๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mart 2011, 22:31:41



Konu Başlığı: Sebeb ve Müsebbeblerde Sünnetullah
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mart 2011, 22:31:41
SEBEB VE MÜSEBBEBLERDE SÜNNETULLÂH (SEBEBİYET KÂNUNU)

 Sebebin Tarifi:

 Sebeb, lügatta, "kendisiyle başka bir şeye ulaşılan şey (vâsıta) dir." [1] Sebebin bu lüğavi mânâsı şu âyette geçmektedir:

"...Ve kendisine (muhtaç olduğu) herşeyden bir sebeb verdik (ulaşmak istediği her şeye ulaşmanın yolunu, aracını verdik)" [2]

Yâni, Allah O'na (Zülkarneyn (a.s.)'a) her şeyin bilgisine kendisiyle (maksada) erişilecek vasıta verdi. O bu sebeblerden birine yapıştı. [3] Zemahşerî (538/1143) diyor ki:

"Sebeb, kendisiyle alet, güç ve ilim olarak maksada ulaşılan şeydir. [4] Bir şeyin sebeb olmasında muteber olan, o şeyin maddi aletler ve araçlar gibi maddî sebeb, ya da ilim ve güç gibi manevî sebeb olmasıdır.[5]

 Her Şey Bir Sebebledir:

 İster cansızlarla ve bitkilerle, ister hayvan ve insanlarla, isterse semavî cisimlerle yahut çeşitli maddî ve zahirî oluşumlarla ilgili olsun, Kur'ân delâlet ediyor ki, her şey bir sebeble meydana gelir. Şu halde sebebiyet kânunu, yâni eşyayı sebeblerine, sonuçları ise ön  hazırlıklarına  bağlamak,  âlemde mevcut her şey insan için, dünyâ ve âhirette olacak bütün olaylar için geçerli olacak kadar umumîdir. Şeyhul İslâm İbn Teymiye (662/1263) (rh) şöyle der:

"Dünyâ ve âhirette sebebbiz hiç bir şey yoktur. Allah (c.c.) ise, sebeblerin ve sebeble meydana gelen her şeyin yaratıcısıdır." [6]

Şu âyet maddi sebeble ilgilidir:

"Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı."  [7]

Şu âyette manevî sebeble ilgilidir:

"Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir." [8]

Bu konuyu tekrar ele alacağız.

Kur'ân-ı Kerim -İbn-i Kayyım'ın (597/1200) dediği gibi- kozmik olayların ve şer'î hükümlerin, sevâb ve ikabın çeşitli yollarla sebeplere bağlı olduğunu dile getiren ifâdelerle doludur. Bazan "bâ-i sebebiye" (sebeb ifâde eden "bâ") ile gelir:

"Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü (bu gün) afiyetle yiyin, için!" [9] âyeti gibi. Bâzan "Lâm" ile gelir: "Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır" [10] âyeti gibi.

Bazan da hikmeti gerektiren vasfın zikri ile gelir:

"Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır" [11] âyeti gibi .[12]

Allah'ın hikmeti, sebeble meydana gelenlerin (müsebbebât), sebeblere bağlanmasını gerektirdi. [13]
 
Sebebiyet Kânunu Hakkında Bana Ait Eski Bir Makale:

 Yaklaşık otuz sene önce Bağdat'da Mecelletü't Terbiyetü İslâmiye'de yayınladığım (Kânun-u Rehîb) adlı makalemden küçük bir bölüm aktarmam faydalı olacaktır. Orada şöyle yazılıydı. [14]

"İnsanların bir çoğu, falan şey tesadüfen oldu, derler. Ve bu doğru bir sözmüş gibi kulakları okşar. Halbuki doğru değildir. Zihinlerde yer eden mânâsı da yoktur. Dolayısıyla kâinatta tesadüfe mahal yoktur. Orada sebebler, müsebbebler ve ön hazırlıkları olan sonuçlar söz konusudur. "Tesadüf" denen şey hakikatta değil, insanların sebeblerini bilmediği şeyde kullanılır. Fakat bir şeyi bilmemek, o şeyin yok olduğu anlamına gelmez.

Bu gerçeğin îzâhı, Allah'ın yarattığı şu geniş, şaşırtıcı ve dehşete düşüren kâinattır.

