๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 13 Şubat 2011, 23:09:57



Konu Başlığı: Şirk Tehlikesine Karşı İnsanın Eğitilmesi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 13 Şubat 2011, 23:09:57
 
ŞİRK TEHLİKESİNE KARŞI İNSANIN EĞİTİLMESİ

 Kur'an, her şeyden önce tevhid'in gerekleri, fıtrata uygunluğu ve makul oluşu üzerinde durur, çeşitli açılardan misâller vererek ve düşündürerek aklı eğitir. Bununla birlikte, insan oğlunun "sahte tanrılar"a taptıkları gerçeğini de kabul eder. Fakat bunların, gerçekten ihtiyaçları karşılayabilecek bir tanrı mı, yoksa zihinde var kabul edilen bir faraziye mi olduğunu da, çeşitli açılardan gündeme getirir ve tahlil eder. Ama bunu yaparken, daha çok tevhid üzerinde durur.

Eğitimde bu yola "icâbı metod" denmektedir. Çünkü batılı tasvir, Kur'an'ın uygun görmediği bir husustur. Sadece tehlikesinden sakındıracak kadar konu­lara yer verilmektedir.[247] Yani Kur'an, önce doğruları, müspet olanları ve insan fıtratına uygun olan yolları göstermektedir. Daha sonra da, insanları uyarmak ve sapma kavşaklarını göstermek için ikazlarda bulunmaktadır.

Bu konuda Farabî'nin şu sözü, düşünülmeye değer niteliktedir:

"Önce doğruları bilmek gerekir. Doğrular bilinirse yanlışlar da bilinir. Ama önce yanlışlar bilinirse, doğrular asla öğrenilemez!.."

Kısaca Kur'an, "tevhid gerçeği"ni tanıttıktan sonra şunu demek istiyor:

"Allah'tan başka inandıklarınızda, gerçek tanrı özelliği bulmanız mümkün mü?.. Neye inandığınızı bilin, ona göre karar verin, körü körüne gitmeyin, "

Görüldüğü gibi Kur'an, insanlar yanlış yolu da tercih etseler, bir tutarlılık istemektedir.

İnsan oğlunun Allah dışında taptığı tanrıların özellik­leri, Kur'an'da birer birer sayılmaktadır. Söz konusu özellikleri kısaca tanımamızda yarar vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:[248]

 Sahte Tanrıların İsimlendirilme Problemi

 Herhangi bir şeyin isimlendirilmesi ya itibarîdir ya da gerçek değerin yansımasıdır.

Kur'an, batıl tanrılara inananları, tabiî ve tarihî bir gerçek olarak kabul eder. Ancak bunların tanrılarını tasvir ederken, belirli bir isimle anmaz. Çok kere bu tanrılar için, "tanrı edindikleri" , "ortak koştukları", "çağırdığınız", "taptıklarınız", "yalvardıklannız" gibi ifadeler kallanılmaktadır.

Bunun sebeplerini aşağıda sunulan âyetlerde açıkça görmekteyiz:

"Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden, (hiç öyle yapmayan gibi olur mu?). Onlar Allah'a ortaklar koştular. De ki: 'Onlara ad verin (onlar necidir?). Yoksa siz Allah'a yer yüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?' Doğrusu inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkonuldular. Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur."[249]

Bu âyette, "herkesin iyi ve kötü amellerini, en ince noktalarına kadar bilen Allah'a nasıl ortak koşulabildiği" konusu tahlil edilmektedir.

Başta bu ortak koşulanların "adlandırılması" meselesi var. Allah'ın yaratıkları olan nesnelere, nasıl tanrı adı verilebilir? Normal bir aklın bunu kabul etmesi oldukça zor görünmektedir. Kur'an bu gibi iddiaları ileri sürenlerden, gerçek bilgi ve delil istemektedir.

