๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mart 2011, 23:55:01



Konu Başlığı: Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah 1
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mart 2011, 23:55:01
TOPLUMLARIN YAPILARIYLA İLGİLİ SÜNNETULLAHLAR 1

 1- İnsan Toplumsal Bir Varlıktır

 Toplum, ortak özellikleri ve hedefleri olan insanların oluşturdukları bir yapıdır. İnsanlar topluluk halinde yaşamak ve bu halin kendine yüklediği görevleri yerine getirmek tabiatında yaratıl­mıştır. [1]

Farabi (ö. 339/950) bunu şöyle izah eder:

"Her insan kendini de­vam ettirmek ve en üstün mükemmelliğini elde etmek için birçok şeye muhtaç olan bir yaratılışta varlığa gelmiştir. Onun bu şeylerin hepsini tek başına sağlaması mümkün değildir. Aksine bunun için o, her biri kendisinin özel ihtiyacını karşılayacak, birçok insana muhtaçtır. Bun­dan dolayı insan, sahip olduğu tabiî yaratılışının kendisine verilmesi­nin gayesi olan mükemmelliğe ancak birbiriyle yardımlaşan birçok insanın bir araya gelmesiyle ulaşabilir. [2] Bu gerçeklik, "İnsan tab'an medenîdir" şeklinde kurallaştırılmıştır. [3] Şayet bireylerin nefsinde başkaları ile bir araya gelmek için rağbet ve sevinç olmasaydı, insanlar vahşi durumuna inerek, ormanda hayvanların yaşadığı gibi yaşarlardı. [4]

İstisnaları çok az olmakla beraber, insanoğlu ilk yaratılışından itibaren, toplumsal bir hayat yaşamıştır ve halen yaşamaktadır. Toplum içinde yaşama ihtiyacının olup olmadığını tartışmaya ve bunu uzunca açıklamaya gerek yoktur. Nitekim insanın konuşma yeteneği ile bir­likte yaratılmış olması, onun ancak toplum halinde yaşayabilen bir varlık olduğunu göstermek için yeterli bir delil teşkil eder. [5]

Kur'an insanın toplumsallığına işaret eder:

 "Ve O, sudan bir in­san yarattı da onu nesep ve sıhr kıldı (yani insanı ikiye ayırdı. Çocuk­larının kendisine nispet edileceği erkek ile evlenmek suretiyle hısım­lık kurulacak kadın yaptı.) Rabb'in her şeye gücü yetendir .” [6] İnsanın usul ve furu'u ile kan akrabası nesebidir. Evlenmek suretiyle kurulan akrabalık da hısımlıktır. İşte insanlar bu nesep ve hısımlık bağlarıyla birbirlerine bağlıdırlar. [7] Demek ki, insanların birbirlerini tanıyıp beraber yaşamalarını temin eden nesebiyyet ve sıhrıyyet (hısımlık), insanın yaratılışının özünde bir hüküm olarak bulunmaktadır.

Bu gerçek şu ayette daha net bir şekilde ifade edilir:

"Ey insan­lar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi halklara ve kabilelere ayırdık.” [8]

Yani insanlar, değişik top­lumlar meydana getirecekler, bunlar da birbirleriyle tanışıp kaynaşa­caklar. Her biri diğerinin ihtiyacını karşılayarak, hayatlarını devam ettireceklerdir.

Eğer tüm bireyler aynı renklere, aynı özelliklere, aynı fiziksel yapılara sahip olsalardı ve farklı kurumlar ve ilişki biçimleri tarafın­dan yönlendirilmeseydi, sonuçta bireyler bir fabrikanın seri halde ürettiği tek tip robotlara benzerdi ve onları bir diğerinden ayırt etmek imkansız hale gelirdi. O halde halklara veya kabilelere bağlanmanın doğal bir hedefi ve felsefesi vardır. O da, insanların farklılığı dolayı­sıyla birbirlerini tanımalarıdır. Bireysel farklılıklar ve tanışma eylemi, toplumsal hayatın vazgeçilmez şartıdır. Bunun aksi yani bu tür farklı­lıkları gurur ve ayrıcalık nedeni olarak kabul etmek mümkün değildir. Çünkü İslam'da üstünlük takva (ALLAH'a karşı sorumluluk bilinci) [9] iledir. [10]

