Konu Başlığı: Sözlükte ve Tarihte Mele Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 07 Mayıs 2011, 23:21:08 SÖZLÜKTE VE TARİHTE MELE' Yüce Allah, toplum içindeki ihtiyaçların karşılanabilmesi için, o toplumu meydana getiren insanları değişik kabiliyetlerde yaratmıştır. Böylece bir toplum içinde aynı kabiliyetteki fertler bir araya gelerek bir takım mesleki gruplar meydana getirmişlerdir. Bu gruplardan her biri, kendi sahasındaki kabiliyetlerini, uzun zaman alan eğitim ve tecrübelerle arttırmış, o işi diğerlerinden daha güzel yaparak, o mesleğin adamı olmaya hak kazanmıştır. Bir insanın herhangi bir meslekteki başarısı, kendisini bütün ihtiyaçlarını karşılamak için, başkalarına muhtaç olmaktan kurtaramaz. Bu yüzde bir hizmet ya da madde karşılığında muhtaç olduğu şeyi başkalarından almaya mecburdur. Bu sebeple toplumdaki bütün fertler böyle bir alış verişe katılmak zorundadır. İnsanların bekası için şart olan bu hizmet alış verişinin düzenli bir şekilde devam etmesi de; aklın disiplini altına alınıp adaletle yürütülmesine bağlıdır. İşte cemiyet içinde diğer mesleklerde olduğu gibi; toplumda cereyan etmesi gereken bu hizmetlerin yönetiminde de kabiliyetli, çoğunluk tarafından takdir edilen ve hürmet gören, sözü dinlenen, isabetli görüşleriyle topluma yön veren kimseler daima var olagelmiştir. Toplum olarak yaşamak zorunda olan insanları, bu mecburiyetin dışında düşünmenin imkanı yoktur. Çünkü beşeri ilişkilerin bir grup tarafından oluşturulacak bir sisteme göre yönetilmesi gerekmektedir. Bu ilişkilerin tesadüflere ya da herkesin kendi anlayışına terk edilmesi ise anarşiyi doğurur. Zira insanoğlu melek olmadığı için, aralarında hakkına razı olmayıp üzerine düşeni de yapmaya yanaşmayan, kötü niyetli ve asalak birçok kimselerin mevcut olduğunu kabul etmek gerekir. Öyleyse en kötü sistemin bile sistemsizlikten iyi olduğu kabul edilmelidir. Tarih boyunca bu konuda liyakati olan veya olduğunu iddia edip akla değer vermeksizin beşeri zaaflarına göre hareket eden kimseler, daima toplumların başına geçip bu işleri yürütmüşlerdir. Ancak Allah Teala bu idarî liyakati devamlı olarak belli bir sınıfa, kabileye ya da aileye vermemiştir. Çoğu zaman idarî işleri çok iyi yöneten bir babanın çocukları, eksik bir öğretim ve eğitim sonucu, bu konuda başarılı olamıyor. Buna rağmen, baş olma, makam sahibi olma hırsı ile idare etme hakkını kendilerinde zorla tutmaya çalışan bazı aile ve sınıflar tarih boyunca toplumlara tahakküm edip zulmetmişlerdir. Böylece bu hakim sınıf, toplum yararına iş yapacakları yerde, kendi süfli arzularını tatmin ve hakkı olduğundan fazla bir takım menfaatler celp etme yoluna gitmiştir. Bunun sonucu olarak da insanlar arasında âdil bir şekilde devam etmesi gereken hizmet alış verişi sık sık bozulmuş, yerine zulüm hakim olmuştur. İşte böyle anlarda toplumu ıslah edip insanoğlunu tekrar; iblisi kıskandıran, melekleri de imrendiren mertebeye yükseltmek için peygamberler göndermenin sünnetullahın gereği olduğunu da Kur'an'dan öğreniyoruz. Beşerî kelamda, "tarih tekerrürden ibarettir" sözü ile ifadesini bulan, sünnetullahın tebdil ve tahvil kabul etmeyişinden[3] hareketle, istikbaldeki tehlikeleri bize maziden aktaran kıssaları okuduğumuzda; insanlık tarihine yön veren olayların "resul, mele', ve du'afa" terimleri ile ifade edilen kimseler etrafında oluştuklarını görürüz. Şu halde milletlerin kaderlerinde büyük rolü olan bu terimlerin tarih sosyolojisi açısından önemi çok olan manalar taşıması gerekir. "resul" kelimesinin ifade ettiği anlam bilinmektedir. Ancak peygamberin olmadığı yer ve zamanlarda, onların getirmiş olduğu esasların ve bu esaslara göre toplumu ıslah etmeye çalışanların aynı fonksiyonu icra ettiğini de kaydetmek gerekir. "Du'afâ", ayetlerden anlaşıldığına göre, toplumun ileri gelenlerine uyan halk tabakası, tebaa manasına gelmektedir[4]. Ayrıca konu işlendikçe terimdeki bu mana daha da açıklık kazanacaktır. "Mele"' terimi ise, peygamberin tebliğlerini konu edinen kıssaların akışında; daima peygamberlerin karşısında yer alan ve o günün şartlarına göre hakimiyeti ellerinde bulunduran bir grup olarak görünmektedir. Bazı âyetlerde, peygamberlere karşı çıkmada öncülük edip kavimlerini de arkalarından sürükleyen bu mele' gurubunun "bolluk ve bereketten şımarıp refaha dalarak azmış"[5], manasında "mütref kelimesiyle de isimlendirilmiş olduğunu görüyoruz.