"O'dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmağa çamurdan başladı."  [15]

Bu kâinat, hiç bir mahlukun kendisinden kurtulmadığı, hiç bir şeyin hariç kalmadığı gayet hassas, sağlam ve kapsamlı bir Kânun-i Umûmi olarak oluşan "esbâb" ve "müsebbebât" gereği hareket ediyor. (O kânun), en küçük zerreden en büyük cisme, cansızlardan, bütün türleriyle bitkilerden bütün türleriyle canlılara, mâhiyetini bilemediğimiz zerrenin hareketinden, evleri harabe haline getiren, ağaçları koparan kasırgaya kadar istisnasız her şeyi hükmü altına alır. Öyle ki, her şey, bu korkunç kânuna itaatkârdır, boyun eğer; ondan kurtulmağa ve ayrılmağa gücü yetmez. Her şeyin bu inkıyadı (boyun eğmesi) gerçekte kâinatın yaratıcısı ve bu kanunun vâzıı (koyucusu) Cebbar ve Meliku'l Kavi olan (Allah)'a dır. Şu âyet bu gerçeği ifade eder:

"Güneş de kendi müstakarn (yörüngesi) için çıkıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allah)'ın takdiridir" [16]

"Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götüreleceklerdir."   [17]

Bu ilâhî ve Umumî Kânun, Kur'ân'da, "tebdil" ve "tağyir" (değişme) kabul etmeyen (Sünnetullâh) diye anılmıştır.

"Sünnetullâh" kelimesi Kur'an'ın bir çok yerinde kuruntuların akıldan ayrılacağı ve mânâsının sağlam bir şekilde gönüllerde yerleşeceği "değişmez" olarak nitelenir.

Sünnetullâh veya Kanun-i Umûmî, sebebler ve sebeble meydana gelen (müsebbebât) yerine geçer. Neticeleri, ön hazırlıklarına intizamlı, dikkatli ve kesin bir şekilde rabt eder. İnsanda -ki o da bu varlık aleminin, hem de en seçkin, bir parçasıdır- bütün hareket ve davranışlarında bu kânuna boyun eğer. Nitekim aynı şekilde, bütün milletler yükselişinde, çöküşünde, bahtiyar (saadet) ve bedbaht (şakâvet) oluşunda, aziz ve zelil oluşunda, devam ve helakinde bu kanuna boyun eğmişlerdir. Fert ve ümmetlerin her halükârda bu kânununa boyun eğmeleri, sağlamlık ve güzelliği itibariyle, kozmolojik alemin hadiselerinin bu korkunç kânuna boyun eğişine eşittir. Yine bir elmanın ağaçtan düşüşü, bu düşüşe götüren muayyen sebeblerden ötürü, mecburi bir düşüştür. Aynı şekilde, bir devletin çöküşü, bir milletin yok oluşu, bu çöküşe götüren muayyen sebeblerden ötürü mecburi bir sonuçtur.

İşte bu, "değişme" kabul etmeyen umûmî Sünnetullâh'tır.

"Allah'ın, öt'edenberi süregelen kânunudur bu Allah'ın kânununda bir değişme bulamazsın" [18]

Fiziksel alemin olaylarıyla, toplumsal hadiseler arasındaki bütün fark, birincisinin gayet açık ve belli olmasıdır. Bu sebebleri bildiğimiz zaman, sonuçlarına ve bu sonuçların yer ve zamanına göre hikmetlerini oturturuz. Mesela, su şu kadar derecelik bir soğukluğa

ulaşınca donar, vs...

Sosyal hadiselerin sebebleri ise, siyâset, ekonomi, uygarlık, toplumsal yapı, galibiyet, yenilgi, bedbahtlık gibi türleriyle gayet hassasdır, çoktur, dağınık ve karmaşıktır. Çoğu kimselerin bunu detaylı olarak kavraması da güçtür. Bununla beraber, dikkatli, araştırıcı düşünürün ilmen bilmesi ve kavraması mümkündür. Kaldı ki, bu sonuçların meydana geliş vaktinin kesinliğini her ne kadar bilemese de, muayyen sebeblere dayalı belli sonuçların meydana geleceğini kesin olarak bilmesi mümkündür. Meselâ, baskı ve zulüm üzere bulunan bir    yönetim/yönetici gördüğümüzde, her ne kadar, güneşin doğuş ve batışını tâyin  ettiğimiz  gibi,  vaktini  kavrayış  ve  dikkatli tâyin etemesek de, kesin olarak ve yakinen o sultanın er geç mutlaka yok olacağına hükmederiz.

