğer bazıları da söz konusu kelimenin temyiz[178] olduğunu söylemişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki, âyette ümemen olarak yer alan ümmetin buradaki anlamını tespitte, kendinden önce geçen esbât kelimesi bize yardımcı olacaktır. Her ne kadar farklı bir takım yaklaşımlar olsa da[179] âyetteki ümemen kelimesi, kendinden önceki esbât kelimesini açıklamaktadır. Esbât aynı babanın çocuklarından gelen nesilleri ifade etmektedir.[180] Müfessirler, bu âyette yer alan esbât kelimesini, tek bir babanın çocukları olarak çoğalıp yeni sosyal birlikler oluşturan, aynı etnik kökenli grup anlamındaki kabîle/boy[181] diye tefsir etmişlerdir.[182] Buna göre âyetteki ifadelerden İsrailoğullarının on iki kabileye ayrıldığı, her bir kabilenin de aynı zamanda birer ümmet olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu durum bize âyette geçen ümmet kelimesinin burada sosyal grup ifade eden kabîle/boy/oymak anlamında olduğunu düşündürmektedir.[183] Buna göre Yâ'kûb (a.s)'ın on iki oğluna dayanan on iki kabileyi[184] ümmet kılan husus, her bir kabilenin farklı bîr lider etrafında[185] toplanmış olmalarıdır.[186] "Onları (İsrâiloğullannı) grup grup ayrı topluluklar (ümemen) halinde yeryüzüne dağıttık. Aralarında sâlih olanlar da vardı. Böyle sâlih olmayanlar da. (Kötülüklerinden) belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik. "[187] mealindeki âyette ümem formunda geçen ümmet de yine grup anlamındadır Bu âyette İsrailoğullarının çeşitli ümmetler halinde yeryüzüne dağıtıldığı, dağılan bu grupların içinden bazılarının iyi, bazılarının ise böyle olmadığı anlatılmaktadır. Ayette çoğul (ümem) formunda yer alan ümmet ifadesinden, mümin olsun veya olmasın, yeryüzünün değişik yerleşim bölgelerine dağılmış olan İsrâiloğullarına mensup cemaat, grup ve topluluklar anlaşılmaktadır.[188] Aşağıda meali zikredilen âyette geçen ümmet de grup anlamındadır. "İçlerinden bir topluluk: "Allah'ın helak edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?" dedi. (Öğüt verenler) dediler ki: 'Rabbinize mazeret arz edebilmek için! Bir de ne bilirsiniz, olur ki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz)' ".[189] Bu âyette geçen ümmet kelimesi ile kimlerin kastedildiğini tespit edebilmek için bir önceki âyete de bakmamız gerekmektedir ki bu âyetin meali şöyledir: "Onlara, deniz kıyısında bulunan kasaba/şehir halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, Cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk."[190] Bu iki âyetten anlaşıldığına göre, İsrailoğullarının oturduğu kasaba halkından bazıları Allah'ın kendileri için koymuş olduğu Cumartesi günü iş yapma yasağını ihlal etmekte ısrarlı davranmışlardı. Bunun üzerine, kasaba halkından olup da bu yasakları ihlal etmeyen sâlih insanlardan bazıları, bu günahları işlemeye devam edenlere, bunlardan vazgeçmeleri için öğüt vermişlerdi. Ancak yine bu kasaba halkından olup da bu günahları işlemeyen ve öğüt vermenin de bir faydası olmayacağını düşünenlere, öğüt veren sâlih kişiler, "Rabbinize mazeret arz edebilmek için! Bir de ne bilirsiniz, olur ki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz)" demişlerdi. İşte âyette geçen ümmet ile bu grup kastedilmektedir. Diğer bir ifadeyle üç gruba ayrılan kasaba halkından bir kısmı Cumartesi günü yasaklarını ihlal ederek günah işlemeye devam ederken, bir grup onları bu günahı işlemekten men ediyor, diğer bir grup ise söz konusu yasağı ihlal etmemiş olmakla beraber (günah işlemekte ısrar edenlerin öğüt almalarından ümit kestiklerinden ötürü) öğüdün onlara fayda vermeyeceğini düşünüyorlardı. Burada ümmet kelimesi ile ifade edilen, bu üç grup içerisindeki öğüt veren salih kişilerdir.[191] Bu görüş aynı zamanda müfessirlerin çoğunluğunun tercih ettiği görüştür.[192] Bîr kısım müfessirlere göre de kasaba halkı iki gruptur. Bunlardan bir grubu günah işliyor, diğer grup da onlara öğüt veriyordu. Bu müfessirlere göre günahkar grup öğüt verenlere, "Size göre Allah'ın helak veya azap edeceği bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz?" diyorlardı. Bu görüşte olanlara göre, âyetteki ümmet kelimesi ile günahkar grup kastedilmektedir.[193] Ancak bizim kanaatimize göre âyetin hem üslûbu ve hem de âyette yer alan bazı zamirler bu görüşü isabetli kılmamaktadır. Ümmetin grup anlamında olduğunu ifade eden bir diğer âyet de şudur: "Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir topluluk (ümmet) bulunur. "[194] Bu âyetten önceki "Andolsun, cehennem için de bir çok cin ve insan yarattık ki kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır."[195] mealindeki âyette yaratılan insan ve cinlerden pek çoğunun gaflet ve dalalet içerisinde olduğu anlatılmaktadır. Bu âyette ise Allah'ın yarattıklarının tamamının böyle olmadığı, onlar arasında hakka rehberlik eden, adaleti tatbik eden kişi ve toplulukların da (ümmet) bulunduğu bildirmektedir.[196] Müfessirlerin pek çoğu bu âyetin, "Musa'nın kavminden doğru yolu gösteren ve onun ışığı altında âdil davranan bir topluluk (ümmet) vardır." mealindeki Ârâf sûresi 159. âyetin bir benzeri olduğunu düşünerek, burada zikredilen ümmet ile Muhammed ümmetinden insanlara hakkı gösteren ve onu uygulayanların kastedildiği görüşünü ileri sürmüşlerdir.[197] Onların bu konu ile ilgili delil olarak ileri sürdükleri hadislerden birisi de şudur[198]: "Allah'ın emri gelinceye kadar ümmetimden hakka yardım eden bir topluluk (ümmet) bulunacaktır. Yalanlayanlar ve muhalefet edenler onlara zarar vermez." [199] Kanaatimize göre âyetteki ümmet, yaratılanlar arasında hakkı gösteren ve bununla amel eden herkesi içine alır. Buna göre, her zaman ve mekanda hakka rehberlik eden ve âyette bahsedilen sıfatlarla donanmış bulunan her bir kişi ve topluluk -ki bunlar mümin cemaat ve topluluklardır- burada geçen ümmet'in kapsamı içerisine girerler. Nitekim Râzi'nin yorumu da bu doğrultudadır.