๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 10 Nisan 2011, 15:36:28



Konu Başlığı: Şahsî ve Ailevî Rekabetlere Yol Açan Haset ve Kibir
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 10 Nisan 2011, 15:36:28
Şahsî ve Ailevî Rekabetlere Yol Açan Haset ve Kibir

 "Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri (beşer için kurulan ve tebdil edilmeyen sünnetullâha göre) âyetlerimi anlamaktan çevireceğim. (Artık) bütün âyetleri görseler bile (inat ve kibirleri yüzünden) inanmayacaklar, eğer doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; fakat sapıklık yolunu görseler, (hemen) onu yol edinirler. Bu (şekilde delillerimizi kabulden alı konmaları); onların âyetlerimizi yalan saymaları (kibirlenip bakmaya bile tenezzül etmeyişleri) ve (böylece) onlardan gafil bulunmalarından dolayıdır."[462]

Bir şeyin doğruluğunu anlaması ve o konuda ikna olması için insanlara bazı vâsıtalar verilmiştir. Göz, kulak gibi duyu organları ve onların edindiği ön bilgilere göre ölçüp tartan, böylece bir neticeye varan akıl, dünya şartları dediğimiz Sünnetullâha göre bizi hakka/doğruya vardıran vâsıtalarımızdandır. Vahye nail olan peygamberler dışında, her kes için bilgi edinmedeki sünnetullâh böyle caridir. Ancak bu vâsıtaların, bizi arzu edilen neticeye götürebilmesi için, bedenî ve ruhi hastalıklara tutulmamış olması gerekir. Göz ve kulakta biyolojik bir kusuru olanlar bu konuda sıhhatli bilgi edinemedikleri gibi; hırs, Haset, kibir ve benzeri mânevî/rûhî hastalıkları olanlar da doğruyu görüp anlayamazlar. Çünkü sağlam olduklarında, sıhhatli bilgi alan bu duyu organları, algıladıkları şeyleri sinirler vasıtasıyla akıl ve düşünce merkezimiz olan beyne iletirler. Eğer aracılık yapan bu sinirler, önceden belli bir konuda şartlanmıslarsa, o bilgileri beyne iletmeden, şartlandığı şeye göre tepki verirler. Böylece akıl devre dışı kalmış olur. Oksijen taşımakla görevli alyuvarların hastalanmış olması halinde akciğerlere gidip oksijen alamadan geri dönerek tekrar hücrelere taşıdıkları karbondioksiti götürmesi bunun biyolojik bir örneğidir. Bunun psikolojik örneği de Pavlov deneyleri ile ispatlanmıştır.

İşte âyet-i kerîmede belirtilen "haksız yere kibirlenenlerin îmândan alı konması", bu îzâhların ışığı altında açıklığa kavuşuyor: Buna göre, her konuda en iyisini bildiğini iddia ederek haksız yere kibirlenen ve bu konuda şartlananlar, sıhhatli bilgiyi taşıyan başka vâsıtaları da olmadığı ve Allah Te'âlâ asileri sırf bu durumdan kurtarmak için, tespit edilen sünnetin dışında kendilerine bir takım vâsıta ve yeni imkânlar da vermediğinden, herkes için tespit edilen sünnetullâh icabı, görüp duydukları halde, peşin hükümlülükleri yüzünden hakka inanmayacaklardır.

Kibir ve hasedin, peygamberlere inanmamaktaki ilk sebeplerden olduğuna dair örnek alacağımız birkaç âyetten sonra, bu ruhî hastalıkların insanlarda nasıl oluştuğunu da açıklamağa çalışacağız:

"Nuh dedi ki: '-Ey Rabbim! Ben kavmimi gece-gündüz (îmâna) davet ettim. Fakat benim davetim, onlara (fayda verecek yerde îmândan) kaçışlarını artırmaktan başka bir katkıda bulunmadı. Doğrusu ben, onları, senin bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve elbiselerine hüründüler (de küfürde) ısrar ettiler ve kibirlendikçe kibirlendiler."[463]

