Konu Başlığı: Şehid ve Şehadet Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 16 Şubat 2011, 15:51:07 Şehid/ Şehadet Kur'an'da önemli bir yer tutan, fakat en fazla anlam kaybına uğrayan kavramlardan biridir. Bu önemli kavramın anlamı ve kapsamı zamanla “savaşta öldürülen Müslüman” anlamıyla sınırlanacak kadar daraltılmış ve kısırlaştırılmıştır. Oysa, aşağıda da açıklayacağımız gibi, Şehid'in kazandığı bu anlam Kur'an'daki kullanışı ve aslî anlamı çerçevesinde söz konusu olmayıp, zamanla veya bir başka şekilde kendisine yükleniniştir. Herhalde, Kur'an'ın uğradığı en büyük tahriflerin bir türlüsü de bu anlam kayıpları ve değişimleridir. Şehid (Şe-Hi-De' fiil kökünden 'feîl' anlamında 'fail' veya 'mef'ul' olarak 'şahit’ veya 'meşhud' manasınadır. 'Şe-Hi-De' 'şehadette bulundu (tanıklık etti), hazır oldu, huzurda bulundu' demektir. Bir olayı görmek, bir şeye ulaşmak, huzuruna varmak, iç ve dış duyularla herhangi bir şeyi kapsamına almak bu fiilin anlamı içindedir; [330] “Ramazan Ayı ki, insanlara hidayet ve hidayetten açık deliller ve ayırtedici olarak onda Kuran indirildi. Sizden kim o aya şahid olursa (şehide) oruç tutsun..” (Bakara: 185). Ramazan Ayı'na şahit olmak Ramazan'ın girişine yetişmek ve hayatıyla, duyularıyla Ramazan'a girdiğini kavramaktır. Ayetteki 'şehide' fiilinin maadarı olan 'şehr’ ya 'mef'ul-i fih (zarf tümleci)', ya da 'mef'ul-i bih - (dolaysız tümleç - nesne)' durumundadır. Birinci durumda şehide, bu ayda bilfiil hazır olmak demektir. İkinci durumda ise, ayın girişine şehadette bulunmak, huzur-ı aklî, kalbî ve yakînle ayın girdiğine kanaati olmak veya gökteki ayı (hilâli) görmek demektir. Aslında, şehide fiilinin içinde bu anlamların hepsi vardır. (Burada şu noktayı belirtmemiz gerekiyor ki, şehide iç ve dış duyularla, yani hissî bir hazır olma ifade ettiğinden, “ayı görün oruç tutun, ayı görün bayram yapın” hadisinde de ifadesini bulduğu üzere, hilâlin gözle görülmesi Ramazan'ın başlangıcı ve bitişi için şarttır. Hesap 'şühud' olamayacağından geçerli olmaz.) 'Şehide' fiilinden 'şehadet' ve 'şühud' masdarları türemiştir. 'Müşahede' 'iyice gözlemek, hisleriyle vakıf olmak, yakîne ulaşmak' anlamındadır. İşte, 'Şühud' 'basar veya basiretle veya müşahedeyle huzur, hazır olma' demektir; 'Şehadet' ise 'müşahedeyle hazır olma, nefiste gerek hazır olarak, tüm duyularıyla vakıf olarak, gerekse meydana gelmek suretiyle karar kılan bir ilim ve bu ilimle şahit olduğunu ikrar etme, açığa vurma' dır.[331] 'Allm'ül'Ğaybi ve'ş-Şehadeti'(En'am: 73, Ra'd: 9...) ifadesindeki 'şehadet alemi' 'alem-i mahsus, insanın duyularıyla kavradığı, hazır olduğu alem'dir. -İstişhad' 'şahitlendirme' demektir. “Erkeklerinizden iki şehid'i de istişhad edin(şahit tutun); eğer iki erkek yoksa şüheda.'dan(şahitler’ den) razı olduğunuz bir erkek, iki kadın; ta kit biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatır. Şüheda(şahitler) çağrıldıklarında kaçınmasınlar...”