Konu Başlığı: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 13:46:09 Ruh-Nefs, Melek -Cin/İblis/Şeytan Gerek varlıkların özleri, gerek yaratılış ve gerekse kâinatla ilgili olarak açıklanması zor, fakat gerekil kavramlardan olan Ruh, Nefs, Melek, Şeytan/İblis/Cinn birbirîeriylederinden derine bağlantı içindedirler. Gerekli görülen yerlerde belirttiğimiz gibi, İslâm' da yaratılışın aslı madde veya cisim değildir. Allah kâinatı mertebe mertebe varetmiş, her mertebedeki varlıklara belli bir fonksiyon yüklemiştir. Varlıkların aslı Allah'tan olup, salt nur veya ışıktır. Yine, İslâm'ın yaratılış doktrininde 'madde' uzalıp kısalan, kesif, karanlık ve yokluk olarak algılanmıştır; Allah'tan başka mutlak ve kendilikleriyle gerçek varlığının olmadığı, bir yokluk ve zulmettir madde. İnsanın bir şeyi muhayyilesinden geçirmesi hayal etmesi o şeyin maddesidir; sonra bu şey bir irade ve gerekli eylem sonucu bir 'kelime', bir fiil olarak ortaya çıkar. Bu fiil kendiliğinden olmadığı gibi, özü taşıdığı anlam, maddesi hayal, cismi ise dışta büründüğü şekildir. İşte, kâinattaki varlıkların asılları bir 'nur', bir 'ışık' halindedir, bu ışığın 'yokluk karanlığı'nda yansıması bir madde olarak 'alem-i şehadet'e çıkması, bir kimlik giymesidir. İşte, İslâmî kosmosta cisimsiz salt nurdan varlıklar olduğu gibi, cisimli varlıklar da vardır. Belli bir hiyerarşik düzen içinde bulunan yaratıklar en üstte salt nurlu varlıklarla başlayarak aşama aşama iner ve en altta biçim ve ağırlığı da olan Alem-i Şehadet'e uzanır. Allah en altta insanın duyularına hitap eden, yani beş duyuyla algılanan yere 'dünya seması' adını verir. İslâmî kozmolojide en üstte bulunan nurlu varlıklar melekler'dir. Nur'dan sonra, bu nuru geçirme derecelerine göre, diğer yaratıkların dört öğeden oluştuğu kabul edilir: Su, hava, ateş ve toprak. Su, halk konusunda da değindiğimiz gibi, varlığın bir bakıma temelidir ve yeryüzünde varlık nedenidir. Hava görünmezse de sezilir ve aşağıda izah etmeğe çalışacağımız gibi, ‘ruh, ile yakından bağlantılıdır. Yeryüzündeki varlık kategorilerini oluşturan madenler, bitkiler ve hayvanların yanısıra, İnsan da topraktan varedilmiştir; bunlara karşılık Cinnlerse ateşten yaratılmıştır. [184] Ateş yalın bir öğedir ve nura topraktan çok daha yakındır; hattâ kendisi de ışık verir. Bu bakımdan, nurla toprak arasında aracı bir öge olarak görülmüştür. İşte, yine ateşten yaratılmış bulunan İblis/Şeytan, topraktan yaratılan insan karşısında, ateşin topraktan üstün olduğunu ileri sürerek secde etmemiştir. Oysa, insanın taşıdığı gerçek varlık özü, yani ruhu nurun yansımasıdır ve Allah'ın ruhundandır; İblis bu ruhu görmek istememiş ve yüzeyde kalarak, salt cisimsel öğeyi değer ölçüsü olarak görmüştür. İslâmî kosmosta, İblis/Şeytan şerrin temsilcisi ve 'mücessem heykel'i olarak yerini alırken, melekler de hayrın temsilcileri olma fonksiyonunu yüklenmiştir. İnsansa hem hayra, hem şerre yönelebilecek özelliğe sahip bir varlık olarak, şeytanlaşabilir de melekleşebilir de. İşte, insanda topraktan yaratılmış bulunan bedeninin yanısıra, melekleşmenin merkezi veya melekliğin sembolü olarak ruh, şeytanlaşmanın merkezi olarak da nefs bulunur. İnsan ruhuyla, metelklerle temasa geçer, ruhu adeta bir melek halindedir; nefsiyle ise şeytanla. temasa geçer, nefsi adeta içinde şeytanın merkezi gibidir. Bu kısa açıklamadan sonra, kavramları tek tek ele alabiliriz: Ruh'un. mahiyetini açıklamak için İslâm tarihinde çok çeşitli yorumlarda bulunulmuştur. Hemen hemen açıklamaların tümü şu üç açıdan ele alınmıştır: Hareket, hayat, idrak. Bazıları, ruhun varlıkları harekete geçirici şey olduğunu ileri sürerek, ruhsuz hareket olamayacağını belirtmişler ve ruhu 'hareket ettirici kuvvet'le özdeş saymışlardır. Bir diğerleri, ruhu hayatın başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Ragıp el-İsfahanî, “ruh, hayvanda hayatı hasıl eden cüzdür” der. Daha bazıları ise, ruhu algının, idrakin merkezi saymışlardır. Genel olarak ise, ruhun elem, lezzet, sevgi nefret gibi duygusal ve duyumsal; tasavvur, algı ve düşünce gibi zihinsel ve irade gibi eyleme itici üç kuvvetin merkezi olduğu kabul edilmektedir. Yani, ruhun hareketin, algının ve hayatın kaynağı olarak zatıyla hayat, zatıyla algı ve zatıyla hareket sahibi olduğu ileri sürülmektedir. [185] Soruna Kur'an ayetleri açısından yaklaşmaya çalışalım bir de: Kur'an'da, “Sana ruhtan sorarlar; de ki: “Ruh Râbbimin emrindendir, size ilimden ancak az bir şey verilmiştir (İsra: 85)»” buyurulmaktadır. Dikkat edilirse, bazılarının sandığı gibi ruhun bilinemeyeceği değildir bu ayette ifade edilen, genel anlamda insanlara 'ilim' den az bir şey verildiği belirtilmektedir. Öte yandan, hitap bütün insanlara değildir; en azından Peygamberler'e değildir. O halde, insanlar içinde ilimden çok payı olanlar da bulunabilir. Eğer ruh bilinmeyecek olsaydı, daha başka ayetlerde Allah ruhtan sözetmezdi; böyle bir şeyi iddia etmek, herkesin Kur'an'da bazı ayetleri hiç bilemeyeceği demek olur. Emri açıklarken de belirttiğimiz gibi, emrin bir anlamda Allah'ın bütünüyle hakimiyet alanı olduğunu ve varlıkların Allah'ın, emre “ol” demesiyle yaratıldığını belirtmiştik. İşte, bu ayette 'min emr-i rabbi ifadesindeki 'min'in 'açıklayıcılık' ifade ettiği belirtilmiş ve emrle ruh bir bakıma özdeşleştirilmiştir; yani, bu durumda anlam 'ruh Rabbimin bir emridir’ olmaktadır; şu halde, ruh varlığın özünü oluşturan şeydir ve aşağıda açıklayacağımız gibi, Allah'tandır. Kur'an'da insanın yaratılışıyla ilgili ayetlere dikkat ettiğimizde şunu görürüz: İnsan tasvir olunduktan sonra (bk. Tasvir) kendisine