[6] Dolayısıyla bu giriş bölümünde "mele"' kelimesinin lügati, ıstılahı manaları ile İslam'dan önce Arabistan'a komşu ülkelere hakim olan sınıfların oluşmasını, imtiyazlarını ve halkla olan ilişkilerini incelemeyi uygun gördük.[7] A- Sözlükte Mele': "Mele" kelimesi, "me le e" fiilinden türeyen müfret bir isimdir. Bu fiil, doldurmak, dolmak, bir kimseye yardım etmek, kurulan yayı iyice germek, zengin olmak ve çok yemekten dolayı mide fesadına uğramak[8] manalarına gelmektedir. Bunlarla ilgili olarak "mele"' kelimesi şu manalarda kullanılmıştır: Toplumun reisleri, idarecileri[9], eşrafı[10], ileri gelenleri, büyükleri[11], fikir danışılan, görüşleri alınan kimseleri[12]. Toplum piramidinin üstünde bulunan bu tabaka halkın gözlerini şan, şeref ve azametle doldurdukları[13] ve ihtiyacı hissedilen şeyleri kendilerinde bulunduklarından bu ismi almışlardır[14] Cemaat[15]. İstişare etmek, danışmak[16]. Hırs, zan ve şüphe. Huy ve ahlak[17]. Peygamber efendimiz s.a.v. bu kelimeyi birinci maddede gösterilen manalarda şöyle kullanılmıştır: Bir gün Peygamberimiz secdede iken Ukbe b.Ebi Mu'ayt (2/624) mübarek sırtına bir devenin sakatatını koymuştu. Kızı Fatıma (11/637) r.a.'ın yardımı ile ayağa kalkınca: "-Allahım: Kureyş mele' (eşraf ve idareciler)ini sana havale ederim, Allahım: Ebu Cehil b Hişam (2/624), Utbe b. Rabi'a (2/624), Şeybe b. Rabi'a (2/624), Ukbe b. Ebi Mu'ayt (2/624), Ümeyye b. Halef (2/624)'i sana havale ederim"[18] diye beddua etti. Yine bu kelimeyi aynı manada Peygamberimiz s.a.v. şöyle bir vesile ile kullanılmıştır: Bedir Savaşından muzaffer dönen müslümanlar Medine'ye vardıklarında coşkun bir şenlikle karşılanmış ve hararetle tebrik edilmişlerdi. Gazilerden Seleme b. Selame (34/654) başarılarını küçümseyen bir ifade ile şöyle der: "-Bizi niçin böylesine coşkulu bir şekilde tebrik ediyorlar? Halbuki biz sıradan bir takım aciz ve yaşlı kimseleri öldürdük" Peygamberimiz bunu duyunca tebessüm ederek: "-Ey kardeşimin oğlu, onlar mele( eşraf ve idareciler)dir"[19] El-En'am Suresi, 6/52. Ayetin nüzul sebebini açıklama sadedinde Abdullah b. Mes'ûd (32/653) un söyle dediği rivayet edilir: "Bir gün Kureyş'in mele'i, yanında Habbâb (37/657), Süheyb (38/659), Bilal (20/640), Ammar (37/657) bulunduğu halde Hz. Peygamber s.a.v.'e uğramış ve şöyle demişlerdi: "Ya Muhammed: (kavminin eşraf ve ulularını bir yana bırakarak) bunlara mı razı oldun?.. " Anılan ayete nüzul sebebi olarak; "Arap eşrafından bir grubun Peygamber (s.a.v.) den, fakir müminleri meclisinden kovmalarını istemelerini ihtiva eden, ziyade ve noksanı ile farklı rivayetler yapılmıştır"[20] Fakat her birinde olayların failleri için, kısmen değişik isimler sayılmasına rağmen bunların, toplumun hakim tabakası içerisinden oluşlarında ittifak vardır. Mesela, bu rivayeti nakleden kaynakların bir kısmında "mele" lafzı yerine, Kureyş'in reis ve ulularından; Utbe b. Rabi'a (2/624), Şeybe b. Rabi'a (2/624), Mut'im b. Adiyy (2/624), Hars b. Nevfel (2/624), Kursa b. Abdi Amr b. Nevfel'in isimleri[21] zikredilmiştir. Başka bir rivayette ise, "kavmin eşrafı ve beyleri"[22] ifadesi kullanılmıştır. Aynı nüzul sebebinin, sadece mefhum olarak kısaca nakledildiği Medarik'te ise yalnız "müşriklerin reisleri" kaydı yer almıştır.[23] Şu halde anılan ayeti açıklamak için aynı nüzul sebebinin tamamını veya mefhumunu alan bu kaynaklara göre "mele" kelimesi; kavmin içinde sözü geçen kimseler, eşraf, bey ve reisler manalarıyla eş anlamlı sayılır. Yine Hendek Savaşı öncesinde Medine'yi savunmak için hendekler kazılırken müminleri coşturup gayretlerine güç katmak için Peygamberimizin müminlerle beraber söylediği şiirde "mele"' kelimesinin önderler ve ileri gelenler manasında kullanıldığını görüyoruz: "Allahım! senin lütfün olmasaydı doğru yolu bulamazdık. Zekat veremez, namaz kılamazdık. Rabbimiz! (şu mele'in zulmünü bertaraf edip) bize emniyet bahşet. Çünkü (kavmin) ileri gelenleri (imanımızdan dolayı) bize zulmetti (Râvi, son iki beyitin bazen şu şekilde değiştirilerek söylendiğini belirtiyor: Mele' bize (inançlarımızdan dolayı) zulmetti. Fitneler çıkartıp bizi dinimizden döndürmek istediklerinde biz de karşı çıktık, karşı çıktık)"[24] Sahih-i Müslim Şerh-i Nevevi'de ise "mele"' kelimesi için şu açıklamayı görüyoruz: "Onlar kavmin eşrafıdır. Zayıf bir ihtimalle de içinde kadın bulunmayan erkekler topluluğudur."