[200] "Mûsâ, Medyen suyuna varınca, suyun başında (hayvanlarını) sulamakta olan bir grup insan (ümmet) gördü. Onlardan biraz ötede kendi hayvanlarını (suya salmamak için) uzak tutmaya çalışan iki kadın gördü. Mûsâ onlara: "Arzunuz nedir"? dedi. Onlar, "Çobanlar (er-Riâu) sulayıp çekilmeden biz (onlann içine sokulup hayvanlarımızı) sulayamayız. Babamız ise çok yaşlı bir adamdır." diye cevap verdiler."[201] mealindeki âyette geçen ümmet te grup anlamındadır. Burada ümmet, hayvanlarını sulayan bir grup insan topluluğunu anlatmaktadır.[202] Bu insanları ümmet kılan şey ise, onların aynı iş etrafında toplanan, yani aynı işi yapan insanlar olmalarıdır. Âyetteki er-riâu (çobanlar) kelimesinden bunların çobanlardan oluşan bir grup olduğu anlaşılmaktadır. Mâcid Arsan el-Kîlânî'nin de belirttiği gibi ümmet bu âyette aynı mesleğe sahip olan insanlar topluluğunu ifade etmektedir.[203] Özetle söyleyecek olursak, ele alıp incelemeye çalıştığımız bu âyetlerde "ümmet" kelimesi, toplumun tamamı anlamında değil, belirli özellikleri bulunan, aynı gaye etrafında kümelenmiş toplumun belli bir kesimi/grubu anlamında kullanılmıştır. [204] 2- Topluluk Toplama kökünden türetilmiş Türkçe bir isim olan topluluk; "aynı cinsten nesnelerin bir araya gelmesiyle oluşan küme"[205] "ortak bir etkinlik, ortak çıkarlar nedeniyle, görüş ya da karakter birliğiyle bir araya gelmiş insanların tümü"[206]; "bir yerde toplanmış olan, hazır bulunan insan grubu[207]; "sınırları belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve bir uygarlığı paylaşan bireylerin oluşturduğu değişik boyutlardaki insan kümesi"[208] şekillerinde tanımlanmaktadır. Ümmet kelimesinin Kur'an'da zaman zaman bu anlamda da kullanıldığını görmekteyiz. Meselâ Nahl sûresi 92. âyette yer alan her iki ümmet te bu anlamdadır. Söz konusu âyet şöyledir; "Bir topluluk (ümmet) diğer bir topluluktan (ümmet) (sayıca, malca ve kuvvetçe) daha çoktur diye yeminlerinizi, aranızda bir hile ve fesat sebebi yaparak, ipliğini iyice eğirip büktükten sonra, (tekrar) çözüp bozan kadın gibi olmayın. Allah, bununla sizi imtihan etmektedir. Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi kıyamet gününde mutlaka size açıklayacaktır.”[209] Ayette iki ayrı ümmet kelimesi geçmektedir. Her ikisi de topluluk anlamında olmakla beraber ikisi de farklı toplulukları göstermektedir. "En tekûne ümmetün hiye erbâ min ümmetin" "Bir topluluk (ümmet) diğer bir topluluktan (ümmet) (sayıca, malca ve kuvvetçe) daha çoktur diye " ifadesinde geçen ilk ümmet kelimesinin içerdiği insanlar topluluğu, ikinci ümmet kelimesinin içerdiği insanlar topluluğundan hem sayısal açıdan daha fazla ve hem de kuvvet itibariyle daha güçlüdür. Demek ki âyetteki ilk ümmet, ikinci ümmete nispetle daha kalabalık ve güçlü olan insan topluluğunu ifade eder. Âyet, müminlerin bir toplulukla yaptıkları anlaşmalara ya da verdikleri söze sadakat göstermelerini, o topluluktan daha güçlü bir topluluğun hatırı için yaptıkları anlaşmalardan ve verdikleri sözlerden vazgeçmemelerini yani zayıf topluluklarla yaptıkları anlaşmaları güçlü toplulukların hatırına bozmamalarını, bu şekilde davranan topluluklar gibi davranmamalarını emretmektedir.[210] Bazı müfessirlere göre böyle davrananlar bazı Arap kabileleridir.[211] Bunlar diğer bazı kabilelerle dostluk anlaşması yapıyorlar, sonra anlaştıkları bu kabilelerden daha kuvvetli bir kabile ile karşılaştıklarında ilk yaptıkları anlaşmayı bozarak ve bu kabilelere de ihanet ederek güçlü olan kabilelerle birlikte hareket ediyorlardı.[212] İbn Kuteybe (276/889) bu âyeti çoğu müfessirden farklı anlayarak âyette geçen ümmete, müslüman toplum arasından bir grup anlamını vermiştir.[213] Esed de söz konusu kelimeyi bu şekilde yorumlamaktadır.[214] Enbiyâ sûresi 92. ve Mü'minûn sûresi 52. âyetlerinin "Şüphesiz bu sizin ümmetiniz (cemaatiniz) bir tek ümmet (aynı din -İslam- etrafında toplanan topluluk) tir." kısmında geçen ümmet de ileride de ifade edeceğimiz üzere peygamberlerin tevhit inancında birleşen bir topluluk olduğunu anlatmaktadır. Aynı şekilde yine ileride üzerinde duracağımız Bakara sûresinin 134. ve 141. âyetlerinin "Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir." kısmında geçen ümmet te, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshâk, Hz.Yakub ve onların mümin olan oğulları ve torunlarının mümin bir topluluk olduğunu anlatmaktadır. Ancak bu dört âyette de geçen ümmet, sadece aynı zaman dilimi içerisinde ve aynı mekanlarda bir araya gelen topluluğu anlatmayıp, belli bir inanç üzerindeki birlikteliği anlatmaktadır. Yine ileride ele alacağımız "Hem yerde yürüyen hiçbir canlı (dâbbe), kanatlarıyla uçan hiç bir kuş türü yoktur ki sizin gibi birer topluluk (ümmet) teşkil etmesinler." mealindeki En'âm sûresi 38. âyette çoğul formunda ümem olarak geçen ümmet de canlı hayvan cins ve topluluklarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Âyette insanların dışındaki bazı canlıların da insanlar gibi topluluklar olduğu ifade edilmektedir. [215] 3- Toplum-Millet Sosyolojik bir terim olan toplum (es.t. cemiyet, fr.societe, ing.society), "yaşamlarını sürdürmek, bir çok temel çıkarlarını gerçekleştirmek için iş birliği yapan, aynı toprak parçası üzerinde birlikte yaşayan ve ortak bir ekini olan insan kümesi"[216]; "ortak yasalara uyarak bir arada yaşayan insanlar topluluğu"[217]; "örgütlenmiş gruplar halinde yaşayan insan topluluğu"[218]; "işlevsel ve kültürel bir birim niteliği kazanmış, betimlenebilir coğrafî alanlar işgal etmekte olan bir insan kümesi"[219]; "amaçlı ve usa uygun bir biçimde örgütlenmiş, ortak yaşam ve çalışmanın sonucunda varlık kazanmış insan kümesi"[220]; "belirli bir coğrafi bölge üzerinde temel ihtiyaçlarını karşılamak için örgütlenmiş, aralarındaki etkileşim ve iletişimi düzenleyen kuralları ve kurumsal ilişkileri olan, benzerlerinden göreceli de olsa farklı özellikler taşıyan, hem biyolojik hem de kültürel olarak kendisini yeniden üretecek mekanizmalara sahip, görece büyük insan topluluğu"[221] şeklinde tanımlanmıştır. Toplumun mahiyeti konusunda bu tanımların dışında farklı bazı tanımlar da yapılmış olmakla beraber genellikle toplum denilince, belirli bir coğrafyada yaşayan sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için etkileşen ve ortak bir yasa ve kültürü paylaşan çok sayıda insanın oluşturduğu birlikteliğin adı anlaşılmaktadır. İnsanların toplu halde yaşamaları zorunluluktan kaynaklanan bir husustur. Zira insanlar birbirlerine muhtaçtırlar. Bu sebeple insanlığın ne kadar eski tarihine inilirse inilsin daima grup ve topluluklar halinde yaşadıkları görülür. Toplum hayatı insanların belirli amaçlar etrafında birleşmeleri neticesinde oluşmaktadır. Bu sebeple amaçsız insanların oluşturdukları topluluklara toplum denmemektedir.