๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 13:46:09



Konu Başlığı: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 13:46:09
Ruh-Nefs, Melek -Cin/İblis/Şeytan

 Gerek varlıkların özleri, gerek yaratılış ve gerekse kâinatla ilgili olarak açıklanması zor, fakat gerekil kavramlardan olan Ruh, Nefs, Melek, Şeytan/İblis/Cinn birbirîeriylederinden derine bağlantı içindedirler.

Gerekli görülen yerlerde belirttiğimiz gibi, İslâm' da yaratılışın aslı madde veya cisim değildir. Allah kâi­natı mertebe mertebe varetmiş, her mertebedeki varlık­lara belli bir fonksiyon yüklemiştir. Varlıkların aslı Al­lah'tan olup, salt nur veya ışıktır. Yine, İslâm'ın yaratılış doktrininde 'madde' uzalıp kısalan, kesif, karan­lık ve yokluk olarak algılanmıştır; Allah'tan başka mut­lak ve kendilikleriyle gerçek varlığının olmadığı, bir yokluk ve zulmettir madde. İnsanın bir şeyi muhayyile­sinden geçirmesi hayal etmesi o şeyin maddesidir; sonra bu şey bir irade ve gerekli eylem sonucu bir 'kelime', bir fiil olarak ortaya çıkar. Bu fiil kendiliğinden olmadığı gibi, özü taşıdığı anlam, maddesi hayal, cismi ise dışta büründüğü şekildir. İşte, kâinattaki varlıkların asılları bir 'nur', bir 'ışık' halindedir, bu ışığın 'yokluk karanlığı'nda yansıması bir madde olarak 'alem-i şehadet'e çık­ması, bir kimlik giymesidir.

İşte, İslâmî kosmosta cisimsiz salt nurdan varlık­lar olduğu gibi, cisimli varlıklar da vardır. Belli bir hiyerarşik düzen içinde bulunan yaratıklar en üstte salt nurlu varlıklarla başlayarak aşama aşama iner ve en altta biçim ve ağırlığı da olan Alem-i Şehadet'e uzanır. Allah en altta insanın duyularına hitap eden, yani beş duyuyla algılanan yere 'dünya seması' adını verir.

İslâmî kozmolojide en üstte bulunan nurlu varlık­lar melekler'dir. Nur'dan sonra, bu nuru geçirme dere­celerine göre, diğer yaratıkların dört öğeden oluştuğu kabul edilir: Su, hava, ateş ve toprak. Su, halk konu­sunda da değindiğimiz gibi, varlığın bir bakıma te­melidir ve yeryüzünde varlık nedenidir. Hava görünmezse de sezilir ve aşağıda izah etmeğe çalışacağımız gibi, ‘ruh, ile yakından bağlantılıdır. Yeryüzündeki var­lık kategorilerini oluşturan madenler, bitkiler ve hay­vanların yanısıra, İnsan da topraktan varedilmiştir; bunlara karşılık Cinnlerse ateşten yaratılmıştır. [184]

Ateş yalın bir öğedir ve nura topraktan çok daha yakındır; hattâ kendisi de ışık verir. Bu bakımdan, nur­la toprak arasında aracı bir öge olarak görülmüştür. İşte, yine ateşten yaratılmış bulunan İblis/Şeytan, topraktan yaratılan insan karşısında, ateşin topraktan üs­tün olduğunu ileri sürerek secde etmemiştir. Oysa, insa­nın taşıdığı gerçek varlık özü, yani ruhu nurun yansı­masıdır ve Allah'ın ruhundandır; İblis bu ruhu gör­mek istememiş ve yüzeyde kalarak, salt cisimsel öğeyi değer ölçüsü olarak görmüştür.

İslâmî kosmosta, İblis/Şeytan şerrin temsilcisi ve 'mücessem heykel'i olarak yerini alırken, melekler de hayrın temsilcileri olma fonksiyonunu yüklenmiştir. İn­sansa hem hayra, hem şerre yönelebilecek özelliğe sa­hip bir varlık olarak, şeytanlaşabilir de melekleşebilir de. İşte, insanda topraktan yaratılmış bulunan bede­ninin yanısıra, melekleşmenin merkezi veya melekliğin sembolü olarak ruh, şeytanlaşmanın merkezi olarak da nefs bulunur. İnsan ruhuyla, metelklerle temasa geçer, ruhu adeta bir melek halindedir; nefsiyle ise şeytanla. temasa geçer, nefsi adeta içinde şeytanın merkezi gi­bidir.

Bu kısa açıklamadan sonra, kavramları tek tek ele alabiliriz:

Ruh'un. mahiyetini açıklamak için İslâm tarihin­de çok çeşitli yorumlarda bulunulmuştur. Hemen he­men açıklamaların tümü şu üç açıdan ele alınmıştır: Hareket, hayat, idrak. Bazıları, ruhun varlıkları hare­kete geçirici şey olduğunu ileri sürerek, ruhsuz hareket olamayacağını belirtmişler ve ruhu 'hareket ettirici kuvvet'le özdeş saymışlardır. Bir diğerleri, ruhu haya­tın başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Ragıp el-İsfahanî, “ruh, hayvanda hayatı hasıl eden cüzdür” der. Daha bazıları ise, ruhu algının, idrakin merkezi say­mışlardır. Genel olarak ise, ruhun elem, lezzet, sevgi nefret gibi duygusal ve duyumsal; tasavvur, algı ve düşünce gibi zihinsel ve irade gibi eyleme itici üç kuvvetin merkezi olduğu kabul edilmektedir. Yani, ruhun hareketin, algının ve hayatın kaynağı olarak zatıyla hayat, zatıyla algı ve zatıyla hareket sahibi olduğu ile­ri sürülmektedir. [185]

Soruna Kur'an ayetleri açısından yaklaşmaya ça­lışalım bir de:

Kur'an'da, “Sana ruhtan sorarlar; de ki: “Ruh Râbbimin emrindendir, size ilimden ancak az bir şey ve­rilmiştir (İsra: 85)»” buyurulmaktadır. Dikkat edilirse, bazılarının sandığı gibi ruhun bilinemeyeceği değildir bu ayette ifade edilen, genel anlamda insanlara 'ilim' den az bir şey verildiği belirtilmektedir. Öte yandan, hitap bütün insanlara değildir; en azından Peygamberler'e değildir. O halde, insanlar içinde ilimden çok pa­yı olanlar da bulunabilir. Eğer ruh bilinmeyecek ol­saydı, daha başka ayetlerde Allah ruhtan sözetmezdi; böyle bir şeyi iddia etmek, herkesin Kur'an'da bazı ayetleri hiç bilemeyeceği demek olur.

Emri açıklarken de belirttiğimiz gibi, emrin bir anlamda Allah'ın bütünüyle hakimiyet alanı olduğu­nu ve varlıkların Allah'ın, emre “ol” demesiyle yaratıl­dığını belirtmiştik. İşte, bu ayette 'min emr-i rabbi ifadesindeki 'min'in 'açıklayıcılık' ifade ettiği belirtilmiş ve emrle ruh bir bakıma özdeşleştirilmiştir; yani, bu durumda anlam 'ruh Rabbimin bir emridir’ olmakta­dır; şu halde, ruh varlığın özünü oluşturan şeydir ve aşağıda açıklayacağımız gibi, Allah'tandır.

