Konu Başlığı: Nimetlerin Elden Çıkması Gönderen: müzzemmil üzerinde 19 Eylül 2011, 23:15:32 8. Nimetlerin Elden Çıkması Nankör bireylerin, toplumların veya ülkelerin sahip oldukları nimetlerin ellerinden alındığına dair Kur'ân'da birçok malumat vardır. Gerek maddî ve gerekse manevî nimetlerin kıymetini, değerini idrak edip şükretmeye yanaşmayanların, bu nimetlerden mahrum edilmesi, nankörce davranışlarının bir neticesidir. Anahtarlarını dahi güçlü kuvvetli bir topluluğun zor taşıyacağı hazineleri oîan Karun'un, bireysel anlamda ceza görmesi ve servetinin elinden alınarak yerin dibine geçirilmesini buna misal verebiliriz (bkz. Kasas, 28/81). Yine kendisine iki üzüm bağı verilen ve her iki tarafı hurmalıklarla donatılan, aralarında ekinler bitirilen ve ırmaklar fışkırtılan, ürünleri bol bol olan, belki de tasviri bile insanı cezbeden nimetlerin ihsan edildiği kişiyi de bu konuda zikredebiliriz. Kur'ân'm tasvir ettiği böyle bir bahçeye sahip olan bu zat, servet ve çevresindeki İnsan topluluğunun çokluğuna güvenerek nankörce bir tavır sergilemiş ve mağrur bir eda ile, bu nimetlerin yok olacağına ihtimal vermemişti. Hatta daha da ileri giderek kıyametin kopacağını bile İmkan dahilinde görmemişti (bkz. Kehf, 18/32-36). Mal ve evlat yönünden kendisini üstün gören bu şahıs bahçesine girdiğinde "Maşallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır" (Kehf, 18/39) demeye bile tenezzül etmemişti. Neticede Allah'ın emriyle bağı kuşatılıp yok edildi. Bağına yaptığı masraflarını karşılayacak ürün bile alamadı. Bağın çardakları yere çöktü, pişmanlık, artık kâr etmedi (bkz. Kehf, 18/42). Vaktiyle babaları tarafından fakirlere ayrılmakta olan payı vermek istemeyen bahçe sahipleri: "Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanımıza sokulmasın!" şeklinde fısıldanarak sabahın erken saatlerinde bahçelerindeki ürünleri toplamaya gitmişlerdi. Yaptıkları plânlarını hiçbir kimsenin duymasını istemiyorlardı. Fakat AHah tarafından gönderilen kuşatıcı bir âfet, bahçeyi sarıverdi de bahçe kapkara kesildi. Böylece plânlan boşa çıkarıldı. Bahçelerinin ürünlerinden az bir kısmını yoksullara vermemek için kurdukları tuzak başlarına geri çevriliverdi. Nankörlüklerinin cezasını ve Allah için infaktan kaçınmanın vebalini, bahçelerindeki mahsullerin yanıp kül olmasıyla ödediler. Böylece nimet ellerinden çıkmış oldu (geniş biigi için bkz. Kalem, 68/17-28). Yukarıda zikrettiğimiz misalleri, bugün ve gelecekte vuku bulacak olaylarla ilişkilendirebiliriz. Kur'ân, bu kıssaları ibret ve ders alınsın diye anlatıp durmaktadır. Zİra ürünlerinin öşürünü (toprak ürünlerinden alman ondabir oranındaki vergi), sahip olduğu her türlü servetinin zekatım, sadakasını vermeyen, kısacası fakir ve yoksullara yardım etmeyi bir görev saymayıp yük kabul edenlere, bu anlatılan örneklerde büyük ibretler vardır. Zaman zaman hububat tarlalarının, bağ-bahçelerin tam ürün verme ve hasat dönemlerinde dolu, don, sel, aşın sıcak gibi tabiî âfetlerle yok olup gittiğini görmekteyiz. Bu anlamda sızlanmalara, şikayetlere ve karamsarlıklara şahit okıruz. Ama işin arka planını pek düşünmeyiz. Fakirlerin hakkı olan zekatı, sadakayı, hububat vs. nin öşürünü verip vermediğimiz hususunda kendi kendimizi sorgulamayız. Göksel ve yersel âfetlerle tarım ürünlerinin zarar görmesini veya yok olmasının perde arkasını Kur'ân'm sunduğu mesajlar altında görmeye çalışmayız. Halbuki Allah, hiçbir topluluğa ve bireye durup dururken zulmetmez ve elindeki nimeti çekip almaz. Nitekim Kur'ân, nimetlere şükredilmesi halinde Allah'ın azap etmeyeceğini haber vermektedir: "Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve herşeyi bilendir."