๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 20 Şubat 2011, 19:09:05



Konu Başlığı: Şer Problemi İle Özellikle İlgilenen Başlıca Filazoflar
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 20 Şubat 2011, 19:09:05
ŞER PROBLEMİ İLE ÖZELLİKLE İLGİLE­NEN BAŞLICA FİLOZOFLAR

 İnsanların zihnî problemlerinin olduğu yerde felsefe kendini gösterir. Zaten felsefenin mühim mevzuu metafizik problemlerdir.[176] Binaena­leyh, insan, kendisi, âlem ve kaderi üzerinde dü­şünmeye başlayalı beri felsefe vardır[177]. Hatta bu başlangıcı daha gerilere götürebiliriz ve “Fel­sefe, Allah Teala'nın karşısında, İblis'in, Âdem (as)'dan daha hayırlı olduğunu iddia ettiği[178] za­man bir fasit kıyasıyla başlamıştır[179].” diyebili­riz.

Bu kadar uzun geçmişi olan felsefe, hiç şüphe­siz, şer problemi üzerinde de epey mesai sarf etmiş­tir. Kur'an açısından meseleyi ele alırken, felsefe­nin meseledeki görüşlerini kısaca da olsa mevzu bahs etmeden geçer isek, bu, tezimizde büyük bir eksiklik sayılırdı. Onun için farklı zamanlardaki ve mesele ile özellikle ilgilenmiş belli başlı filozof­ların ağzından, felsefenin problemimiz hakkındaki görüşlerini, değerlendirmeden nakledeceğiz.

Felsefenin, aslında doğusu batısı, Avrupalısı Asyalısı olmaz ama; umumiyetle, felsefeyi sistemleştiren, ekoller kuran, düşünceleri geniş topluluk­lara müessir olan filozoflar Batı'dan çıktığı için görüşlerini aktaracağımız filozoflar da onlar ola­caktır. Âlûsî'nin de dediği gibi, onun temiz olanını alıp, bulanık olanını bırakmak için felsefeye mut­tali olmakta bir beis görmüyoruz .[180]

1- Eflatun (427-347) 'da :

 Avrupa felsefesinin kaynağı Yunan Felsefesi'dir.[181] Yunan Felsefesi derinlik itibarıyla Eflatun'da en yüksek derecesine varmıştır.[182] Bu fel­sefenin diğer iki büyük isminden Sokrat O'nun ho­cası, Aristo talebesidir. O aynı zamanda hakiki ila­hiyat felsefesini başlatan filozoftur.[183] Bunlar­dan dolayı biz de Eflatun'un görüşlerini naklede­rek başlayalım.

Eflatun'un felsefesi pek net değildir. O'nun felsefesinin temeli olan “ideler”, âlem ve Tanrı biribirinden tamamen ayırtedilmiş değildir. Bazan Allah, ideden, bazan ide, Allah'tan çıkmaktadır. Fakat mutlak ide kabul edilen Allah'ın idelerle ay­nı olduğu kabul edilebilir.[184]

Eflatun'a göre iki ayrı âlem vardır;

a- Tanrı'nın yani Mutlak ide'nin bulunduğu, “İdeler Âle­mi”

b- İçinde yaşadığımız “Madde Âlemi”.[185]

O'na göre, Tanrı âlemi yaratmamıştır. Âlem zaten vardı. Tanrı “Demiurgus” düzensiz âlemi bir düzene sokmuş, mevcud madde üzerinde ilâhî sa­natkârlığını göstermiştir. Herşeyin gerektiği gibi iyi, mükemmel olmasını, kusurlu olmamasını te­min etmeye çalışmıştır[186]. Buna göre, Eflatun, Tanrı'nın karşısına “Madde”yi koymuştur. Bu, bir nev'i dualizmdir. Tanrı hayırhâhdır ama mutlak kudret sahibi değildir. Bağımsız, nizamsız, serkeş maddenin karşısında, ona düzen vermeye çalış­maktadır fakat bunu kısmen başarabiliyor.[187]

Eflatun'un Tanrı telakkisini özetlememiz ge­rekmektedir: O'na göre, Tanrı, bir tekdir ve ha­yırdır. Değişmez. Çünkü bir varlık ne kadar mü­kemmel ise o kadar az değişikliğe uğrar. O ezelî ve ebedîdir. “Hayır” olduğu için âlemi hayır ile iş­lemiştir. İyi ve hayır sahibi olanda asla hased bu­lunmaz. Hasedden uzak olunca, bütün eşyanın mümkün olduğu kadar kendine benzemesini, yani iyi ve hayır olmasını murat etmiştir. Bunda bir eslahiyyet vardır. Tanrı mertebe ve kudret itibariyle varlığın üstündedir. O adaletli ve güzel olan her­şeyin sebebidir, kendisinde fenalığa dair hiçbirşey bulunmayan bir mahz akıldır. O, yaratıcıdan daha çok biçim verici, tanzim edici bir ilahtır.[188]

Eflatun, kendisinden önceki, “Tanrıların en güçlüsü Zeus hem hayrın hem şerrin kaynağıdır.” şeklindeki telakkiyi reddetmiş ve “Tanrı insan ile ilgili olarak vâki olan bazı şeylerden mesuldür. Fa­kat herşeyden mesul değildir. Çünkü bizim hoşlan­dığımız iyi şeyler kötülerden daha azdır. İyi şeyle­ri ancak Tanrı'ya atfederiz, fakat şer için Tanrı'yı değil, diğer bazı sebebleri mesul tutmalıyız.”[189] derken şerrin bir başka kaynağı olduğunu ileri sürmüştür. O sebebler de, insanları cisimlerde hap­seden, ruh üzerine ağırlığını koyup onun iyilik ve hakikati bulmasına mani olan maddedir.[190]

Buna göre Eflatun Tanrı'yı şerden tenzih için, Tanrı'nın karşısına, adeta bir yarı tanrı şeklinde, şekil verilmemiş madde (heyûlâ) yi koymuştur. O, düzene girmemek için Tanrı'ya karşı mukavemet etmektedir. Şekilsiz ve hudutsuz olduğu için, eze­lî ve ebedî, sanatkâr Tanrı'nın kendisine vermek istediği şekilden, huduttan, düzenden ve mükem­mellikten nefret etmektedir. Nefretinin doğurdu­ğu bu mukavemet, atalet, ağırlık, nisbetsizlik, çir­kinlik ve budalalık şeklinde kendisini göstermek­tedir.[191]

Bütün bunlardan dolayı, bu telakki, ideler ve bilhassa Mutlak İde Demiurgus ile Madde (heyula) nın bir dualizmi oluyor.[192]

Akkad'ın da dediği gibi, “Eğer Eflatun putpe­rest bir çevrede yetişmiş olmasaydı, Allah'ı tenzih babında en yüksek ilahiyatçılardan olurdu. Putpe­rest çevresi düşüncesine tesir ederek, inancına ya­rı tanrıların girmesine sebeb olmuştur.[193]

2- Spinoza (1632-1677)'da:

 Yahudi ilahiyatı tahsil etmesine rağmen, fel­sefi düşünce tarafı ağır bastığı için Havra tarafın­dan aforoz edilen[194] Spinoza dünyanın en meş­hur filozoflarındandır. Onun için Eflatun'dan yirmi asır sonrasına geçip O'nun felsefesine şöyle bir göz atalım.