Kur'an'da insanın yaratılışıyla ilgili ayetlere dik­kat ettiğimizde şunu görürüz: İnsan tasvir olunduktan sonra (bk. Tasvir) kendisine Allah'ın ruhundan üflen­miş ve meleklere önünde secde edilmesi emredilmiştir.

“Onu tesviye ettiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın (Hıcr: 29).”

“Sonra onu tesviye etti, ona Kendi Ruhu'ndan üfledi ve sîzin için kulak, gözler ve gönüller varetti (Secde:  9).”

Kur'an'da İsa'nın Alah'ın Ruh'u olduğu belirtilir­ken, Allah “biz” zamirini kullanır, oysa, insanın yara­tılışında üflediği ruhtan sözederken ise, 'ben' zamirini kullanır. Demek ki, insana üflenen ruh doğrudan doğ­ruya Allah'tandır. Gerçi, bunun insanın şerefini belirt­mek için bu şekilde ifade olunduğu belirtilmişse de, böyle bir açıklama biçimi kolaya kaçma demektir. İn­sana üflenen ruhun gerçeğini kavramak için, Allah'ın özel olarak ruh'u diye adlandırdığı İsa'nın durumuna bakalım: Bilindiği gibi İsa, kuş şeklindeki cisimlere üflüyordu:

“Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar ve ona üflerim der Allah'ın izniyle kuş oluverir (k. İmran: 49)”.

Demek oluyor ki, Allah'ın pak ruhu olan İsa üfle­diğinde cansız kuş cismini canlı kuş haline getirmek­tedir. Burada, ruh'un hayatın kaynağı olduğu açıktır. İkinci olarak, yukarıda verdiğimiz (Secde, Ayet 9) da insana ruhun üflenmesiyle birlikte, onun işitme, gör­me ve bilme sahibi olduğu ifade olunmaktadır (Bk. Sem'a, basar, kalp/fuad). Demek ki, ruh bilginin de merkezidir.

Allah, isimleri bildiği veya haber verdiği için insa­nı meleklerden üstün kılmış ve melekleri önünde secde ettirmiştir. İnsanda bilginin kaynağı da 'sem'a ve ba­sar’ yoluyla kalptir; kalpse ruhun merkezidir; yani isimlerin, bilginin kaynağı ruhtur; ruh insana bilgi ve hayat kazandıran bir ışıktır. Hayatı anlatırken de be­lirteceğimiz gibi, gerçek hayat mü'minlerin yaşadığı hayattır, kâfirler yaşar da görünseler, ölüdürler; sem'a, basar ve bsar kalpleri örtülmüş durumdadır. Şu halde, ruh maddî hayatla, manevî hayatın merkezidir,  bilginin, hayatın ve salih amelin merkezidir.

Bu genel tanım çerçevesinde Kur'an'da geçen ruh kelimesinin anlamlarını açıklamak herhalde daha ko­lay olacaktır. Kur'an bir ruhtur –“İşte böyle sana emri­mizden bir ruh vahyettik (Şura: 52)” - çünkü, Kur'an her şeyden önce şifadır; ölü insanları diriltir, onlara hayat kazandırır; gökten inmiş bir sudur o. Nasıl, yağ­murlar ölü beldeleri diriltirler ve ölü toprağa can ve­rirlerse, Kur'an da topraktan yaratılmış, ama ölmüş bu­lunan insanlara can verir, içinde bağlar, bahçeler biti­rir. Vahy de bir ruh'tur; nitekim, “sana ruhtan sorar­lar” ayetinde ruh'un vahy olduğunu ileri sürenler ol­muştur; burada ruhu. salt vahy olarak anlamak, hem vahyi, hem ruhu iyi kavramamak demekse de, vahyin de ruh olması açısından doğru bir tesbittir. Zaten, Kur' an vahydir, öyleyse vahy de ruhtur, çünkü o da ha­yat kazandırır, bilgi kazandırır ve hareket, eylem ne­denidir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, “Ey iman eden­ler! Sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Al­lah ve Rasûlü'ne uyun (Enfal 24)” Duyurulmaktadır. Kur'an'dâ ruh'la, ilgili kelimeler arasında rîh, ravh, riyah vereyhan geçmektedir. Rîh hareket halindeki ha­vadır, rüzgârdır ve Kur'an'dâ çoğunlukla azap taşıyıcı olarak geçer:

“Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Ne zaman ki siz gemideyken, gemiler içinde bulunanları hoş bir rîhla taşırken ve onlar da tam bununla sevin­dikleri anda şiddetli kasırga şeklinde bir rîh gelir.. (Yunus:  22).”

“Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttum dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azap bulunan rîh'ftr (Ahkaf: 24).” Rîh 'koku' anlamına da gelir: “Kervan yola çıkınca, babaları, “eğer bana bunak demezseniz, inanın ki, ben Yusuf'un rîh'ını duyu­yorum” dedi (Yusuf: 94).”

Rîh, mecaz olarak 'güç, kuvvet, kudret' anlamları­na da gelir; kuşkusuz bu anlam, güçlü esen rüzgârdan esinlenmedir.

“Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin; çekişmeyin, yok­sa korkuya kapılırsınız ve r'îhınız gider(rüzgârınız kesilir)  (Enfal: 46).”

Ravh, 'beklenti, ümit, rahatlık, rahatlamayı bek­leme' demektir; bu yüzden açıktır ki, 'ruh'la çok ya­kından bağlantısı vardır. Ruh bir rüzgâr gibi hafif ve görünmez, güzel koku taşıyan, hayat ve ümit bahşeden bir şeydir:

“Allah'ın ravhından ümit kesmeyin; çünkü, kâfir­ler kavminden başkası Allah'ın ravhından ümitsiz­liğe düşmez (Yu&uî: 87).”

Riyah, 'rahmet' taşıyan rüzgârdır; yine o da 'ruh'la bağlantılıdır.

“... Riyah'î ve gökle yer arasında emre hazır bek­leyen bulutları yaymasında akleden bir kavm için ayetler vardır (A. İmran: 164).”

 “O ki, riyah'ı rahmetinin önünde müjdeci gönde­rir...(Arat: 57)”

Reyhan 'kokulu şey, kokusu olan' demektir. 'Rey­han', ayrıca 'nimet, rızk, yenilen şey' anlamlarında da kullanılır. Araplar, 'çocuk Allah'ın reyhanındandır' der­ler; “Hasan ve Hüseyin benim Cennet'ten iki reyhanımdır” hadisinde de ifade olunduğu gibi, 'çocuk güzel ko­kulu bir nimet'tir. Yine, Araplar 'nereye' sorusuna “Al­lah'ın reyhanından istemeğe” diye cevap verirler ki, burada da kastedilen 'güzel rızk'tır:

“Yapraklı taneler ve hoş kokulu bitkiler” (Rahman: 12).

“Ravh, reyhan ve nimet cennetin (Vakıa: 89).

Kur'an'da nefs, öncelikle tek tek bireyin kimliği, kendisi, 'ene'si anlamında kullanılır:

“O gün her nefis hayırdan işlediğini hazır bulur” (A. İmran:  30).

Yine, daha pek çok ayette 'enfüseküm, enfüsühüm,. -kendiniz, kendileri, kendi, kendin, kendim' gibi ifade­lerde nefs hep tek tek kişiler, o kişilerin benliği, 'ene'si anlamındadır.