[25] Yine bu kelimenin birinci maddedeki manada kullanıldığı, İslam Ansiklopedisi'nin şu mütalaasından da anlaşılıyor: ".. Mekke'nin, göçebe kabile meclisinin şehirdeki muadili olan "mele"' vasıtası ile idare edildiği düşünülebilir. Bu meclis, en zengin ve en nüfuslu ailelerin reislerinden meydana gelmekte idi. İşte bundan dolayı mele'in ekseriya Beni Ümeyye ve Beni Mahzum'dan teşekkül ettiği söylenir"[26] Bütün bu örneklerden anlıyoruz ki; mele' lafzı ile en çok "kavmin idarecileri, reisleri ve diğer ileri gelenleri manası kastedilmektedir"[27] B- Kur'an Istılahında Mele': Kur'an-ı Kerimde otuz defa geçen[28] bu kelimenin, biri hariç olmak üzere[29] , hepsi ma'rife olarak kullanılmıştır. Bu ön bilgiden hareketle ilk tefsir kaynakların anılan kelimenin, sözlükteki manalarından hangisinin edildiğini araştıralım: İstifade edebildiğimiz ilk müfessirlerden Mukatil(150/767)e göre "mele"', toplumun "liderleri ve büyükleredir”[30]. Taberi (310/922) "toplumun ileri gelenleri, eşrafı, idarecileri ve uluları"[31]. Isfahani (502/1108); "bir fikir etrafında birleşip bakanların gözlerini ve gönüllerini maddi ve manevî üstünlüklerle dolduran bir topluluk"[32]. Zemâhşerî (538/1143)[33], Kurtibi (671/1272)[34], İbnü Kesir (774/1372)[35] ve Süyuti (911/1505)[36]; "cemiyetin eşrafı, önderleri, idarecileri ve beyleri" ifadelerini kullanmaktadırlar. Râzi(606/1209) ise, açıklamasını yaparken konumuz doğrultusunda şöyle bir ifade kullanmıştır: "Kendilerini peygamberlerin karşısına koyan beyler, ve büyüklerdir. Meclislerin önlerinde yer almaları, heybetli görünüşleri ile göz ve gönülleri doldurmaları, toplantılarda bütün gözlerin onlara yönelmesi sebebiyle dolgunluk ifade eden bu ismi almışlardır, bu da ancak reislerde olur. Bütün bunlar, "mele'"ten muradın, rüesa ve ekâbir olduğunu gösterir"[37] Çağdaş müfessirlerden Seyyid Kutub (1386/1966) da, peygamberlere uymayı kibirlerine yediremeyen bu grubun "hükümdarlar, aşiret reisleri ve kavim üzerinde nüfuzu olan kişiler olduğuna işaret ediyor[38]. Diğerlerine göre de bu kelime, "eşraf, istişare edilen ve dolayısıyla topluma yön veren kimseler" manalarında daha munis bir şekilde kullanılmıştır.[39] Bu manaların yanında Firavun ve Belkıs gibi teşkilatlı bir devlet yapısına sahip olanlarda mele' kelimesinin daha hususi bir mana taşıması gerektiği düşünülerek "devlet ricali, hükümdarları istişare meclisi" ifadeleri de kullanılmıştır.[40] Netice: Mezkur kaynaklardan aldığımız bütün bu bilgilere göre mele' genel manası ile her devirde, idâri, siyasî ve iktisadî sahalarda söz sahibi olan, bu ve diğer konularda topluma yön veren kimselerden oluşan cemaat/topluluktur. Kur'an'daki mele' ise bunların içinden, daha çok hissiyatı akla galip gelen ve bu sebeple de siyasi ve idari sahalardaki işlerini zulmederek yürütenler için kullanılmıştır.[41] Çünkü peygamberlerin topluma ıslaha yönelik teklifleri -ileride açıkça görüleceği gibi- en çok bunların hoşuna gitmediğinden daima peygamberlerin karşısında yer almışlardır. Yine bu kaynaklardan aldığımız bilgilere göre, Kur'an'da nekre olarak geçtiği yer hariç mele' kelimelerinin tümü sözlükteki manalarından birincisinde kullanılmış, 3. 4. ve 5. manalarında hiç kullanılmamıştır diyebiliriz. İkinci maddede kullanılan "cemaat" manasında kullanılma ihtimaline gelince: Bu ihtimali kabul etsek bile, yine bu cemaatin toplum içerisindeki sıradan kimselerden değil; liderliği, zenginliği, görüşlerinin isabetliği ve toplum tarafından kabul görüşü ile temayüz etmiş kişilerden meydana gelen seçkin bir cemaat olduğunu kabul etmek gerekir. Merhum Elmalılı (1361 /1942) ilk ciltlerde cemaat manasını benimserken, ileri gelenlerin oluşturduğu bir cemiyeti kastetmiş olması gerekir.