Allah'ın ruhundan üflenmiş ve meleklere önünde secde edilmesi emredilmiştir. “Onu tesviye ettiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın (Hıcr: 29).” “Sonra onu tesviye etti, ona Kendi Ruhu'ndan üfledi ve sîzin için kulak, gözler ve gönüller varetti (Secde: 9).” Kur'an'da İsa'nın Alah'ın Ruh'u olduğu belirtilirken, Allah “biz” zamirini kullanır, oysa, insanın yaratılışında üflediği ruhtan sözederken ise, 'ben' zamirini kullanır. Demek ki, insana üflenen ruh doğrudan doğruya Allah'tandır. Gerçi, bunun insanın şerefini belirtmek için bu şekilde ifade olunduğu belirtilmişse de, böyle bir açıklama biçimi kolaya kaçma demektir. İnsana üflenen ruhun gerçeğini kavramak için, Allah'ın özel olarak ruh'u diye adlandırdığı İsa'nın durumuna bakalım: Bilindiği gibi İsa, kuş şeklindeki cisimlere üflüyordu: “Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar ve ona üflerim der Allah'ın izniyle kuş oluverir (k. İmran: 49)”. Demek oluyor ki, Allah'ın pak ruhu olan İsa üflediğinde cansız kuş cismini canlı kuş haline getirmektedir. Burada, ruh'un hayatın kaynağı olduğu açıktır. İkinci olarak, yukarıda verdiğimiz (Secde, Ayet 9) da insana ruhun üflenmesiyle birlikte, onun işitme, görme ve bilme sahibi olduğu ifade olunmaktadır (Bk. Sem'a, basar, kalp/fuad). Demek ki, ruh bilginin de merkezidir. Allah, isimleri bildiği veya haber verdiği için insanı meleklerden üstün kılmış ve melekleri önünde secde ettirmiştir. İnsanda bilginin kaynağı da 'sem'a ve basar’ yoluyla kalptir; kalpse ruhun merkezidir; yani isimlerin, bilginin kaynağı ruhtur; ruh insana bilgi ve hayat kazandıran bir ışıktır. Hayatı anlatırken de belirteceğimiz gibi, gerçek hayat mü'minlerin yaşadığı hayattır, kâfirler yaşar da görünseler, ölüdürler; sem'a, basar ve bsar kalpleri örtülmüş durumdadır. Şu halde, ruh maddî hayatla, manevî hayatın merkezidir, bilginin, hayatın ve salih amelin merkezidir. Bu genel tanım çerçevesinde Kur'an'da geçen ruh kelimesinin anlamlarını açıklamak herhalde daha kolay olacaktır. Kur'an bir ruhtur –“İşte böyle sana emrimizden bir ruh vahyettik (Şura: 52)” - çünkü, Kur'an her şeyden önce şifadır; ölü insanları diriltir, onlara hayat kazandırır; gökten inmiş bir sudur o. Nasıl, yağmurlar ölü beldeleri diriltirler ve ölü toprağa can verirlerse, Kur'an da topraktan yaratılmış, ama ölmüş bulunan insanlara can verir, içinde bağlar, bahçeler bitirir. Vahy de bir ruh'tur; nitekim, “sana ruhtan sorarlar” ayetinde ruh'un vahy olduğunu ileri sürenler olmuştur; burada ruhu. salt vahy olarak anlamak, hem vahyi, hem ruhu iyi kavramamak demekse de, vahyin de ruh olması açısından doğru bir tesbittir. Zaten, Kur' an vahydir, öyleyse vahy de ruhtur, çünkü o da hayat kazandırır, bilgi kazandırır ve hareket, eylem nedenidir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, “Ey iman edenler! Sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah ve Rasûlü'ne uyun (Enfal 24)” Duyurulmaktadır. Kur'an'dâ ruh'la, ilgili kelimeler arasında rîh, ravh, riyah vereyhan geçmektedir. Rîh hareket halindeki havadır, rüzgârdır ve Kur'an'dâ çoğunlukla azap taşıyıcı olarak geçer: “Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Ne zaman ki siz gemideyken, gemiler içinde bulunanları hoş bir rîhla taşırken ve onlar da tam bununla sevindikleri anda şiddetli kasırga şeklinde bir rîh gelir.. (Yunus: 22).” “Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttum dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azap bulunan rîh'ftr (Ahkaf: 24).” Rîh 'koku' anlamına da gelir: “Kervan yola çıkınca, babaları, “eğer bana bunak demezseniz, inanın ki, ben Yusuf'un rîh'ını duyuyorum” dedi (Yusuf: 94).” Rîh, mecaz olarak 'güç, kuvvet, kudret' anlamlarına da gelir; kuşkusuz bu anlam, güçlü esen rüzgârdan esinlenmedir. “Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız ve r'îhınız gider(rüzgârınız kesilir) (Enfal: 46).” Ravh, 'beklenti, ümit, rahatlık, rahatlamayı bekleme' demektir; bu yüzden açıktır ki, 'ruh'la çok yakından bağlantısı vardır. Ruh bir rüzgâr gibi hafif ve görünmez, güzel koku taşıyan, hayat ve ümit bahşeden bir şeydir: “Allah'ın ravhından ümit kesmeyin; çünkü, kâfirler kavminden başkası Allah'ın ravhından ümitsizliğe düşmez (Yu&uî: 87).” Riyah, 'rahmet' taşıyan rüzgârdır; yine o da 'ruh'la bağlantılıdır. “... Riyah'î ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları yaymasında akleden bir kavm için ayetler vardır (A. İmran: 164).” “O ki, riyah'ı rahmetinin önünde müjdeci gönderir...(Arat: 57)” Reyhan 'kokulu şey, kokusu olan' demektir. 'Reyhan', ayrıca 'nimet, rızk, yenilen şey' anlamlarında da kullanılır. Araplar, 'çocuk Allah'ın reyhanındandır' derler; “Hasan ve Hüseyin benim Cennet'ten iki reyhanımdır” hadisinde de ifade olunduğu gibi, 'çocuk güzel kokulu bir nimet'tir. Yine, Araplar 'nereye' sorusuna “Allah'ın reyhanından istemeğe” diye cevap verirler ki, burada da kastedilen 'güzel rızk'tır: “Yapraklı taneler ve hoş kokulu bitkiler” (Rahman: 12). “Ravh, reyhan ve nimet cennetin (Vakıa: 89). Kur'an'da nefs, öncelikle tek tek bireyin kimliği, kendisi, 'ene'si anlamında kullanılır: “O gün her nefis hayırdan işlediğini hazır bulur” (A. İmran: 30). Yine, daha pek çok ayette 'enfüseküm, enfüsühüm,. -kendiniz, kendileri, kendi, kendin, kendim' gibi ifadelerde nefs hep tek tek kişiler, o kişilerin benliği, 'ene'si anlamındadır. Nefs tek tek her varlığa, diğerlerinden ayrı nitelikte bir varlık kazandıran yön, ya da bu varlığın kendisidir. Bu bakımdan, nefs genellikle dünya hayatının, maddî hayatın kaynağı olarak görülmüştür. Şu. halde nefsin bitkisel