Nefs tek tek her varlığa, diğerlerinden ayrı nite­likte bir varlık kazandıran yön, ya da bu varlığın ken­disidir. Bu bakımdan, nefs genellikle dünya hayatının, maddî hayatın kaynağı olarak görülmüştür. Şu. halde nefsin bitkisel ve hayvansal nitelikleri vardır; her var­lığın ayrı bir nefsi veya her varlık ayrı bir nefs halinde olduğu gibi, kendinde her varlıktan bulunan insan nefsi de madenî, bitkisel ve hayvansal öğelerden oluşur. Özümleme, sindirme ve boşaltım gibi fonksiyonlar nef­sin bitkisel, kuvvet, güç, şehvet, hareket, görme, yü­rüme, duyma, tatma., gibi fonksiyonlar da hayvansal fonksiyonlarıdır. Öte yandan, acıkma, susama, cinsel arzu gibi duyumlar da yine nefsin duyumlarıdır. Nef­sin bu duyum ve fonksiyonları onun hayatını sürdür­mesi için gereklidir, bunlarsız hayat olmaz. Fakat o şeytan'ın etkisiyle kendini her şey olarak görmeğe baş­lar. Şeytan ona 'ser'sin, der, o da “benim, benden baş­kası yok, her şeyin, her hakikatin ölçüsü ben'im, ben” der. Böylece nefs bir birey olarak hakikatin ölçüsü ha­line gelince, ruh ve mutlak Hakikat, dolayısıyla Hakk da örtülmüş (küfr) olur; böylece yeryüzünde fesat, kav­ga ve anarşi doğar, tek tek bireyler rabb, nefsilikleri de ilâh haline gelir (Batı hümanizmi'. Bu nefs 'emmare nefs'tir:

“Ben nefsi'imi aklamam, çünkü nefs muhakkak kö­tülüğü emreden (Yusuf: 53).

Peygamberler Allah'tan bir ruhla, gelirler ve onun ışıklarıyla ruhun üzerine giderilmiş perdeleri sıyırma­ya çakşırlar. Eğer, insandaki ruhun merkezi olan kal­bin melekeleri (bk. kalp) bütünüyle Ölmemiş ve kalp kaskatı kesilmemişse, bu perdeler yavaş yavaş sıyrıl­maya başlar. Yedi tane olan bu perdeden yedinci sıy­rıldığında nefs kendi kendini yaptıklarından dolayı kı­namaya başlar; her ne kadar Şeytan'a uymaya devam -ederse de, bundan rahatsızlık duyar ve günahlarından dolayı kendini kınar. Böyle nefse 'nefs-i levvame' deni­lir.

“Yemin olsun nefs-i levvame'ye (Kıyame: 2).” însan ruhun ışıklarına kalbini açtıkça, kendi ru­hundaki perdeler de, yukarıda belirttiğimiz gibi sıyrıl­maya devam eder. Kötülüğü yavaş yavaş bırakıp, ruhun ilhamlarını almaya başlayan nefse, veya nefsin ruhun ilhamlarını almaya başlamış haline nefs-i mülhime de­nilir:

“Andolsun nefse ve onu düzenleyene; ona fücuru­nu da ilham etti, takvasını da (Şems: 7-8).” Ruhî ilhamlarla dolan ve gerçek mutluluğu ve doy­gunluğu Allah'ın zikrinde, vahyde ve Kur'an'da bulan nefs, 'nefs-i mulhime'denir;

‘Ey mutmainne nefs, Rabbi'ne dön! (Fecr: 27).” Allah'ın zikriyle doygunluğa ulaşmış bulunan nefs, artık bütün kötülüklerden temizlenir, arınır ve nefs-i zekiyye halini alır:

“Andolsun, onu tezkiye eden kurtuldu (Şems: 9).” (Bk. tezkiye.)

Kurtulan nefs, artık 'mü'min nefs'tir. Kur'an'da, iman'ı anlatırken de belirteceğimiz gibi, bu nefsin ni­telikleri kısaca şöyledir:

“Namazlarında huşu içindedir; her türlü boş şey­lerden yüz çevirir; zekâtı verir ve malını arıtır; organlanın Allah'ın haramlarından alıkor; emanete, sözüne ve ahdine riayet eder; namazlarını geçirmeden ve dik­katle kılar, üzerlerine titrer.. (Mü'minûn: 2-9).”

Bu haldeki nefs, çocuk gibidir, adeta günahsız ha­le gelmiş durumdadır. Nitekim, Hz. Musa, beraber yol­culuk yaptığı salih kulun (Hızır) öldürdüğü çocuk için 'nefs-i zekiyye’ deyimini kullanmıştır.

Nefs-i zekiyye doygundur, arınmıştır. Artık Allah ondan razıdır, o da Allah'tan razıdır; yani gerçeği, gö­rünür gölgelerin gerisindeki hakikati anlamış durum­dadır. Razılık;(rıdvan) cennetine girmeğe hak kazan­mıştır:

“Dön Rabbi'ne razı olmuş ve razı olunmuş olarak (Fecr: 27).”

İşte, raziye ve marziye nefsle ruh bir bakıma öz­deş hale gelirler; bu insanın ilk yetkin halini, ilk Ade­miyet halini kazanmasıdır.[186]

Melek veya Melâike kelimesinin, 'kuvvet' anlamına gelen 'melk'ten 'feal' vezninde 'kuvvet sahibi’ demek olduğu 'me'lek'ten gelip 'melâike' şeklinde çoğul ya­pıldığı söylenmiştir. Bu görüşler fazla önemli bulunma­mış ve kendilerine pek itibar edilmemiştir. Çoğunluk, kelimenin 'mel'ek kelimesinden gelip, .'haberci' demek olduğu ve 'melâike' şeklinde çoğul yapıldığı fikrinde­dir. Bu .anlamda 'melek’ 'haberci, elçi, rasûl anlamla­rına gelmektedir. Ragıp el-İsfahanî, 'melek'in 'melâike’ den geldiğini, bazılarınınsa 'mülk'ten türediği görüşün­de olduğunu belirttikten sonra, 'melâikenin siyasetten bir şeye görevli ve egemen olanına 'melek'; insanda ola­nına da 'melik’ denilir; bir de, 'melâika’ tekil olarak da, çoğul olarak da kullanılır” der ve 'melek’ kelimesinin kuvvet ve tedbirle, 'melâike'ninse risalet ve habercilik­le ilgisi bulunduğunu hissettirir. [187] Yani, 'melek? Veya 'melâike’ kelimesinin genel olarak çağrıştırdığı anlam 'elçilik, risalet, habercilik, işi yerine getirme ve kuvvet'tir. Bu yüzden, peygamberliği yalnızca meleklere özgü kabul eden ve insanın peygamber olamayacağını sanan müşrikler, insandan peygamberlere itiraz etmişler ve vahyi yalnızca meleklerden beklemişlerdir; fakat, vah­yi yine meleğin getirdiğini, yani, meleğin peygamberle Allah arasında elçi olup, peygamberin de Bu vahyi ken­dilerine tebliğ ettiğini kavrayamamışlar, daha doğru­su, kavramak istememişlerdir(En’am: 8, 9, 50; Furkan: 7...).

