Konu Başlığı: Sonuç Gönderen: müzzemmil üzerinde 19 Eylül 2011, 23:09:16 Sonuç Yüce Allah, insanı en güzel biçimde yaratmış ve onu yaratıkların en şereflisi kılarak melekler dahil bütün âlemlere tercih etmiştir. Allah Teâlâ, inşam yeryüzünde halîfe tayin ederek ona oîan güvenini ve yakınlığım önemle beyan etmiştir. insan bedeni pek çok hasleti İçinde bulunduran büyük bir evrendir. Pek çok şey onda gizli olarak bulunur, insanda ne varsa, içindeki anlamdadır, iyilik, kötülük, doğruluk, yalancılık, mal ve makam sevgisi gibi hususlar insanda gizli halde mevcuttur. Topraktan olan beden kalıbının içinde insanlık cevheri gizlidir. Gererek fizikî, gerek maneviyat ve ahlâk itibariyle insan, en güzel bir kıvama erebilecek, en güzel kabiliyetleri sergileyecek bir biçimde yaratılmıştır, insan, yüksek duygularla donatılmış, faziletli ve istidatlı, ebediyete meftun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebediyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gök kuşağı gibi bir iklim mevcuttur ki, onun yükselip ölümsüzlüğe ermesi de, içindeki bu kabiliyetlerin geliştirilip ortaya çıkarılmasına bağlıdır. insan, ruh ve beden unsurlarından oluşan bir terkiptir. Bu terkip kâinatı temsil eden bir özelliğe ve dünyayı etkileyecek bir güce sahiptir. Her insanın birinci ve temel vazifesi, kendisini keşfedip tanıması ve bu sayede Rab-bine yönelmesidir. Kendi mahiyetini tanıyıp bilmeyen ve yüce yaratıcısı ile münasebet kurmayan kimseler, vücut ikliminde nasıl bir hazine taşıdıklarını bilmeden bu dünyadan göçüp giderler. Kur'ân, Aliah'ın varlığına delil olarak bizzat insanın kendi varlığını ve yaradılışını vukufla İşler. Allah'ın varlığının belgelerinin, insanların kendi nefislerinde olduğunu beyan eder. Günümüzde tıp gibi beden ilmiyle, psikoloji ve sosyoloji gibi insanın manevî dünyası ile uğraşan ilimlerin ve araştırmaların verilerine bir göz atıldığında, insanın ne denli karmaşık bir yapıya sahip olduğu ve buna rağmen beden ve ruh ahengi içinde şuurlu bir varlık olarak hayatını sürdürdüğü görülür. insanı insan yapan ve kişi kılan yanı, onun akıl varlığıdır. Ancak bu yanı, kişiye tamamlanmış ve hazırlanmış kâmil bir şekilde verilmiş değildir. Kişinin bir manevî, yani niyet alanı, bir de fiil ve eylem yanı vardır. Onun birinci yanı ve alanı, niyet ve mana olarak görülmeyen âleme aittir. Fiil ve eylemleri ise görünüşten ibaret olan reel âlemde olup biterler. İnsan, akıl varlığı yanı ile Allah'a dönük ve O'ndan aldığı pay ile O'na katılırken, tabiî varlık yönüyle canlı ve cansız varlıklar dünyasına katılır ve oradaki geçerli kanunlara boyun eğer. Mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'in , hemen hemen bütün hitapları, insanın iki yanlı bir varlık olduğunu ifade eder. İnsan bir bütündür. Bu bütünlük içinde insanı ele almak bugünkü ilmî verilere tıpa tıp uymaktadır. Eğitimciler, sosyologlar ve psikologlar da aym şekilde insanı bir bütün olarak değerlendirmektedirler. însan, duyularla müşahede edilen bir beden, diğeri de akıl ile idrak olunan ruhtan müteşekkil bir bütünlük içindedir. Bu sebeple insan, hayvan ile melek