Fazlur Rahman (ö. 1988) konuya değişik bir açıdan bakar:

"Toplumsuz kişi diye bir şey olmaz. İnsan davranışı elbette yalnız toplumsal bir ortamda anlam kazanır." [11] Nitekim Kur'an'ın, insan davranışlarına yönelik emirlerinde, devamlı bir toplum anlayışının bulunduğunu görmekteyiz. [12] Zira Kur'an'da istenilen insan davranış­larını bireysel olarak gerçekleştirmek imkansızdır. Düzenli olarak birlikte kılınan namaz, yalan söylememek, zekat ve sadaka vermek, açları doyurmak insanın bireysel olarak yapacağı davranışlar değildir. Bunların gerçekleşebilmesi için bireyin toplumla ilişki içinde olması gerekir. [13]

 2- Toplumlar Canlı (Hayatî) Bir Yapıya Sahiptirler

 İnsanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeği, yine buna bağımlı olarak başka bir gerçeği ortaya koyar. Bu, toplumun da bir varlığa sahip ol­duğudur. Toplum kelimesi soyut bir mana ifade etse de, A toplumu veya B toplumu dediğimizde bununla adeta canlı, yaşayan bir orga­nizmayı kastederiz. Ellerimizle tutup, gözlerimizle göremezsek de varlığını daima bize yaptığı etkilerle hissettirir. Öyle ki, bazen kendi­sini oluşturan fertlerin bütününü kendine nispet ettirir. Günlük dilde de bunu, "toplumsal ruh", "toplumsal hareket", "toplum psikolojisi" şeklinde kullanırız.

Toplum bireyle birlikte var olmaktadır. Bireysiz toplum düşünü­lebilir mi? Murtaza Mutahhari'ye (ö. 1979) göre, bu mümkün değil­dir. [14] Öyleyse toplum mu bireyi oluşturur, birey mi toplumu oluşturur? şeklinde bir soru tutarlı görünmemektedir. Zira birey ve toplum, bir­birlerini gerektiren tamamlayıcı unsurlardır. [15] Biri diğerinin olmazsa olmaz şartıdır.

Buradan toplumun doğal bir bileşim kadar gerçek bir bileşim ol­duğu söylenebilir. Fakat bu bileşim fiziksel ya da yapısal olmayıp, kültüreldir. Söz konusu olan, duyguların, düşüncelerin, arzu ve istek­lerin bileşimidir. Maddî elementlerin bir tepkime sırasında eriyerek ya da kimliklerini kaybederek yeni bir oluşuma zemin hazırlaması gibi, bireyler de kendi doğuştan yetenekleriyle ve artı olarak da kendi kül­türel kazanımları sonucunda edindikleri bilgilerle topluma girerler ve toplumsal ruh olarak adlandırılan iç bütünsel kimliğe kavuşmak için düşünsel bir kaynaşma durumuna gelirler. Burada elementler (yani bireyler) karşılıklı etkileşimlerle değişime uğrayarak yeni bir öz ortaya koyarlar. [16] Toplum kelimesi, işte bu yeni özü ifade etmektedir. Ancak bireyler, kimyasal bileşimlerdeki gibi kendi özlerini kaybetmezler. Bütün bireyler birbirlerinde eriyerek, hepsinin özelliklerini kendisinde toplayan yeni bir birey ortaya çıkmaz. Önce de söylenildiği gibi fizik­sel olarak algılanan toplum, gerçekte farazi bir soyutlamadır. [17]

Kur'an, toplumların kendi bütünlüğü içinde bağımsız bir varlığa sahip olduğunu ifade eder. Zaten Kur'an'ın temel gayelerinden biri de yeryüzünde adil ve ahlâkî temellere dayanan, yaşanabilir bir toplum kurmaktır. [18] Bu nedenle, toplumlar için ortak tarihten, ortak kaderden, ortak bilinçten, anlayıştan, duyarlılıktan ve ortak tavırdan bahsedil­mektedir. İsyanları, itaatları, davranışları gereği de ortak bir sevap günah defterine sahiptirler. Toplumsal hayat, Kur'an'da mecaz ya da allegorie (istiare) şeklinde ele alınmamıştır. Dirimi kadar, ölümü de bir gerçekliktir: [19]