[468] Allah'ın verdiği mala karşı şükretmek ancak, her türlü servetin zekâtını, sadakasını vermek ve Allah yolunda infak etmekle olur. Allah Teâlâ, insanlara bahşettiği nimet, saadet ve refahı, iyi, kötü herhangi bir durum ve hasleti, onlar, kendi beniikierini değeştirmedikçe, değiştirmez. Nitekim şu âyette bu açıkça belirtilmeketedir: " ...Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştİrinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez..."[469] Elmah'lının belirttiğine göre, kavimler bir süre için iradelerinde serbestirler ve sorumlulukları iradelerine göredir. Şimdiye kadar hep böyle olmuş, bundan sonra da böyle olacaktır.[470] Allah, bir millete başkalarına nazaran üstünlükler ve bazı nimetler verdiğinde o millet, şımanr ve ahlakını bozar da o nimete liyakatini kaybederse, nimeti onların elinden alır. Millet kendi üstün meziyetlerini bozmadığı müddetçe, Allah verdiği nimeti onların elinden almaz.[471] Merhum Hasan Basri Çantay, bu âyeti şöyle tercüme etmiştir: "Bir kavim, özlerindeki güze! hal ve ahlâkı değiştirip bozuncaya kadar, Aliah şüphesiz ki onun halini değiştirip bozmaz."[472] Demek ki, ahlakî dejenerasyon, nimetin elden çıkmasına vesiîe olmaktadır. Bir toplumda kötülük yaygınlaşır, ahlak bozulur ve şer hakim olursa, o toplumun elinde buiunan nimetler şu veya bu şekilde elden çıkabilir. Her toplum ve milletin uğradığı sıkıntı ve cezaya yine kendilerinin sebep oldğunu Kur'ân-ı Kerim Özellikle belirtmektedir. Bedir savaşında mağlup olan müşriklerin durumu ve uğradığı cezaları Kur'ân şöyle haber vermektedir: "işte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulme-dici değildir. (Bunların gidişatı) tıpkı Firavunun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişatı gibidir. (Onlar da) Allah'ın âyetlerini inkar etmişlerdi de Allah onları, günahları sebebiyle yakalamıştı. Aüah güçlüdür. O'nun cezası şiddetlidir. Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlak ve meziyetleri) değiştİrinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, biIendir"(Enfal, 8/51-53). Elmahlı, bu adetin böyle olmasını, bütün bunların başlarına gelen cezaların ve ikabın böylece kendi amellerine dayanmasını iki sebebe bağlamaktadır. Allah bir kavme, bir topluma ihsan ettiği nimeti onlar kendilerini de-iştirmediği sürece durup dururken değiştirecek değiİdir. Yani onlar, o nimete erdikleri zaman, kendierinde o nimete sebep ve vesile olan fıtrî rnîsakı, ahlak ve güzel amelleri, huylarını bozup değiştirinceye kadar, Allah'ın o nimeti değiştirmesi, Allah'ın adetlerinden değildir. İlâhî adalet, kişisel sebeplere dayalı olarak verdiği nimetin değişmesini de yine kişisel huy ve davranışların değişmesi sebebine bağlamıştır ki, insanın sorumluluğu da buna dayanır. Sebeplerin birincisi budur. Akıl ve irade, küfür ve iman, ahlak ve amel gibi kişisel sebeplere bağlı olan nimetlerin dışındaki doğrudan doğruya alınıp verilen nimetler, bu konunun dışındadır. Elmahlı, "Bİr kimsenin kendi fıtratını ve fıtratla ilgili ahdini bozması ve kendisine varid olan sezgi ve delillerin yardımıyla hakkı duymaması ve duymak istememesi elindeki nimetin değişmesine sebep olur. Yine bir kavmin kendi içinde veya dışında bulunan ve kendilerine ilâhî ahkâmı tebliğ eden hak rehberlerinin davetini duymak ve tanımak istememesi, toplumsal şuur ve zihniyetlerinde öyle bir bozukluktur ki, bu da onların ellerindeki nimetlerin değişmesine ve elden çıkmasına sebep olur.