Spinoza'nın felsefesi, cevher, sıfat ve tavır esasları üzerine kurulmuştur. Cevher, herşeyin özü ve kendisidir. Spinoza'nın felsefesinde tabiat ve Tanrı, cevher ismi altında aynileştirilmiştir. O'na göre, bütün mevcudatı Tanrı, belli ve değişmez bir düzene göre kendi özünden yaratmıştır. Spinoza tabiatı iki türlü kavramaktadır. Biri, “Natura Naturans” (Tabiatı doğuran) dediği, tesirli ve hayatî süreçtir. Diğeri, birincisinin semeresi olan “Natura Naturata” (Doğurulmuş tabiat) tır. Bu ikincisi, ta­biattaki maddeler ve nesnelerdir. Spinoza. natura naturansta, tabiatı, cevheri ve Tanrı'yı birleştirmiş­tir. Natura naturatada ise ayrı kabul etmiştir. Tan­rı ve dünya, Spinoza için, aynı anda olan eşanlamlı ikiye bölünmelerdir. Her biri kainatı “öz” ile “varolan”a ayırmaktadır. O bir mektubunda özet­le şöyle der: “Bana göre Tanrı, herşeydeki dahilî sebebtir, eşyanın dışındaki sebebler değildir. De­rim ki, herşey Tanrı'nın içindedir ve herşey Tanrı'nın içinde yaşar ve hareket eder, ...) Bununla bir­likte, gayemin Tanrı ile, belli bir bedensel madde yığını gibi düşündükleri tabiatı aynı ve tek bir şey gibi göstermek olduğunu söyleyenler yanılıyorlar. Böyle bir niyyetim yoktur.”[195] Spinoza böyle diyorsa da, umumî görünüşü içerisinde, O'nun sis­temi, tam bir panteizm olarak telakki edilmiştir.[196]

 Öyle veya böyle, Spinoza'nın “Cevher” diye ifade ettiği Tanrı'sı kendi kendisinin illetidir. Yaratılmamıştır, namütenahi ve tektir. Allah'ın sade­ce idrâk ve imtidâd sıfatları vardır. Allah'ın akıl ve iradesi olmadığını söyleyen filozofa göre, Allah'ın sıfatlarından olmamakla beraber, akıl ve irade, ilahî idrâkin arazlarındandır. Allah'a akıl isnad edilmemesi, aklın idrâk sonu olan bir araz olmasındandır. Allah'a irade isnad etmek, “Eşya bulunduğundan başka türlü olabi­lirdi.” demektir. Bu ise, “Allah'ın bulunduğu tabi­atından başka bir tabiatı olabilirdi.” demek olur ki bu durumda Allah son derece ekmel olamazdı. O gaî illetlere göre hareket etmez. Çünkü o zaman, Allah'ın dışında ve üstünde, O'ndan daha ilahî, kendisine tabi bulunduğu, ne olduğu bilinmeyen bir şey, taklit ettiği bir model, yöneldiği bir gaye, üstün başka bir varlık  olmuş olur.[197]

Spinoza'ya göre, Tanrı, imtidat sıfatıyla deği­şerek cisimleri teşkil eder, idrâk sıfatıyla ruhları teşkileder.[198]

Maddî Âlem, Cevher olan Tanrı'nın, içinde bulunduğu, adetâ tezahür ettiği birşey ise, âlem­deki şerlere nasıl bir izah getirebiliriz? Vakıa, mahlukat, sonsuz ve mükemmel bir bütünü orta­ya koyma olarak kabul ediliyorsa ve âlemdeki bü­tün şeyler, ilahî, ebedî Cevher'den neş'et eden mantıkî zarurete riayet ediyorsa, kâinatın mükem­mel bir sistem içinde olması gerek[199] mez mi? Halbuki kötülükler heryerde kol gezmektedir. Bu probleme O'nun cevabı şudur: Âlemde herhan­gi birşey bize, gülünç, saçma ya da kötü gelirse, bunun sebebi eşya hakkında yalnızca sınırlı bil­gi sahibi olmamızdır, âlemin bir bütün olarak dü­zenini ve tutarlılığını bilmediğimizdendir ve herşeyin kendi aklımıza göre düzenlenmesini istememizdendir. Aslında aklımzca kötü görünen şey­ler, bütün kâinatın nizam ve kanunları bakımından kötü değildir, yalnızca, müstakil olarak dü­şündüğümüz, kendi varlığımızın kanunlarına göre kötüdür.[200] Âdem'in dünyevi şeylere karşı meyli, bizim anlayışımıza göre kötüdür ama, Tanrı'nın anlayışına göre kötü değildir.[201] Ha­yır ve şer afakî hakikatlar olmayıp insan zihinle­rine göre olan şahsî ve izafî hükümlerdir.[202] İyi, insanın elde etmek istediği; kötü, kaçındığı şeydir. Kendimizi koruma hissine aykırı düşen herşeyden kaçarız: Bunu destekleyen herşeyi de elde etmek isteriz. Bir şeyin iyi veya kötü oldu­ğuna da buna göre hüküm veririz.[203] Tek ve aynı şey, aynı anda, hem iyi hem kötü, hem de hiçbiri olabilir. Sözgelişi, müzik, üzüntülü kişiye iyi gelir, yas tutana kötü, ölüler için ise anlamsızdır.[204] Eşyayı, tek tek ele aldığımızda, kuru­muş bir ağaç, sakat bir zebra, hasta bir aslan veya günahkâr bir insan, umumiyetle, nevîlerinin ku­surlu birer numuneleri kabul edilirler. Fakat, on­ların, kâinattaki nizama uygunlukları veya uygunsuzluklarına göre hüküm verirsek büyük bir yanlışlığa düşeriz. Çünkü bu normlar sadece bi­zim zihinlerimizde vardır. Bu münferit şeyler, uy­gun oldukları farzedilen bir umumî ideye bağla­narak takdim edilemezler. Onlar, mutlak ilahî ya­ratıcılığın farklı ifadeleri olarak kendi doğruluk­ları içinde var olmuşlardır.[205] Spinoza şunu da der: “Tabiata, güzellik ya da çirkinlik, nizam ya da kargaşa gibi sıfatlar yüklemediğimi iyi bilme­lisiniz. Eşyaya ancak hayal gücümüze göre, güzel, çirkin, düzenli ya da düzensiz denebilir.”[206]