ve hayvansal nitelikleri vardır; her varlığın ayrı bir nefsi veya her varlık ayrı bir nefs halinde olduğu gibi, kendinde her varlıktan bulunan insan nefsi de madenî, bitkisel ve hayvansal öğelerden oluşur. Özümleme, sindirme ve boşaltım gibi fonksiyonlar nefsin bitkisel, kuvvet, güç, şehvet, hareket, görme, yürüme, duyma, tatma., gibi fonksiyonlar da hayvansal fonksiyonlarıdır. Öte yandan, acıkma, susama, cinsel arzu gibi duyumlar da yine nefsin duyumlarıdır. Nefsin bu duyum ve fonksiyonları onun hayatını sürdürmesi için gereklidir, bunlarsız hayat olmaz. Fakat o şeytan'ın etkisiyle kendini her şey olarak görmeğe başlar. Şeytan ona 'ser'sin, der, o da “benim, benden başkası yok, her şeyin, her hakikatin ölçüsü ben'im, ben” der. Böylece nefs bir birey olarak hakikatin ölçüsü haline gelince, ruh ve mutlak Hakikat, dolayısıyla Hakk da örtülmüş (küfr) olur; böylece yeryüzünde fesat, kavga ve anarşi doğar, tek tek bireyler rabb, nefsilikleri de ilâh haline gelir (Batı hümanizmi'. Bu nefs 'emmare nefs'tir: “Ben nefsi'imi aklamam, çünkü nefs muhakkak kötülüğü emreden (Yusuf: 53). Peygamberler Allah'tan bir ruhla, gelirler ve onun ışıklarıyla ruhun üzerine giderilmiş perdeleri sıyırmaya çakşırlar. Eğer, insandaki ruhun merkezi olan kalbin melekeleri (bk. kalp) bütünüyle Ölmemiş ve kalp kaskatı kesilmemişse, bu perdeler yavaş yavaş sıyrılmaya başlar. Yedi tane olan bu perdeden yedinci sıyrıldığında nefs kendi kendini yaptıklarından dolayı kınamaya başlar; her ne kadar Şeytan'a uymaya devam -ederse de, bundan rahatsızlık duyar ve günahlarından dolayı kendini kınar. Böyle nefse 'nefs-i levvame' denilir. “Yemin olsun nefs-i levvame'ye (Kıyame: 2).” însan ruhun ışıklarına kalbini açtıkça, kendi ruhundaki perdeler de, yukarıda belirttiğimiz gibi sıyrılmaya devam eder. Kötülüğü yavaş yavaş bırakıp, ruhun ilhamlarını almaya başlayan nefse, veya nefsin ruhun ilhamlarını almaya başlamış haline nefs-i mülhime denilir: “Andolsun nefse ve onu düzenleyene; ona fücurunu da ilham etti, takvasını da (Şems: 7-8).” Ruhî ilhamlarla dolan ve gerçek mutluluğu ve doygunluğu Allah'ın zikrinde, vahyde ve Kur'an'da bulan nefs, 'nefs-i mulhime'denir; ‘Ey mutmainne nefs, Rabbi'ne dön! (Fecr: 27).” Allah'ın zikriyle doygunluğa ulaşmış bulunan nefs, artık bütün kötülüklerden temizlenir, arınır ve nefs-i zekiyye halini alır: “Andolsun, onu tezkiye eden kurtuldu (Şems: 9).” (Bk. tezkiye.) Kurtulan nefs, artık 'mü'min nefs'tir. Kur'an'da, iman'ı anlatırken de belirteceğimiz gibi, bu nefsin nitelikleri kısaca şöyledir: “Namazlarında huşu içindedir; her türlü boş şeylerden yüz çevirir; zekâtı verir ve malını arıtır; organlanın Allah'ın haramlarından alıkor; emanete, sözüne ve ahdine riayet eder; namazlarını geçirmeden ve dikkatle kılar, üzerlerine titrer.. (Mü'minûn: 2-9).” Bu haldeki nefs, çocuk gibidir, adeta günahsız hale gelmiş durumdadır. Nitekim, Hz. Musa, beraber yolculuk yaptığı salih kulun (Hızır) öldürdüğü çocuk için 'nefs-i zekiyye’ deyimini kullanmıştır. Nefs-i zekiyye doygundur, arınmıştır. Artık Allah ondan razıdır, o da Allah'tan razıdır; yani gerçeği, görünür gölgelerin gerisindeki hakikati anlamış durumdadır. Razılık;(rıdvan) cennetine girmeğe hak kazanmıştır: “Dön Rabbi'ne razı olmuş ve razı olunmuş olarak (Fecr: 27).” İşte, raziye ve marziye nefsle ruh bir bakıma özdeş hale gelirler; bu insanın ilk yetkin halini, ilk Ademiyet halini kazanmasıdır.[186] Melek veya Melâike kelimesinin, 'kuvvet' anlamına gelen 'melk'ten 'feal' vezninde 'kuvvet sahibi’ demek olduğu 'me'lek'ten gelip 'melâike' şeklinde çoğul yapıldığı söylenmiştir. Bu görüşler fazla önemli bulunmamış ve kendilerine pek itibar edilmemiştir. Çoğunluk, kelimenin 'mel'ek kelimesinden gelip, .'haberci' demek olduğu ve 'melâike' şeklinde çoğul yapıldığı fikrindedir. Bu .anlamda 'melek’ 'haberci, elçi, rasûl anlamlarına gelmektedir. Ragıp el-İsfahanî, 'melek'in 'melâike’ den geldiğini, bazılarınınsa 'mülk'ten türediği görüşünde olduğunu belirttikten sonra, 'melâikenin siyasetten bir şeye görevli ve egemen olanına 'melek'; insanda olanına da 'melik’ denilir; bir de, 'melâika’ tekil olarak da, çoğul olarak da kullanılır” der ve 'melek’ kelimesinin kuvvet ve tedbirle, 'melâike'ninse risalet ve habercilikle ilgisi bulunduğunu hissettirir. [187] Yani, 'melek? Veya 'melâike’ kelimesinin genel olarak çağrıştırdığı anlam 'elçilik, risalet, habercilik, işi yerine getirme ve kuvvet'tir. Bu yüzden, peygamberliği yalnızca meleklere özgü kabul eden ve insanın peygamber olamayacağını sanan müşrikler, insandan peygamberlere itiraz etmişler ve vahyi yalnızca meleklerden beklemişlerdir; fakat, vahyi yine meleğin getirdiğini, yani, meleğin peygamberle Allah arasında elçi olup, peygamberin de Bu vahyi kendilerine tebliğ ettiğini kavrayamamışlar, daha doğrusu, kavramak istememişlerdir(En’am: 8, 9, 50; Furkan: 7...). Meleklerin elçiliği salt habercilik yapmak, ya da peygamberlere vahy getirmek şeklinde değildir. Zaten, peygamberlere vahy getiren melek genellikle Cebrail olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan, yalnızca sözün değil, eylemin haberciliğini de yapan melekler vardır. Nitekim, Kur'an'da 'savaşlarda mü’minlere yardım eden meleklerden (A. İmran: 124, 125), Allah'ın azap hükmünü yerine getiren meleklerden (Hud: 81) ve peygamberlere ve Allah'ın daha başka seçkin kullarına müjdeler getiren meleklerden (Hud: 69-74; Meryem: 17-19) söz edildiği gibi, gök gürültüsü de adeta bir melek gibi sunulur(Ra'd: 13). Bunların dışında, insanların yaptıklarını yazan ve kendilerine 'kiramen kâtibin' denilen, aynı zamanda