[42] Zaten müteakip ciltlerde aynı kelime için "cemiyyet" yerine ".. .kavmin kodaman güruhu, ...göz dolduran kodamanları, kodaman kafirler..." mânalarını tercih etmesinden anlaşılmaktadır[43] Kur'an'da peygamberlerin kıssaları dışındaki iki yerde geçen "mele-i a'lâ" ifadesinde de müfessirlerin beyânına göre; "meleklerin büyükleri, ileri gelenleri, yani eşrafı" kastedilmektedir.[44] Nekre olarak kullanıldığı Hûd Suresi'nin 38.âyetinde ise "ileri gelenler" diye tahsis etmeksizin "herhangi bir cemaat, gurup" manasını verip umumîleştirmek daha uygun düşer. Bütün bu mütalaalardan sonra sonuç olarak: Kur'an'daki, biri hariç- bütün "mele"' lafızlarında, sözlükteki birinci mâna kastedilmiştir diyebiliriz. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki: Akıllardan çok hırs, haset ve kibir gibi behîmî hislere göre hareket ederek toplumu idare etmeye kalkışan ve Alla (c.c.) tarafından gönderilen mürşitlerin ikazlarım dinlemeyip onlara hemen karşı tavır takınan bu sınıfa, eşraf manasına gelen bu kelimenin kullanılması; içinde bulundukları cemiyetin anlayışına, ve değişen kıymet hükümlerine göre, vakıayı açıklamak içindir. Yoksa ilahî ve aklî ölçülere göre eşraflığa, beylik ve efendiliğe, idarecilik ve reisliğe liyakatlerini açıklama için değildir.[45] C- İslam'ın Zuhurunda Komşu Ülkelere Hakim Olan Mele': Mele' kelimesinin Kur'an'daki ıstılahında, topluma hâkim olan, onu idare eden, ve o günün şartlarına göre seçkin sayılan kibirli bir gurup manasına kastedildiğini belirttikten sonra, İslâm'ın zuhuru ve gelişmesi zamanlarında, komşu ülkelerdeki hâkim sınıfları oluşmasını, imtiyazlarını ve halkla olan ilişkilerini özet olarak inceleyelim. Öncelikle şunu belirteli ki, sadece Araplar arasında değil, bütün milletlerde; ahlaksızlık, hırsızlık, eşkiyalık, içkicilik, kumarbazlık, fuhuş, riba, tefecilik ve kölelik gibi her çeşit zulüm yaygın hale gelmiştir.[46] 1- Mısır: Tarihin en eski devirlerinden Roma'nın istilâsına kadar Mısır'da Firavunlar ve çevresindeki saray erkânı hâkim sınıfı oluşturuyorlardı. Firavunlar, hâkimiyetlerinin devamını sağlamak için halka, tanrılar sülalesinden olduklarını kabul ettirmişlerdi.[47] Bu sebeple kendilerine esirler değil, ancak rahiplerin ileri gelenleri hizmet edebilir,[48] ilâhi bir cevherden vücuda geldikleri için de âdi bir topraktan yaratılmış olanlarla evlenemezlerdi. Bu yüzden yakın akraba ve hatta kardeşler arasındaki evlilik onlar için tabiî bir âdet olmuştur[49] Firavunun etrafında saray erkanını oluşturan kâtipleri müşavirler, vergi memurları, kumandanlar ve muhafızlar toplanmış bulunuyordu. Hâkim-i mutlak olduğunu kabul ettiren Firavunun memurları, bilhassa eyaletlerdeki memurları pek büyük bir servete sahiptiler. İşte Mısır'daki zadegan sınıfının kaynağını da bu saray erkanı oluşturuyordu. Her cemiyette olduğu gibi Mısır'da da toplum piramidinin tabanını, beşeri ihtiyaçlar içinden en çok lâzım olanına cevap veren ve en kalabalık olan çiftçi ve sanatkâr sınıfları oluşturuyordu.[50] Fakat "Firavun, Mısır'da büyüklenmeye kalkışıp aha/isini sınıflara ayırdı. Onlardan bir zümreyi eziyor, oğullarım kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardan idi' [51] âyet-i kerimesinde belirtildiği gibi, bu sınıfa, layık olduğu huzur çok görülmüş ve daima zulümler altında ezilmişlerdir. Fakat bu zalimlerin yaptıkları yanlarına kâr kalmamış ve akıbetleri: "Firavun ve kavminin yapa geldiği şeyleri ve yükseltmekte oldukları sarayları yerle bir ettik'[52] ayet-i kerimesinde belirtildiği gibi ibret verici olmuştur. İşte böylece firavunların saltanatı Roma'nın işgali ile son bulmuş ama yine eskisini aratmayan yeni bir zulüm devri, Müslümanların Mısır'ı fethine kadar devam etmiştir[53] 2- Roma: Eski Roma'da halk üç sınıfa ayrılıyordu: Patriciler (aristokratlar), Plepler (avam tabaka) ve Köleler. İlk iki sınıf Roma vatandaşı sayılırken, köle ve azatlıların hiçbir değerleri yoktu. Roma'nın idarecilerini oluşturan senato ve konsüller Patricilerden seçilirdi. Pleplerin vazifesi de, Romanın mele'ini oluşturan Patricilerden konsüller ve diğer idareciler için oy kullanmaktı. Bu duruma göre, devlet idaresi Patricilerden oluşan aristokrat bir sınıfa ait idi. Patricilerin kanun yapma ve yürütme hakkı gibi, daha birçok imtiyazları vardı.