Spinoza'ya göre, tabiatta bulunan herbirşey kâinatın lüzumlu bir parçasıdır. Bu manada herşey düzen içerisindedir. Çünkü herşey mecburen ezelî ve ilâhî cevherden çıkmaktadır. Bir başka ifade ile, herşey, mecburen, oldukları gibi olmuş­lardır, binaenaleyh tabiatta ne hayır vardır ne de şer vardır.[207]

Kâinat birdir. Şüphesiz o, biribirinden farklı ve biribiriyle izah edilmeyen iki unsuru ihtiva edi­yor. Fakat bu iki unsur biribirinden ayrılamaz bir haldedirler. Çünkü bunlar, cevher değiller, aynı cevherin sıfatlarıdırlar.[208] Varlığın, mümkin farklı çeşidlerinin hepsi Tanrı'nın mutlak yaratıcılığını ortaya koymak için var olmaktadırlar ve binaenaleyh azizlerin varlığı ne kadar iyi ise gü­nahkârların varlığı da o kadar iyidir. Spinoza, Âdem (as)'ın Adn cennetinden koğulmasma sebeb olan günahını düşünüp kendi kendisine so­rar: “Tanrı, niçin Âdem'e daha mükemmel bir irade vermemiştir?” Cevaben de şöyle der: “Bu, bir dairenin, niçin bir kürede bulunan bütün hu­susiyetlere sahib olmadığını araştırmak kadar saçma birşeydir.”[209]

Spinoza, şerri pozitif bir manadan ziyade, ne­gatif bir mana olarak kabul eder. O'na göre şer, aslında, bir hayır yokluğudur. Mesela, günah fa­ziletin bulunmamasının, kendi kendine düzenlen­miş bir şeklidir. Kötü fiil, hakikatin kesin bir mer­tebesini ifade etmesi hasebiyle hayır sayılır. Bu durumda şer bir eksiklikten başka birşey değildir.[210] Spinoza'nın şer karşısında durumu budur.

 3- Leibniz (1646-1716)'de :


 Şer problemi mevzu edilince Leibniz'i anlat­madan geçmek olmaz. Mutlak optimizmin baş temsilcisi sayılan[211] ve teodisi[212] yi ilk defa kullanan[213] bir filozof olarak O'nun bu mev­zuda mühim bir yeri vardır.

O Yeniçağ Alman felsefesinin ilk büyük ismi olduğu gibi aynı zamanda bir matematikçi, bir fizikçi, bir tarihçi, bir hukukçu ve en önemlisi de bir teologdur.[214]

Leibniz'in teolojisinde: Allah, eşyanın ilk se­bebidir. Kudrette, hikmette ve hayırlılıkta mutlak kemâle sahib olması lazım gelir.[215] O'nda tam kudret, mutlak irade ve sonsuz bilgi vardır.[216] Tanrı'nın hikmeti, en son gaye olarak bir hayırlılığa bağlanır. Böyle bir Tanrı'nın en hayırlıyı yani en iyiyi seçmekte bir kusuru mümkin değil­dir.[217] Eşyanın yaratılmasında Allah, zarurî olarak, mümkin olan âlemlerin en iyisini yarat­mıştır.[218] Tanrı, dünyayı yaratırken mutlak manâda hür irade sahibi değildi, sonsuz hikmetinin imkânlarıyla sınırlandırılmışdı. Tanrı, iyi bir dünya yaratmak istemiştir, ama hikmeti ona ancak mümkin olan şekillerin en iyisini yarattırmıştır. Çünkü Tanrı'nın iradesi aklın hükümlerinin hükümranlığı altındadır. Tanrı'nın dünyayı bu şekilde yaratmasına sebep olan, O'nun iyi oluşu­dur. Çünkü O mümkin olan bir sürü eksik dünya­lar arasında en az eksik olanını yaratmıştır. Bun­dan dolayı dünyanın mükemmelliği izafidir. Bu dünya iyi bir dünya değildir, yalnız, mümkin olanlar arasında en iyisidir. İşte Leibniz'in ünlü optimizi (iyimserliği) budur.[219]

O, bu optimizmi ile dünyadaki şerleri nasıl bağdaştırabilir, şer probleminin içinden nasıl çı­kar? Leibniz, yapılan itirazlara karşı, günah şek­linde olsun, elem şeklinde olsun, şerrin eslah (mümkin en iyi) bîr alem için gerekliliğini ileri sürer: “Elemsiz ve şersiz bir alem tasavvuru, bir roman ve bir ham hayaldir. Ekseriya, bir şer bir hayra vesile olur, iki sıvıldan bir katı cisim hasıl olduğu gibi iki şerden de bir hayır çıkar. Az ek­şi birşey, çoğuman şekerden daha lezzetlidir. Şer hayra üstün gelir deniliyor ki bu, verilen nimet­leri eksik gören bir dikkat hatasıdır.” [220]

Leibniz şerri üç türlü kabul eder:

a- Metafi­zik şer. Bu sadece kemalin bulunmamasıdır,

b- Tabiî şer. Bu da elemlerdir,

c- Ahlakî şer. Bunun­la günah kastedilmektedir. O, metafizik şerri asıl kabul eder. Diğer çeşitler bundan çıkmaktadır. Allah ne tabiî şerri ne de ahlakî şerri mutlak ola­rak murat etmez. Fakat Allah'ın iki türlü iradesi vardır. Birisi, fiilden önceki iradesidir ki her hay­ra yönelir. Allah, bu irade ile, hayır olduğu için, her hayrı murat eder. Diğeri, sonradan gelen ni­hâi iradedir ki bununla, hayırları mukayese edip içlerinden, birleştikleri zaman en büyük hayrı meydana getirmeye müsaid olanları diler. İşte şer, bu en büyük hayrın, başlangıçta lüzumlu şart­larından biridir.[221]