"Her ümmetin bir eceli vardır. Eceli gelince (onlar), ne bir an ge­ri kalırlar, ne de öne geçerler (tam vaktinde batıp giderler).” [20] Bu aye­tin anlamına göre, her toplum tıpkı bir fert gibi biyolojik bir hayata sahiptir. [21] Ecel ona bu yüzden gelir. [22]

"(O gün) her ümmeti (ALLAH'ın huzurunda) diz çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına (yaptığı işlerin tutanağı olan amel defterine) çağırılır: Bugün yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız!" [23]

Görüldüğü gibi burada belirtilen şey; günah ve sevap defterine sahip olanların sadece bireyler olmadığı, yaşayan bir organizma olan ve özgür bir iradeye sahip olan, ona göre davranan ümmetlerin de bulunduğudur. [24]

"Biz her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik; sonunda dönüşleri Rabb'lerinedir.” [25]

Ayetten anlaşıldığı gibi her ümmet; kendi özgün bilincini, kriterini ve düşünme biçimim oluşturarak diğer ümmetlerden ayrılır. [26]

"Her ümmet, elçilerini yakalamaya yeltendi; hakkı gidermek için boş şeyler ileri sürerek tartıştılar.” [27]

Ayet bir ümmetin kararından ve ürettiği haksız çözümden bahsetmektedir. Bundan sonra da gerçeğin toplu olarak inkârı ve bu itaatsizliğe karşılık verilen ceza söz konusu edilmiştir. [28]

Baştan itibaren ifade edilen gerçeği, konuşma ve yazı dilinde de kullanırız. Ad, Semud, Asur, Babil, Eski Yunan, Roma, Asr-i Saadet, Emeviler, Osmanlılar dediğimizde tarihin belirli bir döneminde var olup; kuruluş, yükseliş ve sonunda yok oluş devrelerini geçirmiş top­lumları kastederiz. [29]

 3- Toplumlar Yasalara (Sünen) Sahiptirler

 Toplum gerçek bir varlığa sahipse, doğal olarak kendine özgü kanun­ları da vardır. Varlığını devam ettirmesi veya yok olması, bu kanunlar karşısındaki tavrına bağılıdır. Bu, canlı bir organizmanın, sağlıklı ve mutlu bir hayat sürdürülebilmesi için bir takım kurallara uymasına benzer. Canlı organizma, örneğin insan, bu kuralları kendisi icat et­mez. Kurallar, o varlık sahasına çıkmadan da vardı. ALLAH'ın koyduğu toplumsal yasalar da böyledir:

"Sizden öncede yasalar uygulanmıştır.” [30]

"Sizden önce geçenler arasında da ALLAH'ın yasası böyle idi. [31]

"Bu ALLAH'ın öteden beri süregelen yasasıdır." [32]

"Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizin de yasası (budur).” [33]

Yasaları yaratmak insanoğlunun harcı değildir. Onlar buna güç yetiremezler. İnsanoğluna düşen, bu yasaları keşfetmek, onları ısrarla ortaya çıkarmaya uğraşmak, onlardan faydalanmak ve nimetleri ba­ğışlayan Yüce Yaratıcıya şükretmektir." [34] Kendisinden önce yaşamış ve yok olmuş insanların niçin yok edildiklerine bakıp yasaları lehine çevirebilir:

"Bugün yurtlarında dolaştıkları nice kuşakları daha önce helak etmiş olmamız onları yola getirmedi mi?" [35] "Onlar öncekilerin yasasından başkasını mı bekliyorlar?" [36]

"And olsun biz sizin benzerle­rinizi hep helak ettik. Öğüt alan yok mudur?" [37]

"(Sizlerden önce Ad ve Semud gibi) kendilerine yazık eden toplumların yerlerine otur­muştunuz. Onlara nasıl yaptığımız size belli olmuştu ve size benzet­meler de yapıp anlatmıştık (değil mi?)." [38]

Böylelikle bu yasaların meydana getiricisi de insan olmuş olu­yor. Zira o yaparsa yasa varlık sahasına çıkar:

"Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, o zalimlerin sonu nice oldu? [39]