[222] Toplumsal hayatın gerçekliliği insanların şuurlu karşılıklı ilişkilerine dayanmaktadır. Bu sebeple "şekilsiz ve düzensiz toplum hiçbir zaman var olmamıştır. Her toplumun bir şekli, yapısı, yerleşmiş gelenekleri ve görenekleri, uyulmakta olan kanun ve kaideleri vardır."[223] Köklü kurallar, kurumsal ilişkiler, gelenek ve görenekler bütünü olan toplum, insanlar arası karşılıklı ilişkilerin ve toplumsal olguların kaynaştığı sosyal münasebetler ve teşkilatlar ağıdır.[224] Millet (ulus) ise dilimizde, "çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan; aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus"[225] "belli bir yurt üzerinde ortaklaşa tarihe sahip olarak yaşayan, birbirlerine ülkü bağlarıyla bağlı bireylerden meydana gelen sosyal bir topluluktur"[226]; şeklinde tanımlanmaktadır. Durkeim (Ö.1917) de milleti şöyle tanımlamaktadır: "Millet, etnolojik veya tarihi esaslara istinaden, aynı kanunlar altında, ayrı bir devlet olarak yaşamak arzu ve iradesini besleyen fertlerden mürekkep bir beşerî zümredir."[227] Toplum ve milletin alt birimini oluşturan kavim ve nesil kelimelerini de yeri gelmişken kısaca ele almamız ve tanımlamamız gerekmektedir. Zira Kur'an'da ümmet zaman zaman bu kelimelerin karşılığı olarak da geçmektedir. Buna göre kavim: "töre, dil ve kültür birliği içinde bulunan ve soyca birbirlerine bağlı olan insan topluluğu"[228]; "muayyen bir vatana yerleşmemiş, müşterek bir tarih şuuru ile ayrı bir kültür yaratmamış olan göçebe veya yerli dil ve soy birlikleridir."[229] şekillerinde tanımlanmaktadır. Aynı kavimden milletler oluşabileceği gibi, bir kaç kavmin birleşmesiyle de millet oluşabilir. Kavim, milletin oluşmasında ham madde vazifesini görür ve milletten tamamen ayrıdır.[230] Mesela, "İngilizler Kelt, Anglosaxon, Normon kavimlerinin; Almanlar Germen, Slav, Latin; Birleşik Amerikalılar Anglosaxon, Latin, yerli kavimlerinin karışmasından doğmuşlardır. Buna mukabil Latin kavmi parçalanarak Fransız, İtalyan, İspanyol; Germen kavmi bölünerek Alman, Danimarka, Hollanda milletlerinin doğmasına sebep olmuştur."[231] İleride belirteceğimiz üzere bazı âyetlerde geçen ümmet, özellikle peygamberlerin kavimlerini ifade eder. Kavim bir peygambere izafe edildiği zaman, aynı soydan gelen insanların oluşturduğu topluluğu anlattığı gibi vatan veya başka sosyal bağlardan biriyle birbirine bağlı topluluğu da diğer bir ifadeyle bir peygamberin gönderildiği toplumu anlatmaktadır.[232] Bir peygamberin kavmi aynı zamanda onun ümmetidir. Bu sebeple peygamberle ilişkili kavim, ümmeti ifade eder. Yukarıda sözünü ettiğimiz nesil ise, kuşak, aynı asırda birlikte yaşayan insanlar topluluğu anlamındadır.[233] Ümmet kelimesi, aşağıda meallerini vereceğimiz âyetlerde toplum ve millet anlamındadır. Ancak bu toplum kendilerine peygamber gönderilen bir toplumdur. Bu durum hem âyetlerin içeriğinden ve hem de siyak-sibakından anlaşılmaktadır. Her ümmete kurban ibadetinin ve bir ibadet yönteminin bildirildiğini belirten âyetlerde yer alan ümmet, toplum, millet, kavim[234] gibi insan topluluklarını ifade etmektedir. Konu ile ilgili âyetler şunlardır: "Biz, her ümmet için kurban kesmeyi bir kulluk eylemi olarak öngördük ki kendilerine rızık olarak sağladığımız hayvanları keserken Allah'ın adını ansınlar. İşte sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. Şu halde yalnız ona teslim olun. Ve sen de (ey Peygamber!) tüm iyi yürekli, alçak gönüllü kimseleri müjdele. "[235] "Biz, her ümmete tutacakları bir ibadet tarzı gösterdik. Öyle ise onlar bu işte seninle asla çekişmesinler. Sen, Rabbine davet et. Zira sen, hakikaten dosdoğru bir yoldasın. "[236] Bu âyetlerden ilkinde, kurban ibadetinin bütün ümmetlerin ibadetleri arasında yer aldığı vurgulanırken, ikincisinde ise her topluma Allah tarafından bir ibadet tarzının gösterildiği haber verilmektedir. Allah hem ibadetleri ve hem de yöntemlerini toplumlara ancak gönderdiği peygamberleri vasıtasıyla bildirir. Gönderilen peygamberler de, Allah'a kulluğun nasıl yapılacağını bizzat yaşayarak toplumlarına gösterirler. Her ümmetin (toplum, millet) bir yaşama süresinin (ecel) olduğunu, bu süreyi dolduran toplumların yok olacağını ve bunda takdim-tehirin mümkün olmadığını bildiren aşağıdaki âyetlerde geçen ümmete toplum, millet, kavim, nesil gibi anlamlar verilebilir. Zira ümmet bu âyetlerde farklı dönemlerde yaşayanları değil de, aynı asır ve aynı bölgede yaşayan toplulukları anlatmaktadır. Söz konusu âyetler şöyledir: "Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler. "[237] "De ki: 'Ben kendime bile Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler."[238] "Hiç bir ümmet, ecelinin önüne geçemez, ve onu geciktiremez.”[239] "Hiç bir ümmet, ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir. "[240] İbn Kesîr (774/1373), meallerini zikrettiğimiz birinci ve ikinci âyetlerde geçen "ve li külli ümmetin ecel" (Her ümmetin bir eceli vardır.)'deki ümmete "nesil" anlamını vermektedir.[241] Elmalılı Hamdi Yazır (1348/1942) ise, A'râf sûresi 34. âyette geçen "ve li külli ümmetin" 'deki ümmeti, "az veya çok her cemaat, büyük veya küçük her kavim ve devlet" şeklinde açıklamaktadır.[242] Esed (ö.1992) de söz konusu âyetteki ümmetin toplum, halk, topluluk anlamlarına işaret ettikten sonra[243], aynı konu ile ilgili olarak Hicr sûresi 5. âyetin açıklamasında ümmeti, onun en geniş anlamı kabul ettiği 'uygarlık' şeklinde yorumlar.