Leibniz'in optimizmi ile şer vakıasının tena­kuzunu, bir maniheist olan Bayle, açık bir şekilde ortaya koyunca, filozof O'na karşı, bir polemik olarak “Tneodicee» adlı eserini yazmıştır.[222] Bu iki filozof arasındaki münakaşayı, P. Janet ve G. Seailles'in müşterek eserlerinden özetleyerek aktaralım: Bayle'nin, insanlara saadetleri için verilen nimetlerin, niçin bedbahtlıklara da sebeb olduğu itirazına karşı Leibniz: “Allah'ın nimetle­rinin, sadece mahlukatın saadetini hedef aldığı pek de doğru değildir. Tabiattaki bütün hadiseler biribirine bağlı olarak vukua gelir. Allah'ın proje­lerinde birden fazla ihtimal vardır. İnsanların sa­adetleri, murat edilen gayelerden biri ise de gale­rin hepsi ve nihaîsi değildir. Geçici olarak bazıla­rının belası olabilir.” diye cevap verir. Bayle'nin insan iradesi hususunda yaptığı, “Düşmana, ken­di isteğiyle intihar edeceği kesin olarak bilinen ipi vermek, o düşmanın canını almaktır. Bundan, Al­lah'ın mesul olduğu ve insanların ihtiyarlarını ne yolda kullanıcaklarını ezelde bildiği için, onların ihtiyarlarından doğan fenalıkların hakikî failinin Allah olması gerektiği çıkar. Halbuki, hakikî bir mün'im derhal verir ve sevdiklerin uzun sefalet­lerle ızdırab çekmelerini istemez.” şeklindeki iti­razına da şu cevabı verir: “Eşyanın biribiriyle alakası yarım yamalak görülüyor ve en mühim olanından gaflet ediliyor: Allah'tan bahsedildi­ği unutuluyor. Guyâ, Allah, bir ana, bir vâsî, bir velî imiş ve bütün işi gücü kendisine ait olan şah­sın mesud olmasına dikkat etmekten ibaret bulu­nuyormuş. Bu Allah'ı hep insan gibi telakki etmek demektir. Gerçi Allah, bizim istediğimiz hayrı yapmak kudretindedir, ama, bunu daha büyük ve mühim hayırlara tercih ederek yapması da zaruri değildir. Cüzünde münasebeti olmaz gibi görünen bütün içinde münasebetli olabilir.”[223]

Leibniz'in bu kitabının, muhtemel itirazlara cevabları ihtiva eden ikinci kısmını da şöylece özetlersek O'nun problem karşısındaki tavrını iyi­ce görürüz: “Âlemdeki noksanları tecrübeyle görmek ve göstermek yoluyla itiraz olunursa ce­vap şudur”: “Bu ilahî eserler için gülünç bir san­sür olurdu. Bu, hakim kral Alfons'un Batlamiyus Astronomisi'ni tenkid ederken, bütün âlemin ast­ronomisini tenkid ediyorum sanması gibidir. Siz âlemi, daha üç günden beri tanıyorsunuz, burnu­nuzun ötesini göremezsiniz, âlemi görmek için çok bekleyiniz.” “Mutlak optimizm olamaz, her zaman mevcud olandan daha mükemmelini mey­dana getirmek mümkindir.” itirazına karşı da şu cevapı verir: “Denilebilir ki bütün kâinatta mev­cud olanlar, hernekadar, bütün zamanlar için eslah değilse de, eşyanın sonsuzluğu doğru akışı, mümkin olduğu kadar eslah olabilir. Eğer eşyanın tabiatı, eslaha ulaşmak için hiç karşı koymasaydı, kâinat hergün daha iyiye doğru gidebilirdi.” “Cenab-ı Allah'ı, eslahı seçmekle mecbur tutmak, O'nun kudretini sınırlandırmaktır.” diyenlere Le­ibniz: “Fakat iyilikte eslah olana göz yumulamıyacağı gibi, 'Allah imkânsız olanı yapmaz.' demek de Allah'ın kudretini sınırlandırmak manasına gelmez. Bu, tıpkı, 'Allah, düz çizgiden daha kısa bir çizgi yapmaz.' demek gibidir.” cevabını verir. “Gerçekleşmiş alemde eslah mümkin değildir, çün­kü bu âlemde fenalıklar vardır.” diye iddia etmek de defalarca reddedilmiş olan bir iddiaya dönmek demektir. Eslah olan Allah'ın tercih ve murat et­tiğidir.” der. “Allah eslah olanı seçmekle mükel­lef olursa, irade sahibi sayılamaz. Çünkü bu bir nevî icbardır.” diyenlere, cevaben şöyle der: “Evet bu bir mecburiyettir fakat ahlakî bir mecburiyet­tir. Çünkü hikmet sahibi olan ancak iyi seçer.”[224]

Nedim Cisr, Leibniz'den sekiz asır önce yaşa­mış olan meşhur Arap edîblerinden Cahız'ın da bu görüşte olduğunu ortaya koyan çok beliğ ve hikmetli sözlerini nakleder.[225]

4- Voltaire (1694-1778)'de

 Voltaire Leibniz'in çağdaşı ve O'nun tama­men zıddı bir fikre sahib edîb bir filozoftur. İlk tahsili bir rahip yanında yapmasına, cizvitlerden dersler almasına rağmen bir dinsiz olmuştur.[226] Hernekadar Fransız Akademisi'ne üye ola­bilmek için, kendisinin sofu bir Katolik olduğunu iddia etmiş cizvitlere iltifatlarda bulunmuş[227] ise de bilhassa Saint - Bartolomeo katliâmından ve katoliklerin Protestanlara karşı yaptıkları birçok haksızlık ve zulümden sonra O, Kilise'ye karşı düşmanlığını ilân etmiştir.[228]

Bayle'nin tesirlerinde kalmış[229] Leibniz'in optimizminin karşısına çıkmıştır.[230] Tabiî ki, dindar olmayan kendisini belli bin uluhiyyet telakkisi ile sınırlı kabul etmeyen bir kimse için şer problemi gibi, inananları zorlayan bir meselede istediği şekilde fikir serdetmek güç değildir.