Meleklerin elçiliği salt habercilik yapmak, ya da peygamberlere vahy getirmek şeklinde değildir. Zaten, peygamberlere vahy getiren melek genellikle Cebrail olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan, yalnızca sözün değil, eylemin haberciliğini de yapan melekler vardır. Nitekim, Kur'an'da 'savaşlarda mü’minlere yardım eden meleklerden (A. İmran: 124, 125), Allah'ın azap hük­münü yerine getiren meleklerden (Hud: 81) ve peygamberlere ve Allah'ın daha başka seçkin kullarına müjde­ler getiren meleklerden (Hud: 69-74; Meryem: 17-19) söz edildiği gibi, gök gürültüsü de adeta bir melek gibi sunulur(Ra'd: 13). Bunların dışında, insanların yaptıklarını yazan ve kendilerine 'kiramen kâtibin' denilen, aynı zamanda insanların üzerinde koruyucu olan melekler (İnfitar: 7-11) bulunduğu gibi, Allah deyip, dos­doğru olanların üzerlerine inen melekler (Fussılet: 30), kâfirlerin arkalarına vura vura, mü'minlerinse tatlılık­la canlarını alan melekler ve yeryüzündeki insanlar için Allah'tan bağışlanma dileyip, onlar için istiğfarda bu­lunan, insanların karanlıklardan nura çıkmaları için çalışan melekler vardır (Ahzab: 43). Bunlardan ayrı ola­rak, Kur'an'da meleklerden “söküp çıkaranlar, yavaşça çekenler, yüzüp yüzüp gidenler, yarışıp geçenler, emri düzenleyenler (Naziat: 1-5); ard arda gönderilenler, rüz­gâr gibi eşip savuranlar, yaydıkça yayanlar, ayırdıkça ayıranlar” (Mürselât: 1-4) olarak sözedilir.

Demek oluyor ki, melekler Allah'ın emrini düzenle­yenlerdir, onu yerine getiren varlıklardır. Kâinatta mey­dana gelen hiç bir olay kendine özgü mutlak bir ka­nunla değil, İlâhî îrade'nin tecellisi ve İlâhî Kudret'in etkisiyle meydana gelir. Bu bakımdan, melâike, İlâhî kudret ve yaratıcılığın birlikten çokluğa yayılmasını ve onun belirlenip çeşitlenmesini ifade eden etkin gül­ler olarak düşünülmelidir. ve, kinatta hiç bir şey, ‘hiç bir olay, hiç bir hareket tasavvur olunamaz ki, melekî bir risaletsiz meydana gelmiş olsun.

Biz kâinatta maddeyi değil, bir gücün eserini, gö­rürüz. Görülen her eylem ve hareket, mutlaka hareket ettirici bir etkenin sonucudur. Madde kendi kendine atıldır, hareketsizdir. Her hareket veya olay, bir hare­ket ettrici gücün eseridir. Bu güç ve kudretin tamamı Allah-ü Tealâ'da birleşmiş durumdadır, yani, her güç ve kudret O'ndandır. İşte, kudret-i ilâhiyyenin ilk be­lirginleşme ve tecellî vasıtası melâikenin risaletidir bu bakımdan, melâikesiz bir olay düşünülemez, melâikesiz bir damla yağmur düşmez. [188] Nitekim, bugün Batı biliminin etkisiyle, Allah ve melâikeyi kâinattan silmiş olanlar hurafe' de kabul etseler, gök gürültüsüne 'ra'd' adlı meleğin haykırması diyen eski müslümanlar her­halde daha çok İslâm'a yakındırlar.

Bu açıklamalarımızdan ayrı olarak, Kur'an'da, Arş'ı taşıyan, Cehennem'in kapısını bekleyen, saf halinde duran, Allah'a özel yakınlığı bulunan ve sürekli olarak yorulmadan O'nu teşbih eden, secdede ve rükûda du­ran, O'na hamd eden meleklerden de sözedilir. Bir hadis-i şerifte 'meleklerin nurdan yaratıldığı' ifade olun­muştur.

Melekler insanların yardımcılarıdır da. Bazı İslâm bilginleri her insanın ruhunun gökteki temsilcisi ola­rak bir meleğin bulunduğundan da sözetmişierdir.[189] Yani, insanda ruh, insanın meleklik yanını temsil eder ve bu ruhla insan meleklerle temasa geçer. İnsanlar gi­bi melekler de üstünlük bakımından derece derecedir­ler. Gerek bu konuda, gerek insanlarla meleklerden han­gilerinin daha üstün oldukları konusunda, gerekse, Kur’an'da meleklerle ilgili olarak 'ikişer, üçer, dörder ka­natlı elçiler' şeklindeki ifade (Fatır: 1) hakkındaki ge­reksiz tartışmalara dalmak istemiyoruz. Yine, melekle­rin cinsiyeti ve masumluğu konusunda da çeşitli kelâm kitaplarında geçen gereksiz açıklama ve tartışmalar da 'bilemediğimiz gaybı taşlama' olacağından, konumuzun dışındadır. Yalnız burada şu kadarını belirtmeliyiz ki, meleklerin insan suretine girdikleri Kur'an'da açıkça ortaya konulmaktadır (Meryem: 17;  Hud:  69-81).

İblis'in 'B-L-S' kökünden türediği söylenmiştir. Bu kök, 'if al' babında 'eblese' ve masdar olarak da 'iblas' halini alır. 'İblas', bütünüyle umut kesmek, hale gel­mek, suskunlaşmak’ demektir: [190]

“Saat kıyam ettiği zaman suçlular umutsuzca su­sar  (Rum:  12).”

“Kendilerine hatırlatılanları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları zaman da onları ansızın yakala­dık; birden bire bütün umutlarını yitirdiler (En'am: 44).”

İblis ateşten yaratılmıştı ve cinlerdendi. Gerçi, 'Adem'e secde etme' emriyle yükümlü tutulduğu için onun meleklerden olduğu da söylenmişse de, Kuran'da onun "cinler'den olduğu belirtilmektedir (Kehf: 50). Şu kadar ki, cinn konusunda da değineceğimiz gibi, Elmahlı'nın hatırlattığı üzere, insan duyularından gizli bu­lunan bütün ruhanî varlıklara genel anlamda cinn dendiği ve bu bağlamda şeytanların ve meleklerin de cinnlere dahil olduğu da belirtilmiştir. Nitekim, Zemahşerî de, Kur'an'da geçen melek adının cinnleri de içine aldığını ileri sürer. Bu arada, insandan önce yeryüzün­de fesat çıkaran cinlere karşı bir takım meleklerin ba­şında olarak gönderilen ve o zaman Azazil adını taşıyan İblis'in cinleri dağlara püskürttüğü; cinnler gibi yer­yüzünde yaşayıp el-Hakem adıyla cinlere hakem tayin edildiği, bir ara bu görevindeyken gurura kapılıp sonra göğe iltica ederek, Adem'in yaratılışına kadar Allah'ın sadık bir kulu olarak kaldığı; hattâ, Allah'a en yakın meleklerden biri olup, yeryüzündeki ve en alt kat gök­teki cinnler üzerinde hüküm sürdüğü gibi bir takım inanılması güç rivayetler tefsir kitaplarına kadar geç­miştir. [191]

Bütün bu rivayetler karşısında, en güvenilir açık­lama herhalde merhum Elmalılı'nın yorumudur. Ona göre, Adem'e secde emrine kadar Allah İblis'in haysiye­tine dokunacak hiç bir teklifte bulunmamıştı. İşte, o zamana değin isyan etmeyip, meleklerin içinde bulun­ması bundandı. Böyle durumlarda, itaatin Allah'a mı, yoksa nefse mi olduğu belli olmaz; çünkü, ortada he­nüz itaatin kime olduğunu belirginleştirecek bir imti­han yoktur., Ama, İblis, Allah'ın Adem'e secde etmesi emrini reddetti. Demek ki, irade sahibiydi.