[54] Halbuki bu iki sınıf arasındaki fark, millî veya ırkî değil sadece iktisadi sebeplere bağlı idi. Roma tarihinde hemen hemen hiç eksik olmayan Patrici ve Plep mücadelelerinden sonra, halkın siyasi ve iktisadi haklarında kısmen de olsa eşitlik sağlanma yoluna gidilmiştir. Fakat bu sefer de, dogmatik aristokrasi sınıfının hakimiyeti yerine, servete ve taraftar çokluğuna dayanan mevkî aristokrasi hâkimiyeti, toplumda yeni bir takım sınıfların doğmasına neden olmuştur.[55] Bu iki sınıf arasındaki mücadelenin mihverini, zenginlerin fakirtlere verdiği yüksek faizli borçlar teşkil etmiştir. Bir çok defalar toprak eşit olarak dağıtılmış, faizler hatta borçlar silinmiş, kazançların adalet esası üzerine dağıtımı sağlanmaya çalışılmış[56], fakat servetin -dolayısıyla da hakimiyetin- belli kimseler arasında dönüşü engellenememiş, kısa bir zaman sonra yeni bir zengin ve mütehakkim bir sınıf oluşmuştur. Çünkü adalet ve eşitliği sağlamak için, kalıcı esaslar yerine geçici çarelerle halk oyalanmıştır. Bu sebeple sınıf ayrılıkları Roma'nm çöküşüne kadar devam etmiş, böylece soylular daha soylu ve zengin, fakirler daha fakir bir hale gelmişlerdir. Böylece servete dayalı soylu sınıfı giderek önemini arttırmış, zevk ve eğlenceye dalıp hayvani arzularını tatmin etme hırsı herkese hakim olmuştur. Sırf ticaret ve imarette Roma ile boy ölçüşecek bir seviyeye geldiği için, şehirler yakıp yıktırma kararı alan[57], fakirlere arka çıkıyor diye, diktatör olmak istiyor bahanesi ile ıslahatçıları astıran[58] Roma'nın melei, çöküş yıllarında, köleleri ve yakalayabildikleri Hıristiyanları spor sahalarında, türlü işkencelerle birbirlerine öldürtüyor veya genelde aç bırakılmış yırtıcı hayvanlara yem olarak attırıyordu. Roma toplumunun ekâbiri de, bu vahşî zevk ve barbarlığa karşı gelecek yerde, onunla övünme yolunu tutmuştu. Bu haliyle sünnetullah'ta zâlim milletler için takdir edilen acı bir son ufukta belirdiğinde Roma'daki içtimai durumun ne olduğuna bir göz atalım: "Roma İmparatorluğunun kuzeyden gelen akınlarla yıkılmasından önceki durumu şöyleydi: İmparatorluğun büyük bir kitlesi gayet sefil bir hayat sürmekte idi. Bir taratan hükümet erkânı, öbür taraftan zenginler sınıfı, hemen herkesin faaliyet alanlarına tamamıyla set çekiyordu. Zenginin, memurun ve bu güruhun, harem takımına mensup olmayan, veyahut dalkavuk ve tüfeyli sınıfına dahil olmayanların hayatı, bu gün bizim tasavvur edemeyeceğimiz derecede çetin ve sıkıntılı idi. Bu sebeple dalgalar halinde kuzeyden gelen kavimlerin hücumuna karşı koyacak aylıklı alaylardan başka bir kuvvet bulunamamıştı. Bunlara karşı milli kıyama benzer bir hareket olmadı. Çünkü halk nazarında, imparatorluk uğrunda harp etmek zahmete değer bir şey değildi. Zaten köle ve küçük çiftçiler borca dalmış olduğu gibi (bugün bürokrasi dediğimiz) girift nizam ve kanun ağlarıyla çevrildiğinden, her türlü cesaretini kaybetmiş, bazen de yerlerini, yurtlarını köle ve esir takımına terk etmek mecburiyetinde kalmıştı."[59] 3- Yunan ve Bizans: Yunanistan önceleri Roma'nın bir sömürgesi idi. M.S. 476'yı müteakiben Doğu Roma, yani Bizans'ın hakimiyeti altına girmiştir. Bu sebeple Bizans hakim sınıfından bahsetmek - İslâm'ın zuhuru devrine yakın olduğundan- uygun düşer. Bizans İmparatorlarına kuruluş yıllarından beri "İlah" ve "haşmetmeap" mânalarına gelen unvanların verildiği, adlarına basılan sikkelerden anlaşılmıştır. Monarşik bir devlet teşkilatına sahip Bizans imparatorları, müstebit hükümdar ve imparatorluk tacını taşıyan bir ilah telakki ediliyorlardı. Huzura kabulde tebaası, imparatora bakmaya cesaret etmeden önce, önünde secde etmek mecburiyetindeydi. İmparatorun şahsı, sözleri, sarayı, hazinesi v.b. her şeyi mukaddes sayılırdı. İmparatorların sarayı, içindeki devlet erkanı ile birlikte müthiş masrafların, hile ve entrikaların merkezi haline gelmişti.