Voltaire bir dinsizdi ama Tanrı'yı inkar da et­miyordu. Kendisine böyle bakılmasını istememek­tedir.[231] O, birçok kimseye athe damgasını vu­ran Kilise adamlarına karşı çıkarken Tanrı'yı ten­zih endişesini ortaya koymaktadır: “Tanrı tanı­mazlar varsa kabahat kimin:, düzenbazlıklarına karşı bizi çileden çıkarırken, kimi zayıf kafaları, adını kirlettikleri Tanrı'yı inkâra zorlayan o ken­dini satmış ruh zorbalarının, o canavarların değil de kimin? (...) Onların akla sığmaz budalalıkları, bilge kafaları çileden çıkarır, derler ki:

“Madem ki din adamlarımız, bize Tanrı'yı varlıkların en anlamsızı ve en barbarı olarak tavsif ediyorlar, öyle ise hiç tanrı yok demektir”. Ama doğrusunu isterseniz şöyle demeleri gerekirdi :

“Demek ki Tanrı, söylediklerinin tam tersi, deli dedikleri ka­dar bilge, kötü dedikleri kadar iyidir.”[232] Filozof aynı gayretle, münkirlerin bu tutumunun, Tanrı'ya olmadık kötülükler ve adîlikler yakıştı­ran çeşitli din adamlarının tutumundan daha asil olduğunu söyler.[233] Ama münkirlerin itirazla­rına da, Tanrının varlığının inkar edilemez bir hakikat olduğunu çeşitli delillerle anlatarak ce­vap verir.[234]

O'nun bir münkir olmadığını böylece ortaya koyduktan sonra, şer problemine nasıl baktığını hülasa edelim: Etrafına, edebî nükteleri ve tatlı sözleriyle neşe saçan Voltaire'in bir pesimist (kö­tümser) olması aslında haline pek uygun düşme­mektedir. Fakat uğradığı kovuşturmalar, hayal kırıklıkları ve hele 1750 senesinde 300 000 kişinin ölümüne sebeb olan deprem ve bu depremin Liz­bon'da, Azizler Günün'de ve kiliseler ibadet eden­lerle lebâleb dolu iken olması O'nu altüst etmiş­ti. Fransız papazlarının bunu, Lizbon halkının gü­nahlarının cezası olarak telakki etmeleri O’nun “Lizbon” adlı şiirini yazmasına sebeb oldu. Bu şi­irinde O şer problemini güçlü bir şekilde ele al­maktadır :

“İnlemeyen yok şu dünyada; Herşey acı çekmek, biribirini öldürmek için yaratılmış”

“Bu kara karmaşayı görüp de der misiniz; Her birimizin belaları, bütünün iyisi için?”

“Ne büyük kutsanmışlık; ve titrek bir sesle ölmek üzere, zavallı durumda herşey iyi”

“Diye seslenirken siz, evren yalanlıyor sizi, gönül karşı çıkıyor, zihin bilgisizliğine”

Şiirinin sonunda da :

“Vaktiyle daha kıvançlı bir havada; zevkin hüküm sürdüğü aydınlığı dile getirmiştim”

“Geçti o zamanlar, geçen yıllar öğretti; insanlığın zayıflığını paylaşarak.”

“Koyulaşan karanlıkta ışık arayarak; acı çekerim de yakınmam durumumdan.” derken[235] hem kötümserliğinin, yılların eseri olduğunu ve hem de hâle rızasını ifade eder.

Voltaire, “Felaketin nedeni, insanının kendi­sidir. Şehirlerde değil de tarlalarda yaşasaydık, tepemizde dam yerine gök olsaydı evler başımıza yıkılmazdı.” diyen ve uluorta kendisine sataşan J.J. Rousseu'ya karşı 1751'de Candide adlı eserini yazdı. Bu eserinde alaylı ve komik bir tarzda, kötümserliğini bir hikaye için yerleştirmiştir. Voltaire'nin bu en güzel hikayesinde basit ve doğru sözlü delikanlı Candide ile, herşeyin iyi hatta, da­ha iyi olamayacak şekilde iyi, olduğunu iddia eden profösör Panglass'ın başından geçen hadiseler sı­ralanır. Başlarına birçok belalar gelir. Profösör her zaman: “Fertlerin başına gelen belalar, umu­mun iyiliğini sağlar, böylece bu cins belalar ne kadar çok olursa, umumun iyiliği de o nisbette ar­tar.” derken Voltaire, Leibniz'in optimizmi ile eğ­lenmektedir.[236] Leibniz'i yazılarıyla savunan bir gence: “İnsanların mümkin dünyaların en iyisin­de, neden bu kadar çok biribirlerini boğazladığı­nı bana da anlatırsan, size son derece teşekkür borçlu olurum. İkimiz de bu konuda birşey bilmi­yoruz.” diye mektup yazar.[237] O, şer problemi­ni herkesi dehşete düşüren bir tehlikeden ziyade, bir zihin bilmecesi[238] kabul eden Leibniz'e her fırsatta sataşır. Felsefe Sözlüğü'nün “Bien Tout Est” maddesinde muhatabı Leibniz'dir. O'nu, Tan­rıya bir tek dünya yaratabilme imkânı tanımakla ayıplar. İlk günah meselesi karşısında zor durum­da olduğunu söyler. “Nasıl bir elmayı yedin diye, sonsuz bir ömür süreceğimiz zevk ülkesinden ko­vulmak, nasıl!” Başka “nasıl”lar sıraladıktan sonra şöyle sorar: “Bu bizim için pek o kadar iyi değil, Tanrı için iyilik bunun neresinde?”[239] Voltaire, meselenin zorluğunu şu kelimelerle dile getirir: “Kötülüğün kaynağı, ötedenberi, kimse­nin dibini göremediği bir uçurum olmuştur.”[240] Voltaire daha sonra mesele hakkında, bil­hassa 'herşey iyidir.' fikrini savunan çeşitli din­lerin ve filozofların görüşlerini kısa kısa nakle­der ve bunların zayıf noktalarını serdeler, şu ne­ticeye varır: “Görülüyor ki mümkin dünyaların en iyisi kanaati, insanı avutmak şöyle dursun, onu kabul eden filozoflar için umutsuzluğa düşüren birşeydir. İyi, kötü davası, iyi niyetle araştıran­lar için bir kördüğüm olarak kalıyor: kavgacılar içinse, bu bir zeka oyunudur. Onlar bağlı oldukları zincirlerle oynayan kürek mahkumlarıdır.” [241]

Şu var ki, O, şer meselesini, münkirler gibi, Tanrı'nın yokluğuna delil olarak kullanmaz, in­sanın bilgisizliğinin doğurduğu bir müşkil olarak görür. Bu hususta, ya sesi kısmak, veya herşeyin hatta yılanların, hayran olunacak kadar mutenasib ve bu âlem için lüzumlu olduğunu kabul etmek gerektiğini söyler. Kötülükler karşısında, bunları yaratan ve bunlara müsade eden Tanrıya ibadet ederek ve iyilikleri de görerek teselli bulmalı, gö­rüşündedir.[242]

Görülüyor ki, Voltaire, hernekadar, bir din­dar değilse de, şer meselesinde, dindarâne bir dav­ranışla aczini itiraf etmektedir.