Fiziksel âlemin olaylarıyla beşerî hadiseler arasındaki bu fark sebebiyle, insanlar çoğu kez toplumsal hayatta, milletlerin ve fertlerin gidişat ve gündelik işlerinde de Sünnetullâh'ın olacağından gafil kalıyorlar. Ve zannediyorlar ki, fiziksel âlemin "Sebebler ve Müsebbebler Kânunu"na boyun eğdiği gibi kendi işleri (aynı kânuna) boyun eğmez. Bu yanılgıyı onlarda kuvvetlendiren şey, iki devlet veya milletde, zahirde birbirine benzeyen, ama durumları farklı olan sebebleri görüp, hemen "ikisinde de sebebler birdir, fakat bu da tek sonuca  götürmez. Öyleyse iddia ettiğiniz Kânun-i Umûmî nerede?" diye sormalarıdır. Oysa, göz önünde bulundurmadıkları bir şey vardır: Sebebler, bir mâni olmadıkça mecburen müsebbeblere götürür. Ön hazırlıklar da, bir arıza olmadıkça mecburen sonuca götürür. Onlar ise, bütün sebeb ve neticeleri görmedikleri gibi, bu mania ve arızaları da görmediler. Hata üstüne hata yaptılar ve bu hatayı görmeye de yanaşmadılar.

Kur'ân-ı Kerim'in bir çok âyetinin açıklandığı "Sünnetullâh"ı, biz Kur'ân kıssalarında, Peygamberlerin yaşantılarında, onların kavimleriyle beraber başlarına gelen hadiselerde, geçmiş milletlerin haberlerinde, hak ve bâtıl taraftarlarının mücadelelerinde görürüz. Bu âyetleri saymaya kalksak, onların, ahkâm (hükümle ilgili) âyetlerinden çok olduğuna rastlarız. Bu neyin işaretidir? İnanıyoruz ki, mânâ ve tatbikatıyla "Sünnetullâh"ın zikrinin geçtiği âyetlerin çokluğu, kendilerine mahsus ibadet tarzını bilmek üzerlerine vacib olduğu gibi, alemdeki Sünnetullâh'ı bilmenin önemine ve onun mü'minler tarafından anlaşılmasının gereğine kesin işarettir. Çünkü Allah (c.c.) ancak zikri lazım gelen ve insanların bilmeye ihtiyaçlarının olduğu şeyleri Kur'an-ı Kerim'de zikreder. Bir şeyi, şayet tekraren zikretmişse o onun önemine işarettir. Bu sebeble işaret ettiğimiz âyetlerde Allah'ın sünnetleri (değişmez kânun ve adetleri) hakkında ibretle düşümeye, öğüt almaya ve tefekküre davet eden niteliktedir. Nitekim o âyetlerde, toplumsal karakterdeki Sünetullah'ları anlamanın gereğine açık davetler vardır.

Şu âyet, birinciye (düşünmeye) örnektir:

"Elbette onların hayat hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır" [19].

Şu âyet de ikinciye (öğüt alma/ittiâz) örnektir:

"Sizden önce de (Allah 'ın ' kanunlaştırdığı) nice olaylar gelip geçti. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayıcıların  sonunun  nasıl olduğunu görün."  [20]

Bundan dolayı -yöneten, yönetilen olsun- bütün müslümanların, tehlikeden kurtulmaları veya düşebilecekleri vartalardan, ki fiilen düşmüşlerdir, kurtulmaları için Allah'ın toplumsal nitelikteki sünnetlerini anlamalarının, bunun da imanın ve İslâm ahkâmını idrâk etmenin gereği olduğunu bilmelerinin ciddî bir zaruret olduğuna inanıyoruz .[21]

 Allah'ın Fiili Olarak Sebebler Ve Müsebbebler
 
Bilinsin ki, bir şeyin diğerine sebeb, diğerinin de o şeyin müsebbebi olması, Allah'ın fiili ve hikmetlerinden (ilahi sırlarından) 'dır. Allah (c.c), sebeb ve müsebbeblerin Yaratıcısı'dır. [22] Allah'ın bu yaratması olmasaydı, ne bu şeyin diğerine sebeb, ne diğeri o şeyin müsebbebi olurdu. Bu, şu demektir: Sebeb iş görür, Sünnetullâh ve onun hükmü (otoritesi) gereği müsebbibini ister.[23]

 Müsebbebler, Sebebleriyle Meydana Gelir, Sebeblerin Bulunmasıyla Değil:

 Bazı kimseler, müsebbebler, sebeplerle değil, sebeblerin bulunmasıyla meydana gelir diyorlar. Mesela, yakmak, ateşin bulunması durumunda meydana gelir, ateşle değil. Bu, doğru değildir. Müsebbebler, kendilerini gerekli kılan sebeblerle meydana gelir veya oluşur. Yoksa bu sebeblerin bulunması esnasında değil, Sebebler, Allah'ın kendilerinde (potansiyel bir etken olarak) gizlediği, belli sonuçları gerekli kılan sebebiyet karakterlerinin bulunması sayesinde sebeb olmuşlardır. Bu belli sonuçlar, sebebiyet karakterlerine de uygundur. Bütün bunlar, Allah'ın takdiri, dilemesi ve yaratmasındaki kânun ve sünnetiyledir. Şu halde, yakmak ateşle olur. Ateş ise, yakmanın sebebidir. Yakma, ateşle olur. Zira, Allah, yakmayı gerekli kılan sıcaklığı ateşte (potansiyel olarak) emaneten koymuştur. Yoksa, yakma, ateşin var olmasıyla meydana gelmez [24] .