insanların üzerinde koruyucu olan melekler (İnfitar: 7-11) bulunduğu gibi, Allah deyip, dosdoğru olanların üzerlerine inen melekler (Fussılet: 30), kâfirlerin arkalarına vura vura, mü'minlerinse tatlılıkla canlarını alan melekler ve yeryüzündeki insanlar için Allah'tan bağışlanma dileyip, onlar için istiğfarda bulunan, insanların karanlıklardan nura çıkmaları için çalışan melekler vardır (Ahzab: 43). Bunlardan ayrı olarak, Kur'an'da meleklerden “söküp çıkaranlar, yavaşça çekenler, yüzüp yüzüp gidenler, yarışıp geçenler, emri düzenleyenler (Naziat: 1-5); ard arda gönderilenler, rüzgâr gibi eşip savuranlar, yaydıkça yayanlar, ayırdıkça ayıranlar” (Mürselât: 1-4) olarak sözedilir. Demek oluyor ki, melekler Allah'ın emrini düzenleyenlerdir, onu yerine getiren varlıklardır. Kâinatta meydana gelen hiç bir olay kendine özgü mutlak bir kanunla değil, İlâhî îrade'nin tecellisi ve İlâhî Kudret'in etkisiyle meydana gelir. Bu bakımdan, melâike, İlâhî kudret ve yaratıcılığın birlikten çokluğa yayılmasını ve onun belirlenip çeşitlenmesini ifade eden etkin güller olarak düşünülmelidir. ve, kinatta hiç bir şey, ‘hiç bir olay, hiç bir hareket tasavvur olunamaz ki, melekî bir risaletsiz meydana gelmiş olsun. Biz kâinatta maddeyi değil, bir gücün eserini, görürüz. Görülen her eylem ve hareket, mutlaka hareket ettirici bir etkenin sonucudur. Madde kendi kendine atıldır, hareketsizdir. Her hareket veya olay, bir hareket ettrici gücün eseridir. Bu güç ve kudretin tamamı Allah-ü Tealâ'da birleşmiş durumdadır, yani, her güç ve kudret O'ndandır. İşte, kudret-i ilâhiyyenin ilk belirginleşme ve tecellî vasıtası melâikenin risaletidir bu bakımdan, melâikesiz bir olay düşünülemez, melâikesiz bir damla yağmur düşmez. [188] Nitekim, bugün Batı biliminin etkisiyle, Allah ve melâikeyi kâinattan silmiş olanlar hurafe' de kabul etseler, gök gürültüsüne 'ra'd' adlı meleğin haykırması diyen eski müslümanlar herhalde daha çok İslâm'a yakındırlar. Bu açıklamalarımızdan ayrı olarak, Kur'an'da, Arş'ı taşıyan, Cehennem'in kapısını bekleyen, saf halinde duran, Allah'a özel yakınlığı bulunan ve sürekli olarak yorulmadan O'nu teşbih eden, secdede ve rükûda duran, O'na hamd eden meleklerden de sözedilir. Bir hadis-i şerifte 'meleklerin nurdan yaratıldığı' ifade olunmuştur. Melekler insanların yardımcılarıdır da. Bazı İslâm bilginleri her insanın ruhunun gökteki temsilcisi olarak bir meleğin bulunduğundan da sözetmişierdir.[189] Yani, insanda ruh, insanın meleklik yanını temsil eder ve bu ruhla insan meleklerle temasa geçer. İnsanlar gibi melekler de üstünlük bakımından derece derecedirler. Gerek bu konuda, gerek insanlarla meleklerden hangilerinin daha üstün oldukları konusunda, gerekse, Kur’an'da meleklerle ilgili olarak 'ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler' şeklindeki ifade (Fatır: 1) hakkındaki gereksiz tartışmalara dalmak istemiyoruz. Yine, meleklerin cinsiyeti ve masumluğu konusunda da çeşitli kelâm kitaplarında geçen gereksiz açıklama ve tartışmalar da 'bilemediğimiz gaybı taşlama' olacağından, konumuzun dışındadır. Yalnız burada şu kadarını belirtmeliyiz ki, meleklerin insan suretine girdikleri Kur'an'da açıkça ortaya konulmaktadır (Meryem: 17; Hud: 69-81). İblis'in 'B-L-S' kökünden türediği söylenmiştir. Bu kök, 'if al' babında 'eblese' ve masdar olarak da 'iblas' halini alır. 'İblas', bütünüyle umut kesmek, hale gelmek, suskunlaşmak’ demektir: [190] “Saat kıyam ettiği zaman suçlular umutsuzca susar (Rum: 12).” “Kendilerine hatırlatılanları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları zaman da onları ansızın yakaladık; birden bire bütün umutlarını yitirdiler (En'am: 44).” İblis ateşten yaratılmıştı ve cinlerdendi. Gerçi, 'Adem'e secde etme' emriyle yükümlü tutulduğu için onun meleklerden olduğu da söylenmişse de, Kuran'da onun "cinler'den olduğu belirtilmektedir (Kehf: 50). Şu kadar ki, cinn konusunda da değineceğimiz gibi, Elmahlı'nın hatırlattığı üzere, insan duyularından gizli bulunan bütün ruhanî varlıklara genel anlamda cinn dendiği ve bu bağlamda şeytanların ve meleklerin de cinnlere dahil olduğu da belirtilmiştir. Nitekim, Zemahşerî de, Kur'an'da geçen melek adının cinnleri de içine aldığını ileri sürer. Bu arada, insandan önce yeryüzünde fesat çıkaran cinlere karşı bir takım meleklerin başında olarak gönderilen ve o zaman Azazil adını taşıyan İblis'in cinleri dağlara püskürttüğü; cinnler gibi yeryüzünde yaşayıp el-Hakem adıyla cinlere hakem tayin edildiği, bir ara bu görevindeyken gurura kapılıp sonra göğe iltica ederek, Adem'in yaratılışına kadar Allah'ın sadık bir kulu olarak kaldığı; hattâ, Allah'a en yakın meleklerden biri olup, yeryüzündeki ve en alt kat gökteki cinnler üzerinde hüküm sürdüğü gibi bir takım inanılması güç rivayetler tefsir kitaplarına kadar geçmiştir. [191] Bütün bu rivayetler karşısında, en güvenilir açıklama herhalde merhum Elmalılı'nın yorumudur. Ona göre, Adem'e secde emrine kadar Allah İblis'in haysiyetine dokunacak hiç bir teklifte bulunmamıştı. İşte, o zamana değin isyan etmeyip, meleklerin içinde bulunması bundandı. Böyle durumlarda, itaatin Allah'a mı, yoksa nefse mi olduğu belli olmaz; çünkü, ortada henüz itaatin kime olduğunu belirginleştirecek bir imtihan yoktur., Ama, İblis, Allah'ın Adem'e secde etmesi emrini reddetti. Demek ki, irade sahibiydi. İblis'in Adem'e secde etmeği reddedişinde dikkatimizi çeken iki nokta vardır: Birincisi, varlığın dış biçimine bakıp, özünü görememesidir. O, Adem'in topraktan, kendininse ateşten yaratıldığını, ateşin topraktan daha üstün olduğunu ileri sürmüş, ama, kendisindeki