5- Hume (1711-1776)'da:

 David Hume empirist felsefenin en büyük temsilcilerinden biri kabul olunmaktadır.[243]

Hume'ın Tanrı telakkisi, “insan idrâki” hak­kındaki fikirleri üzerine bina edilmiştir. O'na göre bütün idrâklerimiz ikiye ayrılır: Fikirler ve in­tibalar... Fikirler; ruhun ihsasları üzerine katlan­dığı zaman hissettiği en az şiddetli idrâklerdir. İntibalar ise; işitme, görme, dokunma idrâkleri gi­bi muayyen bir şiddet derecesine sahib idrâklerle, sevgi, nefret, arzu ve isteklerdir. Bütün fikirleri­miz, intibaların temeli üzerinde meydana gelir ve canlı intibaların soluk birer kopyası olurlar. Bu­nun gibi, “Allah Fikri” de, ruhun ameliyeleri üze­rinde düşünmemiz ve kendimizde gördüğümüz hikmet ve hayırlılık sıfatlarına hudutsuz bir ge­nişlik vermemiz neticesinde zihnimizde doğar.[244]

Hume'ın tanrı telakkisi bu iddiadan ibaretir. Dünyada yaygın olan dinlerin açıkça düşmanı ol­duğundan, onları, rüyalar ve hayaller olarak gö­rür.[245] Bu, Hume'ın bir münkir olduğu mana­sına gelmez. O, insanlara benzetilmemek kaydıy­la, bir tanrının varlığını kabul etmek nezaketini göstermiştir.[246] “Tanrı'nın varlığı kadar bes­belli hangi hakikat olabilir ki; en cahil çağlar bu­nu teslim etmişlerdir. Bütün umutlarımızın daya­nağı, ahlakın en güvenilir temeli... Hangi hakikat bunun kadar önemli olabilir.”[247] derken O saf bir dindar gibidir. Hatta, Tanrı inancının, insan­larda fıtrî olduğunu adeta söylemiştir.[248]

“Tanrı, yaptığımız tasvirlerinde, nasıl çarpı­tılmış, O'na ne gelgeç hevesler, ne saçmalıklar, ne ahlaksızlıklar yakıştırılmıştır.” [249] derken Allah'ı tenzih gayreti hissolunuyor. Binaenaleyh, tenzihte karşımıza çıkan, şer problemi O'nun bu gayreti karşısına da çıkmaktadır.

Hume, Dialogues'ında, felsefeyi temsil eden Cleanthes, şüpheciliği temsil eden Philo, doğrulu­ğu temsil eden Demea[250] arasında yaptırdığı onuncu ve onbirinci dialoğlarda şer problemini enine boyuna ele alır: Philo'nun ağzından, inşanın çaresizliğini, hayvanların çektiklerini, iyi ya­şadığı ve mesud olduğu zannedilen kimselerin bi­le muzdarib olduğunu, Epikür'ün meşhur sorusu­nun halâ cevabını bulamadığını aktardıktan son­ra[251] Demea'nın ağzından, insan hayatının kâ­inatın ömrü içerisinde çok kısa olduğunu, bu kısa ömürde bize şer görünen hadiselerin bütün za­manlar ve kâinatın umumî nizamı içerisinde de­ğerlendirilirse Tanrı'nın hayırhahlılığı ve adaletinin hayranlıkla görülebileceğini iddia eden Spinoza'yı konuştur. Cleanthes, şer hususunda tek yo­lun insanın aczini itiraf edip kötülüğün bulunmadığını kabul etmesi gerektiğini iddia ederken Leibniz'in fikirlerini tekrarlamaktadır.[252] Hume, muhtemelen Philo'ya kendi fikirlerini söyletir: O'na göre, şer bir vakıadır. Fakat şerrin bulunu­şuna dayanarak, dünyanın, mutlak kadir, hakim ve hayırhah bir Tanrı'dan aciz insanın aciz insa­nın umduğuna münasib değildir, demek garib bir peşin fikirdir. Şu da var ki bu dünyaya bakarak, tavsif edildiği şekilde bir Tanrı'nın varlığına hük­metmek mümkin değildir. Akıl ve his sahibi varlıkları tedirgin eden şerlerin tamamı veya tama­mına yakın kısmı dört sebebten meydana gelmek­tedir. Bu sebebler, hakikatte var olmak mecburi­yetinde olsalar da, hiçbirisi insan aklına göre, mecburen var olmuş değildir, yani şu sıralayaca­ğımız sebebler başka türlü de olabilirdi. Bu sebeblerden birincisi; mahlukatın fıtratlarında mevcud olan sevk-i tabiîlerdir. Mahlukat bu hislerle ken­dilerini korumaya çalışırlar. Bazan ızdırablar bazan lezzetler şeklinde karşımıza çıkan bu hisler insan fiillerinde müessirdirler. Allah mahlukatı başka türlü yaratmış olsa idi, hislerin ızdırab veya elem şekline bürünmesi gerekmezdi. Şerrin ikinci sebebi; âlemin, umumi kanunlar, heryerde aynı olan tabiat kanunları çerçevesinde ve bir ni­zam içerisinde cereyan etmesidir. Ekmel bir Tanrı, kainatı değişen ve şerlere sebeb olmayacak şekilde ayarlanmış kanunlarla idare edebilirdi. Üçüncü se­beb; kuvvet ve kaabiliyetlerin mahlukata, bilhassa insanlara kıt kanaat verilmiş olmasıdır. Tanrı, da­ha güçlü ve kaabiliyetli insanlar yaratabilirdi. O zaman, kuvvet ve kaabiliyetlerindeki za'flarından dolayı duçar oldukları birçak şer ortadan kalkardı. Dördüncü sebeb; Kâinatın fazla itinalı yaratılma­mış intibaını veren şeklidir. Onu büyük bir makina olarak kabul edersek bu makinanın zenberek, dişli ve parçaları, kendi yerlerinde ne kadar fayda­lı olurlarsa olsunlar, herbiri, fırsatını bulunca şu veya bu ifrata kaymağa meyillidirler. Sanki, bu bü­yük kâinat makinasına Yaratıcı son eli vurmamış­tır. Mesela faydalı rüzgarlar, biraz hızla esmeye başladı mı ne büyük zararlara sebeb olmaktadırlar. Tanrı, isteseydi, bu makinayı daha itinalı yaratırdı ve şerler dünyadan kalkardı. Saydığımız bütün bu şartlar O'nun için uyulması kaçınılmaz şartlar de­ğildir. Yine de bizler, ifade ettiğimiz bu fikirlere dayanarak, kâinatın düzenin kolaylıkla değişebile­ceğine karar vermeye kalkarsak fazla fodulca dav­ranmış oluruz. Birşey hakkında, hele böyle mühim bir meselede hüküm verirken daha alçak gönüllü ve haddini bilir davranmalıyız. Bütün söyledikleri­mize rağmen, şer gibi görünen şeylerin, farzedildiği gibi, aslında hayır olduğunun, bu dünyanın mümkin olan en iyi dünya olabileceğini de kabul edecek kadar müsamahalı olalım.[253]