İnsan topluluklarına hükmeden yasaların varolması bir zorunlu­luğu hissettirmektedir. Şunu yaparsanız üstün bir topluluk olursunuz, şunu yaparsanız yok olursunuz gibi. Bu zorunluluk yasanın sınırları çerçevesinde aklı bağımlı kılar. Sözgelimi çekim kuvveti, karada ve denizdeki hareket ilkelerine nicedir aklı bağımlı kılan bir yasadır. İnsan bu yasanın hükmünü ortadan kaldırıp da, bu zorunluluktan ba­ğımsız olamaz. Onun yapabileceği şey bu yasanın genel geçer şartları­na hükmedebilmektir. Bugün olduğu gibi çekim yasasının ilkelerini uygulayarak, kendisine uzay ve kıtalar aşırtan modern araçlar yapabi­lir. Aslında doğa yasası dediğimiz şey, üzerine inatla gelen insana kendini teslim eden bir karaktere sahiptir. Üstelik insanı kışkırtmayla yönlendirerek, sınırları dar bir determinizm içine hapsolunmasını önleyecek biçimde araştırmaya sevk eder. [40]

Malik b. Nebi (ö. 1973)'nin, tabiat planında verdiği bu örneği, topluma da aktarabiliriz. Toplumlarında varlıkları ve yoklukları için bir takım yasaların olması ve bunlardan hangisini benimserse ona göre şekilleneceği düşünülebilir. Ancak buradaki zorunluluk, yanlış anla­şılmamalıdır. Toplumlar herhangi bir zorlamaya tabi tutulmamaktadır. Varlığını sürdürme veya yok olma yasasını tercih etme özgürlüğü vardır. Bunun için iki yoldan birini seçer. İşte zorunluluk yolların sonundadır. Hangi yolu seçtiyse, o yolun bitiminde karşısına kesin yasalar çıkacaktır ve bu yasalar toplumu katlanmak zorunda olacağı durumlara zorlayacaktır. [41] Çok kuvvetli bir zehiri vücuduna alan bir insanın ölmesi veya kendisini bu tür zararlı şeylerden koruyan birisi­nin sağlığını tehlikeye atmaması ve hayatını sıhhatli bir şekilde sür­dürmesi gibi.

Böylece toplumlar varlıkları ve gelecekleri hakkında belirsizlik­ler ve şüpheler içinde kalmayıp, güven ve tatmin duygusu içinde ola­caklardır. [42]

 4- Toplumsal Yasalarda Değişme Olmaz

 Toplumlar için geçerli olan yasalarda değişiklik olması düşünülemez. Bir toplumda herhangi bir yasanın gerçekleşmesi için gerekli şartlar mevcutsa, daha önce aynı durumdaki toplumlara ne olmuşsa, o toplu­ma da aynı şey olacaktır. Yasanın ertelenmesi veya değiştirilmesi söz konusu değildir. Ancak bu demek değildir ki daha önceki toplumlarda ne olmuşsa, sonrakiler için de aynısı olacak. Sadece yasanın kastettiği şey olur. Meydana geliş şekli daha önceki toplumlardan farklılık gös­terebilir.

Kur'an

"Andolsun biz sizin benzerlerinizi hep helak ettik, öğüt alan yok mudur?” [43]

"Tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekildi." [44]

ayetleriyle, önceki toplumlarla sonrakiler arasındaki benzerliğin ayniyet değil, misliyet olduğunu vurgular. Ad ve Semud toplumlarının bir daha meydana çıkmaları mümkün değildir. Zira onlar asırlar önce yaşamış ve yok olmuş iki toplumdur. Ancak her yönden (düşünce şekli, inanç, kültür, sosyal ve ekonomik yapı v.dğr.) onlara benzer toplumların var olması mümkündür.

Kur'an pek çok suresinde, ALLAH'ın toplumlar için koymuş oldu­ğu yasalarda değişme olmayacağını ifade eder:

"Nerdeyse seni yur­dundan çıkarmak için tedirgin edeceklerdi. O takdirde kendileri de senin ardından pek az kalabilirler. Senden önce gönderdiğimiz elçile­rimizin de yasası (budur). (Peygamberini aralarından çıkaran toplum­lar onların ardından mahvolmuşlardır). Bizim yasamızda bir değişiklik bulamazsın.” [45]