gerçeği göremeyen cahilliğe ve insandaki gerçek bilginin, isimlerin kaynağı olan ruha dikkat edememiştir. Açıktır ki, her küfr ve şirk sisteminde değer yargırsı olarak fizikî görünümü, şekli, zenginlik, beden güzelliği gibi bir takını dış nitelikleri kabul edenlerle İblis arasında herhangi bir fark yoktur. Varlıklarının özü olan ruhu perdeleyip, kendilerini dış görünümlerinden ibaret sayanlar, alabildiğine dışa önem vermekte, içlerinin, ruhlarının olduğunu ise kavrayamadıklarından inkâr etmekte, bunu da gerçek bilgi, özgürlük, ilericilik gibi kof terimlerle açıklamaktadırlar. İblis'in davranışında dikkatimizi çeken ikinci nokta, Allah'ın kesin hükmü karşısında kıyas yapmaya kalkışmasıdır. Çünkü, Allah'ın kesin hükmü karşısında kula seçim hakkı tanınmaz ve sadece itaat etmesi istenir. O halde, Allah'ın hükümlerini kabul etmedikleri gibi, değiştirenler ve yerlerine başka hükümler koyanlar, merhum Seyyid Kutub'un belirttiği gibi, İblis'ten asla farklı değillerdir. [192] İşte, İblis Allah'ın emrine karşı gelip de, davranışında diretince Kıyamet'e kadar lanete müstahak kılınmış ve Allah'ın rahmetinden bütünüyle uzaklaştırılmıştır. İblis'e İblis denmesinin nedeninin bu olduğu belirtilir. İnsan, hayra da şerre de yönelebilecek bir varlık olduğu için, hem meleklik, hem de İblislik niteliklerini taşımaktadır. İşte, İblis onun nefsindeki bu nitelikler üzerinde çalışmak için Allah'tan izin almış ve şöyle diyerek, insanın yeryüzünde tutulduğu imtihanın adeta bir yönünü oluşturmuştur: “Bana tekrar dirilecekleri güne kadar süre ver.” “Haydi, sen süre verilmişler densin.” “Beni azdırmana karşılık, andolsun, ten de onları saptırmak için Sen'in doğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağını ve çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın. (A'raf: 14-17)” “Beni azdırmandan ötürü, andolsun onlara süsleyeceğim de süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım(Hicr: 39).” Görülüyor ki, İblis belli fonksiyonu olan bir varlıktır. İnsanın irade sahibi olması ve yeryüzünde halifelik (bk. Halife) gibi, gerçekten zor ve onurlu bir sorumluluğu yüklenmesi onun imtihandan geçmesini gerektiriyordu. Dünya hayatı, ebedî yolculuğu üzerinde, Ahiret hayatını belirleyecek, oradaki kitabının kelimelerini oluşturacak geçici bir hayat ve berzahtan ibaretti yalnızca. İşte, yeryüzünde tutulduğu imtihanın şerr kanadını İblis oluşturur ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız şekilde nefsin salt şerr ve hayvansal öğeleri üzerinde çalışırken, ruhu da salt hayr kanadını temsil ediyor ve meleklerle yardımlaşabiliyordu. İblis'in, yukarıdaki ayetlerde ifade olunan fonksiyonunu belirtici sözlerinden sonra Allah-ü Tealâ şöyle buyurdu: “Git, onlardan kim sana uyarsa, cezası Cehennemedir, mükemmel bir ceza size! Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat; atlıların ve yayalarınla üzerlerinde yaygarayı bas; mallarda ve çocuklarda kendilerine ortak ol, onlara va'd et de va'd et..(İsra: 63-64)” Kur'an'da çok ilginç bir biçimde bu aşamadan sonra birdenbire şeytan'la karşı karşıya geliyoruz. İlk yaratılışında Adem'e secde etmeyen, bu yüzden Allah'ın rahmetinden kovulan ve insanları azdıracağını söyleyen hep îblis'tir. Fakat, işte bundan sonra durum birden değişir ve iki yönlü bir durum arzeder bu değişim. İlk olarak, ilginçtir ki, İblis insanın çoğalacağını ve belli bir süreye deyin -ihtimal ki- hem de yeryüzünde yaşayacağını bilmektedir. Yine, İblis, insanın sapmaya meyilli bir varlık olduğunu da bilmektedir; görevinin onu zayıf yerinden yakalayıp, bütün azgınlığıyla nefsini ortaya çıkaracağını, böylece, onun meleklerden üstün durumundan uzaklaşıp, her zaman kendine kul olmaya müsait bir yapıya bürüneceğini ve sonuçta 'Cennet hayatı'ndan, zorluklarla dolu 'dünya hayatı'na geçeceğini de -ki, bu, Kur'an'ın diliyle hübut, yani düşüştür- bilmektedir. Artık, bu aşamada, yani İblis'in fonksiyonuyla, Adem'in de imtihanıyla başbaşa bırakıldığı aşamada, temelde tüm insanlığın temsilcisi durumundaki Adem artık tek bir insan olarak karşımıza çıkarken, İblis de Şeytan olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani, imtihanın başladığı andan itibaren İblis Şe’ytan'a, Adem de birey olarak tek bir insana dönmüştür. Şeytan kelimesinin sözcük anlamı ve etimolojik kökeni konusunda çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kamus Tercümesi'nde “kibirli ve asî olan cinn ve insan” şeklinde açıklanan Şeytan kelimesinin, 'habis' anlamıyla 'İbranî' kökenli, 'insanüstü varlık' anlamıyla da İslâm öncesi Arap kökenli olduğu ileri sürülmüştür. Bazıları, 'uzaklaşmak' anlamında 'Şe-Ta-Ne' fiil kökünden geldiğini söylerken, bazıları da, 'diş gıcırdatmak, yakmak, hırsıyla yanmak' anlamında 'Şâ-Ta-Şe-Ye-Ta’ fiil kökünden geldiğini belirtir. 