Hume bu fikirleriyle Voltaire'ye yakın bir ta­vır almış oluyor.

6- Schopenhauer (1788-1860)'da .

 Schopenhauer pesimist (kötümserlik) felsefe­sinin zirve ismidir. Kendinden önce ve kendi dev­rinde aynı felsefeye sahib filozoflar bulunmasına, bu felsefenin ilk büyük misalinin Budha dininde görülmesine ve Yunan felsefesinden Sofistler ile Stoacıların pesimist bir anlayışa sahib olmalarına rağmen[254], pesimizmi, O zirveye taşımıştı.[255] Yaşadağı çağın, İngiltere'de Eyron, Fransa'­da De Musset, Almanya'da Heine, İtalya'da Leo­pardı, Rusya'da Puşkin ve Lermontov gibi kötümser şairler; Schubert, Schumann, Chopin ve Beethoven gibi kötümser filozoflar ortaya çıkarmasının[256] sebebi ne idi?

Bu çağ umutsuzluğun kol gezdiği, savaşların milletleri kemirdiği, aydınların umudu Fransız ih­tilalinin fiyaskoyla sonuçlandığı, yoksulluğun, sefaletin, tedirginliğin ve işsizliğin binlerce aileyi teh­dit ettiği bir çağ olmuştu.[257] O çağda, acınacak durumdaki bu gezeğenin, akıllı ve hayırhah bir Tanrı tarafından idare edildiğine inanmakta Avru­palı güçlük çekiyordu. Şer problemi hiçbir çağda bu kadar canlı olarak kendisini göstermemişti.[258]

Schopenhauer'un, çağının bu kötülüklerinin yanısıra, ailevî birçok problemi de vardı. Babası intihar etmiş, babaannesi akıl hastası' olarak öl­müştü. Kocasının intiharından sonra serbest aşk hayatı yaşayan annesi O'na sevgi yerine nefret ve­rerek O'nu karamsarlığa mahkum etmişti.[259] Schopenhauer, küçüken dinî eğitim görmediği için dinî hisleri yok denecek kadar azdı. Bundan dolayı olacak, din adamlarından nefret ederdi ve Budizm'­in Hıristiyanlık'tan daha derin olduğunu kabul ederdi. Felsefesinde bu kanaatlerinin büyük tesiri vardır.[260]

Yaşadığı çağa ve hayata muvazi olarak, O, kö­tümserlik felsefesini zirveye çıkardı. Gördüğü fel­sefe eğitimi ve onbir senelik felsefe hocalığı[261] sayesinde kendine has bir felsefe ortaya koymuş­tur. O'nun kötümserlik felsefesinin kaynağı “ira­decilik” (volantarisme) dir. Bazı filozofların “Tanrı”, bazılarının “Düşünce”, bazılarının “Tabiat”, bazılarının “îde”, bazılarının “Monad” dediği mut­lak varlıka, kâinatın ilk sebebine, Shopenhauer “îrade” demiştir[262]. O'nun düşüncesinde “küllî irade” aynîleşiyor ve kendi kendine bir vücud, ha­kikî bir varlık veriyor ve âlemi meydana getiri­yor[263]. İrade tektir. Fakat onun, zamanlar ve mekanlar içinde görünüşleri sayısızdır. Farklı gö­rünüşlerin tamamının özünde bu kullî irade var­dır.[264] Bu irade, mutlak kudrete sahib olduğu halde bir kör iradedir, şuursuzdur. Tabiat kanunları, hayatın insiyakları, ruhun temayülleri bu kör iradenin tezahürleridir. İrade, zekadan, hikmetten, saik ve gayelilikten tamamen mahrumdur.[265]

Hayatın özü olan irade, bizzat, ardı arkası ke­silmeyen bir acırdır. Çünkü O, bütün görünüşle­rinde, bir iştah ve bir istek olarak kendisini göste­rir. İsteğin olmaması da eksikliğin, dolayısıyla acı­nın olmasıdır. Ama istekler, hiçbir zaman tanı ve sürekli olarak doyurulamaz. Biri doyurulunca bir yenisi baş gösterir ve böylece sonsuzluğa kadar devam edebilir. Acının ne sonu ne sınırı vardır. Hayat, sefalet ile can sıkıntısı arasında, bir rakkas gibi gidip gidip gelir. İsteklerin yerine getirilme­mesi, sefaleti, yerine getirilir gibi olması da buna­lımı doğurur. Bu haliyle, dünyayı iyi, ya da, Leibniz gibi, mümkün dünyaların en iyisi saymak yalnız aptallık değil, bir küfürdür de... Çünkü irade bile kendi görünüşlerinde, kendisini beğenmemektedir. Binaenaleyh dünya düşünülebilecek en kötü dün­yadır.[266]

Schopenhauer, şu güçlü misalleriyle, “felsefe hocalarının uydurdukları boş bir şey” olarak ka­bul ettiği[267] optimizmin karşısına çıkar: “Ala­bildiğine iyimser kişileri, hastahaneler, dispanser­ler, amaliyathaneler, hapishaneler, işkence odaları, kölelerin kulübeleri, savaş alanları ve idam yerle­rinde gezdirerek ve meraklı bakışlardan gizlenen sefaletin saklandığı bütün yerleri açacak olursak, en sonunda da Ugolino'nun, insanları açlıktan ölü­me mahkum ettiği zindanlarını gösterirsek, O da anlayacaktır bu mümkün dünyaların ne olduğu­nu. Dante, îlahî Komedya'sında, cehennemin malzemesini bu dünyadan almamış mıdır? Bu dünya­dan almıştır ve hem de tam bir cehennem meydana getirmiştir. Sıra Cennet ile onun zevklerini an­latmaya gelince, dünyamızda bu konuda pek mal­zeme bulamadığı için büyük güçlüklerle karşılaş­mıştır.” [268]

Schopenhauer, bu fikirleriyle kör irade adı ile de olsa Tanrı'nın varlığını kabul ediyor. Fakat O'nun nezih sıfatlarını şerrin varlığına dayanarak inkar ediyor.