Müşriklerin bazı yaratıkları Allah'a akraba sayması, bir başkasını "duaları ve niyazları işitici, ihtiyaçları karşılayıcı ve yardım edici ya da belli bir bölgenin hâkimi" kabul etmesi, yine delilsiz ve mesnetsizdir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus daha var. Kendilerine "ilâhî sıfatlar" izafe edilen (melek, ruh, aziz, gök cisimleri v.b.) yaratıkların hiç birisi, ne ilâhlık iddiasında bulunmuşlar, ne de böyle bir şey taleb etmişlerdir. Buna rağmen, bu ilâh kabul edilen şeylerin niçin heykelleri dikilmekte, nîçin karşılarında âyinler icra edilmekte, niçin bunlar uğruna bir takım zorluklara katlanılmaktadır? Bunun pek çok sebepleri olduğu bir gerçektir. Fakat şu ikisi oldukça önemlidir:

a. Bunun temelinde bir menfaat hesabı olduğu açıkça görülmektedir. Çünkü bu yolla, bazı çıkarcı kimse­ler, sıradan insanların üzerinde otorite kurabilmek, zorlukla kazandıkları malların bir kısmını uydurdukları tanrı adına ellerinden alıp sömürebilmek için bu ilâhları uydurmuşlardır. Yani bu gibi ilâhları savunur görünenler, aslında birer menfaatperest ve çığırtkandırlar.

b. Diğer taraftan bu ilâhlara inanır görünmek, bazı kişilere, şehvet ve hırsla yüklü bir hayatın kapılarını açmaktadır. Aynı zamanda hiç bir ahlâkî sorumluluk da yüklememektedir.[250]

Gözlemci ve araştırıcı bir ruhla bakıldığında, günümüz de de aynı gerçekleri görmek mümkündür.

"Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa ki onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir."[251]

Bilindiği gibi bazı Arap müşrikleri cinleri Allah'a ortak koşarak onlara taparlardı. Onların da Allah'ın yaratıkları olduğunu, mahlûk olan bir varlığın yaratıcı olmayacağını düşünemiyorlardı. Kur'an bu konudaki çelişkili düşünceleri ortaya koyarak, akılları eğitmektedir.

Ayrıca Yahudiler, Hz.Üzeyr'e "Allah'ın oğlu" diyor­lardı. Aynı isimlendirmeyi, Hz. İsa'ya Hıristiyanlar yapmışlardı.[252] Nitekim bazı müşrikler de, meleklere dişilik vasfı isnad ederek "Allah'ın kızları" diyorlardı.

Kur'an bu konuda, insanın düşünme mantığının düzeltilmesi için, değişik şekillerde izahlar yapmakta ve oldukça canlı misâller vermektedir.

"Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, 'Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza)' dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaş­mıyor; fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar."[253]

"(İnsanları) Allah yolundan saptırmak için O'na ortaklar koştular. De ki: (İstediğiniz gibi) yaşayın! Çünkü dönüşünüz ateşedir."[254]

"De ki: Allah'ın dışında çağırdığınız (taptığınız) şeylere tapmak bana yasak edildi. De ki: Ben sizin arzu­larınıza uymam, aksi halde sapıtırım da hidayete eren­lerden olmam."[255]

"(Ey kâfirler!) Allah'ı bırakıp da taptıklarınız sizler gibi kullardır. (Onların "tanrılığı hakkındaki iddianızda) doğru iseniz, onlan çağırın da size cevap versinler! "[256]

"Allah'ın dışında taptıklarınızın, ne size yardıma güçleri yeter, ne de kendilerine yardım edebilirler."[257]

"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski halinize) döner­siniz. İnsanoğlu çok nankördür."[258]

Müşrikler ne kadar tanrılarını maddî şekiller yaparak takdim ederse etsin, Kur'an bunlara, gerçek tanrı ve varlık gözüyle bakmaktadır.[259]

 Güçsüzlükleri

 İnsan fıtrat itibariyle "güçlü" olandan yanadır. Çünkü başı dara düştüğünde, bir problemle karşılaştığında, hep sığınacak güçlü bir yer arar.

Kur'an, çeşitli vesilelerle, insanların "Allah'a ortak sandıkları",[260] varlıkların güçsüzlüğünü, zarar da fayda da veremeyeceğini ve bu konuda putperestliğin gülünç, komik ve basit halini, açıkça gözler önüne serer ve düşündürür...[261]

Konuyla ilgili olarak, Hz. İbrahim'le, içinde baba­sının da bulunduğu topluluk arasında geçen ünlü tartış­manın bir bölümünü aşağıya alıyoruz:

Hz. İbrahim: Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?