arasında yaratılmıştır, diyebiliriz. Kur'ân, düalist insan kavramına iltifat etmemektedir, insan bedeni ve "Allah'ın kendisine nefhettiği ruh" ile bir bütündür, tnsan tek olan, intibak eden ve organizasyonda rol alan uyumlu bir yapıya sahip varlıktır. Şahsiyet olarak herkes tektir. Şahsiyetin İse iki özelliği vardır: Tek oluş ve istikrar. insanın, biyolojik, fizyolojik ve ruhî yapısında bir vahdet mevcuttur. Bu öyle bir birlikteliktir ki, Allah Teâlâ, kâinat üzerinde hakim kıldığı ahenk ve nizamı, cismen küçük fakat taşıdığı muhteva ve mükellefiyet açısından büyük bir kâinatı andıran, en mükemmel ve en şerefli olarak yarattığı bu varlıkta da en bariz bir şekilde göstermiştir. Bütün insanların, insan olmak bakımından ortak oldukları genel ve aslî bir yaratılışı vardır ki, o da, hayvanı, melekî, fizikî ve rûhânî iki hayatı içeren, görünen İle görünmeyen âlemi bümeye ve görülenden görülmeyeni sezmeye yetenekli olarak yaratılmış olmalarıdır. Allah, insanı bu fıtratta, bu Özellikte yaratmıştır. İnsanın kendisini yaratan Allah'ı bilip O'na yönelmesi, hak ve hayra doğru gitmesi fıtratının ve yaratılışının gereğidir. Yaratılış amacı Allah'a kulluk olan insanoğlu, imanî ve ahlakî açıdan birbirinden farklıdır. Allah, İnsanların inanç ve fillerini, ahlakî davranışlarını ve temayüllerini çeşitli kelimeler, kavramlar ve ifadelerle beyan eder, metheder veya zemmeder. Kur'ân'da insanı, inancı, sözü, fiili ve davranışı yönüyle anlatan, niteleyen ve değerlendiren kavramlar ön plana çıkmaktadır. Bir fıkır ve düşüncenin, bir sistemin, bir konunun anlatılmasında ve anlaşılmasında kelime ve kavramların önemi oldukça büyüktür. Kur'ân, insan karakteri ve psikolojisi üzerinde ısrarla durmakta, insanı iman ve inkar yönünden ele almaktadır. Bu açıdan Kur'ân, başlı başına bir mucizedir. İnsan, ancak Kur'ân1 m verdiği beyan ve mesajla anlaşılır ve değerlendirilir. Zira Kur'ân, insanı yaratan yüce Allah'ın kelamıdır. İnsanın bütün his ve düşüncelerine, fiil ve hareketlerine vâkıf olan ve insanı tüm yönleriyle en iyi bilen ve tanıyan sadece Allah'tır. Nankörlük (küfran-ı nimet) konusunun iyi anlaşılabilmesi için öncelikle "küfür" kelimesinin anlamını bilmek gerekir. Küfür, bir şeyi tamamen örtmek anlamındadır. Birinin yaptığı iyiliğe veya verdiği nimete karşı kadir bilmeyip nankörlük etmek demektir. Teşekkür anlamındaki "şekere" nin tam karşıtıdır. Arap dilinde küfür kelimesinin asıl manası budur. Bu kelime, İslam Teolojisi sınırı içinde kalınca çok Özel bir anlam kazanmıştır. Kur'ân çağında ilâhî vahiy tarafından kullanılan bu kelime, İslam öncesi düden alınarak Allah'a iman merkezi etrafında dizilen çok önemli bir düşünce alanına girmiştir. Artık bu kelime, inanç ve imanın karşıtıdır. Basit bir nankörlük hareketi değildir. Buna göre küfür kelimesinin iki anlamı vardır. Birincisi imanın zıddı, ikincisi ise şükrün zıddı olan nimeti inkar manasıdır. Kur'ân'da yoğun bir şekilde kullanılan küfür kelimesi, zamanla aslen anlam çekirdeğinde bulunan "nankörlük" (kıymet bilmeme) öğesinden iyice sıyrılarak, gittikçe daha çok "inançsızlık" anlamını taşımaya başlamış