"Âd Kavmine gelince (onlar da) yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve şöyle dediler: '-Bizden daha kuvvetli kim var?' Onlar kendilerini yaratmış olan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu anlamadılar mı? (Anladılar, anladılar) Ama onlar âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı."[464]

"(Mekke ileri gelenleri Hz. Muhammed s.a.v.'e peygamberlik gelmeden önce) yeminlerin en kuvvetlisi ile Allah'a yemin etmişlerdi ki: kendilerine azap ile korkutan bir Peygamber gelirse, muhakkak (Yahudi ve Hıristiyan) milletlerinin her hangi birinden daha çabuk doğru yolu bulacaklar. Fakat, kendilerine azap ile korkutan bir peygamber geldiği zaman onlara, ancak haktan uzaklaşmayı artırdı. (Böyle hareket etmeleri de) yeryüzünde kibirlenmeleri ve kötü hileleri yüzünden idi. Halbuki, kötü tuzak ancak sahibinin ayağına dolanır. O halde evvelkilerin sünnetinden başka ne gözetirler? Sen Allah'ın sünnetinde asla bir tebdil bulamazsın, Allah'ın sünnetinde bir tahvîl de bulamzsın."[465]

"Gerçekten o küfredenler, Kur'ân'ı işittikleri zaman (kıskançlıklarından) az kalsın seni gözleri ile yıkacaklardı. Hala da (kin ve hasetlerinden): "-O mutlaka bir mecnûndur." diyorlar. Halbuki (senin tebliğ ettiğin bu) Kur'an, ancak milletler için bir öğüttür."[466]

"(İnansınlar diye Mekke'deki) o (kodama)nlara bir âyet geldiği zaman: '- Allah'ın elçilerine verilenler gibi, bize de verilinceye kadar asla îmân etmeyeceğiz' derler."[467]

"-Hayır! Onlardan her birisi (Allah'tan vahiy gelip Muhammed'e indirildiği gibi) kendisine açılan sahîfeler verilmesini istiyor."[468]

"-Biliyoruz, onların dedikleri elbette seni üzüyor, gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler Allah'ın âyetlerini, bile bile inkar ediyorlar.”[469]

"Vicdanları bu mucizelerin doğruluğuna kanâat getirdiği halde sırf zulüm ve üstünlük taslama (arzusuna kapılarak inâd)ları yüzünden onları inkâr ettiler."[470]

Bütün bu Örneklerde görülüyor ki; ileri gelenlerin îmânlarına mâni olan şey kıskançlık, Haset ve kibir gibi manevî bazı hastalıklardır. Peygamber Efendimiz s.a.v. zamanından, Velîd b. Muğîre'nin durumu buna açık bir örnektir: Peygamberlik görevi Hz. Muhammed s.a.v.'e gelince O'na şöyle dedi: "-İddia ettiğin peygamberlik hak olsaydı ben ona, senden daha çok lâyık olurdum. Çünkü benim yaşım senden daha çok, malım da senden; daha fazla."[471]

Şimdi de bu manevî hastalıkların kişilerde nasıl oluştuğunu îzâha çalışalım:[472]

 a. Kibir, Kıskançlık ve Benzeri Manevî Hastalıkların Oluşması:

 Yüce Allah, maddî ve manevî sahada ileri mesafeler katletsinler ve zarurî ihtiyaçlarını te'mîn etmiş olsalar bile, yine çalışmaya devam etsinler diye insanların benliğine; daima daha iyiye daha güzele ulaşarak üstün olma arzusunu yerleştirmiştir. Dünya ve âhiyretini imâr etmede yarışmak için, kişilerin nefislerinde bitmeyen bir enerjinin kaynağı olan bu arzular/heva-hevesler, aklın süzgecinden geçerek; insanın bizzat kendi şahsî gayreti, bilgisi, tecrübesi, kabiliyet ve liyâkati ile üstün olmaya çalışmasını sağlar.