[60] Merkeze uzak bölgelerde, imparatorun imtiyaz ve zulmünü, oradaki büyük arazi sahipleri ve kilisedeki papazlar sürdürüyorlardı. Roma ve Bizans'ta önceleri amansız bir takip ve zulüm altında inleyen Hıristiyanlar sonradan hüsn-ü kabul görmüşler, hatta papazlar, halkın kendilerine ibadet ettiği ve kralları aforoz edebilecek bir mevkiye çıkmışlardı. Geniş arazilere sahip olan bu aristokrat ve kilise mensuplarının, silahlı adamları, kâtipleri, kâhyaları, işçi orduları, müşavirleri, vergi tahsildarları, polis teşkilatları ve hatta posta servisleri bile vardı. Bu halleriyle devlet içinde küçük küçük krallıklara benziyorlardı. Halkı ise bu hakim sınıfların zulmü altında inliyordu.[61] Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Anadolu halkı, hâkim sınıfların hırslarını tatminden başka maksat gütmeyen Bizans- İran Savaşları neticesinde sık sık el değiştirip büyük kayıplara uğruyorlardı. Aslında özet olarak sunduğumuz bu bilgilerinden anlaşılıyor ki; Yunan ve Bizans'ta mele' takımını saray erkânı, valileri, ve daha sonraları da bunlarla birlikte papazlar oluşturmaktadır.[62] 4- İran: İran halkı, Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi, hasep, nesep ve meslekler nazarı itibara alınarak üç büyük zümreye ayrılmıştı: Aristokratlar (hakim sınıf), Muğlar (Dini liderler) ve halk sınıfı. İmtiyazlı sınıfları oluşturan asilzadeler ve muğlar dışındaki geniş halk kitleleri; bezirganlar, sanatkarlar, tarımcılar ve işçiler gibi zümreleri ihtiva ediyordu.[63] Bu tabakalar arasındaki geniş ve derin mesafeleri ortadan kaldırmak imkansızdı. Çünkü fertlerin ailevi durumlarına göre sahip oldukları mevki ve meslekle yetinmeleri ve daha yükseklere göz dikmemeleri kanun gereği idi. Allah her insan için bir meslek halk etmiştir. O yüzden kabiliyetli olsa bile başka bir iş edinme hakkı düşünülemeyeceği inancındaydılar. "İran Hükümdarları kisrâlar, damarlarında ilahî bir kanın aktığını iddia ediyor, halk da bunlara birer tanrı nazarıyla bakıp tanrılıklarına dair şiirler söylüyorlardı. Yine halk onları, insan üstü bir varlık olarak kabul ettikleri için, kanunlarla sınırlandırılıp tenkit edilemeyeceklerine, isimlerini uluorta ağza alınıp hiç bir kimsenin, onların meclisine katılamayacağına inanılırdı. Ayrıca onların herkes üzerinde sınırsız haklara sahip olduklarına, fakat kimsenin onlardan bir hak talep edemeyeceği kabul edilirdi. Hükmetmek ve vergi toplamak, ilahi menşeli sayılan kisrâ ailesinin hakkıydı. Bu hak ailenin büyüğü sayılan dededen babaya intikal eder ve zâlim veya âdi birisinden başka hiç kimse bu konuda onların karşısına dikilip rakip olamazdı. İran halkı, kisrâ hanedanı içinden verasetle başlarına geçen hükümdara boyun eğmeyi kaçınılmaz gördüğünden başkasına asla razı olmazdı. Dolayısıyla büyük biri bulunamazsa, ailedeki küçük bir çocuğu, o da bulunmazsa bir kadını hükümdar olarak seçerlerdi.[64] Kendi ülkesinde böylesine imtiyazlar edinen kisrâ hanedanı, kibir ve şımarıklıklarını son haddine vardırarak, "İran ve İran dışındaki yerlerdeki kralların, kıralı" sıfatını almış, böylece bütün ırk ve milletlerden üstün olduklarını iddia ile, dünyaya hükmetme arzusuna kapılmışlardı.[65] 5- Hindistan: Tarihte hâkim sınıfla, ona mahkûm olan çoğunluğun oluşturduğu sınıflar arasına en belirgin sınırların çekilip en yüksek duvarların örülmesini Hindistan'da görüyoruz. Bu sınırların hiç bozulmadan asırlar boyunca devam etmesi de üzerlerine sürülen dini boya sayesinde olmuştur. Bu ülkedeki Kast Sistemi'nin oluşmasını, mukaddes kitaplarını inceleyen Ebu'l Hasen en-Nedvi'den şöyle özetleyebiliriz: Milattan üç asır kadar evvel Mono adındaki bir bilgin, çok daha eski devirlerden kalan kutsal kitapları Veda'larını o günün içtimaî yapısına göre yorumluyor. Kendisinden sonra Monoşastır adını alan bu yorumlar Hint toplumu için hem dinî, hem de siyasî bir kaynak oluyor. Aynı zamanda siyasî ve medenî bir kanun niteliği taşıyan bu kutsal yorumlarda insanların yaratılışı şöyle anlatılıyor: "Kâdir-i Mutlak olan tanrı, âlemin maslahatı için; Brahman'ları ağzından (başından), Kisatriya'ları kollarından, Vâisya'ları bacaklarından, Sudra'ları ayaklarından yaratarak her birine ayrı ayrı imtiyazlar ve vazifeler vermiştir." Hiçbir kimse bundan daha çoğuna talip olamadığı gibi, haklarından da vazgeçemezdi.