Ayetler Kureyş'li kâfirler hakkında inmiştir. Onlar Hz. Peygamber (s.a.v.)'i aralarından çıkarmak istemişlerdi. ALLAH Teala bu ayetle onları tehdit etti ve Peygamberi Mekke'den çıkarırlarsa orada çok az bir süre kalacaklarını bildirdi. Gerçekte de böyle olmuştur. Hz. Peygamber'e eziyeti artırdıktan sonra, Mekke'de ancak bir buçuk sene rahat kalabilmişlerdi. Nihayet ALLAH onları ve peygamberini sözleşmeksizin Bedir'de karşılaştırmış ve onlara karşı üstünlük sağlayarak, muzaffer kılmıştır. Rasulullah, onların seçkinlerini öldürmüş, güçsüz­lerini esir almıştır. [46] Bu ayetlerin bulunduğu İsrâ suresi; Mekkı'dir. [47] Yani, yasa meydana gelmeden önce, ALLAH inkarcıları bu ayet ile teh­dit edip, onlardan inkarcı tutumlarını bırakmalarını istemiştir. Vaz­geçmeyince de, yasa gerçekleşmiştir.

"Andolsun, iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haberler yayanlar [48] (bu yaptıklarından) vazgeçmezlerse, seni onla­rın üstüne süreriz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkar­manı sana emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler. Lanetlenirler, nerede rastlansalar yakalanıp, öldürülürler. ALLAH'ın önceden geçen (toplum)lar arasında (uygulanan) yasası bu­dur. (Peygamberlere karşı iki yüzlülük edenler öldürülürler). ALLAH'ın yasasını değiştirme(ğe imkan) bulamazsın." [49]

Bu, ALLAH'ın, nifak ve küfür üzerinde direnen ve bulundukları durumdan vazgeçmeyenlere uyguladığı her zamanki sünnetidir. Buna göre, iman ehlini onların üzerine hakim kılar ve mü'minler onları ezip geçerler. [50]

"Andolsun eğer kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelirse, her bir ümmetten daha çok doğru yolda olacaklar diye, (yeminlerinin bütün gücüyle) ALLAH'a yemin ettiler. [51] Fakat kendilerine uyarıcı gelin­ce, onlara Hak'tan uzaklaşmaktan başka bir katkı sağlamadı, Yeryü­zünde büyüklük taslama(larını) ve kötü tuzak(lar) kurma(larını artır­dı.) Kötü tuzak ancak sahibine dolanır. Onlar öncekilerin yasasından başkasını mı bekliyorlar? ALLAH'ın yasasında bir sapma bulamazsın." [52]

"Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı arkalarına dön(üp kaç)arlardı. Sonra ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı bulamazlardı. Bu, ALLAH'ın öteden beri süregelen yasasıdır: (ALLAH, peygamberlerini ve inananları üstün getirmeği takdir buyurmuştur). ALLAH'ın yasasında bir değişme bulamazsın." [53]

Yüce ALLAH, işte böylece, müslümanların galibiyetleri ile kâfirlerin yenilgilerini kendi yasasına bağlıyor. Bu mü'minler ken­di zaferleri ile kâfirlerin yenilgilerinin, Yüce ALLAH'ın şu varlık ale­minde uyguladığı yasalardan biri olduğunu duyunca ne huzur, ne gü­ven ve sebat duymuşlardır içlerinden kim bilir? [54]

"Sizden önce geçenler arasında da, ALLAH'ın yasası böyle idi.” [55]

"ALLAH'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası bu­dur.” [56]

Anlaşılan şu ki, toplumsal olayların akışı gelişi güzel ve tesadüfi değildir. Dünyadaki hayat bir oyun bir eğlence değildir. Ortada de­ğişmez, sapmaz, bozulmaz ve işlerliğini yitirmez kesin kanunlar var­dır. Kur'an, bu gerçeği sık sık vurgular, onu insanlara belletmek ister. Amaç şudur: İnsanlar olayları tek tek ve birbirlerinden kopuk görmesinler, hayatın köklü kanunlarından habersiz yaşamasınlar, kısa bir zamanın ve dar bir yörenin sınırları içinde mahpus kalarak kendilerini kısa görüşlülüğe mahkum etmesinler. Ufuklarını genişleterek, hayatın çok yönlü ilişkilerini, varlığın çok sayıdaki yasasını kavramaya çalışsırlar. Varlık bütününe egemen olan kanunların değişmezliğini, doğal yasaların sürekliliğini hiç akıllarından çıkarmasınlar. Eski kuşakların karşılaştıkları akıbetlerin bu gerçeğin pratiğe yansımış bir doğrulaması olduğunu unutmasınlar. Geçmişte yaşanan olayların, ilâhî kanunların değişmezliğinin ve doğal yasaların sürekliliğini kanıtladığının bilin­cinde olsunlar. [57]