İblis'in Adem'e secde etmeği reddedişinde dikkati­mizi çeken iki nokta vardır: Birincisi, varlığın dış bi­çimine bakıp, özünü görememesidir. O, Adem'in top­raktan, kendininse ateşten yaratıldığını, ateşin toprak­tan daha üstün olduğunu ileri sürmüş, ama, kendisin­deki gerçeği göremeyen cahilliğe ve insandaki gerçek bilginin, isimlerin kaynağı olan ruha dikkat edememiştir. Açıktır ki, her küfr ve şirk sisteminde değer yargırsı olarak fizikî görünümü, şekli, zenginlik, beden güzel­liği gibi bir takını dış nitelikleri kabul edenlerle İblis arasında herhangi bir fark yoktur. Varlıklarının özü olan ruhu perdeleyip, kendilerini dış görünümlerinden ibaret sayanlar, alabildiğine dışa önem vermekte, içle­rinin, ruhlarının olduğunu ise kavrayamadıklarından inkâr etmekte, bunu da gerçek bilgi, özgürlük, ilerici­lik gibi kof terimlerle açıklamaktadırlar.

İblis'in davranışında dikkatimizi çeken ikinci nok­ta, Allah'ın kesin hükmü karşısında kıyas yapmaya kalkışmasıdır. Çünkü, Allah'ın kesin hükmü karşısında ku­la seçim hakkı tanınmaz ve sadece itaat etmesi iste­nir. O halde, Allah'ın hükümlerini kabul etmedikleri gibi, değiştirenler ve yerlerine başka hükümler koyan­lar, merhum Seyyid Kutub'un belirttiği gibi, İblis'ten asla farklı değillerdir. [192]

İşte, İblis Allah'ın emrine karşı gelip de, davranı­şında diretince Kıyamet'e kadar lanete müstahak kı­lınmış ve Allah'ın rahmetinden bütünüyle uzaklaştırıl­mıştır. İblis'e İblis denmesinin nedeninin bu olduğu belirtilir.

İnsan, hayra da şerre de yönelebilecek bir varlık olduğu için, hem meleklik, hem de İblislik niteliklerini taşımaktadır. İşte, İblis onun nefsindeki bu nitelikler üzerinde çalışmak için Allah'tan izin almış ve şöyle diyerek, insanın yeryüzünde tutulduğu imtihanın adeta bir yönünü oluşturmuştur:

“Bana tekrar dirilecekleri güne kadar süre ver.”

“Haydi, sen süre verilmişler densin.”

“Beni azdırmana karşılık, andolsun, ten de onla­rı saptırmak için Sen'in doğru yolunun üzerine otu­racağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağların­dan, sollarından onlara sokulacağını ve çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın. (A'raf:  14-17)”

“Beni azdırmandan ötürü, andolsun onlara süsleye­ceğim de süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım(Hicr: 39).”

Görülüyor ki, İblis belli fonksiyonu olan bir var­lıktır. İnsanın irade sahibi olması ve yeryüzünde hali­felik (bk. Halife) gibi, gerçekten zor ve onurlu bir so­rumluluğu yüklenmesi onun imtihandan geçmesini ge­rektiriyordu. Dünya hayatı, ebedî yolculuğu üzerinde, Ahiret hayatını belirleyecek, oradaki kitabının kelime­lerini oluşturacak geçici bir hayat ve berzahtan ibaret­ti yalnızca. İşte, yeryüzünde tutulduğu imtihanın şerr kanadını İblis oluşturur ve yukarıda açıklamaya ça­lıştığımız şekilde nefsin salt şerr ve hayvansal öğeleri üzerinde çalışırken, ruhu da salt hayr kanadını tem­sil ediyor ve meleklerle yardımlaşabiliyordu.  İblis'in, yukarıdaki ayetlerde ifade olunan fonksiyonunu belir­tici sözlerinden sonra Allah-ü Tealâ şöyle buyurdu:

 “Git,  onlardan  kim  sana  uyarsa,  cezası Cehen­nemedir, mükemmel bir ceza size! Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat; atlıların ve yayalarınla üzerlerinde yaygarayı bas; mallarda ve çocuklarda kendilerine ortak ol, onlara va'd et de va'd et..(İsra: 63-64)”

Kur'an'da çok ilginç bir biçimde bu aşamadan son­ra birdenbire şeytan'la karşı karşıya geliyoruz. İlk ya­ratılışında Adem'e secde etmeyen, bu yüzden Allah'ın rahmetinden kovulan ve insanları azdıracağını söyleyen hep îblis'tir. Fakat, işte bundan sonra durum birden değişir ve iki yönlü bir durum arzeder bu değişim. İlk olarak, ilginçtir ki, İblis insanın çoğalacağını ve belli bir süreye deyin -ihtimal ki- hem de yeryüzünde ya­şayacağını bilmektedir. Yine, İblis, insanın sapmaya meyilli bir varlık olduğunu da bilmektedir; görevinin onu zayıf yerinden yakalayıp, bütün azgınlığıyla nefsini ortaya çıkaracağını, böylece, onun meleklerden üstün durumundan uzaklaşıp, her zaman kendine kul olma­ya müsait bir yapıya bürüneceğini ve sonuçta 'Cennet hayatı'ndan, zorluklarla dolu 'dünya hayatı'na geçe­ceğini de -ki, bu, Kur'an'ın diliyle hübut, yani düşüş­tür- bilmektedir. Artık, bu aşamada, yani İblis'in fonksiyonuyla, Adem'in de imtihanıyla başbaşa bırakıldığı aşamada, temelde tüm insanlığın temsilcisi durumun­daki Adem artık tek bir insan olarak karşımıza çıkar­ken, İblis de Şeytan olarak karşımıza çıkmaktadır. Ya­ni, imtihanın başladığı andan itibaren İblis Şe’ytan'a, Adem de birey olarak tek bir insana dönmüştür.

Şeytan kelimesinin sözcük anlamı ve etimolojik kökeni konusunda çok çeşitli görüşler ileri sürülmüş­tür. Kamus Tercümesi'nde “kibirli ve asî olan cinn ve insan” şeklinde açıklanan Şeytan kelimesinin, 'habis' anlamıyla 'İbranî' kökenli, 'insanüstü varlık' anlamıyla da İslâm öncesi Arap kökenli olduğu ileri sürülmüştür. Bazıları, 'uzaklaşmak' anlamında 'Şe-Ta-Ne' fiil kökün­den geldiğini söylerken, bazıları da, 'diş gıcırdatmak, yakmak, hırsıyla yanmak' anlamında 'Şâ-Ta-Şe-Ye-Ta’ fiil kökünden geldiğini belirtir. 'Allah'tan uzak' olduğu ve Allah'a karşı çıktığı için 'uzaklaşmak, karşı çıkmak' anlamındaki 'şe ta ne'den geldiğini ileri sürenler, onun 'racîm - taşlanmış' olmasının görüşlerine delil olabi­leceğini belirtirler. Şeytan'ın ateşten yaratılmış olma­sı da, ikinci görüşü destekler niteliktedir. [193]