(Bakara: 282). Ayetten de anlaşılacağı üzere, buradaki şehadet bir anlaşma anında hazır olma, anlaşmanın her türlü şartlarına ve niteliklerine vakıf olup, bu vukufiyetini ortaya koyma, kabul etmedir. “Ey Kitap Ehli, şahit olup dururken niçin Allah'ın ayetlerine küfrediyorsunuz?” (A. İmran: 70). Kitap Ehli Kur'an'da zaman zaman vurgulandığı gibi, kendilerine Allah'ın apaçık ayetleri gelmiş, bu konuda yakîne ulaşmışlar, yani Tevhid'e her bakımdan şahit olmuşlar, kitaplarında Rasul-i Ekrem'in geleceği yazılı olduğundan bunu bilip, hattâ Rasûl-i Ekrem'i bekledikleri halde, o geldiği zaman iman etmemiş ve gerçeği gizlemişlerdir. Aslında ( gerçeğe şahittiler; Allah buna onları her bakımdan şehadet ettirmişti; tıpkı bir olayı iyice görüp vakıf olduktan sonra bunu inkâr edenin şehadetini gizlemesi gibi, Kitap Ehli de şehadetlerini gizliyorlardı. Kur'an'sa şöyle buyuruyor: “Yanında Allah katından olan şehadeti gizleyenden daha zalim kim olabilir?” (Bakara:140). “Şehadet'i gizlemeyin, kim onu gizlerse kalbi çok büyük günahkârdır” (Bakara: 283). Kâinattaki her varlık, insanın dışındaki şeyler ve bizzat kendi nefsi, vicdani Allah'a şehadette bulunur. Bir şairin belirttiği gibi, “Her şeyde O'nun için bir ayet vardır. O'nun bir olduğuna delâlet eden.” [332] Bununla birlikte, Allah elçiler göndererek ve kitaplar indirerek ayetlerini apaçık ortaya kor, hiç bir şeyi kendi haline bırakmaz, insanları Tevhid'e şehadet ettirir ve artık Kendi huzurunda bir özürleri kalmasın, yaşayan delil üzere yaşasın, helak olan delil üzere helak olsun diye hüccetlerini tamam eder; artık bundan sonra şahit olduğuna şehadet edip etmemek bütünüyle kişinin nefsine ve imanına kalmış olur: “Ayetlerimizi onlara afakta (dış alemde) ve nefislerinde göstereceğiz ki, onun hakk olduğu kendilerine iyice belli apaçık olsun. Rabbinin her şeye şehîd olması yetmez mi?” (Fussüet: 53). “Helak olan açık delil üzere helak olsun, yaşayan da açık delil üzere yaşasın..” (Enfal: 42). İşte, bundan sonra insanların nasıl gerçeğe şahit olup, sonra da nefislerine; zannlarına uyarak yoldan çıktıklarını şu ayetler çok güzel açıklıyor: “Nihayet (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.. “Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak o zalimlerden biridir” dediler... “İlahlarımıza sen mi yaptın bunu ey İbrahim?” dediler. “Hayır' dedi, “şu büyükleri yapmış, onlara sorun, tabiî eğer konuşurlarsa”. Kendilerine gelip, “siz gerçekten zalimlersiniz” dediler. (Bu durum her insanın vicdanındaki gerçeğe şehadeti, onu bir an için de olsa kavrayıştır. Ama, nefs ve şeytan hükmettiğinde ise:) Sonra yine kafalarına döndürüldüler; “sen de bilirsin ki, bunlar konuşmaz” dediler. “O halde” dedi, “siz Allah'ı bırakıp, size hiç bir şekilde fayda ve zararı olmayan şeylere mi ibadet ediyorsunuz? “Yuh olsun size ve Allah'ı bırakıp da ibadet ettiklerinize”! (Enbiya: 58, 59, 62-67). Ayetler, hakka karşı vicdanlarda, kalplerde oluşan şehadetin kafalarda nasıl da gizlendiğini açıkça ortaya koyuyor, Kişi vicdanının sesini zaman zaman duyar, ama onu bastırır, susturmaya çalışır. Şehadet'i gizlemektir bu; çünkü, gerçeğe her şeyden önce şahid - şehid olan Allah'tır; “Allah Kendi'nden başka ilâh olmadığına şehadet etii(şehide), melekler ve ilim sahipleri de adaleti yerine getirerek; ilah yok, ancak O var, aziz ve hakimdir” (A. İmran: 18). Her konuda yakîn'in başı ve esası Hakk Tealâ'nın Kendi'ne ve Vahdaniyyetine olan ilmi ve şehadetidir. Her yakın ilim gerçeğin kendine uygunluğu ve bu uygunluğun ortaya konmasıyla olur. Vakî'de hakk olan bir şeyin bizzat veya bir araçla kendini göstermesi kendine şehadetten ibarettir. Kâinat Cenab-ı Hakk'ın “ol” emriyle ortaya çıkan kelimelerin bütünü ve isimlerinin tecellileri olduğuna göre, eşyanın kendi zatlarında kendilerine uygunluğu Hakk Tealâ'nın Kendi'nde Kendi' ne uygunluğunun, tam, bütün ve eksiksiz olarak Kendi'nde Kendi oluşun, yani 'hüve, hüve' (O, O, O'nun