 5- Toplumların Belirli Hayat Süreçleri Vardır

 Toplumların sonsuza kadar varlıkların devam ettirmeleri mümkün değildir. Her toplum insan gibi doğar yaşar ve ölür. Bir yükselme devresi, bir yaşama süresi vardır. Bu süre sonunda çöküş başlar, Bu yasayı ALLAH'tan başka kimse değiştiremez. Ömrünü tamamlayan toplumun çöküşünü kimse önleyemez [58]

“Her ümmetin bir süresi vardır, Süreleri gelince (onlar) ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçerler (tam vaktinde batıp, giderler).” [59]

“De ki: Sizin için belirtilmiş bir gün vardır. Ondan ne bir saat geri kalırsınız, ne de ileri geçebilirsiniz.” [60]

“Hiç bir ümmet ne süresinden ileri geçebilir, ne de geri kalabilir.” [61]

“Her ümmetin süresi vardır" ifadesi; yıl, ay ve gün şeklinde sı­nırlanmış bir zaman biriminin sonunda derhal sırası gelmiş bir toplu­luğun ortadan kaldırılması, helak edilmesi değildir. Fakat bu, muteber bir toplum olarak gücünü göstermesi için, her bir topluluğa verilmiş olan imkânların bir ahlâkî sınırının bulunduğunu belirtir. Bu sınır, iyi amellerle kötü amellerin nisbetine göre belirlenir. ALLAH Teala, bir topluluğa, iyi işleri kötü işlerine nisbetle daha aşağı seviyeye düşün­ceye kadar müsamaha eder. Ve bu sınır da aşılınca o günahkar ve rezil topluluğa artık hiç bir mühlet verilmez. [62]

İlâhî yasalara inanmayan toplumlar, hemen helak edilmezler. Belirlenmiş sürenin sonuna kadar yaşarlar. [63] İnkârları doruk noktasına varınca da hemen azaba uğrarlar. Bu süre bazen somut bir yok oluş ile sonuçlanabilir. Yani onlar kökten yok edilebilirler. Nitekim daha ön­ceki bazı toplumlar bu şekilde yok edilmişlerdir. Hezimete uğramak ve dağılıp gitmek şeklinde bir yok oluş. Bu da, toplumların başına gelen olağan bir gerçektir. Ya bu hezimetten sonra hayata kavuşurlar, ya da sürekli bir hezimetin altında kalarak çözülürler. Böylece de kişiliklerini, kimliklerini yitirirler. Sonuçta birer fert olarak varlıklarını sürdürebilseler de, bir toplum olarak varlıklarını yitirirler. Bütün bun­lar ALLAH'ın değişmeyen yasalarına göre meydana gelir. ALLAH'ın bu yasalarında her hangi bir tesadüfe, başıboşluğa, haksızlığa ve kayır­maya yer yoktur. Buna göre, yaşamaları için gereken şartlara riayet eden, gereken sebeplere bağlılık gösteren toplumlar yaşarlar. Bu şart­lar ve sebeplerden ayrılanlar ve sapanlar ise, zayıf düşerler, çözülürler veya sapmanın kaçınılmaz sonucu olarak ölürler. [64]

Bazen şöyle düşünülebilir:

Kimi toplumlar vardır ki, ne inanırlar, ne de ölçülü davranıyorlar, buna rağmen bu toplumlar oldukça güçlüdürler, zengindirler, yok olacak gibi değildirler. Hatta bazen onların asla çökmeyeceklerini bile düşünürüz. Seyyid Kutub'a göre bu bir kuruntudur. Çünkü bu toplumlarda az da olsa bazı iyi niteliklerin ol­ması kaçınılmazdır. Bu nitelikler, yeryüzünü iyi bir şekilde imar et­mek, kendi bağlılarına özgü dar bir çerçevede adaleti ayakta tutmak, kendi sınırları içinde maddî ıslahatta bulunmak ve iyilik yapmak şek­linde de olsa mutlaka vardır. İşte bu toplumlar bu iyilik kırıntıları ile hayatını sürdürmektedir. Bunlar da yok olduğu zaman, kesinlikle bili­nen akıbete uğrayacaklardır. [65]