'Allah'tan uzak' olduğu ve Allah'a karşı çıktığı için 'uzaklaşmak, karşı çıkmak' anlamındaki 'şe ta ne'den geldiğini ileri sürenler, onun 'racîm - taşlanmış' olmasının görüşlerine delil olabileceğini belirtirler. Şeytan'ın ateşten yaratılmış olması da, ikinci görüşü destekler niteliktedir. [193] Yukarıda da belirttiğimiz gibi, insan için imtihan başlayınca, kendisine olan 'apaçık düşmanlığından dolayı, onu saptırmaya çalışan artık İblis değil, Şeytan' dır. Şeytan cennet hayatı yaşayan Adem'e yaklaşmış ve onu rahat, cennet hayatından, güçlüklerle dolu bir hayata çekecek bir günahı işlemeğe itmiştir. Allah Adem'i başlangıçta uyarmıştı da Şeytan'a karşı; “Ey Adem, bu senin ve eşinin düşmanıdır; sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulursun” demişti (Tana: 117). Fakat, daha önce de belirttiğimiz gibi, insanın yapısında bulunan hırs, tamah, kanaatsizlik ve ölümsüzlük isteği gibi bir takım tutkular her zaman onu Allah'a isyana götürebilecek niteliktedir. İşte, Şeytan insana bu zayıf yönünden yaklaştı kendisini 'ebedîlik ağacına ve yok olmayacak bir mülke/ hükümdarlığa götüreceğini' va'detti; sonra da, “ben sizin ancak iyiliğinizi istiyorum” diye yemin etti ve böylece Adem Şeytan'ın ilk sillesinde sürçtü ve kendisini cennetten çıkaracak derecede bir günah işledi. Böylece, onu meleklerden üstün yapan niteliği örtüldü; fiilî olarak varken bir imkân şeklinde var olma' derecesine indi ve birden kendisinde utanılacak yerlerin olduğunu gördü, beşerleşti ve zorluklarla dolu yeryüzü hayatına atıldı. Bu ilk Adem-İblis karşılaşmasının ortaya koyduğu kesin bir gerçek vardır. İnsana dünya hayatının zorluklarını tattıran günahlardır; onun mutsuzluğu günahta ve Allah'a isyanda, mutluluğu ise Şeytan'a uymamaktadır. Adem, yasaklanan ağaçtan yemekle kendisine verilen bilginin kaynağı isimlerin ışığı ruhunun karardığını ve nefs-i emmalesinin bütün azgınlığıyla ortaya çıktığını görmüştür. Demek ki, her bir günah ruhun ışınlarından birini alıp götürmekte, bütünüyle günahlara dalanların ruhları kararıp, kalpleri kaskatı kesilmektedir. İnsan soyunun yeryüzündeki imtihanı ve meşakkatli hayatı başlamıştır artık. Şeytan onun peşini hiçbir zaman bırakacak değildir; fakat nasıl kandırır Şeytan insanı? Sağından, solundan, önünden ve arkasından nasıl gelir insana? Bu soruya, fazla ayrıntıya dalmadan Kur'an ayetleri çerçevesinde kısaca göz atalım. Şeytan fısıldar; sürekli olarak, vehimler, hayaller, zanlar eker insanın içine; onu hiç bırakmaz ve her hayırlı işten alıkoymaya, her şerrli işe de sürüklemeğe çalışır. Şeytanın fısıldaması Şeytan'ın vahyidir. Şeytan, zengin olup, zekât vermesi, infakta bulunması gereken insanlan bir gün fakir düşebileceklerini, dolayısıyla mallarını biriktirip, 'bir gün zamanı' gelir diye saklamalarını öğütler (Bakara: 268). Bu öğüde kananlar, “Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kimselere biz mi yedirelim?” derler ve mallarından Allah yolunda bir kuruş olsun sarf etmek istemezler (Yasin: 47). Şeytan insanlara her türlü ahlâksızlığı emreder (Bakara: 268). Onları içkiye, kumara, fala, Allah rızası dışında eylemlerde bulunmaya, Allah'tan başkasından yardım istemeğe ve böylece başkalarının önünde eğilmeğe çağırır. Kâinattaki ve insan hayatındaki olayları bir takım tesadüflere, bağımsız kanunlara, bağımsız nedenlere bağlar ve insanları buna inandırır (Maide: 90). Böylece, onlara Allah'ı unutturur, kumarla, içkiyle, şans oyunlanyla insanlan emek harcamaktan alıkoyduğu gibi, aralarına da düşmanlık ve buğz tohumlan eker (Maide: 91). Bunun sonucunda, insanlar birbirlerini öldürür, kanlar akar, yuvalar yıkılır, dinmeyecek kin ve düşmanlıklar doğar. Şeytan insanlan birbirleri üzerinde bağyetmeğe, yani haksızlıklara iter. İnsanları başkalarının haklarına göz diktirir. Bunun sonucunda kuvvetli ve kurnaz olanlar başkalarının haklarına el atarlar; sonra, bu davranışlarını haklı göstermek için kurallaştırırlar.. Böyle böyle yeryüzünde Allah'ın dininden ayrı din, cezalandırmasından ayrı cezalandırma, tahtından ayrı taht, ordularından ayrı ordular oluşur. Bu da, Kur'an'ın diliyle yeryüzünü kaplayan fesat ve fitnedir. İşte, Şeytan'ın emirlerini yerine getirenlere Allah, “şeytanın velileri der. Onlar, Şeytan'ın hükümlerini yeryüzünde uygularlar. Şeytan, böylesi velilerin dinlerine tabî olmak zorunda kalanlara korku aşılar, onları Allah korkusundan uzaklaştırır ve velilerinden korkmayı Allah korkusunun yerine yerleştirir (A. İmran: 175). Bunun sonucunda, Şeytan'ın velileriyle savaşmak emredilirken, insanlar onlarla savaşamazlar (Nisa; 76). Şeytan insanlara Allah'ı hatırlamayı ve O'nun gönderdiği Kitabin ardından gitmeği unutturur (Yusuf: 42; Zuhruf: 36). İnsanlara çok çeşitli va'dlerde bulunur. ama aldanmadan başka bir şey de va'd etmez. Aslında, Şeytan'm insanlar üzerinde fazla bir hükmü yoktur, onun hilesi zayıftır (Nisa: 76). Ahiret'te hesaplar görüldüğü zaman, Şeytan aldattığı kişilerden kaçacak ve “Muhakkak Allah size hakk va'dde bulundu, ben de size va'dettim, ama ben va'dimden caydım. Benim bir gücüm yoktu; Sadece sizi davet ettim, siz de davetime koştunuz. O halde, beni yermeyin, kendi kendinizi yerin! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben, önceden beni (Allah'a) ortak tutmanızı da tanımamıştım zaten. Doğrusu, zalimler için acı bir azap vardır diyecektir (İbrahim: 22). Demek ki, Şeytan insandan daha zayıftır ve insan üzerinde fazla hükmü yoktur. Fakat, tutkularına, hayvansal arzularına köle olan insanlar kolayca Şeytan'ın va'dlerinin ardından giderler; hiç düşünmeden, yularlarını Şeytan'ın eline verip, onun va'dettiği pembe dünyalara, gerçek yaşanacak yerler diyerek dalar giderler. Oysa, Şeytan'ın yerleri çöplüklerdir; kumarhaneler, fuhuş yuvaları, Allah'a isyan edilen merkezler ve her türlü batakhanelerdir. Bu bakımdan, yiyeceğinin Allah dışında putlar için kesilen kurbanların etleri, harcanan mallar, içeceğinin şarap, eğlencesinin yasak edilmiş oyunlar ve müzik, yatak arkadaşlarının sarhoşlar vs. olduğu söylenmiştir. [194] İşte, bütünüyle Şeytan'a uyan insanlar ve cinnler de şeytanlaşıp, daha başkalarını da kendi yollarına çekmeğe çalışırlar ki, Kur'an'da bu şekilde Şeytan'a tamamiyle kul olanlara, onun emirlerini yerine getirenlere de şeytan denilir ve sık sık ins ve cinn şeytanlarından, sözedilir. Bütün bu şeytanlar ve kulları Şeytan'ın hizbini oluştururlar: “Bakmadın