Topluluk : Biz babalarımızı "bunlara tapar kimseler" bulduk.

Hz. İbrahim: Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz.

Topluluk: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa şaka mı ediyorsun?

Hz. İbrahim: Hayır... Sizin Rabbınız, yarattığı gökle­rin ve yerin de Rabbıdır ve ben buna şahitlik edenler­denim.

Hz. İbrahim: Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.[262]

Sonunda Hz. İbrahim putları paramparça eder.Yalnız onların büyüğünü, ona başvursunlar diye sağlam bırakır..

Rivayete göre Hz. İbrahim, Rahiplerin ve ziyaretçi­lerin olmadığı bir sırada mabede girer, putları kırar, sonra­da baltayı, sağlam bıraktığı büyük putun boynuna asar. Bir bayram şenliğine giden halk, dönüşte putların kırılmış olduğunu görür.

Topluluk: Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir.

Bazıları: Bunları diline dolayan bir genç duyduk. Kendisine "İbrahim" denilirmiş...

Topluluk : O'nu hemen insanların gözleri önüne ge­tirin. Belki şahitlik ederler[263]

Topluluk: Ey İbrahim!. Bu işi tanrılarımıza sen mi yaptın?

Hz. İbrahim: Belki onu şu büyükleri yapmıştır. Ko­nuşabiliyorsa onlara sorun.

(Câhil olan halk, bir ara gerçeği kabul eder gibi bir tavır alarak kendi kendilerine, "Siz haksızsınız!" der. Sonra yine sorarar.)

Topluluk: Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyor­sun.

Hz. İbrahim: Öyleyse, Allah'ı bırakıp da, size hiç bir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?[264]

Görüldüğü gibi bu diyalogda, Allah'a ortak koşulan nesnelerin zayıflığı ve bunlardan medet uman insanların tutarsızlıkları, açık bir şekilde belirtilmektedir.[265]

 Tapılanlar Tapanlardan Daha Zayıftır

 Psikolojik bir gerçektir ki insan, tabî olduğu ve izinden gittiği şahsiyette, bir farklılık ve üstünlük arar. Yoksa, niçin boşu boşuna peşinden gitsin!... Yani bir bakıma bu putların,

"Kendisi muhtac-ı himmet bir dede.

Nerde kaldı gayriye himmet ede! "

İşte bu sebepten dolayı Kur'an, tapılan varlıkların, tapanlardan daha zayıf olduklarını zikrederek, insanın kendine gelmesi, aklını başına devşirmesi için pek çok hatırlatmalarda bulunur.

Kur'an, tapılan bu putların perişan ve güçsüz halini şu şekilde dile getirir:

a. Hiç bir şeyi yaratamazlar.

b. Ne başkasına ne de kendilerine yardımları olur.

c. Doğru yola çağrılınca uymazlar.

d. En azından bir kuldurlar.

e. Çağrılınca cevap veremezler.

f. Yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri, işitecek kulakları yoktur.[266]

g. Duyamaz, göremez, hiç bir fayda ve zarar vere­mezler.[267]

h. Bu putlar akledemez, bilemez ve rehber olamazlar. Söz söyleyemezler, kendilerine sunulan yiyeyekleri bile alıp yiyemezler. Kısaca "onlar ölüdürler, diri değildirler."

Yani hiç bir faydalı iş yapamazlar[268]

ı. Bir zamanlar babasına ve kavmine Hz.İbrahim şöy­le bir soru sorar:

"Peki, (bu putlar) yalvardığınızda sizi işitiyorlar mı? Yahut da size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?"[269]

j. "Eğer onları (putları) çağırırsanız, sizin çağırmanızı işitemezler. Faraza işitseler bile, size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. (Bu gerçeği) sana, her şeyden haberi olan (Allah) gibi hiç kimse haber veremez."[270]

k. Kul Yapısıdırlar.

Hz. İbrahim bu konuya dikkat çekmek için kavmine şöyle bir soru yöneltir:

"Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır."[271]

l. Yaratamazlar.