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, insan için imtihan başlayınca, kendisine olan 'apaçık düşmanlığından do­layı, onu saptırmaya çalışan artık İblis değil, Şeytan' dır. Şeytan cennet hayatı yaşayan Adem'e yaklaşmış ve onu rahat, cennet hayatından, güçlüklerle dolu bir hayata  çekecek  bir  günahı  işlemeğe itmiştir.  Allah Adem'i başlangıçta uyarmıştı da Şeytan'a karşı;  “Ey Adem, bu senin ve eşinin düşmanıdır; sakın sizi cen­netten çıkarmasın, sonra yorulursun” demişti (Tana: 117). Fakat, daha önce de belirttiğimiz gibi, insanın yapısında bulunan hırs, tamah, kanaatsizlik ve ölüm­süzlük isteği gibi bir takım tutkular her zaman onu Allah'a isyana götürebilecek niteliktedir. İşte, Şeytan insana bu zayıf yönünden yaklaştı kendisini 'ebedîlik ağacına ve yok olmayacak bir mülke/ hükümdarlığa gö­türeceğini' va'detti; sonra da, “ben sizin ancak iyiliği­nizi istiyorum” diye yemin etti ve böylece Adem Şeytan'ın ilk sillesinde sürçtü ve kendisini cennetten çı­karacak derecede bir günah işledi. Böylece, onu me­leklerden üstün yapan niteliği örtüldü; fiilî olarak var­ken bir imkân şeklinde var olma' derecesine indi ve birden kendisinde  utanılacak yerlerin olduğunu gördü, beşerleşti ve zorluklarla dolu yeryüzü hayatına atıldı. Bu ilk Adem-İblis karşılaşmasının ortaya koyduğu kesin bir gerçek vardır. İnsana dünya hayatının zor­luklarını tattıran günahlardır; onun mutsuzluğu gü­nahta ve Allah'a isyanda, mutluluğu ise Şeytan'a uy­mamaktadır. Adem, yasaklanan ağaçtan yemekle ken­disine verilen bilginin kaynağı isimlerin ışığı ruhunun karardığını ve nefs-i emmalesinin bütün azgınlığıyla ortaya çıktığını görmüştür. Demek ki, her bir günah ruhun ışınlarından birini alıp götürmekte, bütünüyle günahlara dalanların ruhları kararıp, kalpleri kaskatı kesilmektedir.

İnsan soyunun yeryüzündeki imtihanı ve meşak­katli hayatı başlamıştır artık. Şeytan onun peşini hiç­bir zaman bırakacak değildir; fakat nasıl kandırır Şey­tan insanı? Sağından, solundan, önünden ve arkasın­dan nasıl gelir insana? Bu soruya, fazla ayrıntıya dalmadan Kur'an ayetleri çerçevesinde kısaca göz atalım.

Şeytan fısıldar; sürekli olarak, vehimler, hayaller, zanlar eker insanın içine; onu hiç bırakmaz ve her hayırlı işten alıkoymaya, her şerrli işe de sürüklemeğe çalışır. Şeytanın fısıldaması Şeytan'ın vahyidir.

Şeytan, zengin olup, zekât vermesi, infakta bulun­ması gereken insanlan bir gün fakir düşebileceklerini, dolayısıyla mallarını biriktirip, 'bir gün zamanı' gelir diye saklamalarını öğütler (Bakara: 268). Bu öğüde kananlar, “Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kim­selere biz mi yedirelim?” derler ve mallarından Allah yolunda bir kuruş olsun sarf etmek istemezler (Yasin: 47).

Şeytan insanlara her türlü ahlâksızlığı emreder (Bakara: 268). Onları içkiye, kumara, fala, Allah rıza­sı dışında eylemlerde bulunmaya, Allah'tan başkasın­dan yardım istemeğe ve böylece başkalarının önünde eğilmeğe çağırır. Kâinattaki ve insan hayatındaki olay­ları bir takım tesadüflere, bağımsız kanunlara, bağım­sız nedenlere bağlar ve insanları buna inandırır (Maide: 90). Böylece, onlara Allah'ı unutturur, kumarla, içkiy­le, şans oyunlanyla insanlan emek harcamaktan alı­koyduğu gibi, aralarına da düşmanlık ve buğz tohum­lan eker (Maide: 91). Bunun sonucunda, insanlar bir­birlerini öldürür, kanlar akar, yuvalar yıkılır, dinmeye­cek kin ve düşmanlıklar doğar.

Şeytan insanlan birbirleri üzerinde bağyetmeğe, yani haksızlıklara iter. İnsanları başkalarının hakları­na göz diktirir. Bunun sonucunda kuvvetli ve kurnaz olanlar başkalarının haklarına el atarlar; sonra, bu davranışlarını haklı göstermek için kurallaştırırlar.. Böyle böyle yeryüzünde Allah'ın dininden ayrı din, ce­zalandırmasından ayrı cezalandırma, tahtından ayrı taht, ordularından ayrı ordular oluşur. Bu da, Kur'an'ın diliyle yeryüzünü kaplayan fesat ve fitnedir. İşte, Şeytan'ın emirlerini yerine getirenlere Allah, “şeytanın velileri der. Onlar, Şeytan'ın hükümlerini yeryüzünde uygularlar. Şeytan, böylesi velilerin dinlerine tabî ol­mak zorunda kalanlara korku aşılar, onları Allah kor­kusundan uzaklaştırır ve velilerinden korkmayı Allah korkusunun yerine yerleştirir (A. İmran: 175). Bunun sonucunda, Şeytan'ın velileriyle savaşmak emredilirken, insanlar onlarla savaşamazlar (Nisa; 76).

Şeytan insanlara Allah'ı hatırlamayı ve O'nun gön­derdiği Kitabin ardından gitmeği unutturur (Yusuf: 42; Zuhruf: 36). İnsanlara çok çeşitli va'dlerde bulunur. ama aldanmadan başka bir şey de va'd etmez.

Aslında, Şeytan'm insanlar üzerinde fazla bir hük­mü yoktur, onun hilesi zayıftır (Nisa: 76). Ahiret'te he­saplar görüldüğü zaman, Şeytan aldattığı kişilerden kaçacak ve “Muhakkak Allah size hakk va'dde bulun­du, ben de size va'dettim, ama ben va'dimden caydım. Benim bir gücüm yoktu; Sadece sizi davet ettim, siz de davetime koştunuz. O halde, beni yermeyin, kendi ken­dinizi yerin! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben, önceden beni (Allah'a) ortak tutmanızı da tanımamıştım zaten. Doğrusu, zalimler için acı bir azap vardır diyecektir (İbrahim: 22).