Doyum veya beslenme, ekmek ve benzeri şeyleri yemek sebebiyle olur, yoksa yeme anında doyum ve beslenme olur demek değil. Allah (c.c), babanın menisini annenin rahmine atması sebebiyle çocuğu ana karnında yaratır. Yoksa ilkâ (atma) anında yaratır denilmez. Bitki, tohumla olur, tohumun saçılması esnasında değil. Müsebbebler, sebebleriyle netice verir. Bu da, Allah'ın, müsebbeblerin vücûd sahasına çıkmasını gerekli kılan mânâ ve güçleri (potansiyel etki olarak) gizlenmesi sayesindedir. Bu sebeb ve müsebbeblerin maddî ve manevî olması birdir. Ateşten çıkan yakmak gibi. Ateş, sebebtir. Yakmak ise, ateşin müsebbebidir. Bu, maddi sebeb ve müsebbeblerde böyledir. Aynı şekilde Allah (c.c), manevi şeyleri de muayyen neticelere sebeb kılmıştır. İşte o neticeler, o manevi şeylerin müsebbebleridir. Mesela, imanı ve sâlih amelleri (Allah) kendi rızasına, insanın dünyâ ve âhiret  saadetine sebeb kılmıştır. İstiğfarı da, rahmet ve mağfiretine sebeb kılarken, çirkin görülen ihtilafı ve zulmü de milletlerin helâkine/yok oluşlarına sebeb kılmıştır.[25]

 Sebeblere İtibâr Etmeyenlere Cevâb:

 İbn-i Teymiyye (662/1263), sebeblere itibâr etmeyen ve müsebbeblerin onlardan kaynaklandığını inkâr edenlere cevaben şöyle der:

"Sebeblerin, sebeb oluşlarını kabul etmemek, aklî bir nakısadır. Bu ise, (o kişinin) şeriatta/dinde olan eksikliği demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında... (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır." [26]

"Onunla (Kitab) Allah, rızasının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor" [27]

Allah (c.c.) bütün bunları (İhya: Diriltme ve hidâyet: Esenlik yollarına iletme) sebeblerin bulunması anında yapar, sebeblerle değil, diyen bir kimse, Kur'an'ın lafzına aykırı davranmıştır. Oysaki, his/duyular ve akıl, onların sebeb olduğuna şehadet ediyor. Yine, göz ile alın arasındaki, birinde olan gücün (hasse) diğerinde olmayacağı, farkını bilirken, ekmekle çakıl arasındaki beslenmeye elverişli olup olmama farkını da biliyor.

Yine Bir İttirâz ve Cevabı:

Bazen, müsebbebin, sebeble meydana gelmeyeceğine, ancak sebebin bulunması anında olacağına işareten, "her ne kadar tam ve geçerli olsa da sebeb, müsebbebini zorunlu olarak gerektirmez. Peygamber (c.c.)'ın şu sözü buna delil olmaktadır:

"Hiç biriniz ameliyle cennete giremez diye buyurunca, dediler ki:

“Sende mi yâ Resûlellâh! Buyurdu ki:

“Ben de, Fakat Allah beni (kendinden) bir rahmet ve lütufla bürümüştür".

Yine şu âyette:

"Yaptıklarınıza karşılık cennete girin!" [28] gösteriyor ki, müsebbeb, sebebin bulunmasıyla değil, bulunması anında meydana gelir" diyorlar.

Cevab: Bu âyetteki (bâ), bâ-i sebebiyedir (sebeb bildirir). Şu halde salih ameller, cennete girmenin sebebidirler. Ameller, Allah'ın va'di ve sünnetiyle cenneti gerekli kılıyor. Bu durumda mânâ şöyle olur:

"Amelleriniz sebebiyle cennete girin". Peygamberimizin (a.s.) "hiç biriniz ameliyle (b-amelihi) cennete giremez" buyurduğu hadisteki (bâ) ise bâ-i mukabele (karşılık) veya bâ-i muâveze (bedel) dir. Amel, bir ivaz (bedel) ve cennete girmek için kâfi bir semen (paha) olmadığına göre, Allah'ın afvı, lütuf ve rahmeti gerekmektedir. [29]