İmadüddin Halil'e göre ise, tarihsel süreç halklar ve uluslar için adaletin hemen gerçekleşmesini ister ama ulusların başarı ya da başa­rısızlıklarını kesin olarak belirleyecek olan güçlerin ortaya çıkması [66] uzun zaman alır. Çünkü; "Rabb'in yanında bir gün, sizin saydıkları­nızdan bin yıl gibidir." [67] Bizi bu tür toplumların şimdiki hallerine bakmamız böyle düşündürmektedir. Eğer inkârcı tutumlarını devam ettirirlerse, bir kaç nesil sonra onların da helak olmaları mümkündür. Örneğin Ad ve Semud toplumları en güçlü oldukları dönemlerinde elçilere inanmıyorlardı. Onların çağında yaşayan birisi, o kadar muh­teşem bir toplumun kısa bir süre sonra yok edilebileceğine inanabilir miydi? Oysa elçiler onlara inkârcı tutumlarını sürdürmeleri halinde yok edileceklerini ısrarla hatırlatıyorlardı. [68]


[1] Muhammed Abduh, Risâletü 't-Tevhid, (Mısır, 1960), s.97

[2] Ebu'n-Nasr Muhammed b. Muhammed b. Uzluğ b. Tarhân,  Kitâbu Arâi Ehli'l Medineti'l-Fâzıla, (Mısır, ts) s.77

[3] Şüphe yok ki, insanların topluluk halinde yaşamaları zaruridir. Filozoflar bu hususu, 'İnsan tabiatı icabı medenîdir', sözleriyle ifade etmişlerdir." İbn Haldun, a.g.e., s.41

[4] Muhammed Kutub, İslâmî Açıdan Tarihe Bakışımız, s.207

[5] Abduh, a.g.e., s.98.

[6] el-Furkân: 25/54

[7] Ateş, a.g.e., VI, 267

[8] el-Hucurât: 49/13

[9] Takva kavramının böyle çevirisi Muhammed Esed'e aittir. Muhammed Esed, Kur'ân Mesajı -meal-tefsir- (İstanbul, 1996) 1,4, (2. Dipnot)

[10] Murtaza Mutahhari, Tarih ve Toplum, çev. Cengiz Şişman, (İstanbul,  1991), s.14; Ayrıca bkz. Seyyid Kutub, Fîlilâl, VII, 537.

[11] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'ân, çev. Alpaslan Açıkgenç, (Ankara, 1987), s. 104

[12] Alpaslan Açıkgenç, "Fazlur Rahman'ın Hayatı, Görüşleri ve Eserleri" (Fazlur Rah­man, İslâm ve Çağdaşlık çev. Alpaslan Açıkgenç - M. Hayri Kırbaşoğlu, (Ankara, 1990) ın önsözünde), s.25.

[13] Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 33-35.

[14] Mutahhari, a.g.e.,s. l5.

[15] Fazlur Rahman, a.g.e., s. 104; İnsan ve toplum arasındaki ilişkinin güzel bir anlatımı için bkz. Açıkgenç, a.g.e., s.25-33

[16] Mutahhari, a.g.e. s. 17-18.

[17] A.e., s.18; Hz. Peygamber (sav)'de toplumu bir insan vücuduna benzetir: "Mü'minleri birbirine karşı merhamet etmede, sevgi göstermede, temayül etmede bir organı şikayetçi olduğunda diğer organlarının sabah-akşam bu şikayeti paylaştığı bir beden gibi görür­sün." Muhammed b. İsmâil el-Buhârî, Sahîhu'l-Buhârî, K. Edeb (78), Bab: 549, nr: 894, (IV, 328).

[18] Fazlur Rahman, a.g.e., s.104.

[19] Mutahhari, a,g.e., s.20-21

[20] el-A’râf: 7/34

[21] Ateş, a.g.e., III, 336

[22] Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, çev. İlhan Kutluer, (İstanbul, 1986), s. 43.

[23] el-Câsiye: 45/28

[24] Mutahhari, a.g.e., s.21

[25] el-En’âm: 6/108

[26] Mutahhari, a.g.e., s.21

[27] el-Mü’min: 40/5

[28] Mutahhari, a.g.e., s.22.