Demek ki, Şeytan insandan daha zayıftır ve insan üzerinde fazla hükmü yoktur. Fakat, tutkularına, hay­vansal arzularına köle olan insanlar kolayca Şeytan'ın va'dlerinin ardından giderler; hiç düşünmeden, yular­larını Şeytan'ın eline verip, onun va'dettiği pembe dün­yalara, gerçek yaşanacak yerler diyerek dalar gider­ler. Oysa, Şeytan'ın yerleri çöplüklerdir; kumarhane­ler, fuhuş yuvaları, Allah'a isyan edilen merkezler ve her türlü batakhanelerdir. Bu bakımdan, yiyeceğinin Allah dışında putlar için kesilen kurbanların etleri, harcanan mallar, içeceğinin şarap, eğlencesinin yasak edilmiş oyunlar ve müzik, yatak arkadaşlarının sarhoş­lar vs. olduğu söylenmiştir. [194] İşte, bütünüyle Şeytan'a uyan insanlar ve cinnler de şeytanlaşıp, daha başkala­rını da kendi yollarına çekmeğe çalışırlar ki, Kur'an'da bu şekilde Şeytan'a tamamiyle kul olanlara, onun emir­lerini yerine getirenlere de şeytan denilir ve sık sık ins ve cinn şeytanlarından, sözedilir. Bütün bu şeytanlar ve kulları Şeytan'ın hizbini oluştururlar:

“Bakmadın mı, Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu velî edinenlere? Onlar ne sizdendir, ne onlardan, bilerek yalan yere yemin edip duruyorlar. Allah onlara şiddetli bir azap hazırladı. Yaptıkları­nı doğrusu ne de kötü yapıyorlar! Yeminlerini kal­kan yapıp, Allah'ın yolundan alıkoydular; onlar için küçük düşürücü bir azap vardır. Onların ne malları, ne de çocukları kendileri için Allah'tan hiç bir şey savamaz; onlar Ateş'in ashabıdır, orada ebedî kalıcıdırlar. Allah onların hepsini dirilttiği gün size yemin ettikleri gibi, Ona da yemin eder­ler ve kendilerinin bir şey üzerinde olduklarını sa­nırlar. İyi bilin ki, onlar yalancılardır. Şeytan on­ları istilâ etmiş ve onlara Allah'ın zikrini unuttur­muştur. Şeytan'ın hizbi'dir onlar; iyi bilin ki, Şey­tan'ın hizbi hüsrana uğrayanlardır (Mücadele: 14-19).”

Şeytan'ın Hizbini oluşturanlar münafıklardır; veli­leri de yine münafıklardan ve aynı zamanda müşrik­lerden çıkar. Fakat, onlar hep batıl üzerindedirler; ba­tıl mahiyeti gereği yokluktur, yok olmaya mahkûmdur; ama var görünür. Hakk geldiği zaman, Güneş çıkınca karanlıkların yok olup gittiği gibi yok oluverir, fakat Hakk, kendisini tutacak insanlarla batılı götürür, şu halde, Şeytan'ın Hizbi'nin karşısında Allah'ın Hizbi olduğu zaman, zaten kaybetmeğe mahkûm olan Şeytan'ın Hizbi kesinlikle kaybedecektir. Demek ki, yeryüzün­de tutulduğu imtihanı başarıp başaramamasına göre, insan ya Şeytan'ın, ya da Allah'ın Hizbi'nden olmak durumundadır.

Cinn kelimesinin 'gizlenmek' anlamına, gelen 'ictenne' fiilinden türediği ileri sürülmüştür. 'İctenne'nin. aslı 'cenne'dir; 'cenne', Kur'an'da, “Gece üzerine ör­tülünce (cenne) bir yıldız gördü (En'am: 76)” ayetinde de geçtiği üzere, 'kararmak, örtmek, kefenlemek' gibi anlamlardadır. Bu bakımdan, cinn'in, insanların gözün­den uzak ve örtülü olması bakımından cinn diye isim­lendirildiği belirtilmiştir. Cinn kelimesinin cânn gibi çoğul olup, tekilinin cinnî olduğu da söylenmiştir, [195] İslâm Ansiklopedisi'nde cinn maddesini yazan müsteş­rik Macdonald ise, cirmin Lâtince'deki 'genius' kelime­siyle ilgili olabileceğini söyler.[196] Genius ‘deha, dahi' demektir. Fakat, bu kelime özellikle İslâm öncesi Araplardaki cinn anlayışıyla bağlantılı görünmektedir. Çün­kü, bilindiği gibi Cahiliye Araplan'nda en dahi kim­seler şairlerdi ve onların da cinlerle temasta bulunul­duğuna inanılırdı. Herhalde aynı inanç, Hristiyanlık' tan kaynaklanarak Batı'da da yaygınlaşmış olsa gerek. Bu bakımdan, Lâtince'deki genius - İngilizce'de de ay­nıdır - Cahiliyye Arapları'nın şairleriyle eş anlamlı ve eş fonksiyonda olmaktadır. Bu, cinn'in genius'tan gel­diğini göstermez; tam aksine, geniusy’un. 'cinn gibi, cin­li' anlamında cinnle bağlantısı olduğunu ortaya kor. (Genuis'un okunuşu 'c'îniıs'tır.)

Cinn, ateşten yaratılmış olup, akıl ve irade sahibi, Allah'ın emir ve yasakları karşısında insanlar gibi so­rumlu, normalde göze görünmez ve çeşitli şekillere bürünebilen varlıklardır. İslâm! kosmosta nuranî yaratıklar olan meleklerden sonra, Alem-i Şehadet'te cinnler gelir; cinnler ateşten, insanlar ise topraktan yara­tılmışlardır. Ateş, bilindiği gibi nura daha yakındır; hattâ kendisi belli ölçülerde nur, yani ışık saçar. Bu bakımdan, nurla toprak arasında aracı prensip kabul edilmiş, İblis de yaratılışının bu yanını görerek Adem'e üstünlük taslamıştır. Fakat, insan her zaman cinnlerden ve şeytanlardan gerçekte daha güçlüdür; ama bu güç, insanın ruhuna uyabilmesi, yaratılışındaki salt melekî nuru örtmemesi ölçüsündedir.

Cirnin, Kur'anda da belirtilen varlıklarına rağmen, Farabî ve hattâ İ. Sina gibi bir takım İslâm filozofları fazla rasyonalist bir tutum takınarak, bu konuda baş­tan savma ve herhangi bir gerçeği ifade etmez yorum­larda bulunmuşlardır. Hattâ, İ. Haldun bile, Kur'an'da cinnle ilgili ayetleri 'müteşabih' ayetlerden sayıvermiştir. Oysa, cinnin melekler gibi insanların hayatında önemli yeri vardır. Bu durum halk arasında da yay­gındır. Batı'da olduğu gibi, madde gözüyle görülmeye­ni, tabiî ki maddeci insanın göremediğini yok sayıvermek veya te'vil etmek İslâmî bir tavır olmasa gerektir.

Bu konuda, Elmalılı Hamdi Yazır'dan bir miktar alıntıda bulunmak yerinde olacaktır:

“Cinn hakkında iki türlü kavil vardır:

Birincisi, cinn mutlaka duyuların tamamından giz­li olan ruhî varlıklardır ki, ins karşılığıdır. Bu suretle melâike ve şeytanlar da cinn sınıfına girer. Bu bakım­dan, meleklerle cinler arasında genel ve özel mutlaklık sözkonusudur; her melek cindir, her cin melek de­ğildir.

İkincisi, cinn ruhî varlıkların bir kısmı için kulla­nılır. Ruhî varlıklar (maddî, yani cisimsel olmayan var­lıklar kastediliyor)   üç kısımdır:

1. Hayırlı olanlardır ki, meleklerdir.

2. Şerrli olanlardır ki, şeytanlardır.