 Sebebler İçin Bir Takım Şartların Bulunması Ve Manilerin Olmaması Gerekir:

 Bil ki, sebeb, şartlarının tam ve eksiksiz bulunması durumunda müsebbebini gerekli kılar. (Yâni, sebebin işlevi, faaliyet ve müsebbebini gerektirme şartları...) Nitekim, sebebin faaliyeti için mânilerin (engel) de bulunmaması lazım. Yâni, sebebin işlevine engel olacak, müsebbebini gerekli kılmaya güç yetirecek işlevden yoksun kılacak engellerin bulunmaması... Mesela, yemek, beslenme, doyum ve hayatın idamesi için bir sebebtir. Fakat, insanın zaruri organlarının sağlıklı ve gıdayı alıp ondan faydalanmaya elverişli olması, bir de gıdadan faydalanma hususunda bu organların işlerliğine engel olacak maniaların bulunmaması şartıyla...

Ekinin sebebi, toprağın sürülmüş ve tohumun atılmış olmasıdır. Şartı ise, toprağın, bitkinin bitmesine, tohumun da bitmeye (büyümeye) elverişli olması; kâfi derecede suyun bulunması, bir de ekinin büyümesine mani olacak, meyve ziraatın helakine sebeb olacak afetler gibi engellerin bulunmamasıdır. Bir kişi hariç, diğer bütün alimler, sebebin, müsebbebihi doğurması için, şartlarının gerçekleşme ve engellerin bulunmama zaruretini ortaya koymuşlardır. Fakih Şâtibî (790/1388) de aynı şeyi söylemektedir: Sebebler gereği gibi eylem yapamazsa, şartlar tam değil ve engeller de kalkmamış ise, mükellef istesin, istemesin, müsebbebler meydana gelmez (sebeb-sonuç ilişkisi tahakkuk etmez). Çünkü, müsebbeblerin meydana gelip gelmemesi, mükellefin elinde olmadığı gibi, Sâri' Teâlâ (c.c), sebeblerin sonuçlarını gerektirmesini şartlarının varlığına ve manilerinin de yokluğuna bağlı kılmıştır. Öyleyse, şartlar bulunmayınca, sebeb de şer'î bir sebeb olma vasfını elde edemez. Bu durumda, şartlar ve manilerin (engel) yokluğu, sebeblerin cüzleridir (parçaları), şeklinde bir hükme varsak da varmasak da netice bîrdir".[30]

Şeyhu'l İslâm İbn Teymiye (662/1263): "Her sebeb, (netice vermesi için) şartların bulunması ve engellerin kalkmasına bağlıdır" demektedir. [31] Sonra "Şartların tamamiyle bulunması, engellerin de kalkması gerekir. Bütün bunlar, Allah'ın Kaza'sı ve Kaderiyledir. Hiç bir sebeb, istenileni elde etmede bağımsız değildir. Bilakis, başka sebeplerin onunla bulunması ve istenilen sonucun meydana gelmesi için engellerin, onunla çakışan hallerin bulunmaması gerekir. Yağmur, tek başına bitkiyi bitirmez. Hava, toprak vesâirenin onunla bulunması gerekir. Ekin, onu helake götürecek âfetlerden uzak kalmadıkça büyümez. Yemek, içmek de ancak, Allah'ın, sağlıklı organları ve kuvvetleri (kuvve-i şeheviye vs. gibi kaabiliyetler) bedende yaratması ile beslenmeyi sağlar [32] demektedir.

İbn Teymiye, "Hiç bir sebeb, istenileni elde etmede bağımsız değildir. Bilakis, başka sebeblerin onunla bulunması gerekir" derken, kimilerinin yaptığı gibi, o da bir başka sözünde bu "başka sebebleri "şartlar" olarak adlandırır. Fakih Şâtibî (790/1388) buna şu sözüyle işaret ediyor:

"Şartlar ve engellerin yokluğu, sebeblerin cüz'leridir, şeklinde bir hükme varsak da varmasak da sonuç birdir" [33]

 Kazâ-Kader Ve Sebebler:

 İnsanın, çalışsın veya çalışmasın, Allah'ın kendisine takdir ettiği rızkın oluşarak kendisini bulacağı deliline sarılarak çalışmayı terk etmesi gibi, Kaza ve Kadere îman deliline dayanarak sebebleri hesaba katmaması ve onlara yapışmaması caiz değildir.