[66] 1947 yılına kadar geçerli olan ve Hindistan'da; sosyal, siyasi ve dini sistemin temeli sayılan bu kanun, mele' sınıfını, onlara vermiş olduğu birçok imtiyazlarla tanrı seviyesine yükseltmiştir. Bu imtiyazlardan birkaç örnek vererek, bu hakim sınıfın, insan haysiyetini ayaklar altına alan zulümlerinin derecesini anlamaya çalışalım: "Brahmanlar Allah'ın seçilmiş kulları ve insanların idarecileridir. Memlekette ne varsa onların mülkü, onlar ise mahlukatın en faziletlisi ve dünyanın efendileridir.... Veda'yı ezberleyen bir brahman, öbür üç zümreyi taşkınlıkları ve kötü davranışlarıyla darmadağın etse bile yine affedilir. En muhtaç anlarında bile devletin, onlardan vergi ve harç alması caiz değildir. Bir brahmanın, memleketinde açlıktan ölmesi asla caiz değildir. Bir Brahman, katlini gerektiren bir suç işlese, hakim ancak onun saçlarını tıraş edebilir. Fakat bu suçu işleyen öbür zümreden biri ise, hemen öldürülürdü.[67] Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ama hepsinde adalet ve eşitlik yerine, zulmün esas olduğunu belirtmek kâfi gelecektir.[68] Netice: "De ki: 'Yeryüzünde gezip dolaşın da mücrimlerin sonu nasıl olmuştur, görün"[69] İlahi emrine uyarak, İslâm'dan önceki milletlerin akibetlerini ve konumuz itibariyle buna yol açan sebeplerden sadece siyâsî olanına bakabilmek için çok kısa da olsa yaptığımız bu araştırmada netice olarak şunu görebildik: Mezkûr milletlere hâkim olup onları idare eden sınıflar, her şeye rağmen idareci olarak kalma hırslarını normal bir hakmış gibi gösterebilmek ve bunu yönettikleri halka kabul ettirebilmek, aynı zamanda onlardan ayrı bir grup olarak varlıklarını sürdürebilmek için, ilâhî sülaleye mensup olmak v.b. akıl ve mantıkla bağdaşmayan birtakım sun'i değer ölçüleri tespit etmişler ve bunların gölgesine sığınarak işlerini yürütmüşlerdir. Onlar bu değer ölçüleri vasıtası ile halkı istismar ederek, hak ettiklerinden çok daha fazla nimet ve hizmeti halktan alma yoluna girip gün geçtikçe lüks ve israfa dalmış, aklın kontrolünden çıkan nefislerini tatmin edebilmek için de, gittikçe zulümlerini arttırmışlardır. Kendi ülkelerindeki zulümleri ile aşırı hırslarını tatmin edemeyenler ise, komşu ülkelere göz dikmiş, böylece Roma, Bizans ve İran'ın komşularına ve birbirlerine karşı açtıkları yıllar süren savaşlar başlamış ve zamanla bütün dünyaya yayılmıştır. İşte anılan aşırı hırs ve hasetleri yüzünden, gören gözleri körleşen, duyan kulakları sağırlaşan ve böylece aklını da dinlemez olan insanoğlunu, tekrar ıslah için son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'in bi'seti ufukta belirip kıyamete kadar hiç sönmeyecek olan ışıklar saçmaya başladı. Fakat en yakın çevresinden başlayarak, hırs ve haset çemberi, O'nun da etrafını sarmakta gecikmedi... Peygamber Efendimizin, insanoğlunu cehalet, taklit, ve hissiyatın karanlığından çıkarıp ilahi prensiplerin ışığındaki aklının emrine verebilmek için, nasıl hareket ettiğini araştırmaya geçmeden önce bu konudaki Sünnetullahı, daha iyi kavrayabilmek için Kur'ân'daki kıssalara bir bakalım.[70] [3] Azhâb: 33/62; Fatır: 35/43; Fetih: 48/23. [4] İbrahim: 14/21. [5] İbrü’l-Mansûr, Lisânü'l-Arap, IX, 17; Isfahanı, Müfredat, 74; Komisyon. Mu'cem, I 159. [6] Sebe: 34/34; Hud: 11/116; İsra: 17/16; Mü'minûn: 23/33, 64; Zuhruf: 43/23. [7] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 11-13. [8] Firuzabadi, Kamus, Ter. Asım Efendi I.99, Mu cemu'l-Vasit II, 882. [9] Askerî, Ebu Hilâl, Kitâbu'l-Furûk, 307; El-Bendenci, et-Takfiyetü fi'1-Lüga, 83; İbnü'l-Mansur, Lisanü'l Arap, I, 158 vd. [10] Zemahşerî, Esasü'l-Belaga, 601; İbnüİ-Manzur age. I, 153 vd; İbnu Kuteybe, Tefsiru Garibi'l-Kuran 92, 171. [11] İbnü Düreyd, Cemheretü'1-Lüga 267,292; İbnü'l-Manzur age. I 158 vd. [12] İbnü'l-Manzur age. I, 158 vd. [13] Firuzabadi age. I, 99. [14] İbnu'l-Manzur age. I, 158 vd. [15] Cevheri, Sıhah, I, vr, 26 ayrıca age. Kaynakların mezkur sahifeleri: Mele' kelimesinin bu manasından hareketle; herkesin gözü önünde, alenen yapılan bir şeyi anlatmak için: "Ala melein mine'n-nas" ifadesi kullanılır. [16] Mekkeli müşrikler Uhud Harbînde, Bedir'in intikamını almak için şühedanın uzuvlarını kesmişlerdi. Ebu Süfyan (31/652), tasvip