Fakat insandaki bu manevî güçler, aklın rehberliğinden kurtulur ve üstelik onu da te'sîri altına alırsa, kendi gayreti ile elde ettiği menfaatleri yeterli bulmayıp veya hiçbir gayret sarf etmeden kendisinden üstün olana Haset eder ve gayr-i meşru yollarla onun üstüne çıkma hırsına kapılır. Bu hırs onu aklî değil hissî hareket etmeye sevk eder. Bunun sonucu olarak da Zulüm yolunu tutup başkalarını istismar ederek ve onların omuzlarına basarak yükselmeyi gaye edinen bir zorba olur. Artık bütün bu gayr-i meşru yollarla elde ettiğini zannettiği şan, şeref, mal ve mevki gibi geçici şeylerle övünüp kibirlenmeye başlar. Bunun yanında, lâyık olmadığı halde elde ettiği bu boş unvan ve mevkilerinin, kendisi gibi bir başkası tarafından alınabileceğini düşünerek de, yakın çevresinden başlayarak, göz dağı vermek için herkese zulmetmeye başlar. Yine bu mevkilere meşru yollarla, kendi bilgisi, kabiliyet ve liyakâti ile yükselecek olanları gayet iyi teşhis ederek, üstün ve hâkim olma hakkını onlara teslim etmez. Haklılık ve doğruluğun, çoğunluk tarafından anlaşılmasını da önlemeye çalışır ve bunun için her türlü hile ve yollara baş vurmaktan geri kalmaz.

Toplum içinde bu tür arzulan taşıyan birkaç ferdin olması, içtimaî bir problem sayılmaz. Ama zulmederek üstün olma arzusu, kişinin nesline de geçerek aileden başlayıp cemiyet arasında yayılma istidadını gösterirse iş değişir. Hele hele, babadan kalan mal, mevki ve unvanların çocuklar arasında bölüşülmesi esnasında, umduklarını elde edemeyenler, onlara daha lâyık olduklarını kabul ettirmek için, aşırı bir inat, hırs ve rekabetin içine girerlerse mesele daha da karmaşık bir hale gelir. Birkaç aileye yayılan bu rekabetin, toplumu idare eden hanedan arasında olması veya kendi seviyelerine göre toplumu oluşturan- bütün ailelerin arasına yayılması, tedavisi imkânsız içtimaî bir hastalık haline gelir. İşte böyle bir toplumun hareketlerine hâkim olan hırs, Haset ve kibir gibi hissiyat ve bunların ortaya koyduğu zulmü bertaraf edip onları tekrar aklın ve adaletin emrine verebilmek için sünnetullâha göre zaman zaman peygamberler gönderilmiştir. Ama bu peygamberler de bir insan ve dolayısıyla bir aileden olacağı için, yakın çevresinden başlayarak, onları çekemeyenler ve onlara karşı hırs, Haset, kin ve kibir ile muamele edenler olacaktır. Hz. Muhammed s.a.v.'den önceki peygamberlerin hayatlarını teferruatı ile bilemediğimiz için onlar hakkında müşahhas örnekler veremeyeceğiz. Ama Kur'ân'dan öğrendiğimize göre kıskançlık, Haset ve kibirlenme duygularını ilk defa ortaya çıkaran, Hz. Âdem a.s.'ı çekemeyen İblis'tir.[473] Sonradan Hâbil ile Kabil arasında haset ve kıskançlıktan kaynaklanan aynı rekabeti görüyoruz.[474]

Şahsî ve ailevî rekabetler için en belirgin örneği Peygamber Efendimiz s.a.v. devrinde görüyoruz: Müddessir Sûre'sindeki şu âyetler buna açık örnektir:

"...Böyle iken onlara ne oluyor ki, aslandan ürkmüş yaban eşekleri gibi (ilâhî) öğütten yüz çeviriyorlar? Hayır! (ileri sürdükleri bahanelerinde samîmi değildirler, aslında) onlardan her biri, kendisine açılan sahîfeler (vahyedilip peygamberlik verilmesini) istiyor."[475]

 b. Haşimî ve Emevî Rekabetin Başlaması:

 Araplardaki aile ve kabîleler arasındaki üstünlük tartışmalarına en belirgin örnek Emevî ve Hâşimî rekabetidir ki, ataları olan Abdümenâf’a dayanır:

Abdümenâf, Kabe muhafızlığını Hâşim'e bırakınca onun kardeşi Abdüşşems'in oğlu Ümeyye bunu çok kıskandı. Önceleri bu kıskançlığını, amcasının yaptığı ziyafet vb. hareketleri aynen yapmaya çalışmakla açığa vuruyor ve riyasete daha lâyık olduğunu imâ ettirmek istiyordu. Fakat Kureyş nazarında bu hali ile gülünç duruma düşünce amcasından daha şerefli ve dolayısıyla iktidara daha lâyık olduğunu iddia ederek bir müsabaka yapılmasını istedi. Amcası buna razı olmadı ise de, Kureyş'in ısrarı ile kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Müsabakayı kaybeden, elli deve verip Mekke dışında on sene ikâmet edecekti. Hakem olarak kabul edilen Kahin Huzâî, Hâşim'in lehine karar verince Ümeyye elli deve vererek on sene ikâmet etmek üzere Şam'a gitti. Hâşim de almış olduğu develeri kesip Mekke halkına dağıttı.[476]

Hâşim'den sonra riyaset bir ara kardeşi Muttalib'e, O'ndan sonra da Abdülmuttalib diye künyelenen, Hâşim'in oğlu Şeybe'ye geçti. Riyasetinin ilk yıllarında, mâlî gücünün az ve sadece bir erkek evlâdının oluşu yüzünden Ümeyyeoğulları, o zamanın değer ölçülerine göre üstün duruma gelir gibi oldular. Fakat Abdülmuttalib'in Zemzem Kuyusu'nu bulup ortaya çıkarması ve sonradan da on çocuğunun da doğup yetişmesi, Ümeyyeoğullarının ümitlerini söndürdü. Abdülmuttalib'den sonrası için fırsat kolladıkları bir zamanda ise Hâşimîlerin arasından Hz. Muhammed s.a.v.'e, her şeye hâkim olan Allah Te'âlâ tarafından insanları ıslâh için elçilik görevi verildi. Bu görev maddî ve manevî bütün üstünlüklerden önce geldiğinden artık Ümeyyeoğulları için, üstün olma ümîdi hiç kalmamıştı. Öyle ise buna razı olmamak, inanmamak ve hatta başkalarının da inanmasına mâni olmak gerekiyordu. İşte Ebû Süfyân'ın, Mekke'nin fethine kadar imân etmemesi ve Peygamberimize karşı açılan savaşları tertip ederek Kureyş'in Peygamberimiz aleyhine olan heyecanının diri tutması daha başka ne ile izah edilebilir?

Arapların damarlarına işleyen fert ve aileler arasındaki rekabet hissiyatını: "-Ey Ebû'l-Hakem! Muhammed'den işittiğin hakkında ne düşünüyorsun?" diye sorulduğunda, Ebû Cehil'in verdiği şu cevap açık bir şekilde ortaya koyuyor:

"Biz, Abdümenâfoğulları ile şerefi paylaşamadık. Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar yolda kalmışlara binekler bağışladılar, biz de bağışladık. Onlar fakirlere yardım ettiler, biz de yardım ettik. Sonunda başa baş giden iki yarış atı gibi iken onlar; '-Kendisine gökten vahiy inen Peygamber bizdendir.' dediler. Artık biz, böyle bir şerefe ulaşabilir miyiz? Allah'a yemin olsun ki biz de buna imân etmeyeceğiz."[477]