3. Hem şerrli, hem hayırlı olabilecek özellik arzedenlerdir ki, özge anlamıyla cinlerdir.

“İns, bir insanın özellikle yakınlık duyup, arkadaş­lıkta bulunduğu dost ve yoldaşıdır ki, ‘enîs' demek gi­bidir. Beşer cinsine insan veya ins denmesi de bu ilgi dolayısıyladır. Ama, insanın veya bir kısım insanların yakınlıklarından uzak ve gözlerinden gizli, yabancı ve perde arkasında hareket eden varlıklara da ins kar­şılığı olarak cinn denilir. Bu yönüyle, cinn, yukarıda açıklanan üç varlık türünün yanısıra, bir kısım insan­lar için de kullanılır. Böylesi insanlar, diğerlerine oran­la cinnlere daha yakın olurlar, İns ve cinn'e Kur'an'da sekaleyn denir. Bu da, bazı cinlerin insanlar gibi ağır­lık bulunduklarını gösterir. Oysa, salt ruhî varlıklar ağırlıktan yoksundurlar. Bu bakımdan, sekaleyn, biri, ruh ve akıl sahibi olup, kesif cisim halindeki ünsiyet içinde ve görünen, biri de, ünsiyetin dışında ve gizli bulunan olmak üzere, iki eşit ağırlıktaki varlıklar için kullanılmış olmaktadır. İşte, bundan dolayı, özellikle gizli ve yer altı hücrelerinde hareket eden insanlara da sözcük anlamıyla cinn denilebilir” [197] (Bu yönüy­le insan cinleri çoğunlukla münafıklar olmaktadır.)

Cinnler de insanlar gibi, yalnızca Allah'a ibadet et­mek için yaratılmışlardır {Zoriyat; 56). Onlar da Allah'ın hükümleriyle yükümlü ve sorumludurlar. Kendileri­ne, yine insanlar gibi rasûller gönderilmiştir. Hattâ, ba­zı rivayetlerde yeryüzünde Adem'den önce cinnlerin hi­lâfet sahibi oldukları ve yeryüzünü bütünüyle fesada verdikleri için, yerlerine insanın getirildiği de belirtil­mektedir. [198]

Kur'an'da Ahkaf ve Cinn surelerinde cinler hak­kında geniş bilgi verilir. Bu bilgi varlıkları hakkında değilse de, onların İlâhî hükümler karşısındaki durumlarıyla ilgilidir. Sözgelimi, bir takım cinnlerin Hz. Peygamber'i dinledikleri, müslüman oldukları ve sonra ka­vimlerine gidip, “Ey kavmimiz! Biz, Musa'dan sonra in­dirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakk'a ve doğ­ru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Al­lah'ın davetçisine uyun; O'na inanın ki, günahlarınız­dan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı azaptan korusun. Kim Allah'ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde aciz bı­rakacak değildir, kendisinin O'ndan başka velileri de yoktur. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler” (Ahkaf: 29-32) diyerek, kavimlerini İslâm'a çağırdıkları anlatı­lır.

Demek ki, cinnlerin içinde mü'minleri de, kâfirleri de, hattâ münafıkları da vardır; bu konuda, aynen in­sanlar gibidirler, hattâ, aynı emirlerle yükümlü bulun­dukları da anlaşılmaktadır. Gerek Hz. Muhammed, ge­rek Hz. Musa gibi, gönderilen rasûllerin onlara da gön­derildiği de ayetlerden çıkan bir başka gerçektir. Özel­likle, kâfir olanları insanlarla temasa geçip, onları azdırabilmekte, hattâ bir takım büyü gibi olaylarda on­lara yardımcı olmakta, fal işlerinde de bildiklerini ak­tarmaktadırlar. Fakat, onların bildiklerinin doğru ol­madığı, bir takım gayb bilgilerini çalmak için göğe doğru yükseldiklerinde üzerlerine şihaplar gönderildiği de Kur'an'da anlatılıyor. Bunların yanısıra, bir takım kitaplarda, Allah'ın mü'min kullarının da mü'min cinlerle temasa geçtikleri de yazılıdır. Hattâ, Kur'an-ı Ke-rim'de cinnlerin Hz. Süleyman'a itaat ettiklerini oku­yoruz. Bu itaat, herhalde Allah'ın gerçek mü'min kul­ları için de mümkün olabilir.

Kur'an'da, kâfir cinn ve insanlara Ahiret'te şöyle denileceği belirtilir:

“Ey cinn topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız.”

İnsanlardan olan velileri ise, “Rabbimiz, birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık” derler...(En'am: 128)”Onların durakları ancak ateştir. [199]


[184] Kur'an-ı Kerim, Hıcr: 27, Rahman:  15, Hacc: 5, Rum: 20.

[185] Hak Dini Kur'an Dili, I   210, 406.

[186] S. Ateş, a.g.e. 281-2.

[187] Müfredat, 473.

[188] Hak Dini Kur'an Dili, 302-7.

[189] S. N. Nasr, Three Müslim Sages, 29-30, 71-73.

[190] İslâm Ansiklopedisi, İblis' md.; Hak Dini Kar'an Dili, 320.

[191] İslâm Ansiklopedisi, a.y.

[192] Fİ Zılâl'il-Kur'an, VII, 32.

[193] Hak Dini Kur'an Dili, I. 239.

[194] İ. Arabî. Şecere t'ül-Kevn, çev. A. Akçiçek, Bahar yay. s: 109-128.

[195] Müfredat, 98;  Hak Dini Kur'an Dili,lll. 2030.

[196] İslâm Ansiklopedisi, 'Cin' md.

[197] Hak Dini Kur'an Dili, IH. 2031.

[198] 'Tefsir-i Taberi'den nakl, Qamaruddin Khan, PoIitical Concepts in thc Quran, Karachi, s: 11-12.

[199] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 219-244.



Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: tuğba 6-c üzerinde 08 Ekim 2014, 17:08:31
ödevimi yapmakta yardımcı olduğunuz için çok teşekkürler, sağolun............


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: Hafsa Nur 6.D üzerinde 11 Ekim 2014, 15:34:17
ödevimde yardımcı olduğunuz için teşekkürler. paylaşımı yapandan Allah razı olsun.


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: Ceren üzerinde 11 Ekim 2014, 16:05:47
Aleykümselam.Rabbim bizi cin ve şeytanın şerrinden korusun .


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: ❣ Muhammed ❣ üzerinde 11 Ekim 2014, 16:28:32
ve aleykümselam...Rabim bizleri şeytanın,cinin,iblisin,tüm pisliklerden bizleri korusun...


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: Damla üzerinde 19 Ekim 2014, 21:52:15
Selamun aleykum:
Allah'ım bizi böyle şeylerden korusun.Paylaşım için teşekkürler.


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: sultan aktay üzerinde 21 Ekim 2014, 18:35:22
Ödevime yardım ettiğinz için teşkekürler Allah razı olsn :)


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: İkraNuR üzerinde 21 Mart 2015, 13:15:37
paylaşım için teşekkür edereim. çok iyi bi bilgi oldu . Allah razı olsun.


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: rabiacortge 7/D üzerinde 06 Ekim 2015, 18:09:37
ALLAH bizler şeytanın kötülüğünden her zaman uzak tutsun....


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: rabiacortge 7/D üzerinde 06 Ekim 2015, 18:10:15
ALLAH RAZI OLSUN...


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: rabiacortge 7/D üzerinde 06 Ekim 2015, 18:13:19
ALLAH bizleri şeytandan uzak tutsun Meleklerede yakın tutsun inşallah AMİNNN....ALLAH RAZI OLSUN...


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: Sevgi. üzerinde 18 Ocak 2019, 03:11:09
Rabbim bizleri görünen ve görünmeyen tüm kötü varlıklardan korusun inşaAllah


Konu Başlığı: Ynt: Ruh Nefs ve Melek Cin İblis Şeytan
Gönderen: Mehmed. üzerinde 25 Ocak 2019, 19:34:12
Esselamü aleyküm Rabbim bizlerin ilmini artırsın Rabbim paylaşım için razı olsun