"(Rasûlüm!) De ki O (Allah'a) ortak koştuklarınız arasında, (birini yokken) ilk defa yaratacak, arkasından onu (ölümünden sonra hayata) yeniden döndürecek biri var mı? De ki: Allah ilk defa yaratıp (ölümden sonra) onu yeniden (hayata) döndürür. O halde nasıl saptırılırsınız!"[272]

"Ey insanlar! (Size) bir misâl verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvadıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile, bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!.."[273]

"Allah'ı bırakıp da taptıkları (putlar), hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır."[274]

m. Diriltemezler

Yaratma olayı gibi "diriltme" olayı da insanları çok meşgul eden meselelerden birisidir. Hatta bütün peygamberlere, bu diriltme olayı ile ilgili sorular sorulmuştur. Çünkü diriltme, insanlara, yaratmadan daha güç gelmek­tedir. Allah Kur'an'da diriltme konusu ile ilgili hem tarihî hem aktüel misâller vermektedir.

Öldükten sonra dirilmeyi inkar eden Übey b.Halef ile Hz. Peygamser arasında şöyle bir konuşma geçer:

Übey b. Halef: (Çürümüş bir kemik alıp elinde ufala­dıktan sonra Hz. Peygamber’e dönerek)

“Allah'ın bu çürümüş kemikleri tekrar dirilteceğine mi inanıyorsun?” Hz. Peygamber:

“Evet, seni diriltecek ve cehenneme sokacak.”

Bunun üzerine şu âyetler iner:

"İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.

Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve: 'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diyor.

De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı  gayet iyi bilir..."[275]

Bu âyetlerde dikkatimizi çeken önemli bir nokta var. Allah bu yaratma konusunu kavratırken, bizzat mesele üzerine dikkat çekiyor. "Çürümüş kemikleri kim dirilte­cek?' diyen kişiye cevap olarak, önce, "Allah diriltecek." demiyor."İlk defa yaratan diriltecek." diyor. Çünkü, ilk defa yaratılmış olmayı hiç kimsenin inkar etmesi mümkün değildir.

Yine Kur'an'da, Allah'ı bırakıp da, bu güçsüz sahte tanrılardan medet bekleyenler şöyle uyarılır.

"(Kâfirler) O'nu (Allah'ı) bırakıp, hiçbir şey yaratma­yan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler."[276]

n. Rızıklandıramazlar

Yaratıldığından bu yana insan oğlunun temel problemlerinden birisi de rızık meselesidir.

"Allah, (O yüce varlıktır) ki sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır, sonra O, hayatınızı sona erdirecek, daha sonra da sizi (tekrar) diriltecektir. Peki sizin (Allah'a eş tuttuğunuz) ortaklarınız içinde bunlardan birini yapa­bilecek var mı? Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir."[277]

o. Duaya Karşılık Veremezler

İnsan zayıf yaratılmış bir varlıktır. Tek başına hayatın üstesinden gelemez. Ne kadar çok imkâna sahip olursa olsun, yine başkasının yardımına ve ilgisine muhtaçtır.

İnsanın öyle anları olur ki, hiç kimse onun imdadına yetişemez olur. Yetişse de bir yararı olmaz. İşte böyle anlarda insan, ilâhî yardıma, bir koruyucuya, dualarını işitecek ve kabul edecek bir varlığa, kısaca, diğer tüm desteklerden umut kesildiğinde, yönelebileceği sürekli bir dayanağa ihtiyacı vardır. Nitekim bu ihtiyaç, Allah'tan başka bütün nesnelerden ümit kesildiği zamanlarda açıkça ortaya çıkar. Bu, fıtratın bir kanunudur.

"Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemilerde içindekileri tatlı bir rüzgârla götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelenedikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre, kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a halis kılarak: 'Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız.' diye Allah'a yalvarırlar.[278]

Yalvarırlar yalvarmasınıa da,

"Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ederler..."[279]

İnsanın samimiyetle yönelebileceği, en mahrem sırla­rını açabileceği, içini dökebileceği yegâne varlık, yine Allah'tır. Bu da insanı rahatlatır, hayata ümitle bakmasını sağlar ve bir güven verir.