Böyle bir delille hareket etmek, kuruntu ve yanılgıdır. Peygamber (cs.), bunu reddetmiştir. İmâm Müslim'in Hz.Ali (r.a.)'dan tahrîc ettiği hadiste şöyle buyrulmaktadır:

"Hz.Ali (r.a.) diyor ki, biz Ğarkad Mezarlığında iken Resulullah (a.s.) çıkageldi, Oturdu. Biz de etrafında halelendik. Elinde âsâsı vardı. Başını eğdi. (Dalgın bir ruh haliyle) yere bir kaç ince çizgi çekmeye başladı. Sonra buyurdu: Sizden dünyâya gelmiş hiç bir canlı yoktur ki, Cennet ve Cehennem'deki yeri belli olmasın. Saîd mi şakı mi yazılmasın. Bir adam dedi ki, Yâ Resûlallâh’ Kaderimizi bekleyelim de çalışmayı bırakalım mı? Buyurdu ki, Kim saadet ehlinden ise onların ameline döner, kim de şakâvet ehlinden ise onların ameline döner. Sonra buyurdu ki, Çalışın (amel edin). Her şey kolay kılınmıştır. Saadet ehli, saadet ehlinin işlerine, şakâvet ehli (cehennemlikler), şakâvet ehlinin işlerine yönelişleri kolaylaştırılır (aynı işi yaparlar) Sonra şu âyeti okudu:

"Bundan dolayı kim (fakirlere) verir, (günahlardan) korunursa ve en güzeli (sözü) doğrularsa, ona en kolayı (en rahat şeylerin yolunu) kolaylaştırırız (onu cennetlere, huzur ve rahata sokarız). Fakat kim cimrilik eder, kendini zengin görüp (Allah'a) tenezzül etmezse ve en güzeli (sözü) de yalanlarsa ona en güç (şeylerin yolunu) kolaylaştırırız (onu çetin durumlara götüren bir yola sokarız)" [34]

İmâm Nevevi (676/1277) bu hadisin şerhinde şöyle demektedir:

"Bu hadiste, çalışmayı bırakmak ve kadere havale etmekten yasaklamak söz konusudur. Bilâkis çalışmak ve şerîatın getirdiği teklifler (in edâ edilmesi) vaciptir. Hepsi de mükellef için olabildiğince kolaydır. [35]

Aynı şekilde Cenâb-ı Hakk (c.c.) insanlara, üzüntülerin giderilmesi, günahların afvı ve arzularına nail olmak gibi sonuçlara götüren sebebler olarak dua, istiğfar vesaireyi emretmiştir. Her kim ki hatalı olmadığını düşünerek, ben dua etmem, Allah'tan birşey talep etmem ve istiğfar etmem, derse, yanılmıştır. Çünkü Allah, duâ ve bu gibi ibadetleri mağfiret, rahmet ve nusretine (yardım) nail olmaya sebeb kılmıştır. Allah (c.c.) kul için hayır dilemiş ise, kul ona dua ile yahut başka bir sebeble nail olur. Takdir olunan, başka bir sebeble ele geçmez. Allah'ın, kulların hâl ve gelecekleriyle ilgili bilgisi, kaza ve takdiri, ancak mevcut sebeblerledir. Böylece, bunlara bağlı olarak müsebbebler de vücût sahasına çıkar. Anlaşılıyor ki, dünyâ ve âhirette sebebsiz hiç bir şey yoktur. Allah ise sebeb ve müsebbeblerin Yaratıcısıdır. [36]

 Sebebler Ve Tevekkül:

 Kimileri, sebebleri bırakmanın, tevekkülün kemâlinde olduğu görüşündedirler. Meselâ, kimi insanların çöl yolculuğunda azık almaktan kaçınması, adet halini almıştır. Kaldı ki, geçmişte de vaziyet böyleydi. Hatta bir kısım insanlar "Hacc vb. yolculukta azık almamak; azıksız ve susuz vahaya varmak ve öylece Allah'a güvenmek, tevekkülün kemâlindendir" demişlerdir.

İbn-i Teymiyye (r.h), bu anlayışı reddederken şöyle demektedir:

Bu ve benzeri sözler, Allah'ın mahlûkatı ve fillerindeki âdetini (Sünnetullâh) bilme eksikliğinden ileri gelir. Çünkü Allah (c.c.) mahlûkatı, sebeblerle yaratmıştır, dünyâ ve âhirette, kullar için kendisiyle sevaba, rahmet ve mağfirete nail olacakları sebebler meşru kılmıştır. Her kim, Allah'ın, (tutunmamızı) emrettiği sebeleri terkederek, yalnız tevekkülle arzusuna kavuşacağını ve bunun Allah'ın yarattığı sebeblere bağlı olmadığını zannederse yanılmıştır. [37]

Gerçek şu ki, sebebleri hiçe saymak, onlardan yüz çevirmek ve Allah'a tevekkülü öne sürerek onlara sarılmamak, bunu yapanı şeriata aykırı pozisyona düşürür. Çünkü Allah (c.c), sebeblere tutunmayı emretmiştir. İbnr Kayyım (r.h) (597/1200) şöyle diyor:

"Allah, dâima sebeblere tutunmayı emretmiştir. Kim Allah'ın böyle bir emrini terk ederse, O'nunla çelişen bir tutum içine girmiş demektir. Öyle ise, sebebleri hepten terk etmek müslümânâ nasıl helâl olur.[38]

 Sebeblere Tutunmak, Tevekküle Mani Değildir:

 Bil ki, sebeblere tutunmak, tevekküle mani değildir. Aksine, bizzat tevekkül, arzu edilen şeyi kendisiyle elde etmek, istenmeyen şeyi gidermekte sebeblerin en büyüklerindendir. Sebebleri inkâr edenin, tevekkülü geçerli değildir. Kaldı ki, tevekülün aslı, Allah'a bağlanmak, onunla gönül huzuruna ermek, onda sakin olmaktır. Tevekkül-İmam Ahmed'in dediği gibi -kalbin işidir. Yâni, tevekkül, amel-i kalbî (kalbe alakalı bir iş) olup, ne sözün, ne azaların amelidir. [39]

Buna göre doğru olan, şer'î tevekkül, Allah'a tam bir itimâd, O'nun yarattığını, sonuca götüren âdî ve meşru   sebeblere   tutunmasıyla   beraber   kuluna yeteceğinden emin olmaktır. Şu hadîs, bu gerçeğe işaret etmektedir:

"Şayet siz Allah'a hakkıyla tevekkül etmiş olsaydınız, sabah erkenden aç çıkıp, akşam tok dönen kuşlar gibi rızıklanırdmız" (Tirmizi Rivayet Etti)".

Bu hadîs-i şerifte kazanmak için çalışmanın ve sebeblere tutunmanın meşruiyetine işaret vardır. Rızık yuvasındayken gelmiyor. Aksine, bu onun gayretiyle oluyor. Allah Teâlâ, ona rızkını elde etmesi için çalışmayı ilham etmiştir. Böylece o aç çıkar, karnı dolu bir şekilde tok olarak döner. Öyle ise, tevekkül sözünde doğru olanın istek ve arzusuna nail olması için sebeblere sarılması gerekir.

Enes (r.a.)'dan rivayet edilir ki, bir adam:

"Ya Resûlallâh! Onu (devemi) bağlayıp da mı tevekkül edeyim, yoksa salıverip mi tevekkül edeyim? diye sorunca, buyurdu ki:

“Bağla ve tevekkül et!" (Tirmizi Rivayet Ettifî [40]

Sahîh-i Müslim'de, Ebû Hureyre'den rivayetle şöyle bir hadîs vardır. Efendimiz buyuruyor ki:

"Güçlü mümin, Allah katında zayıf müminden daha hayırlı ve sevimlidir. Ve o her hayır içindedir. Öyle ise faydalı olanı arzula, Allah'tan yardım iste ve âciz kalma. [41]

Şeyhu'l İslâm İbn Teymiyye bu hadis hakkında şöyle demektedir:

"Resûlullâh'ın "faydalı olanı iste, Allah'tan yardım dile ve âciz kalma" sözü, sebeblere yapışmayı emreder niteliktedir. Bu da faydalı olanı arzulamaktır. Ayrıca  burda, tevekkülü emir söz konusudur, ki o da Allah'tan yardım istemektir. Her kim, iki durumdan biriyle yetinirse, onlardan birine uymamıştır (dolayısıyla hatâ etmiştir) [42].

 Sebeblere Tutunmakla Beraber Allah'a Güvenmek:

 Sebeblere tutunmak ve bağlanmakla beraber asıl itimâd-ı kalbî (kalbi bağlılık) Allah'adır, sebeblere değil. Kulun kalbi vaziyeti Allah ile bedeni görüntüsü ise sebeblerle kâimdir. İşte asıl tevekkül budur. Sebeplere tevessül ederken, müslümanın güvendiği (itimâd ettiği) yalnız Allah'tır. Çiftçinin, arazisini yağmur suyu ile sulayıp, toprağını sürüp, tohumunu attıktan sonra, yağmuru yağdırmak ve ekini filizlendirmek hususunda yalnız Allah'a itimad etmesi gibi müslüman, sebeplere tutunurken de yalnız Allah'a güvenir ve yalnız O'na itimâd eder. Bununla beraber, tutunmakla emrolunduğu sebebler, kulun gücü nisbetinde ise, Allah'a tevekkül ederek onlara sarılması gerekir. Nitekim harb elbisesini giyinmiş, silahını kuşanmış bir vaziyette farzları yerine getiren ve düşmanla cihâd edenin durumu böyledir. Ama, cihâd hususunda şeriatın emrettiği mücâdeleyi vermeksizin, yalnız tevekkülü, düşmanı bertaraf etmede kifayet etmez. Kim, tutunmakla emrolunduğu sebebleri terk ederse, o, âciz ve taşkındır [43].