ve son olarak en yaygın şekilde ortada minnetle ilgili hiçbir şeyin bulunmadığı durumlarda ve bu ikinci anlamda kullanılan bir kelime haline gelmiştir. İnsan, her şeyini, varlığını, hayatını ve geçimini Allah'ın sınırsız rahmetine borçludur. Bu demektir ki insan, hayatının her safhasında kendisine göstermekte olduğu iyilik karşısında Allah'a karşı minnet beslemek görevini üstlenmiştir. Kâfir İse, Allah'ın lütfuna muhatap olduktan sonra, davranışında hiçbir minnettarlık ifadesi taşımayan ve hatta yaratıcısına karşı İsyankar davranan kişidir. Allah, insanı varlıkların en güzeli, en mükemmeli ve en üstünü olarak yaratmıştır. Ayrıca onları çeşitli maddî ve manevî nimetlerle donatmıştır. Nimetlerin başında geİen ve insanın kendisini yaratan yüceler yücesini tanımaya, yaratılış gayesindeki ubûdiyyet çekirdeğini filiziendirmeye ve iman gibi fıtratındaki muazzam bir cevheri ortaya çıkarmaya vesile olan akıl ve muhakeme nimeti insana ihsan edilmiştir. Nankörlüğü, yapılan bir iyiliğe, verilen bir nimete, insanlık onurunun korunması ve gelişmesi için sergilenen her türlü faaliyete karşı gösterilen mînnetsizlik, hatır tanımazlık ve kadirbilmezlik olarak tanımlayabiliriz. Buna göre nankörlük kavramı, geniş bir alanı kapsamaktadır. Öncelikle kendi şahsına, anne-babasma, hocasına, ustasına, dinine, vatanına ve milletine vb. karşı yapıİan bütün menfi eylemler nankörlükle direkt olarak alakalıdır. İnsanlarda çoğunlukla hakim olan durum, nimete karşı nankörlüktür. "...Kullarımdan şükreden azdır." {Sebe', 34/13) ilâhî buyruğu bu gerçeği hatırlatmaktadır. Bu açıdan insanın bünyesinde, yaratılışında nankörlük duygusu vardır. Birçok davranışları ondan kaynaklanmaktadır. Uygun şartlar bulunca, insan şahsiyeti bu özelliğini ortaya koyar. Bu özellik, şükür ve hamd düsturu ile eğitilerek yararlı hale getirilebilir. Allah, bu kabiliyeti ve kudreti insana vermiştir. İnsan bu kabiliyetini geliştirerek Allah'a şükreden bir kul olmakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğü kavrayanlar ancak nankörlükten uzak kalabilirler. Bütün bu izahlardan şunu anlıyoruz ki, küfür sadece imanın zıddı anlamında değildir. Bu sebeple "nankörlük"anlamma da gelen küfür kelimesini sırf îmanı açıdan değerlendirenleyiz. Şunu da belirtmek gerekir ki, "nankörlük" sadece inanmayanlara mahsus bir hareket ve davranış da değildir. Nankörlükle ilgili anlam yakınlığı olan kavramları, nankörlükle zıt anlamlı olan kavramlar arasındaki ilişkileri, nankörlüğü oluşturan sebepleri bu iki anlam çerçevesinin içinde düşünerek anlamak durumundayız. Ancak böyle bir anlayışla bu konuyu kavramamız mümkün olur. Nankörlüğün söz konusu olduğu yerde öncelikle nimet akla gelmektedir. Nimet, bir karşılık ve maksat güdülmeksizin kendisi ile fayda ve ihsan kastedilen şeydir. Nimet, refah, rahat, güzel yaşam ve mal (servet) manalarına da gelir. Nimet, iyilik, iyi yaşam için gerekli her şey diye de tarif edilmiştir. "...O size İstediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız sayamazsınız..." (İbrahim, 14/34) ilâhî buyruğunda belirtildiği üzere, insan çeşitli nimetlerle donatılmıştır. Allah