[176] S. H. Bolay, 102

[177] H. Z. Ülken, Felsefeye Giriş, l/V

[178] A'raf, 7/12; Sâd, 38/75-76; Hicr, 15/32-33 : İsrâ, 17/61

[179] RM, 8/88 - 89

[180] RM., 15/147.

[181] A. Weber, 2

[182] a. g. e., 4

[183] P. Janet - G. Seailles, 181

[184] A. Weber, 52.

[185] M. Gökberk, Felsefenin Evrimi, 8.

[186] X Hick, 33; M. Gökberk, Felsefe Tarihi, 79; C. Sena, 136' Piat, Platon, Paris, 1917'den.

[187] J. Hick, 32; M. Gökberk, a. g. e., 79; C. Sena, 138.

[188] A. Weber, 52, 54; P. Janet - G. Seailles, 196; Akkad Al­lah, 135.

[189] J. Hick, 32, Eflatun, Cumhuriyet, 379'dan naklen

[190] J. Hick, 33.

[191] A. Weber, 54 - 55; Akkad, Allah, 135 -136

[192] A. Weber, 54-55; Akkad, Allah, 135-136.

[193] Akkad, Allah, 134.

[194] A. Weber, 208; W. Durant, 137; M. Gökberk, Felsefe Ta­rihi, 302.

[195] A. Weber, 209-211; W. Dorant, 160-162; M. Gökberk, Felsefe Tarihi, 303 - 307

[196] M. Gökberk, a. g. e., 301; S. H. Bolay, 196 -197

[197] A. Weber, 209 - 211; P. Janet - G. Seailles, 269 - 272; W. Durant, 165

[198] A. Weber, 220.

[199] J. Hick, 23-24

[200] W. Durant, 164

[201] Spinoza, 64.

[202] W. Durat, 164; J. Hick, 25.

[203] M. Gökberk, Felsefe Tarihi, 311

[204] W. Durant, 164.

[205] J. Hick, 25.

[206] W. Durant, 164; J. Hick, 27.

[207] J. Hick, 26.

[208] A. Weber, 221

[209] J. Hick, 27.

[210] a. g. e., 26.

[211] S. H. Bolay, 190 : F. Kam, Dini Felsefi Sohbetler, 158.

[212] Teodisi (Theodisy, Theodicee) : En yüksek iyliğin mey­dana gelebilmesi için fenalığın gerekli olduğunu iddia ederek Allahın tedbirlerini haklı çıkaran felsefe. Redhouse'dan.

[213] J. Hick, 6.

[214] A. Weber, 221: M. Gökberk, Felsefe Tarihi, 315 - 316

[215] P. Janet - G. Seailles, 277

[216] A. Weber, 232 - 233; M. Gökberk, Felsefe Tarihi 330

[217] P. Janet - G. Seailles, 277.

[218] A. Weber, 236; J. Hick, 160 -161; N. Cisr, 151 - 152.

[219] M, Gökberk, a, g. e., 331 - 332; J. Hick, 161.

[220] P. Janet - G. Seailîes, 277.

[221] M. Gökberk, a. g. e., 330 - 331; J. Hick, 162, 164.

[222] M. Gökberk, Felsefe Tarihi, 330; C. Sena, 387.

[223] P. Janet - G Sailles. 279 - 280.

[224] P. Janet - G. Seailles, 282 - 286.

[225] N. Cisr, 152.

[226] W. Durant, 185

[227] a. g, 8., 195.

[228] a. g, e., 211 - 215 C. Sena, 310.

[229] W. Duran, 214.

[230] a. g. e., 205.

[231] Voltaire, Felsefe Sözlüğü, 1/65.

[232] Voltaine, 79 - 80.

[233] a. g. e., 409 - 412.

[234] a, g. e., 413-415

[235] W. Durant, 205 - 207.

[236] W. Durant, 207 - 210.

[237] a. g. e., 205.

[238] J. Hick,  160.

[239] Voltaine 100 - 101, 433 - 434.

[240] a. g. e.; 102

[241] W. Durant, 109.

[242] W. Durant, 417 - 148.

[243] M. Gökberk, Felsefe Tarihi, 355

[244] a. g. e., 356; A. Weber, 270

[245] D. Hume, 79.

[246] C. Sena, 468'Ck.  Bartholmes,  Historie Crique, Strasburg, 1855,den naklen.

[247] D. Hume, 84.

[248] a. g. e., 78.

[249] aynı yer.

[250] D. Hume, 85.

[251] a. g. e., 159-165

[252] a. g. e., 166 - 167.

[253] D. Hume, 173 - 181

[254] S. H. Bolay, 206.

[255] a. g. e., 207.

[256] W. Durant. 280.

[257] a. g. e., 261

[258] a. g. e., 262

[259] W. Durant, 263-264.

[260] a. g. e., 394 395; M. Gökberk, Felsefe Tarihi, 469; C. Sena, 421.

[261] A. Weber 346M. Gökberk, a. gie., 462.

[262] A. Weber, 351; P. Janet - Séailles, 294; C.-Sena, 420.

[263] A. Weber, 349; P. Janet - G, Séailles, 294.

[264] M. Gökberk, a. g. e., 466; S. H. Bolay, 292

[265] W. Durant, 281; M. Gökberk, a. g. e., 468; S. H. Bolay, 293.

[266] W. Durant,   280 - 281; M. Gökberk, a1 g. e., 467 - 468; F. Kam, Dinî Felsefi Sohbetler, 157.

[267] P. Janet - Seailles, 294.

[268] W. Durant 283 - 284.