[244] Bu âyetlerde geçen ümmetin anlamını tespit edebilmek için bağlamlarını da göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Söz konusu âyetlerin bağlamlarında Mekke müşriklerinin inkarlarını bırakmalarına yönelik tehdit üslubu göze çarpmaktadır. Ümmetlere peygamberler gönderildiğini ve her ümmetin bir peygamberinin olduğunu bildiren şu âyetlerde, ümmet toplum, millet, kavim, gibi anlamları ifade etmektedir. "Andolsun ki, senden önceki ümmetlere (ilâ ümemin) de peygamberler göndermiş, Rablerine boyun eğsinler diye onları darlık ve sıkıntılara uğratmıştık."[245] "Her ümmetin bir peygamberi vardır (li külli ümmetin resul). Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez."[246] "(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin (ümem) gelip geçtiği bir ümmete (fî ümmetin) gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahman'ı inkar ediyorlar. De ki: O benim Rabbimdir. Ondan başka tanrı yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüş sadece O’nadır."[247] "Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). O, bugün de onların dostudur. Ve onlar için elem verici bir azap vardır. "[248] "Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her ümmet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) gelmiştir."[249] Yukarıda meallerini sunduğumuz Enam sûresi 42. ve Nahl sûresi 63. âyetlerindeki, "senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik" ifadesi Hz. Peygamber'den önceki bütün toplum, millet ve kavimleri anlatmaktadır. Zira her toplum ve kavme bir peygamber gelmiş veya onun mesajı ulaşmıştır.[250] Yunus sûresi 47. âyetinde yer alan "her ümmetin bir peygamberi vardır." ifadesinin tefsirinde Mevdûdî (ö.1979) şunları söylemektedir: "Buradaki ümmet kelimesi yalnızca bir kavim ve topluluk anlamına gelmez; aralarında yaşamıyor olsa bile kendilerine gönderilmiş bir peygamberin mesajını almış tüm insanları kapsar. Bundan da öte, bir peygamberin mesajı tahrife uğramadan kaldığı ve insanlar içinde o mesajın hakiki anlamını bilenler bulunduğu sürece o toplum o peygamberin ümmeti olarak sayılacak... Bu ölçüye göre tüm dünya halkları Hz Muhammed (a.s.)'in ümmetidir. Ve Kur'an, bugün olduğu gibi orijinal ve tam şekliyle neşredildiği sürece bu böyle olmaya devam edecektir. Âyetin anlamını 'Her ümmet için kendi içinden bir peygamber vardır' biçiminde değil de, 'Her ümmetin bir peygamberi vardır' biçiminde belirlememiz bu yüzdendi."[251] "(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin (ümem) gelip geçtiği bir ümmete (fî ümmetin) gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın."[252] mealindeki Ra'd sûresi 30. âyette belirtilen kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmetten maksat, Hz Muhammed'in peygamber olarak gönderildiği son ümmet,[253] yani Muhammed ümmeti (ümmet-i davet) dir. Ancak ilk bakışta âyetteki ifadelerden bu ümmetle kastedilenin, özel anlamda Hz Muhammed'in içinde yaşadığı toplum anlaşılsa da, genel anlamda inansın ya da inanmasın, Hz. Muhammed'in mesajına muhatap olan herkes anlaşılmalıdır. Zira Hz. Muhammed'in mesajına muhatap olan herkes genel anlamda Muhammed Ümmeti'nin içerisinde yer alır.[254] Tüm insanlığa gönderilen[255] Hz. Muhammed, evrensel bir peygamber[256] olduğu için bütün insanlar onun davet ve mesajına muhataptır. Buna göre gerek Hz. Muhammed döneminde, gerek ondan sonra günümüze kadar ve gerekse günümüzde yaşayan ve kıyamete kadar yaşayacak olan bütün insanlar, ister iman etmiş olsun (mümin), ister olmasın (kâfir); Hz. Muhammed'in davet ve mesajına muhatap olmaları açısından onun ümmeti (ümmet-i davet) dirler.[257] Âyette yer alan gelip geçen ümmetlerle (ümem) de, Hz Muhammed'in içinde yaşadığı toplumun öncesindeki bütün ümmetler kastedilmektedir. Âyetin bağlamından da böyle anlaşılmaktadır. "Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her ümmet için mutlaka bir uyarıcı gelmiştir." mealindeki Fâtir sûresi 24. âyette geçen ümmet'i, Zemahşerî (538/1143), Beyzâvî (685/1286) ve Nesefî (710/1310), bir dönemin halkı (ehlu asr) diye açıklarken[258], Esed (ö.1992), aynı cinsten insanlar topluluğu, kavim, toplum anlamını tercih eder.[259] Aşağıda meallerini vereceğimiz her ümmetten bir şahit getirileceğini bildiren âyetlerdeki ümmet de toplum, millet, kavim, gibi anlamları ifade etmektedir. "Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!"[260] "Her ümmetten bir şahit çıkaracağımız gün, artık kâfirlere ne konuşmaları için izin verilecek ne de onların özür dilemeleri için imkan verilecek.”[261] "O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit getiririz. Seni de onların üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik."[262] "(O gün) her ümmetten bir şahit çıkarırız, (kâfirlere de): Haydi bakalım kesin delilinizi getirin! deriz. O zaman bilirler ki hakikat Allah'a aittir ve uydura geldikleri şeyler (putlar) da kendilerinden ayrılıp kaybolmuşlardır."[263] Bu âyetlerde hesap günü[264] Allah'ın her toplumdan şahitler çıkaracağı, Hz. Muhammed'in de kendileri için gönderildiği ümmetin şahidi olacağı belirtilmektedir. Tefsircilerin çoğunluğu bu şahitlerin peygamberler olduğu görüşündedirler.[265] Zira onlara göre her bir peygamber aynı zamanda gönderildiği toplumun/kavmin yaptıklarına şahittir.[266] Ancak bazı tefsircilere göre ise bunlar, her zaman insanlara şahitlik yapan kimselerdir ki, bunlara peygamberler de dahildir. Her iki görüşe de tefsirinde yer veren Razi (606/1209), ikinci grup tefsîrcilerin görüşlerinin doğruya daha yakın olduğunu belirtmektedir.[267] Çünkü ona göre Allah, ümmetlerden şahitler çıkarma işinin her toplum ve cemaat için genel bir durum olduğunu bildirmektedir.[268] Bundan hareketle O, her asrın insanlarının, hallerini müşahede ettikleri diğer insanlara şahadette bulunacakları sonucunu çıkarmaktadır.