O) oluşun ve buna tam ve kâmil ilmin ve bu ilmini açığa çıkararak (izhar) Kendi'ne ve Kendi birliğine şehadetinin eseridir. Bu nedenle, eşya kendileriyle kendilerine uygun değil, Kendi'ne alim olan Hakk Teâlâ'da, yani İlm-i İlâhî'de kendilerine uygundur; 'ayan-ı sabite' halinde eşya kendine uygundur ve bu uygunluk içinde tezahürle kâinattaki yerini almıştır. İşte, kâinatta (alemlerde) ne kadar şühud ve şehadet, ne kadar ilim varsa hepsi Hakk Tealâ'nın Kendini bilmesine ve bildirmesine, yani Kendi Kendi'ne şehadetine bağlıdır. Ve, O'nun şehadeti her şeye kâfidir. O'ndan başka, hiç bir alim ne kendine, ne eşyaya tam olarak şahid'dir; ancak O' nun şehadetiyle tam ilme sahip olan insanlar ve O'nun emirlerini yerine getirmek, hükümlerini icra etmekle melekler (fe'l-müdebbirati emran - işi düzenleyenler -Naziat: 5) O'nun birliğine şehadette, sonra da eşya üzerinde şehadette bulunabilirler. Bu bakımdan, insandaki en gerçek ve yakîn olan ilim, eşyanın özünü ve onun kendi kendine uygunluğunu anlayacak ilim Vücud ve Vahdet-i İlâhiyye ilmidir, [333] bu Tevhid'e yol açar; eşyanın zahir ilmine sahip olan, fakat Cenab-ı Hakk'ı inkâr eden veya O'na şirk koşanlar ise gerçek anlamda şühud ve şehadet sahibi değildirler: “Onları göklerin ve yerin yaratılışına ve kendilerinin yaratılışına da şahit tutmadım; yoldan saptırıcıları yardımcı edinmiş de değilim” (Kehf: 51). Kâfir ve müşriklerin şehadetleri yoksa da, derilerinin, ayaklarının, ellerinin şehadetleri olacaktır. Çünkü, insanın nefsinin dışındaki tüm varlıklar gibi onlar da Allah'a ibadet etmektedir, Allah'ın şehadetine şahittir; şu kadarki insan, için teshir edildiklerinden, kendilerini kötü yollarda kullananlara dünya hayatında karşı çıkamazlar: “O gün, dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir” (Nur: 24). “Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında aleyhlerinde şahitlik ederler” (Fussılet: 20). Şehadet'in temeli kesin ilimdir. Ve, bir diğer temeli de mutlak adalet, yani kisttir. Nitekim, yukarıda verdiğimiz ayette 'kıstı yerine getirerek'(A. İmran: 18) denmektedir. Bu da gösteriyor ki, Şehadet'te kesin ilim ve adaletin şart olmasının’ yanısıra, Allah mutlak adildir ve kâinatta da mutlak adalet hüküm sürmektedir. O halde, insana düşen bu adaleti kendi hayatında da uygulamaktır. Bu ise kâmil bir ilim ve tam bir takva ile mümkün olur; Allah'ın emir ve yasaklarının dışına çıkmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, Kur'an, sözgelimi namuslu kadınlara iftira atanların ebediyyen şahitliklerinin kabul edilmemesini emrederken (Nur: 4), mü'minlere de “Allah için şahidler (şehidler) olarak kıstı yerine getirenler olun” (Nisa: 135) buyurmaktadır. şühud ve şehadet yakîn gerektirdiğinden, böyle kişilerin kalbinde Allah korkusu tam olarak yerleşir ve onlar kendilerini sürekli Allah'ın huzurunda hissederler ve Allah'ın kendileri üzerinde sürekli şehid(şahid) bulunduğuna şahiddirler; bu bakımdan, Kur'an'da da buyurulduğu gibi, “Allah'tan ancak alim kulları korkar” (Fatır: 28); çünkü, gerçek şahidler de alim olanlardır (A. İmran: 18). Allah'ın en alim olan kulları peygamberlerdir. Bu bakımdan, peygamberler insanlar üzerinde şahittirler; onların her yaptıklarına vakıf, tüm hallerinden haberdar ve onları çok iyi, kendilerinin kendilerini tanımasından da iyi tanıyanlardır. Peygamberler müjdeci ve uyarıcı olmalarının yanısıra, şahit olarak da gönderilirler; dünya hayatında insanlar üzerinde