Teâlâ'nm kullarına verdiği bütün nimetleri saymak beşer gücünün dışındadır. Her iyilik, zevk ve hatta faydalı her şeye nimet denirse de gerçek nimet, âhiret saadetidir. Allah'ın insana ihsan ettiği nimetler sayılamayacağına göre, nimetleri kısımlara ayırmak da haliyle zordur. Çünkü nimetler çok çeşitli oldukları gibi aynı zamanda birbirlerini tamamlamaktadırlar. Onları birbirinden ayırarak taksimata tabi tutmak ve adlandırmak sanıldığı kadar kolay değildir. Zira nimetlerin bir kısmı açık seçik olarak gözle görülmesi mümkün iken, bir kısmı müşahede edilememektedir. Ancak etki ve tesirleri açısından birbirlerini tamamlamakta ve varlıklarını hissettirmektedirler. Kimi alimler, nimetleri dünyevi ve uhrevî, kimileri, zahirî ve batini, dinî ve dünyevî kısımlara ayırmışlardır. Akıl ve hisle idrak edilen şeylere zahirî, marifet ve akıl gibi nimetlere de bâtını nimetler diyenler olmuştur. Bu izah ve taksimlerden hareketle biz, nimetleri maddî ve manevî olmak üzere iki kısımda incelemeyi uygun gördük. Maddî veya manevî diye adlandırdığımız nimetlerin nerede başlayacağını ve nerede biteceğini tespit etmek oldukça zordur. Diğer taraftan insanın madde ve mana itibariyle bir bütün olduğunu düşünmek zorundayız. İnsan bir bütündür. Bu sebeple biz, bunları bir bütünlük içinde ele almaya çalıştık. Ancak konumuzun biraz müşahhaslaşması ve biraz daha kolay anlaşılmasını ve anlatılmasını sağlamak amacıyla böyle bir taksimatı yaptık. Nimetlere şükretmek insanın en başta gelen vazifesidir. Şükür, sena etmek, iyilik yapam, yapmış olduğu iyilikten dolayı övmektir. Şükür, gelmiş olan bir nimete sözlü ve fiili olarak veya kalp ile nimeti verene saygıda bulunarak ona karşılık vermektir. Bir başka tarife göre, ulaşılan nimetlerin hepsini, yaratılış gayesine uygun olarak harcamaktır. Kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür. Şükür, insana bahşedilen duygu, düşünce, arzu ve azaları yaratılış gayeleri ve istikametinde kullanmaktır diye de tarif edilmiştir. İnsanın, kendisine verilmiş olan nimetleri, Allah Teâlâ'nin rızasını kazanmak için sarf etmesi ve O'nun sevdiği yolda infak etmesi de şükrün içİ-ne girmektedir. Şükür, insan hayatının vazgeçilmez bir unsurudur. Her türlü iyiliğe ve yardıma teşekkür etmek ve hususen Allah'ın lütfettiği tüm nimetlere minnet duymak mü'minin temel görevidir. Allah, insanlardan talep ettiği şükrü, kendi zikrine yakın kılarak her ikisini de insanlardan istemiş ve asla nankörlük etmemeleri hususunda onları ikaz etmiştir. Ayrıca şükredenleri mükafatlandıracağını ve şükrün yapılması halinde nimetlerini artıracağını vadetmiştir. Kur'ân-ı Hakim, gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Şükürsüzlüğü nimetleri yalanlama ve inkar suretinde gösterir. "Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz" fermanıyla şükürsüzlüğün bİr yalan ve inkar olduğunu beyan eder. İnsanı en yüce mertebe oian "ahsen-i takvîm"e (en güzel biçime) çıkaran vasıta şükürdür. Hayat sahibi oİan çeşitli varlıklar içerisinde en fazla fizik çeşitlerine insan muhtaçtır. Aİlah, insanı sınırsız bir ihtiyaç sahibi kılıp maddî