[269] Netice olarak söz konusu âyetlerin bağlamlarından, ümmetin toplum, millet ve kavim gibi insan topluluklarını ifade ettiği, ancak bu toplulukların öyle rast gele değil de, kendilerine peygamber gönderilen veya peygamberlerin mesajları kendilerine ulaşan topluluklar olduğu anlaşılmaktadır. "(Müşriklerin) Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da haddi aşarak cahillikle Allah'a sövmesinler. Böylece biz her ümmete (li külli ümmetin) kendi işlerini kendilerine güzel gösterdik. Sonunda hepsinin dönüşleri Rablerinedir. Artık O yapmakta oldukları şeyleri onlara haber verecektir."[270] mealindeki âyetteki ümmet de toplum anlamındadır. Bu âyette müminlere, müşriklerin Allah'tan başka yalvardıkları tanrılarına sövmemeleri emredilmekte, her toplumun amelinin -ne kadar batıl olursa olsun- kendilerince güzel olduğu belirtilmektedir. Ayet herhangi bir milletin ne kadar batıl olursa olsun mukaddes saydıkları şeylere sövmekten müminleri sakındırmaktadır. Bazı müfessirler, "Böylece biz her ümmete kendi işlerini kendilerine güzel gösterdik." ifadesinde geçen ümmet ile kâfir ümmetlerin kastedildiğini söylemektedirler.[271] Bize göre ifade genel olup, hem kâfir hem de mümin ümmetleri içine alır. Çünkü kâfir için kendi batıl ameli nasıl güzel ise, mümin için de sâlih ameli kendisine güzeldir. İbn Abbas (68/687) da âyetin bu kısmını bu şekilde yorumlamaktadır.[272] Bu sebeple burada geçen ümmet kelimesi, toplum, millet, kavim, nesil gibi insan topluluklarını ifade etmektedir. Ümmetin toplum anlamında kullanıldığı bir diğer âyet te şudur: "Onlar, eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse, ümmetlerin (ümem) herhangi birinden daha doğru yolda olacaklarına dair en güçlü şekilde Allah'a yemin etmişlerdi. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince; bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi artırmadı."[273] Müfessirlerin bir kısmı, âyette sözü edilen yemini yapanların Mekkeli müşrikler olduğunu şu şekilde anlatmaktadır: "Resûlullah (s.a.v.) peygamber olarak gönderilmeden önce ehl-i kitabın, peygamberlerini yalanladıklarına dâir bilgiler Kureyş'e ulaşınca dediler ki: 'Allah, yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin. Onlara peygamberler geldi de onları yalanladılar. Vallahi eğer bize her hangi bir peygamber gelse, şüphesiz biz, yahudilerden, hıristiyanlardan ve diğerlerinden (her ümmetten) daha doğru yolda oluruz."[274] Her ne kadar bir kısım müfessirler buradaki ümmetle özellikle yahudi ve hıristiyanların kastedildiğini söylese de[275] âyetin bağlam ve içeriğinden, âyette sözü edilen ümmetlerle (ümem), Hz. Peygamber'den önce kendilerine ilâhi mesaj ulaşan ve uyarıcılar (peygamberler) gönderilen bütün ümmetlerin (toplum, millet ve kavim gibi bütün insan topluluklarının) kastedildiği anlaşılmaktadır. "O gün her ümmeti, diz çökmüş (veya toplanmış) görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır, (onlara şöyle denilir:) 'Bu gün, yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız!"[276] âyetinde geçen ümmet te toplum, millet anlamındadır. Bu âyette, âhirette her ümmetin Allah'ın huzurunda diz çökeceği (veya toplanacağı), kendilerine amel defterlerinin verileceği ve dünyada yaptıklarıyla cezalandırılacakları belirtilmektedir. Ümmetlerin mü'min ve kâfirleri âyetteki her ümmet ifadesi içerisinde yer alır.[277] Bu âyetten sonraki âyetlerde[278] de mü'min ve kâfirlerin akıbetleri anlatılmaktadır. Ümmetin toplum, millet anlamında kullanıldığı bir diğer âyet te şöyledir: "O gün, her ümmetten âyetlerimizi yalanlayanları bir grup halinde toplayacağız. Bunlar (topluca hesap yerine) sevk edileceklerdir. "[279] Ayette dünyada Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini yalanlayan inkarcı grup ve toplulukların âhirette karşılaşılacakları durumdan bahsedilmektedir. Bazı müfessirler bu âyette geçen ümmet kelimesine nesil/bir dönemin halkı (karn)[280] anlamını verirken, bazıları, din sahibi[281] anlamını vermişlerdir. Bu anlamların her biri burada geçen ümmet kelimesine verilebilir. Zira her nesil içerisinde ve her din topluluğu arasında Allah'ın âyetlerine iman edenler olduğu gibi onları yalanlayanlar da bulunmaktadır, "Onlardan önce Nuh kavmi ve bundan sonraki çeşitli topluluklar da yalanlamışlardı. Her ümmet (küllü ümmetin) kendi peygamberini (susturmak için) yakalayıp cezalandırmaya yeltendi. Hakkı yok etmek için batıl şeyler ileri sürerek tartışmışlardı. Bunun üzerine ben onlan kıskıvrak yakaladım. (Bak işte) cezalandırmam nasılmış."[282] mealindeki âyette de ümmet, toplum ve millet anlamındadır. Bu âyette Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderildiği toplumdan önce kendilerine peygamber gönderilen geçmiş bazı toplumların (ümmet) da peygamberlerini yalanladıkları ve onlara tuzaklar kurmayı planladıkları, ancak bu plan ve tuzakların boşa çıkarılarak bu toplumların cezalandırıldığı hatırlatılarak, bir taraftan Hz. Peygamber teselli edilmiş, diğer taraftan da onun gönderildiği toplum uyarılmıştır.[283] Bu âyetle benzer içeriğe sahip bir diğer âyet te "eğer siz yalanlarsanız bilin ki sizden evvelki ümmetler de yalanladılar. Peygamberin vazifesi, apaçık bir tebliğden başkası değildir."[284] mealindeki âyettir. Burada ümem formunda geçen ümmet toplum, millet anlamındadır. Ancak bu ümmet içerisinde yer alanların büyük çoğunluğu da peygamberlerini yalanlamıştır. Yine bu âyetlerle benzer içeriğe sahip olan ve ümmetin toplum, millet anlamında kullanıldığı bir başka âyet ise şöyledir: "Sonra arka arkaya peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete kendi peygamberi geldikçe onu yalanladılar. Biz de onları birbiri ardından helak ettik ve onları birer ibretli hikaye yaptık. Artık inanmayan bir kavim Allah'ın rahmetinden uzak olsun."[285] 4. Müddet Ümmet kelimesinin bir kısım âyetlerde, belli bir zaman aralığını ifade eden "müddet" anlamında olduğu anlaşılmaktadır. Müfessirlerin büyük çoğunluğu, "Eğer biz onların azabını belli bir zamana kadar (ilâ ümmetin ma'dûdetin) erteleseydik, derler ki; onu bizden engelleyen nedir?"[286] ve "Hapisteki iki kişiden, kurtulan, bir müddet sonra (ba'de ümmetin) hatırlayarak dedi . ki...."