şahit oldukları gibi, Ahiret'te de insanların yaptıklarına şehadette bulunacaklardır. Allah, İbrahim Milleti'ne tabi olanlardan şahitler kılmış, peygamberleri ümmetleri üzerinde, Hz. Muhammed'i tüm peygamberler üzerinde ve İslâm Ümmeti'ni diğer insanlar üzerinde şahit kılmıştır. Şu kadar ki, ümmetten her ferdin bu makama çıkması mümkün olmadığından, bu görevi gerçek alim ve adil olanlar yerine getirmek durumundadır: “Ey Nebi! Seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik”(Ahzab: 45). “O zaman ki, Allah “ey Meryem oğlu isa, insanlara “Allah'ı bırakıp, beni ve annemi ilâh edinin” diye sen mi dedin?” dedi. “Seni teşbih ederim, nasıl olur da ben benim için hakk olmayan bir şeyi söylerim... Ben onlara ancak benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin diye bana emrettiğini söyledim. İçlerinde olduğum sürece üzerlerine şahittim..” (Maide: 116-117). “Elbette biz elçilerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve eşhad'ın (Şahitlerin) kalkacağı günde yardım ederiz” (Mü'min: 51). “Allah'a yalan iftira atandan daha zalim kim vardır? Onlar Rabblerine sunulurlar ve eşhad (şahidler) “İşte Rdbblerine karşı yalan söyleyenler bunlardır”' derler” (Hud: 18). “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlar üzerinde şüheda (şahitler) olasınız ve Rasûl de sizin üzerinizde şehid olsun...” (Bakara: 143). “Allah için O'na yaraşan cihadla cihad edin. O sizi seçti ve dinde üzerinize bir zorluk kılmadı. Babanız İbrahim'in milleti. O sizi önceden müslümanlar olarak isimlendirdi ve bunda Rasûl üzerinize şehid olsun ve siz de insanlar üzerine şüheda olasınız diye. Öyleyse, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın; mevlanız O'dur, ne güzel Mevlâ, ne güzel Yardımcı'dır” (Hacc: 78). “Her ümmette üzerlerine kendilerinden bir şehid çıkardığımız ve seni de bunların üzerine şehid getirdiğimiz gün”(Nahl: 89). “Her ümmetten bir şehid getirdiğimiz ve seni de bunlar üzerine şehid getirdiğimiz gün nice olur? O gün küfredenler ve Rasûl'e asi olanlar yer ile yeksan edilmelerini isterler..” (Nisa: 42). Bu şehidler yaşayışlarıyla, davranışlarıyla, kısaca dünya hayatında her şeyleriyle hakka şahit olanlar, hakkın cisimleşmiş şekli haline gelenler, imanın, ilmin ve şehadetin kendisi haline gelenlerdir; bunlar, aynı zamanda Allah'ın kendilerine şefaat izni vereceği kimselerdir de: “O'nu bırakıp yalvardıkları şeyler şefaate sahip değillerdir; ancak ilim sahibi olarak Hakk'a şehadet edenler (şefaate sahiptir)”(Zuhrüf: 86). Diğer mü’minler, şehadet ehliyle birlikte haşrolunmayı ve şahitlerin yanına yazılmak isterler (A. İmran: 53). Şehidlerin üzerine melekler iner, onlar Rabblerinin katındadırlar.[334] “Şehadet ilimle, yaşayışla, adaletle Hakk'a şahitlik olduğundan, bunun bir göstergesi olarak Allah Yolu'nda cihadla canını vermeğe de şehadet-şehitlik denmiş ve bu şekilde canlarını feda edenlere şehit adı verilmiştir. Fakat, şehid olmak mutlaka savaşta ölmeği gerektiren bir durum değildir. Belki, savaş ta Allah yolunda ölmek şehadet'in bir yan özelliğidir ve aslından değildir. Şehadetin özü yakın bilgi (ilim), adalet, takva ve yaşayışıyla Hakk'a şahit olmaktır. [335] [330] Hak Dini Kur'an Dili, I, 524; Müfredat, 267-8. [331] Müfredat, 268. [332] a.y. [333] Hak Dini kur'an Dili, II, 1055-1058. [334] Haji Mirza M. Pooya, Fundamentals of iİslam, Karachi 1971, s: 167-174. [335] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 445-453. |