Allah, kulunun dua etmesini ister. Bunu yapmazsa, kendisine değer vermeyeceğini bildirir.[280] Bununla birlik­te:

"Onları (putları) çağırırsanız, çağrınızı işitemezler; işitmiş olsalar bile, size icabet edemezler..."[281]

p. Hükümrânlık yetkileri yoktur.

"Allah, hakla hükmeder. Ondan başka taptıkları ise, hiç bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işiten ve görendir."[282]

r. Hidâyete ulaştırma güçleri yoktur.

Hidâyet, rehberlik, kılavuzluk yapmak, açıklamak ve bildirmek manalarına gelir.

Kur'an'da kasdedilen "hidâyet", "Hak'kın açıklanma­sı" ve buna dayanan "Doğru Yol"a da'vettir. Bir bakıma Kur'an'ın ana fikri de budur. Bu açıdan bakıldığında "hidâyet", hakikat kılavuzluğu yapmak demektir.

Allah insanı yaratmış ve onu öğrenme, konuşma, anlama ve doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyetleriyle donatmıştır. Aynı zamanda seçme, istediğini yapma hürriyeti ve elde etme yetkisi vermiştir. Kısaca insana bir tür muhtariyet vermiş ve yer yüzünde kendi halifesi olarak ilân etmiştir.

Daha önce de arzettiğimiz gibi, Allah insanı yarat­tığında, kendisiyle ne tür bir ilişki içersinde olacağını da açıkça bildirmiştir. Yer yüzüne imtihan için gönderil­diğini, dünya hayatının gayesinin, kıyamet (hüküm verme) günündeki imtihanda başarmak olduğunu; bunun yolunun ise, sadece kendisine kulluktan geçtiğini, hiçbir şüpheye ihtimal vermeyecek şekilde açıklamıştır.

Allah Kur'an'da, iyi ve kötü davranışların sonuç­larını açıklamaktadır. Daha önceki nesillere de aynı şekilde, peygamberler vasıtasıyla bunu yapmıştır. Yani "Hak yol "un özellikleri, kendilerine bildirilmeyen, açıklanmayan ve uygulamalı olarak gösterilmeyen hiç bir toplum yoktur.

Şu apaçık bir gerçektir ki, insanın ihtiyaçları sadece yiyecek, giyecek ve bu gibi maddî ihtiyaçlarla, ya da bunların kayıp ve felâketlerden korunmasıyla sınırlandırı­lamaz. İnsanın ihtiyaçlarından birisi, hatta en önemlisi, bütünüyle felaha götürecek bir hayat yolu edinmek ve bunun bilgisine ulaşmaktır.

İnsan hayatta felaha ulaşabilmek için başvurabileceği sahih bir biligiye, kendi maddî, zihnî ve ruhî güçlerini, yeteneklerini ve tabiî kaynaklarını devreye sokabileceği bir metoda sahip olmalıdır. Ayrıca farklı düzeylerdeki insanlarla ve bütün olarak kâinat nizamı karşısında, nasıl bir davranış içersinde bulunması gerektiğini de iyi bilme­lidir.

İşte Kur'an bu noktada, müşriklere ve Hz. Peygamber'in sunduklarını reddedenlere şu soruyu sorar:

 "De ki: Ortak koştuklarınızdan "Hakk"a iletecek olan var mı? De ki: 'Hakka Allah iletir.' Öyle ise, hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilme­dikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl (böyle yanlış) hükmediyorsunuz?"

Hakikaten bu sahte tanrıların, tanrıçaların, çeşitli sıfatlar altında medet beklenen diri ya da ölü insanların, "Hakk'ı gösterici" "Hakk'a götürücü" özellikleri var mı yok mu, bir düşünelim.

Halk onlara, ihtiyaçlarını karşılasın yahut bir takım doğaüstü yollarla onları felaketten korusun diye yönelir. Fakat bu sahte tanrıların, bu işin üstesinden gelecek gücü var mı? Yani "Hakk kılavuzluğu" yapabilir mi? Aslında bağlıları bile, bu sahte tanrıların bir hakikat gönderme­diğini, ahlâkî, sosyolojik, kültürel, ekonomik, politik ve hukukî bir şey öğretmediklerini gayet iyi bilirler.

Bu arada sormamız gereken bir husus daha var. Allah'tan başka düzenlemeler yapan, kural ve kanun koyanların durumu nedir?