[287] âyetlerinde yer alan ümmetin "belli bir süre" ya da "uzunca bir zaman aralığı" anlamına geldiğini söylemektedirler.[288] Söz konusu âyetlerde geçen ümmetle ilgili olarak yapılan izahları şu şekilde sıralamak mümkündür: 1- Ümmet kelimesi burada "sayılı bir süre, müddet, vakitler topluluğu, belirli bir zaman dilimi" anlamındadır.[289] Ümmet nasıl büyük bir cemaatin bir araya gelmesiyle tahakkuk ederse, zaman da pek çok günlerin bir araya gelmesiyle tahakkuk eder.[290] 2- Ümmet kelimesi burada da aslî manası olan "insanlardan bir topluluk" anlamındadır.[291] Bu takdirde Hûd sûresi 8. âyetin anlamı, "Eğer biz onlara va'd olunan azabı belli bir ümmetin gelmesine kadar tehir edersek" şeklinde, Yûsuf sûresi 45. âyetin anlamı ise, "Hapisteki iki kişiden kurtulan belli bir ümmetin (yani bir kuşak) geçmesinden sonra hatırlayarak dedi ki..." şeklinde olur.[292] Âyette geçen ümmetin ma'dûdetin'e, "belirli seneler" anlamını veren İbn Kuteybe (276/889), ümmet kelimesinin asıl itibariyle "insanlardan ve cemaatlerden birer sınıf anlamında olduğunu, daha sonra "zaman" anlamında da kullanıldığını belirterek, ümmet ile "zaman" arasında şu şekilde bir ilişki kurmaktadır: " İnsanların bir ümmeti, bir süre içerisinde yaşayarak zamanını doldurup yok olan/kaybolan bir nesil gibidir. Burada ümmet kelimesi zaman (el-hîn) kelimesinin yerini almıştır."[293] 3- Fîrûzâbâdî (817/1414), Yusuf sûresi 45. âyetindeki (ve'd-dekere ba'de ümmetin) de geçen ümmet kelimesine yukarıda verilen anlamlardan biraz farklı olarak "geçmiş seneler", Hûd sûresi 8. âyetindeki (ilâ ümmetin ma'dûdetin) de geçen ümmet kelimesine de, 'uzun zaman' anlamını vermektedir.[294] Bunlardan ayrı olarak Hûd sûresi 8. ve Yûsuf sûresi 45. âyetlerinde geçen ümmet kelimesi diğer kıraatlerde immetin veya emetin şeklinde de okunmuş ve buna göre de farklı anlamlar kazanmıştır. Kıraat farklılıklarından kaynaklanan bu anlam değişikliği ile ilgili olarak tefsircilerin görüşlerini burada zikretmemiz ve bu görüşler doğrultusunda âyetlere nasıl bir anlam vermek gerektiğine de kısaca işaret etmemiz uygun olacaktır. Yûsuf sûresi 45. âyetindeki (ve'd-dekere ba'de ümmetin) deki ümmet kelimesi bir kıraatte "immetin" şeklinde de okunmuştur. Burada geçen immet "nimet" manasındadır. Buna göre âyet, "hapisteki iki kişiden kurtulan, kralın yanında nimet bulduktan sonra hatırlayarak dedi ki..."[295] anlamında olur. Yine söz konusu âyetteki ümmet kelimesi bir başka kıraatte de 'unutma' anlamına gelen "emeh" şeklinde okunmuştur.[296] Bu taktirde de âyetin anlamı, "Hapisteki iki kişiden kurtulan, bunu unuttuktan sonra tekrar hatırlayarak dedi ki..."[297] şeklinde olur. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu iki âyette geçen ümmet kelimesi, "belli bir süre", "belirli bir zaman dilimi" veya "uzunca bir zaman aralığı" gibi müddet ifade eden anlamlarda kullanılmaktadır. Ayrıca âyetler dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki, burada geçen ümmet kelimesine yüklenilen "belirli bir zaman dilimi" şeklindeki anlam, aslında ümmet kavramının zaman boyutunu göstermektedir. Zira her bir ümmet, belirli bir zaman dilimi içerisinde yaşam sürmektedir. Bu sebeple "Eğer biz onların azabını belli bir zamana kadar (ilâ ümmetin ma'dûdetin) erteleseydik, derler ki; onu bizden engelleyen nedir?"[298] âyetinin "Eğer biz onların azabını, 'insanlardan bir ümmet sona erinceye kadar' veya 'belirli bir ümmetin gelmesine kadar' veyahut 'belli bir ümmetin çöküşünün ardından diğer bir ümmetin gelişine kadar' yahut da 'bîr ümmet yani bir kuşak geçtikten sonraya kadar' (ilâ ümmetin ma'dûdetin) erteleseydik..." şekillerinde yorumlanması da mümkündür.[299] Yukarıda yapmış olduğumuz tasnife uygun olarak aşağıda ümmet kelimesini nitelik bakımından ele alırken zaman zaman yukarıda geçen niceliklerinden de söz etmemiz kaçınılmaz olacaktır. Çünkü işaret edildiği gibi söz konusu kavramda nitelik ve nicelikleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu sebeple zaman zaman ümmetin niteliklerinden söz ederken niceliklerinden veya niceliklerinden söz ederken niteliklerinden de söz edeceğiz. [300] [135] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Ümmet Kavramı, Rağbet Yayınları: 42-43. [136] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Ümmet Kavramı, Rağbet Yayınları: 43. [137] Atalay, "Kur'an'da Sosyal Grup İfade Eden Kavramlar", s. 197. [138] Büyük Larousse, Sözlük ve Ansiklopedisi, İstanbul 1986, VIII, 4770. [139] Büyük Larousse, VIII, 4770. [140] Büyük Larousse, VIII, 4770. [141] Demir, Ömer-Acar, Mustafa, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ankara 1998, s. 54, 280. [142] Âl-i İmrân: 3/104 [143] Dumlu, Ömer, Kur'an-ı Kerim'de Ma'rûf ve Münker, İstanbul 1994, s. 125. [144] İbn Atiyye, Ebû Muhammed Abdülhak b. Gâlib, el-Muharrerü'l-veciz fi tefsiri'l-Kitâbi'l-azîz (thk. Abdüsselâm Abdüşşâfî Muhammed), Beyrut 1993, I, 485; Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, VIII, 165-167; Şevkânî, Muhammed, b. Ali Fethü'l-kadîr, (thk. Abdurrahman Umeyre), yy., 1994, I, 450; Yazır, Hak Dini Kur 'an Dili, II, 1155. [145] İbn Kuteybe, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân, s. 445; İbn Atiyye, el-Muharrerü'l-veciz, I, 485; Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi'li Ahkâmi’l-Kur'ân, Beyrut 1965, IV. 165; Şevkânî, Fethü'l-kadîr, I, 450. [146] Râgıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 86; Fîrûzâbâdî, Besâir, II, 80. [147] Farklı bir değerlendirme için bkz. Şimşek, M. Sait, Kur'an'ın Ana Konuları, İstanbul, 1999, s. 220. [148] İbn Atiyye, el-Muharrerü'l-vecîz, I, 485; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, VIII, 167; Şevkânî, Fethü’l-kadir, I, 450. [149] Tevbe: 9/122. [150] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, VIII, 167; Saka, Şevki, Kur'an-ı Kerim'in Davet Metodu, yy. ty., s. 42-43; Bayraklı, Bayraktar, "İslam ve Millet Kavramı" Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, sayı: 2, İstanbul 1996, s. 106. [151] Âl-i İmrân: 3/113. [152] İbn Kuteybe, Abdullah