mı, Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu velî edinenlere? Onlar ne sizdendir, ne onlardan, bilerek yalan yere yemin edip duruyorlar. Allah onlara şiddetli bir azap hazırladı. Yaptıklarını doğrusu ne de kötü yapıyorlar! Yeminlerini kalkan yapıp, Allah'ın yolundan alıkoydular; onlar için küçük düşürücü bir azap vardır. Onların ne malları, ne de çocukları kendileri için Allah'tan hiç bir şey savamaz; onlar Ateş'in ashabıdır, orada ebedî kalıcıdırlar. Allah onların hepsini dirilttiği gün size yemin ettikleri gibi, Ona da yemin ederler ve kendilerinin bir şey üzerinde olduklarını sanırlar. İyi bilin ki, onlar yalancılardır. Şeytan onları istilâ etmiş ve onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur. Şeytan'ın hizbi'dir onlar; iyi bilin ki, Şeytan'ın hizbi hüsrana uğrayanlardır (Mücadele: 14-19).” Şeytan'ın Hizbini oluşturanlar münafıklardır; velileri de yine münafıklardan ve aynı zamanda müşriklerden çıkar. Fakat, onlar hep batıl üzerindedirler; batıl mahiyeti gereği yokluktur, yok olmaya mahkûmdur; ama var görünür. Hakk geldiği zaman, Güneş çıkınca karanlıkların yok olup gittiği gibi yok oluverir, fakat Hakk, kendisini tutacak insanlarla batılı götürür, şu halde, Şeytan'ın Hizbi'nin karşısında Allah'ın Hizbi olduğu zaman, zaten kaybetmeğe mahkûm olan Şeytan'ın Hizbi kesinlikle kaybedecektir. Demek ki, yeryüzünde tutulduğu imtihanı başarıp başaramamasına göre, insan ya Şeytan'ın, ya da Allah'ın Hizbi'nden olmak durumundadır. Cinn kelimesinin 'gizlenmek' anlamına, gelen 'ictenne' fiilinden türediği ileri sürülmüştür. 'İctenne'nin. aslı 'cenne'dir; 'cenne', Kur'an'da, “Gece üzerine örtülünce (cenne) bir yıldız gördü (En'am: 76)” ayetinde de geçtiği üzere, 'kararmak, örtmek, kefenlemek' gibi anlamlardadır. Bu bakımdan, cinn'in, insanların gözünden uzak ve örtülü olması bakımından cinn diye isimlendirildiği belirtilmiştir. Cinn kelimesinin cânn gibi çoğul olup, tekilinin cinnî olduğu da söylenmiştir, [195] İslâm Ansiklopedisi'nde cinn maddesini yazan müsteşrik Macdonald ise, cirmin Lâtince'deki 'genius' kelimesiyle ilgili olabileceğini söyler.[196] Genius ‘deha, dahi' demektir. Fakat, bu kelime özellikle İslâm öncesi Araplardaki cinn anlayışıyla bağlantılı görünmektedir. Çünkü, bilindiği gibi Cahiliye Araplan'nda en dahi kimseler şairlerdi ve onların da cinlerle temasta bulunulduğuna inanılırdı. Herhalde aynı inanç, Hristiyanlık' tan kaynaklanarak Batı'da da yaygınlaşmış olsa gerek. Bu bakımdan, Lâtince'deki genius - İngilizce'de de aynıdır - Cahiliyye Arapları'nın şairleriyle eş anlamlı ve eş fonksiyonda olmaktadır. Bu, cinn'in genius'tan geldiğini göstermez; tam aksine, geniusy’un. 'cinn gibi, cinli' anlamında cinnle bağlantısı olduğunu ortaya kor. (Genuis'un okunuşu 'c'îniıs'tır.) Cinn, ateşten yaratılmış olup, akıl ve irade sahibi, Allah'ın emir ve yasakları karşısında insanlar gibi sorumlu, normalde göze görünmez ve çeşitli şekillere bürünebilen varlıklardır. İslâm! kosmosta nuranî yaratıklar olan meleklerden sonra, Alem-i Şehadet'te cinnler gelir; cinnler ateşten, insanlar ise topraktan yaratılmışlardır. Ateş, bilindiği gibi nura daha yakındır; hattâ kendisi belli ölçülerde nur, yani ışık saçar. Bu bakımdan, nurla toprak arasında aracı prensip kabul edilmiş, İblis de yaratılışının bu yanını görerek Adem'e üstünlük taslamıştır. Fakat, insan her zaman cinnlerden ve şeytanlardan gerçekte daha güçlüdür; ama bu güç, insanın ruhuna uyabilmesi, yaratılışındaki salt melekî nuru örtmemesi ölçüsündedir. Cirnin, Kur'anda da belirtilen varlıklarına rağmen, Farabî ve hattâ İ. Sina gibi bir takım İslâm filozofları fazla rasyonalist bir tutum takınarak, bu konuda baştan savma ve herhangi bir gerçeği ifade etmez yorumlarda bulunmuşlardır. Hattâ, İ. Haldun bile, Kur'an'da cinnle ilgili ayetleri 'müteşabih' ayetlerden sayıvermiştir. Oysa, cinnin melekler gibi insanların hayatında önemli yeri vardır. Bu durum halk arasında da yaygındır. Batı'da olduğu gibi, madde gözüyle görülmeyeni, tabiî ki maddeci insanın göremediğini yok sayıvermek veya te'vil etmek İslâmî bir tavır olmasa gerektir. Bu konuda, Elmalılı Hamdi Yazır'dan bir miktar alıntıda bulunmak yerinde olacaktır: “Cinn hakkında iki türlü kavil vardır: Birincisi, cinn mutlaka duyuların tamamından gizli olan ruhî varlıklardır ki, ins karşılığıdır. Bu suretle melâike ve şeytanlar da cinn sınıfına girer. Bu bakımdan, meleklerle cinler arasında genel ve özel mutlaklık sözkonusudur; her melek cindir, her cin melek değildir. İkincisi, cinn ruhî varlıkların bir kısmı için kullanılır. Ruhî varlıklar (maddî, yani cisimsel olmayan varlıklar kastediliyor) üç kısımdır: 1. Hayırlı olanlardır ki, meleklerdir. 2. Şerrli olanlardır ki, şeytanlardır. 3. Hem şerrli, hem hayırlı olabilecek özellik arzedenlerdir ki, özge anlamıyla cinlerdir. “İns, bir insanın özellikle yakınlık duyup, arkadaşlıkta bulunduğu dost ve yoldaşıdır ki, ‘enîs' demek gibidir. Beşer cinsine insan veya ins denmesi de bu ilgi dolayısıyladır. Ama, insanın veya bir kısım insanların yakınlıklarından uzak ve gözlerinden gizli, yabancı ve perde arkasında hareket eden varlıklara da ins karşılığı olarak cinn denilir. Bu yönüyle, cinn, yukarıda açıklanan üç varlık türünün yanısıra, bir kısım insanlar için de kullanılır. Böylesi insanlar, diğerlerine oranla cinnlere daha yakın olurlar, İns ve cinn'e Kur'an'da sekaleyn denir. Bu da, bazı cinlerin insanlar gibi ağırlık bulunduklarını gösterir. Oysa, salt ruhî varlıklar ağırlıktan yoksundurlar. Bu bakımdan, sekaleyn, biri, ruh ve akıl sahibi olup, kesif cisim halindeki ünsiyet içinde ve görünen, biri de, ünsiyetin