[29] Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 35-37.

[30] Al-i İmrân: 3/137

[31] el-Ahzâb: 33/38

[32] el-Feth: 48/23; el-Ahzâb: 33/62

[33] el-İsra: 17/77

[34] Said, a.g.e., s.58

[35] es-Secde: 32/26

[36] Fâtır: 35/43

[37] el-Kamer: 54/51

[38] İbrâhîm: 14/45

[39] Yûnus: 10/39

[40] Said, a.g.e., s.8; "Yaratıkların nasıl oluştuğunu bilmek onun yasalarını ortaya çıkarır; bu yasaları bilmek ise insanın kendi emrine verilmiş olan kainat üzerindeki egemenliğini pekiştirir." a.e. s.58

[41] İnsanın eylemlerinde herhangi bir dış zorlama söz konusu değildir. Zorunluluk bu eylemlerin sonuçlarına katlanmasındadır." Seyyid Kutub, Fî Zilâl, IV, 477.

[42] Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 37-39.

[43] el-Kamer: 54/51

[44] Sebe: 34/54; "Burada Hz.Muhammed (s.a.v.)'e ve Kur'an'a engel olanların yakında bir azaba uğrayacakları ve o azap geldiği zaman ki durumları tasvir edilmektedir. 'Daha önce benzerlerine yapıldığı gibi' cümlesi, bu azabın öteki inkarcıları da çarpıp, mahve­den azap gibi bir dünya azabı olduğunu gösterir.", Ateş, a.g.e., VII, 266-267

[45] el-İsra: 17/76-77

[46] İbn Kesir, a.g.e,, V, 98; Ayrıca bkz. Ateş, a.g.e., V, 239

[47] Celâluddîn Abdurrahman es-Suyûti, el-İtkân fi Ulûmi 'l-Kur'ân, (İstanbul, 1978), I, 12-13

[48] Bunlar müslümanlar arasında panik yaratmak ve onların moralini bozmak için, Medi­ne'de müslümanların büyük bir yenilgiye uğradıkları, falan yerde müslümanlara karşı büyük bir ordu hazırlandığı, Medine'nin ani bir saldırı tehdidi altında bulunduğu...vs. gibi söylenti ve haberleri yayan kimselerdir. Bunun yanı sıra onların başka bir uğraşları daha vardır. Bu kimseler insanların kafalarında şüpheler uyandırmak ve müslümanların ahlâkî üstünlüklerini yok etmek için peygamber ve diğer müslümanların aile hayatı ile ilgili bir çok hayali hikâyeler uydururlar." Mevdûdî, a.g.e., IV, 462.

[49] el-Ahzâb: 33/60-62.

[50] İbn Kesîr, a.g.e., VI, 472; Ayrıca bkz. Ateş, a.g.e., VII. 203

[51] "Bu sözü Arapların ve Kureyş'in önde gelenleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e daha pey­gamberlik gelmeden önce toplumun çok kötü olan ahlâkî manzarasını gördüklerinde di­yorlardı." Mevdûdî, a.g.e. IV, 565.

[52] Fâtır: 35/42-43

[53] Bu savaş ihtimali Hudeybiye'de gerçekleşmiştir."Ateş, a.g.e. VIII, 483. ag el-Feth: 48/22-23.

[54] Seyyid Kutub, Fi Zilâl, V, 507

[55] el-Ahzâb: 33/38

[56] el-Mü’min: 40/85.

[57] Seyyid Kutub, Fî Zilâl, VI, 708. Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 39-42.

[58] Ateş, a.g.e. III, 335-336

[59] el-A’râf: 7/34; Yûnus: 10/49

[60] Sebe: 34/30

[61] el-Mü’minûn: 23/43

[62] Mevdûdî,a.g.e., II, 30

[63] Bu ecelin gerçekleşmesi için toplumun bütün bireylerinin ölmesi gerekmez. Ölüp giden ümmetin yaşayan varlığıdır, var oluşudur. Toplumun öz varlığıdır." Said, a.g.e. s. 44.

[64] Seyyid Kutub, Fi Zillâl, IV, 440.

[65] Seyyid Kutub, a.g.e.,V, 193.

[66] Halil, a.g.e.,s.22.

[67] el-Hâc: 22/47

[68] Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 42-43.