b. Müslim, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân (thk. Seyyid Ahmed Sakar), Beyrut 1978, s. 108; İbn Atiyye, el-Muharrerü'l-vecîz, I, 492; Râzî, et-Tefsîrü'l- kebîr, VIII, 189; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1159. [153] Âl-i İmrân: 3/114-115. [154] Râzî, et-Tefsîrü'l- kebîr, VIII, 187; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1159. [155] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, VIII, 188; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1159. [156] İbn Atiyye, el-Muharrerü'l-veciz, I, 492; Râzî, et-Tefsîrü'l- kebîr, VIII, 187; Kurtûbî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, IV, 175; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II,1159-1160. [157] Râzî, et-Tefsîrü'l- kebîr, VIII, 187; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1160. [158] İbn Kesîr, Ebü'1-Fidâ İsmail, Tefsîrü'I-Kur'ani'l-Azîm, Kahire 1980, I, 397 Farklı yaklaşımlar için ayrıca bkz. İbn Atiyye, el-Muharrerü'1-vecîz, I, 492. [159] Âl-i İmrân: 3/110-112. [160] İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Kur'ân, I, 397. [161] Dâmeğânî, Kamusu'l-Kur'ân, s. 42-44; Râgıb el-İsfahâni, Müfredat, s. 87; İbn Kesîr, Tefsîrü'I-Kur'ân, II, 438. [162] Mâide: 5/66 [163] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XII, 47; Beyzâvî, Nasırüddin Ebû Saîd Abdullah b. Ömer, Envârü't-tenzîl ve esrârü't-te'vîl, (Mecma'u't- tefâsîr içerisinde), İstanbul 1984, II, 317; Hâzin, Ali b. Muhammed, Lübâbü't-te'vîl fî me'âni't-tenzîl, (Mecma'u't-tefâsîr içerisinde), İstanbul 1984, II,317; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1736. [164] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XII, 47; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, II, 317; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, II, 312; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1736. [165] Âl-i İmrân: 3/75. [166] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XII, 47; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1736. [167] Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III, 1736. [168] A'râf: 7/159. [169] Bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XV,31-32; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'an, VII, 302. [170] Bkz. Gezgin, Ali Galip, Tefsirde Semantik Metod ve Kur'an'da "Kavm" Kelimesinin Semantik Analizi, İstanbul 2002, s. 278. [171] Yazır, Hak Dini Kuran Dili, IV, 2308. [172] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2308. [173] Râzî, et-Tefsîrü'l- kebîr. XV, 31-32:Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2308. [174] A'râf: 7/160. [175] Zemahşerî, Muhammed b. Ömer, el-Keşşâf 'an hakâiki't-tenzîl ve 'uyûni'l-ekâvil fî vücûhi't-te'vîl, Beyrut, ty., II, 124; Nesefî, Ebu'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medarikü't-tenzîl ve hakâiku't-te'vîl, (Mecma'u't-tefâsîr içerisinde), İstanbul 984, II, 652. [176] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi’l-Kur'an, VII, 303; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 652. [177] Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, il,652. [178] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2308. [179] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 124; Nesefî, Medâriku’t-tenzîl, II, 652. [180] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab,V, 310 [181] Atalay, "Kur'an'da Sosyal Grup İfade Eden Kavramlar", s. 208. [182] İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s.173; Zemahşerî, el-Keşşâf, II,124; Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, XV, 32. [183] Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, II, 652. [184] Zemahşerî, el-Keşşâf, II,124; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XV, 32; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, II, 651-652. [185] Bkz. Mâide: 5/12 [186] Zemahşerî, el-Keşşâf, II,124. Râzî, et-Tefsîrü'l- kebir, XV, 33; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VII, 303. [187] A'râf: 7/168. [188] Hâzin, Lübâbü't-te'vil, II, 658. [189] A'râf: 7/164 [190] A'râf: 7/163. [191] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XV, 38-39; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi’l-Kur'ân, VII, 307; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, II, 655-656; Âlûsî, Rûhu'l-me'ânî, IX, 91; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV. 2311-2312. [192] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XV,39; Kurtûbî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VII. 307; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, II, 656; Âlûsî. Rûhu'l-me'âni, IX, 91; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV. 2311-2312. [193] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XV, 39; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, II, 655-656. [194] A'râf: 7/181. [195] A'râf: 7/179. [196] Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 686. [197] Bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XV, 72; Hâzin, Lübâbut-te'vîl, II, 676; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 269; Âlûsî, Rûhû'l-me'ânî, IX, 126. [198] Bkz. Râzî, et-Tefsîrul-kebîr, XV, 72; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'an, VII, 302; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, II, 676; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 269; Âlûsî, Rûhû'l-me'ânî, IX, 126. [199] Buhari, Tevhîd, 29. [200] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XV, 72. [201] Kasas: 28/23. [202] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 438. [203] Kîlânî, Mâcit Arsan, Ulus'tan Ümmet'e (trc.Murat Serdaroğlu), İstanbul 1994, s. 17. [204] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Ümmet Kavramı, Rağbet Yayınları: 43-55. [205] Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, yy., ty., IXX, 351. [206] Büyük Larousse, IXX, 11621. [207] Büyük Larousse, IXX, 11621. [208] Hançerlioğlu, Orhan, Toplumbilim Sözlüğü, İstanbul 1986, s. 233. [209] Nahl: 16/92. [210] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, X, 171. [211] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, X, 171; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 637; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 637; Mehmet Vehbi Efendi, Hülâsâtü'l-beyân fi tefsîri'l-Kur'ân, İstanbul 1968, VII, 2889. [212] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, X, 171. [213] Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 108; Kur'an Mesajı, II, 548. [214] Kur'an Mesajı, II, 548. [215] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Ümmet Kavramı, Rağbet Yayınları: 55-57. [216] Ozankaya, Özer, Temel Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Ankara 1994, s. 115. [217] Meydan Lorousse, IXX, 351. [218] Büyük Larousse, IXX, 11621. Farklı bazı tanımlar için bkz. Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, s. 233. [219] Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, s. 376. [220] Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, s. 376. [221] Demir, Ömer - Acar, Mustafa, Sosyal Bilimler Sözlüğü, s. 54, 280. [222] Günay, Ünver, Din Sosyolojisi, İstanbul 2000, s. 14. [223] Günay, Din Sosyolojisi, s. 14. [224] Günay, Din Sosyolojisi, s. 14. [225] Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara 1998, II, 1563. [226] Kızılçelik, Sezgin-Erjem, Yaşar, Açıklamalı Sosyoloji Terimler Sözlüğü, Konya 1992, s. 294. [227] Arsal, Sadri Maksudi, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, İstanbul 1979. s. 269. [228] Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, s. 233. [229] Gezgin, Tefsirde Semantik Metod, s. 269. [230] Gezgin, Tefsirde Semantik Metod, s. 269. [231] Gezgin, Tefsirde Semantik Metod, s. 269. [232] Gezgin, Tefsirde Semantik Metod, s. 281. [233] Türkçe Sözlük, TDK., II, 1647. [234] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, (trc.Komisyon), İstanbul 1991, III, 389. [235] Hac: 22/34. [236] Hâc: 22/67. [237] A'râf: 7/34 [238] Yûnus: 10/49. [239] Hicr: 15/5. [240] Mü'minûn: 23/43. [241] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 210. [242] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 2155-2156. [243] Kur'an Mesajı, I, 276. [244] Kur'an Mesajı, II, 515. [245] En'âm: 6/42. [246] Yûnus: 10/47. [247] R'ad: 13/30. [248] Nahl: 16/63. [249] Fâtır: 35/24. [250] Fâtır: 35/24. [251] Tefhîmü'l-Kur'ân, II, 339. [252] Esed'in bu âyete verdiği anlam diğer meal ve tefsirlerden farklıdır. Söz konusu meal şöyledir: " İşte böylece (Ey Muhammed!) seni, kendisinden önce nice toplumların gelip geçtiği bir (inanmayanlar) toplumu içinden elçi olarak çıkardık ki, sana vahyettiklerimizi onlara okuyup açıklayasın. Çünkü bilmezlikleri yüzünden O Rahman'ı inkar ediyor onlar..." (bkz. Kur'an Mesajı, II, s. 492). [253] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 359; Âlûsî, Rûhu'l-me'âni, XIII, 152. [254] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'ayn; VIII, 427-28; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XII. 26. [255] Enbiyâ: 21/107. [256] A'râf: 7/28; Sebe': 34/28. [257] Râzî, et-Tefsîrü'l- kebîr, VIII. 179. [258] el-Keşşâf, III, 306. [259] Kur'an Mesajı, II, 890. [260] Nisa: 4/41. [261] Nahl: 16/84. [262] Nahl: 16/89. [263] Kasas: 28/75. [264] Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 633. [265] Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 631; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 631: Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, ili, 631, 633; İbn Kesir, Tefsirü'l-Kur'ân, I, 498. [266] Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 633. [267] et-Tefsîrü'l-kebîr, XXV, 12. [268] et-Tefsîrü'1-kebîr, XXV, 12. [269] et-Tefsîrü'1-kebîr, X, 105-106. [270] En'âm: 6/108. [271] Râzî, et-Tefsîrul-kebîr, XXVIII, 142. [272] Kurtûbî, et-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, VII, 60. [273] Fâtır: 35/42. Esed bu âyete şöyle anlam vermektedir: "Onlar (hakikate her fırsatta muhalefet edenler), eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse, o'nun rehberliğine, (kendilerine gönderilen uyarıcıya tabi olan eski) toplumlardan daha çok bağlanacaklarına bütün güçleriyle yemin ederler." (bkz.Kur'ân Mesajı, II, 892). [274] Beyzâvî, Envarü’t-tenzil, V.193; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, V, 1993; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, V, 192-193; Ebu's-Suûd, Muhammed b. Muhammed el-Imâdî, İrşâdü'l-'akli's-selîm ilâ mezâye'l-Kur'âni'l-Kerîm, Beyrut ty., VII, 156; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3999. [275] Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, V. 192-193; Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya'kub, Tenvîrül-mikbâs min tefsiri İbn 'Abbâs, (Mecma'u't-tefâsîr içerisinde) İstanbul 1984. V. 193. [276] Câsiye: 45/28. [277] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XXVII, 272. [278] Câsiye: 45/30-31. [279] Neml: 27/83. [280] Hâzin, Lübâbü't-te'vil, IV,540; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 376. [281] Fîrûzâbâdî, Tenvîrül-mikbâs, IV, 54O. [282] Mümin: 40/5. [283] Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't-tefâsîr, Beyrut 1981, III, 94. [284] Ankebût: 29/18. [285] Mü’minûn: 23/44. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Ümmet Kavramı, Rağbet Yayınları: 57-69. [286] Hûd: 11/8. [287] Yûsuf: 12/45. [288] İbn Kuteybe, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân, s. 445; Ebû Ubeyde, Ma'mer b. el-Müsennâ, Mecâzü'l-Kur'ân (thk. Muhammed Fuad Sezgin) 1970, s. 285; Teberi, Câmi’u'l-beyân, XII, 5; Râğıb el-İsfehâni, Müfredat, s.76; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 260; es-Semîn, 'Umdetü'l-huffâz, I, 135. [289] Bkz. Taberi, Câmi’u’l-beyân, X II, 5; İbn Kuteybe, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân, s. 445; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmı'l-Kur'ân, IX, 10; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III,304; Nesefî, Medârikü't -tenzil, III, 304; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 438; Fîrûzâbâdî, Tenvîrül-mikbâs, |