dışında ve gizli bulunan olmak üzere, iki eşit ağırlıktaki varlıklar için kullanılmış olmaktadır. İşte, bundan dolayı, özellikle gizli ve yer altı hücrelerinde hareket eden insanlara da sözcük anlamıyla cinn denilebilir” [197] (Bu yönüyle insan cinleri çoğunlukla münafıklar olmaktadır.) Cinnler de insanlar gibi, yalnızca Allah'a ibadet etmek için yaratılmışlardır {Zoriyat; 56). Onlar da Allah'ın hükümleriyle yükümlü ve sorumludurlar. Kendilerine, yine insanlar gibi rasûller gönderilmiştir. Hattâ, bazı rivayetlerde yeryüzünde Adem'den önce cinnlerin hilâfet sahibi oldukları ve yeryüzünü bütünüyle fesada verdikleri için, yerlerine insanın getirildiği de belirtilmektedir. [198] Kur'an'da Ahkaf ve Cinn surelerinde cinler hakkında geniş bilgi verilir. Bu bilgi varlıkları hakkında değilse de, onların İlâhî hükümler karşısındaki durumlarıyla ilgilidir. Sözgelimi, bir takım cinnlerin Hz. Peygamber'i dinledikleri, müslüman oldukları ve sonra kavimlerine gidip, “Ey kavmimiz! Biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakk'a ve doğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun; O'na inanın ki, günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı azaptan korusun. Kim Allah'ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde aciz bırakacak değildir, kendisinin O'ndan başka velileri de yoktur. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler” (Ahkaf: 29-32) diyerek, kavimlerini İslâm'a çağırdıkları anlatılır. Demek ki, cinnlerin içinde mü'minleri de, kâfirleri de, hattâ münafıkları da vardır; bu konuda, aynen insanlar gibidirler, hattâ, aynı emirlerle yükümlü bulundukları da anlaşılmaktadır. Gerek Hz. Muhammed, gerek Hz. Musa gibi, gönderilen rasûllerin onlara da gönderildiği de ayetlerden çıkan bir başka gerçektir. Özellikle, kâfir olanları insanlarla temasa geçip, onları azdırabilmekte, hattâ bir takım büyü gibi olaylarda onlara yardımcı olmakta, fal işlerinde de bildiklerini aktarmaktadırlar. Fakat, onların bildiklerinin doğru olmadığı, bir takım gayb bilgilerini çalmak için göğe doğru yükseldiklerinde üzerlerine şihaplar gönderildiği de Kur'an'da anlatılıyor. Bunların yanısıra, bir takım kitaplarda, Allah'ın mü'min kullarının da mü'min cinlerle temasa geçtikleri de yazılıdır. Hattâ, Kur'an-ı Ke-rim'de cinnlerin Hz. Süleyman'a itaat ettiklerini okuyoruz. Bu itaat, herhalde Allah'ın gerçek mü'min kulları için de mümkün olabilir. Kur'an'da, kâfir cinn ve insanlara Ahiret'te şöyle denileceği belirtilir: “Ey cinn topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız.” İnsanlardan olan velileri ise, “Rabbimiz, birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık” derler...(En'am: 128)”Onların durakları ancak ateştir. [199] [184] Kur'an-ı Kerim, Hıcr: 27, Rahman: 15, Hacc: 5, Rum: 20. [185] Hak Dini Kur'an Dili, I 210, 406. [186] S. Ateş, a.g.e. 281-2. [187] Müfredat, 473. [188] Hak Dini Kur'an Dili, 302-7. [189] S. N. Nasr, Three Müslim Sages, 29-30, 71-73. [190] İslâm Ansiklopedisi, İblis' md.; Hak Dini Kar'an Dili, 320. [191] İslâm Ansiklopedisi, a.y. [192] Fİ Zılâl'il-Kur'an, VII, 32. [193] Hak Dini Kur'an Dili, I. 239. [194] İ. Arabî. Şecere t'ül-Kevn, çev. A. Akçiçek, Bahar yay. s: 109-128. [195] Müfredat, 98; Hak Dini Kur'an Dili,lll. 2030. [196] İslâm Ansiklopedisi, 'Cin' md. [197] Hak Dini Kur'an Dili, IH. 2031. [198] 'Tefsir-i Taberi'den nakl, Qamaruddin Khan, PoIitical Concepts in thc Quran, Karachi, s: 11-12. [199] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 219-244. Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: tuğba 6-c üzerinde 08 Ekim 2014, 17:08:31 ödevimi yapmakta yardımcı olduğunuz için çok teşekkürler, sağolun............
Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: Hafsa Nur 6.D üzerinde 11 Ekim 2014, 15:34:17 ödevimde yardımcı olduğunuz için teşekkürler. paylaşımı yapandan Allah razı olsun.
Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: Ceren üzerinde 11 Ekim 2014, 16:05:47 Aleykümselam.Rabbim bizi cin ve şeytanın şerrinden korusun .
Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: ❣ Muhammed ❣ üzerinde 11 Ekim 2014, 16:28:32 ve aleykümselam...Rabim bizleri şeytanın,cinin,iblisin,tüm pisliklerden bizleri korusun...
Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: Damla üzerinde 19 Ekim 2014, 21:52:15 Selamun aleykum:
Allah'ım bizi böyle şeylerden korusun.Paylaşım için teşekkürler. Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: sultan aktay üzerinde 21 Ekim 2014, 18:35:22 Ödevime yardım ettiğinz için teşkekürler Allah razı olsn :)
Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: İkraNuR üzerinde 21 Mart 2015, 13:15:37 paylaşım için teşekkür edereim. çok iyi bi bilgi oldu . Allah razı olsun.
Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: rabiacortge 7/D üzerinde 06 Ekim 2015, 18:09:37 ALLAH bizler şeytanın kötülüğünden her zaman uzak tutsun....
Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: rabiacortge 7/D üzerinde 06 Ekim 2015, 18:10:15 ALLAH RAZI OLSUN...
Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: rabiacortge 7/D üzerinde 06 Ekim 2015, 18:13:19 ALLAH bizleri şeytandan uzak tutsun Meleklerede yakın tutsun inşallah AMİNNN....ALLAH RAZI OLSUN...
Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: Sevgi. üzerinde 18 Ocak 2019, 03:11:09 Rabbim bizleri görünen ve görünmeyen tüm kötü varlıklardan korusun inşaAllah
Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan Gönderen: Mehmed. üzerinde 25 Ocak 2019, 19:34:12 Esselamü aleyküm Rabbim bizlerin ilmini artırsın Rabbim paylaşım için razı olsun
|