Bu soruya cevap vermeden önce, şu soruları sormak gerekir:

Bunlar gerçekten "Hakikat kılavuzları" mı? İnsanları "Doğru Yol"a sokmaya güçleri yeter mi? En azından böyle bir gayeleri ve iddiaları var mı? İnsan hayatını doğru yöne yönlendirmek için gerekli olan küllî bilgiye sahipler mi?.. İçlerinede, bütün yönleriyle beşeri prob­lemleri bilen ileri görüşlü ve geniş ufuklu biri var mı?... Zaaftan, önyargılardan, şahsî ve içtimâi etkilerden mutlak manada uzak olan ve hür davranan var mı? Her şeyden önce bu kişiler ve kurumlar hatadan masumlar mı?

Bu sorulara verilcek cevaplar, elbette ki "Hayır!.."

Cevap bu olunca, sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanın çeşitli boyutlardaki tüm ihtiyaçlarım karşılayabilecek tek güç, yalnızca Allah'tır. Zaten bu gibi sorular, böyle bir varlığın Allah'tan başkası olamayacağını da açıkça ortaya koyar.[283]

s. Gaybı bilemezler

Psikolojik bir gerçektir ki, insanoğlu taptığı varlığın "gayb"ı bilmesini istemektedir. Çünkü "gayb"ı bilmek, tek başına bir üstünlüktür. Aynı zamanda başkalarına üstünlük kurmanın yollarından birisidir. Tabiî ki insanın bu merakı, bir çok batıl ve hurafenin de kaynağını oluş­turmaktadır Yine insanoğlunun bu zaafı, "gayb"ı bil­diğini iddia eden bir çok insanların da ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Bazı şahısların "gayb"ı bildiğinin iddia edilmesi, sadece bu şahıs için değil; bunu söyleyen ve propagan­dasını yapan kişi için de bir güç ve üstünlük oluşturmaktadır.

Kur'an, "gayb"ı bildiği iddia edilen sahte tanrıları şöyle tanıtır:

"Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.''[284]

Bu tavsif, onların "gayb"ı bilmeyeceklerini açıkça ortaya koymaktadır.

Cahiliyye dönemi Arabları, tanrılarının "gayb"ı bil­diğine inanırlardı. Yalnız onların bu bilgisine direkt yollarla değil, indirekt yolla ulaşmaya çalışırlardı. Meselâ Mekkeliler, Hübel putunun yanındaki okları çekerek, başvurdukları iş hakkında neler düşündüğünü anlamaya çalışırlardı.

Gaybı bilmek, Ulûhiyetin özelliklerindendir. Gayb, duyularla algılanamayan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan şeylerdir.

"Gayb"ı bilmek, kâinatı hakikatini ve var edilişindeki muazzam kuvveti, varlık ötesi varlıklardaki kudret ve tasarrufları bilmektir. Bu ise sadece Allah'ın sıfatıdır.

ş. Dostluklarına güvenilmez

Dost kara günde belli olur. Dost dostun eğerlenmiş atıdır. Dost dostun ayıbını yüzüne söyler. Dost başa bakar, düşman ayağa. Dost zindan kapısında belli olur. Dost acı söyler. Akılsız dosttan akıllı düşman hayırlıdır...

Kur'an sahte tanrıları, hiç de güvenilir bir dost olmadıklarını çeşitli vesilelee dile getirir

"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider...."[285]

"... Rabbının (azab) emri geldiğinde, Allah'ı bırakıp da taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı, ziyanlarını  artırmaktan başka bir şeye yaramadı."[286]

"Allah'tan başka kendilerine, yakınlık sağlamak için tanrı edindikleri şeyler, kendilerine yardım etselerdi ya! Hayır, onları bırakıp gittiler. Bu onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir:"[287]

Bu sahte tanrılar, sadece dünyada değil, âhirette de tapanları terkedeceklerdir:

"Sonra onlara: Allah'ı bırakıp da koştuğunuz ortak­lar nerededir? denilecek. Onlar da: Bizden uzaklaştılar, zaten biz önceleri hiçbir şeye tapmıyorduk, diyecekler, îşte Allah kâfirleri böyle şaşırtır."[288]