ve manevî rızkın nevilerine onu muhtaç kılmıştır. İnsanı en yüce mertebe olan "ahsen-i takvîm"e çıkarma aracı şükürdür. Şükür olmazsa insan en aşağı dereceye (esfel-i safilîne) düşer. Aslında her insanda, nimeti verene karşı bir saygınlık hissi vardır. İnsanlara karşı şükran ve minnet duygusu taşımayan, Allah Teâlâ'ya da şükretmez. O halde "şükretmek, teşekkür etmek", insanın devamlı dilinden düşüremeyeceği kelimelerdir. Allah'ın üzerimizde olan sayısız lütuf ve ikramlarını, iman ışığı altında hissederek, kavrayarak ve görerek bilinçli bir şekilde şükürle yadetmek görevimizdir. Şükür, gerçek tevhidi ihtar etmektedir. "Yalnız O'na kullukta bulunun ve O'na şükredin." (Ankebût, 29/17) âyetinde tevhidin temel esası olan ubüdiyyetten sonra şükrün emredilmesi dikkate şayandır. Zira ubû-diyyet şerefine eren yani, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul ettikten sonra O'nun emirlerini yapan ve yasaklarından kaçman kişiler, ancak Allah'a minnet duyarlar. Kafirler ise, Allah'a ve O'nun nimetlerine karşı minnettarlık duymayan kimselerdir. Netice olarak diyebiliriz ki şükür, imanın alameti ve payandasıdır. Şükürsüz iman olamaz. Şükür, insanın hayatını çepeçevre kuşatan nimetlerin sahibini, bir an bile unutmamak olduğuna göre, teneffüs edilen hava kadar önemlidir. Şükürsüzlük bu açıdan insan için manevî bir ölümdür. Kim olursa olsun insan olarak yaratılma şerefine nail olan herkes, derin bir tefekkürle düşündüğü zaman, hayatında her an şükrü gerektirecek birçok nimetle donatıldığını sezinler. Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş peygamberlere ve milletlere ait ibret alınacak birçok kıssa vardır. Bu kıssaların ve olayların anlatılmasında güdülen amaç, sadece tarihî olayların hatırlatılması değildir. Asıl maksat geçmiş peygamberlerin ve milletlerin başına gelen hadiselerden ibret alınmasıdır. Zira geçmişteki olaylar, istikbale ışık tutan ve insanların ufkunu ve yolunu aydınlatan önemli mesajları ihtiva etmektedirler. Kur'ân, olayların teferruatlı anlatımından ziyade, kendi gayesine uygun ve insanların müşterek dertleri olan ve onların istifadesine yönelik meseleleri ön plana çıkarır ve anlatır. Bazı olaylar çeşitli sûrelerde tekrar tekrar anlatılsa bile, her anlatımında ayrı bir canlılık ve tazelikle ortaya çıkarlar. Kur'ân en güzel kıssaları ve olayları adeta gözlerimizin önünde cereyan edi-yormuşcasma anlatır ve olayı müşahhaslaştırır. Kur'ândaki anlatılan olayların asıl hedefi, ahlaka ve terbiyeye yöneük olmasıdır. Kur'ân, ibret alınacak hassas noktalan ele alarak insanlara hayatı tanzim etme yollarını öğretir. Biz de bu düşünceyle hareket ederek bazı hadiseleri ele aldık. Seçtiğimiz bazı peygamberlerin ümmetlerini, onların davranış ve tutumlarını ön plana çıkardık. Geçmiş milletlere sunulan nimetler ve bu nimetlere karşı yapılan nankörlüklerin ele alınmasındaki temel fikir ve düşünce "ibret ve öğüt" almaktır. Aslında Kur'an'da anlatılan her hadise ibretle doludur. Kur'ân'a baktığımızda cezaya müstahak olan toplumların çektikleri dünyevî cezaların, bireylerin veya toplumların davranışları ile orantılı