edilmeyen bu hareketin kendisine danışılmadan yapıldığını anlatmak için: "gayru melein minna" ifadesini kullanmıştır, Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned I, 463. [17] Firuzabadi, age. I, 99; Raid II, 1425, Cevheri age. 26, Peygamber efendimiz "..suyun başına üşüşen ashabına: "Ahsinu'l-melee..." iyi davranınız; hepiniz suya kanacaksınız" derken bu manayı kastetmiştir. [18] Buharı, Cizye, 21: Fedail-u Ashab, 24; Müslim, Cihad, 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 393, 417. [19] Ibnü Hişam, Siret, II, 297; İbnü Kesir, Siret, II, 472 vd. [20] Ebu Hayyan el-Endelusi, Bahr, IV, 135. [21] Taberi, Cami ul-Beyan, VII, 202; Vahidi, age. 125; Suyûtî, Lübab, I, 159; Mukatil'de mevcut iki rivayette ise başta Ebu Cehil olmak üzere yine eşraftan değişik isimler naklediyor. Bkz. Vr. 62 vd. [22] Vahidi, age. 125. [23] Neşeli Medarik, II, 13; ayrıca bkz, Ebussuud, İrşad, III, 138. [24] Buharı, Temenna, 7: Müslim, Cihad, 44. [25] Sahhi-I Müslim Şerh-i Nevevi XII, 171; İbnu Hacer, Tefsîru Gar'ibi'l-Hadis, s. 228. [26] İ.A. Mekke md. [27] "mele"' kelimesinin bu manada kullanıldığına dair burada gösteremediğimiz diğer şahitler için bkz: Ahmed s. Hanbel, Müsned, I, 303, VI, 61; Müslim, Mesacid, I; Sahih-I Müslim Şerh-i Nevevi, V, 6 vd. Kadı Iyad, İkmal vr. 112; İbnü Hişam age, II,27. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 13-16. [28] Bakara: 2/246; Araf: 7/60, 66, 75, 88, 90, 103, 109, 127; Yunus: 10/75, 83, 88; Hud: 11/27, 38, 97; Yusuf: 12/43; Mu'minun: 23/24, 33, 46; Süara: 26/34; Neml: 27/29, 32,38; Kasas: 28/20, 32, 38; Saffat: 37/8; Sad: 38/69; Zuhruf: 43/6. [29] Hud: 11/38. [30] Mukatil, Tefsir, vr.80 a.b. [31] Taberi, Cami ul-Beyan, II, 595, 602. Ayrıca bkz. Ebu Hayyan el-Endulusi, Tuffetü'1-Erib bima fi'1-Kur'ani mine'l-ğarib, 244. [32] Isfehani, Müfredat, 719. [33] Zemâhşerî, Keşşaf, II, 85. [34] Kurtubi, el-Cami'u li Ahkam, III, 243. [35] İbnü Kesir, Tesir, II, 223, 442, III, 243, 361. [36] Süyûtî, Mü'terekü'l-Ekrân fî İ^câzi'l-Kur'an, II, 265. [37] Razi, Nefatih, XIV, 1501 ayrıca bkz. VI, 181. [38] Seyyid Kutup, Fi Zilâl, VI, 117. [39] Âlûsî, Ruhu'l-Me'âni, II, 164, 164, VIII, 150, XII, 36vd. Kâsimi, Mehâsinu't-Te'vîl, VII, 2763 Reşid Rıda, Menâr, XII, 151, IX, 39, VIII, 491. [40] Ebû Hayyân el-Endelûsi; Bahr, V, 312; İbnü Kesir, Tefsir, III, 361; Reşid Rıda, age. IX, 39, XII, 151; Ayrıca bkz. Komisyon, Mu'cemu'l-Elfâzil-Kur'ân. II, 649. [41] "Mele'" kelimesinin genel manadaki cemaat/topluluktan farkı için bkz. Askeri, age, S.307. [42] Elmalı, Hak Dini, IV, 2226 vd. [43] Elmalı, age. V, 3446 vdd, 3451. [44] Ebu'l Beka, Külliyât, 352; Bedavi, Envae, 589: Âlûsî, age. XXIII, 69, 221. [45] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 16-19. [46] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 19. [47] Kasas: 28/38. [48] Ahmet Refik, Büyük Târih-i Umûmî, I,135. [49] H.C. Wels, Cihan Tarihinin Umumî Hatları, I, 186 vd. [50] H.C. Wels, age. I, 200. [51] Kasas: 28/4. [52] A'raf: 7/137. [53] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 19-20. [54] Meydan Larousse, Roma md. ayrıca bkz. Dr. Andreas, Roma Hukuk Dersleri, Ter. Dr Türkan Rado, I. 82 vdd. [55] Prof. Dr. Oktan Akşit; Roma İmp. Tarihi. [56] H.C. Wels, age, II. 146 vd. [57] H.C. Wels. age, II, 154. 170. [58] H.C. Wels, age. II, 146 vd. [59] H.C. Wels, age, II, 212. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 20-22. [60] A.A.Vasiliev, Bizans İmp. Tarihi, ter. A. Müfid Mansel, 74 vd. [61] A.A.Vasiliev, age. 200 vd. [62] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 22-23. [63] Ord. Prof. Ş. Günaltay, İran Tarihi, I, 298. [64] Nedvî, Mâza Hasira'l-Âlem, 49 vd. [65] Meydan Larousse. Iran Mad. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 23-24. [66] Nedvî, age. 58 v.d; ayrıca bkz.Ahmet Refik, age. I, 424. [67] Nedvî, age. 59; Ayrıca diğer imtiyazlar için bkz. Ahmet Refik; age, 432 v.d. [68] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 24-25. [69] Neml: 27/69; Âli Imrân: 3/127; El’âm: 6/11; Nahl: 16/36; Rûm: 30/42; Yûsuf: 12/109; Rûm: 30/9. [70] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 25-26. |