 Sebeblerdeki Sünnetullâh Sünnetlerle (Âdetullâh) Alâkası:
 
Ve Diğer Sebeblerde olan Sünnetullâh, diğer sünnetlere nazaran cidden büyük bir yer işgal ediyor. Diğer sünnetler, Allah'ın, tutunulsun tutunulmasın, sebeblerdeki sünnetleri (kânun-i ilahi) üzerine kaimdir, dersem mübalağa etmiş olmam. Hatta bu konuda iyice düşünen için, Allah'ın diğer sünnetlerinin, sebeblerdeki sünnetlerinin ayrı birer dalı olduğu ortaya çıkar. Oysaki onlar bağımsız değildirler. Hususi isimlerle, ayrı bir bahis olarak anılması, açıklığa kavuşması ve özel durumlarından ötürü bakışları onlara çevirmek içindir. Bundan dolayı, diğer sünnetler, tutunulsun tutunulmasın, sebeblerdeki Sünnetullâh'la sabittir ve onlara dayanmaktadır.[44]


[1] İbn Manzür, Lisânu'l Arab, c.l, s.43.

[2] Kehf: 18/84.

[3] Fîrûzâbâdî, Besâir zevi't Temyiz fi Letâfi'l Kitâbi'l Azîz, c.3, s.169

[4] Tefeir-i Zemahşerî, c.3, s.74

[5] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 26.

[6] İbn Teymiye, Mecmuu Fetevâ, c.8, s.70.

[7] Bakara: 2/22.

[8] Enfâl: 8/29.

[9] Hâkka: 69/24

[10] İbrahim: 14/1

[11] Talâk: 65/2

[12] İbn Kayyım, Medârici's Sâlikin, c.3, s.498-499

[13] a.g.e., s.3, s.478. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 26-27.

[14] el-Kanunu'r Rehib, Mecelietü't Terbiyetul İslâmiye, Yıl:6, Sayı:l, 1963, s.19-26

[15] Secde: 32/7.

[16] Yasin: 36/38.

[17] Âl-i  İmrân: 3/83.

[18] Feth: 48/23.

[19] Yûsuf: 12/111

[20] Âl-i İmrân: 3/137.

[21] Bahsettiğim (el-Kanunu'r Rehib) adlı makalemden alıntı sona erdi. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 28-32.

[22] İ. Teymiye, Mecmuu Feetevâ, c.8, s.70

[23] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 32.

[24] Hz.İbrahim'i yakmayan ateşte Allah, yakma özelliğini, yani harareti yok edince yakmadı. Ateş vardı, fakat yakma yoktu.(Çev-)

[25] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 32-34.

[26] Bakara: 2/164.

[27] Mâide: 5/16.

[28] Nahl: 16/32

[29] İbn Teymiye, Mecmuu Fetevâ, c.8, s.80. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 34-35.

[30] Şâtibî, Muvafakat, c.l., s.218

[31] İbn Teymiye, a.g.e., c.8, s.133

[32] a.g.e., c.8, s.167.

[33] Şâtibî, a.g.e., c.l, s.218. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 35-37.

[34] Nevevi, Şerh-i Sahih-i Müslim, c.16, s.195-196 Hadiste geçen (Fenekkese): Düşünceli bir şekilde başını yere eğmek demektir. (Yenkütü bi-mihdaratihi): Bastonuyla, düşünceli bir tarzda yere ince çizgiler çizmek demektir Leyl: /5-10

[35] a.g.e.,c.l6,s.l96

[36] İbn Teymiye, a.g.e., c.8, s.69-70. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 37-39.

[37] İbn Teymiye, c.8, s.529-530

[38] İbn Kayyım, Medaricü's Sâlikin, c.3, s.478. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 39-40.

[39] a.g.e-, c l, s.114 vd

[40] Şeyh Mansûr, Ali Nâsif, Tâcu'I Cami' Li'l Usûl Min Ehadisi'r Resul, c.5, s.205 (Himâs): Aç karın içi, (Bitân): Doymuş büyük karın demektir

[41] Şeyh Mansûr, a.g.e., c.5, s.205

[42] İbn Teymiye, (Tab'atu Ferecullâh Kürdi), c.l., s.359. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 40-42.

[43] a.g.e., c.8, s.528-529. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 42.

[44] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 43.