Görüldüğü gibi müşrikler, hesabı kitabı gördükten sonra, dünyada taptıkları nesneleri inkar etmektedirler. Ama ne yapsalar nafile.. Çünkü Allah karşılarına bu taptıklarını dikecektir. Hem de nasıl dikiş!.. Kendilerine tapanları savunma ve şefaat etme gücünden mahrum olarak... Hatta kendilerine bile hayırları olmayarak, rezîl bir şekilde...[289]

t. Şefaat güçlen yoktur

İnsan yaratılış itibariyle, birilerinin önlerine düşüp kendisine yardım etmesini ister. Hatta tercih ettiği dostlarında ve tabî olduğu insanlarda da, bir miktar bu özelliği arar. İster ki bunlar, darda kaldığı zaman kendisini teselli etsin ve kurtarsın. Bir bakıma bu düşünce, insanın, hem zayıf ve menfaatine düşkün olarak yaratılışından, hem de "güçlü olanı tercih etme duygusu"ndan kaynaklanmak­tadır.

Yukardaki sebeplerden dolayı, insanın şefaat ümidi taşıması, kınanacak ve tenkit edilecek bir özellik değildir. Ama bilgisizlik, aşırı sevgi ve korkular, insanın bu ihtiya­cını bazan yanlış adreslerde aramasına yol açmaktadır.

Nitekim müşrikler, bir çok sahte tanrılarını, sırf bu şefaat ümidinden dolayı tanrılaştırmıştır. Halbuki Allah çeşitli vesilelerle, kendisinden başka hiç bir kimsenin şefaatçi olamayacağı uyarısında bulunmaktadır.[290]

Bu tanrıların bir özelliği de, kendilerine tapanları yüz üstü bırakıp reddetmeleridir.[291]

Allah ise, bu sahte tanrılarda bulunmayan bütün sıfatlara sahiptir. Meselâ:

a. Her şeyi bilir.[292]

b. İşitir.[293]

c. Görür.[294]

d. Doğru yolu gösterir.[295]

e. Kanuşması (kelâmı) vardır.[296]

f. Emreder.[297]

g. Çağırır.[298]

h. Hayy ve Kayyûmdur.[299]

1. Her canlıya hayat veren ve öldürendir.[300]

j. Ölümsüz olup diridir.[301]

k. Merhametlidir.[302]

Burada dikkat etmemiz gereken önemli bir husus vardır. Müşfiklerin tanrılarında bulunmayan her eksik vasfın Allah'a yakıştırılması elbetteki doğru değildir. Âyetlerdeki kıyaslamalar, bu sahte tanrıların nok­sanlıklarını, insanın ihtiyacını gideremeyeceklerini ve dolayısıyla tanrı olamayacaklarını ispat için yapılmıştır.[303]


[247] Sırf olumsuzluk, kötülük, çirkinlik ve tehlikelere dikkat çekerek insanları doğru yola götürme metoduna "Selbî=negatif metod" denilmektedir. Kur'an'da bunun yanlış bir yol olduğuna özel olarak Yusuf sûresinde işaret edilmektedir. Mezkûr sûrede Hz.Yakub oğullarına, "Sakın Yusuf'u kurda kaptırmayın!" manasına gelen hatırlatmalarda bulunur. Halbuki daha önce, bu kıskanç kardeşlerin kafasında başka hileler vardı. Babalarının "kurt" u hatırlatmasıyla, daha emin ve kabul edilebilir bir yol bulmuş oldular. Bak:Yusuf, 12/8-18.

[248] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:103-104.

[249] Rad: 13/33.

[250] Mevdudi: age, c, 2, ss, 492-494.

[251] Enam: 6/100.

[252] Tevbe: 9/30.