Yine Bedir Savaşından hemen önce, Ahnes b. Şerîk: "-Ey Ebû'l-Hakem! Hz. Muhammed s.a.v.'in, davasında sâdık mı, yoksa kâzib mi olduğunu bana söyle, işte görüyorsun, burada senden ve benden başka bizi dinleyen bir Kureyş'li yoktur." diyerek duyulmayacağı hakkında garanti verince Ebû Cehil şöyle cevap verdi: "-Yazık sana! Yemin ederim ki Muhammed davasında yalancı değildir. Çünkü O, hayatında hiç yalan söylememiştir. Ancak Kusayoğulları; "Liva' " (bayraktarlık), "Hicâbet" (Kabe Muhafızlığı) ve "Sikâye" (hacılara su dağıtma görevi)yi almışlardı. Şimdi de peygamberliğe sahip çıkınca öbür Kureyşlilere ne kalır?"[478] Bu itiraflardan sonra: "Biliyoruz, onların dedikleri elbette seni üzüyor, gerçekte onlar seni yalanlamıyor. Fakat o zâlimler, Allah'ın âyetlerini (hak olduklarına vicdanen inandıkları halde) bile bile inkâr ediyorlar. "[479] âyeti nazil oluyor.

Bu âyet-i kerîme ve nüzul sebepleri, Kureyş'in İslâm'a karşı çıkışlarındaki sebeplerin içinde şahsî ve ailevî kibir ile rekabetin ne büyük yer tuttuğunu bize gösteriyor.

Bütün bu üstünlük iddiaları ve kavgaları sürüp giderken İslâm gelip de: "-Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletler ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (Allah'ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korunanızdır. Allah bilendir, haber alandır."[480] fermanının ilân ederek toplumdaki sınıf farklarını ortadan kaldırıp insanların tarak dişleri gibi eşit olduğunu duyurunca; kibir ve hasetle dolu olan ekâbir takımı, büyük bir kin ve nefretle hemen karşı çıktılar. Çünkü İslâm'ın getirdiği değer ölçülerinden hiçbiri kendilerinde olmadığı için, toplumda o güne kadar kendilerine uyanlarla aynı seviyede olmayı kabul edemiyorlardı. İşte Mekke zenginleri bu hâkim çevrelerinin Hz. Muhammed s.a.v.'e uymamalarındaki en büyük sebep bu idi.[481]


[462] A'râf, 7/146.

[463] Nuh: 71/5-7.

[464] Fussilet: 41/15. Ayrıca bkz.:A'râf: 7/75-76; Yûnus: 10/75.

[465] Fâtır. 35/42-43.

[466] Kalem: 68/51-52.

[467] En'âm: 6/124. Açıklamalar için bkz.: Nesefî, a.g.e., II, 32; Ebû's-Su'ûd, a.g.e., III, 181 vd.

[468] Müddessir: 74/52. Açıklamalar için bkz.: İbnü Kesîr, Tefsir, IV, 447.

[469] En'âm: 6/33.

[470] en-Neml: 27/14.

[471] Ebû Hayyân el-Endelûsî, a.g.e., IV, 216; Kurtubî, a.g.e., VII, 80.

[472] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 146-148.

[473] A'râf: 7/11-13.

[474] Mâide: 5/27-30.

[475] Müddessir, 74/49-52. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 149-150.

[476] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, II, 16 vd.; Nüveyrî, Nihâyetü'1-Ereb, III, 132.

[477] Mukâtil, Tefsir, 74b; İbnü Hişâm, a.g.e., I, 337 vd.; Ibnu Kesîr, Tefsir, II, 129 vd.

[478] Taberi, Câmi'u'l-Beyân, VII, 181 vd.; Ibnu Kesîr, Tefsir, II, 130; Ebü Hayyân el-Endelûsî, a.g.e., IV, 110.

[479] En'âm: 6/33.

[480] Hucurât: 49/13.

[481] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 150-153.



Konu Başlığı: Ynt: Şahsî ve Ailevî Rekabetlere Yol Açan Haset ve Kibir
Gönderen: Rukiye Çekici üzerinde 04 Mart 2015, 16:04:48
Evet gerçekten de biz insanlar doğru yolu seçmekten aciziz. Nerede yanlış var biz oradayız...