olarak verildiği görülmektedir. Peygamberlerini yalanlayan, verilen nimetlere nankörlük eden, ahlakî ve ruhî dejenerasyon neticesinde insanlara zulüm ve haksızlık eden ve haddi aşan bireylere, cemiyetlere, milletlere ve devletlere Allah tarafından göksel ve yersel âfetler verilmiştir. Cezalar, toplumların veya bireylerin hakkı kabul etmeme, insanları küçümseme, zayıfları ezme, servet ve zenginlikle şımararak şükürden uzak durma, insanların hakkına tecavüz, peygamberlere karşı inatlaşma gibi günahlar ve isyanlar yüzünden verilmiştir. Bazı alimlere göre ümmetlerin helak olmasının iki sebebi vardır: Birincisi, peygamberlere karşı inatlaşarak onların risâletini inkar etmek, ikincisi, günah ve isyanda aşırı gitmek. Elmah'lı, Muhammet Hamdi Yazır bütün düşüş veya yok oluş sebeplerini, hakkın emrini dinlememeye, Allah'ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemeye ve sonuçta şükrün yerine nankörlüğün koyulmasına bağlı olduğunu belirtmektedir. Küfrün ve inkarın azabı yalnız âhirette değil, dünyada da büyüktür. Nimet ne kadar büyük, ne kadar olağanüstü ise, küfrün ve inkarın azabı da o ölçüde eşsiz ve o nimetin zevali de o ölçüde acı olur. Kur'ân-i Kerim'i incelediğimiz zaman yapılan nankörlüklerin cezasının toplumsal ve bireysel anlamda çekildiğini müşahede ederiz. Bireysel olarak nankörlüğün acı akıbetini Karun'un şahsında görebiliriz. Karun, Musa (a.s) m kavminden biriydi. Onlara karşı haksızlık ve azgınlık etmişti. Servetiyle övünüp şımarmış ve kendisini üstün, bilgili ve becerikli görmüştü. Neticede Allah onu, servetini ve sarayını yerin dibine geçirmişti. Toplumsal olarak yapılan nankörlüğün sebep olduğu cezaya, Sebe' halkının uğradığı musibet ve sıkıntıyı misal verebiliriz. Eğer insanoğlu, kendi tarihini dikkatle incelerse, bu dünyanın körü körüne işleyen sahipsiz bir mülk olmadığını, bilakis şükreden kullarına bir türlü, nankör ve şükretmeyen kullarına ise başka bir türlü davranan, her şeyi işiten ve gören Allah tarafından idare edildiğini anlayacaktır. Kur'ân, toplumların çöküşüne yol açan etkenler üzerinde dururken yok olmayı gerektiren birçok unsurlardan bahseder. Bu unsurlar arasında esas olarak adaletsizlik, zulüm ve baskının bir toplumun yok olmasına sebep olduğu düşüncesi ortaktır. Herhangi bir toplum, gerek ticaret, gerek sanayi sahasında nankörlük, zenginliği kötüye kullanma, lüks, israf, saçıp savurma, ticarî ilişkilerde adaletsizlik, istifçilik, ihtikar, karaborsa, aldatma, hile gibi ekonomik olumsuzluk ve hastalıklara bulaştığında, artık bunlarla beslenen toplum zihninin tavrı, yalnız o alanda sınırlı kalmayacaktır. Eninde sonunda toplumun bütün müesseselerine, birimlerine ve alanlarına yayılacaktır. Çünkü toplum bir bütündür. Nankörlüğün sonuçlarını incelerken bu gerçeği devamlı göz önünde bulundurmak gerekir. Nankörlüğün hem itikadî, hem amelî ve hem de ahlakî boyutu vardır ki, biz bunlara imkan nisbetinde işaret etmeye çalıştık. Allah Tcâîâ'nın bu çalışmamızı boşa çıkarmamasını, bereketli ve hayırlı kılmasını temenni ediyoruz. [536] [536] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 467-474. |