[253] Enam: 6/136. Câhiliyye Arablarından bazıları, ekinlerinin ve hayvanlarının bir kısmını Allah ile putları arasında bölüştürürler ve "Şu    Allah'ın payı, bu da tanrılarımızın payıdır." derledi. Allah için ayırdıklarını konuklara ve fakirlere harcarlar, tanrılar için ayırdıklarını da onların huzurunda yapılacak âyin vb. şeylere sarfederlerdi. Eğer Allah'ın hakkından putun hakkına bir şey geçerse, onu öyle bırakırlardı. Putun hakkından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçerse, onu alıp tekrar putun payına katarladi. Ve "Allah   zengindir, bunlar ise  fakirdir." derlerdi. Puta ayrılan, neticede yine kendile­rine katacağından, onun payından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçmemesine dikkat ederledi. İşte Allah bu âyette, puta tapanların saçmalıklarını dile getirmekte ve kınamaktadır.

[254] İbrahim: 14/43.

[255] Enam: 6/56.

[256] Araf: 7/194.

[257] Araf: 7/197.

[258] İsra: 17/67.

[259] Bak: Suat Yıldırım, age. ss, 311-312. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:104-108.

[260] Enam: 6/94.

[261] Bak: Fetih: 48/ll; Yunus: 10/107.

[262] Hz. İbrahim'in bu sözü gizli olarak söylediği ve kendisini sadece bir kişinin duyduğu rivayet edilir.

[263] Topluluk Hz. İbrahim'i teşhir etmek ve herkesin gözü önünde yaptığı hareketleri ilân etmek istiyordu. Aslında Hz. İbrahim'in beklediği an da bu andı. O, olayın sadece rahipler ve din adamları arasında kalmamasını ve halkın da putlarının çaresiz olduğunu ve rahiplerin kendilerini kandırdığını görmesini istiyordu. Bilindiği gibi Firavn da Hz. Musa karşısında aynı hataya düşmüştü. Hz. Musa. sihirbazlarla olan karşılaşmasını, açık alanda halkın gözü önünde yaptırmıştı. Böylece Hz. Musa, sihirbazların sihirlerini yutan asa'sını gösterme fırsatı bulmuştu.

[264] Bak: Enbiya: 21/52-67.

[265] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:108-110.

[266] Araf: 7/191-195.

[267] Meryem: 19/42.

[268] Zümer: 39/43; Nahl: 16/21, 56; Yunus: 10/36; Taha: 20/89; Saffat: 37/91.

[269] Şuara: 26/72,73.

[270] Fatır: 35/14.

[271] Saffat: 37/95-96.

[272] Yunus: 10/34.

[273] Hac: 22/73.

[274] Nahl: 16/24.

[275] Yasin: 36/77-79.

[276] Nur: 24/4.

[277] Rum: 30/40. Ayrıca bak: Nahl: 16/73; Neml: 27/64; Ankebut: 29/17.

[278] Yunus: 10/22.

[279] Yunus: 10/23.

[280] Furkan: 25/77.

[281] Fatır: 35/13-14.

[282] Mümin: 40/20.

[283] Bak: Mevdudi, age. c, ss, 14-18; c, 2, ss,309-311.

[284] Nahl: 16/21.

[285] İsra: 17/67.

[286] Hud: 11/101.

[287] Ahkaf: 46/28. Bu âyet, Hûd kavminin, Allah'a yaklaştırıcı nesneler olarak inandığı düzmece tanrıların hiç birinin azabı uzaklaş­tırmada tesirli olamadıklarını haber verirken ayrıca putları Allah'a yakınlığa vesile saymanın da, boş ve manasız bir kuruntu olduğuna dikkat çekmektedir.

[288] Mü'min: 40/73-74.

[289] Bak: Yasin: 36/23; Şuara: 26/92-95.

[290] Zümer: 39/43; Yasin. 36/23

[291] Furkan: 25/17-19.

[292] Nahl: 16/23; Ahzab: 33/51; Mümin: 40/19.

[293] Al-i İmran: 3/181; Zuhruf: 43/80.

[294] Tevbe: 9/105; Kehf, 18/26.

[295] Enam: 6/161; Nahl. 16/121.

[296] Bakara: 2/75; Araf, 7/144.

[297] Araf: 7/29; Rad, 13/25.

[298] Araf: 7/22; Şuara, 26/10; Naziat, 79/16.

[299] Bakara: 2/255.

[300] Ali İmran: 3/156.

[301] Furkan: 25/58.

[302] Nur: 24/6. Bunlara Allah'ın diğer sıfatlarını da ilâve etmek mümkündür.

[303] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:11-123.