[473] Allah Israiloğullarına gökten kudret helvası ile bıldırcın gönderdi. Tih'te onları güneşin kavurucu sıcaklığından koruyacak bulutlarla gölgelendirdi. Susuzluktan helake gidecekleri sırada, onlara kabile adedince taşların arasından su kaynağı fışkırttı. Bütün bu nimetler birbirini takip ederken ve onlara medenî bir hayat kapısını açarken, Allah'a baş eğip esaretten hürriyete kavuşmalarının şükrünü eda etmeleri gerekirdi. Ama onlar aksine şi-mardılar, mevcut nimeti beğenmediler. "Ey Musa! Bir tek yemekle yetine-meyiz" diyerek sarımsak, soğan, mercimek, hıyar, sebze istediler. Bu hadiseden sonra üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu (bkz. Bakara, 2/61). Allah'ın taksimine razı olmadılar. Nankörlük sebebiyle zillete ve meskenete tabi tutuldular. Böyle bir davranış, onların ellerinden bu önemli nimetlerin çıkmasına vesile oldu. Sebe' toplumu, hoş bir belde, son derece şirin ve bahçelerle donatılmış bir memlekete sahip olmalarına rağmen, bu nimetin şükrünü eda etmediler ve kendilerine bu yüzden zulmettiler. Elmalı'lınm beyan ettiği gibi belalarını aradılar.[474] Allah onları paramparça etti (bkz. Sebe', 34/16). Ellerinden nimetler alındı ve buruk yemişli, acı ılgmlı bitkilerle iktifa etmeye mecbur bırakıldılar. Allah TeâlâYıın lütfettiği en büyük manevî nimetlerden birisi de İslam nimeti olduğunu .söylemiştik. Allah, bu nimetin değerini bilen ve hatırını sayan toplumları, milletleri ve fertleri, şerefli, güçlü ve itibarlı kılmıştır. Bu nimetin kadrini bilenler, üstün medeniyetler oluşturmuş ve insanlık tarihinde söz sahibi olmuşlardır. Fakat İslam nimetine erişip de, buna karşı nankörlük eden toplumları ve fertleri Allah zelil etmiş, dünya milletleri arasında itibarsız, hatırsız ve seviyesiz bir duruma getirmiştir. Hatta onları kültürel, ticari, İktisadî ve siyasî yönden gelişmiş ülkelerin sömürgesi yapmıştır. Bugünkü dünya üzerinde bulunan irili ufaklı İslam milletlerinin ve devletlerinin durumlarına bir göz attığımızda bu fikirlerin ve teorilerin hiçbir şekilde yabana atılamayacağı kanaatine varabiliriz. Bunun hikmet ve sebebini şu âyette bulabiliriz. "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz. O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz."[475] Allah, yardıma muhtaç olmaktan münezzehtir. Burada Allah'a yardım ifadesi, emrini tutmak, dinine ve Resulüne yardım etmekten mecazdır. Yani, imandan sonra siz, Allah'ın emirlerini yerine getirmek, rızasına ermek için size şart kılmış olduğu niyet ve gayretinizi sarf etmek suretiyle dine hizmet ederseniz, Allah size yardım eder, sizi düşmanlarınıza üstün ve muzaffer kılar ve ayaklarınızı sıkı bastırır. Savaş alanlarında, cihad mevkilerinde ayaklarınızı kaydırmaz ve metanetle sizi üstün kılar.[476] Allah'ın dinine yardım ve hizmet sadece savaşla olmaz. Bugün dünya ülkeleri, iktisadî, siyasî, ticarî ve kültürel yarışın ve mücadelenin içindedirler. Bu alanlarda İslam adına yapılacak ve İslam'ı evrensel platformlarda tanıtacak ve temsil edecek her türlü faaliyet ve gayret, "Allah'ın dinine yardım ederseniz O da size yardım eder." hükmünün içerisine gireceği kanaatindeyiz. İslam'ın yücelmesi, duyurulması, tanıtılması için yapılacak bütün çabalar ve bu uğurda harcanan her türlü gayretler, İslam nimetine şükranın bir ifadesidir. Çünkü nimeti anlatmak ve konuşmak bir şükür, anlatmamak ise bir nankörlük olduğuna göre, İslam gibi ulvî bir nimeti çeşitli vasıtalarla neşretmeye çalışmak ta şükürlerin en kıymeti isidir. Bu şuurla hareket eden ve İslam'ın yücelmesi ve hakim olması için çalışan fertleri ve milletleri Allah her devirde korumuş, yüceltmiş ve onların yardımcısı olmuştur. Allah böyle bir topluma ve millete iktidar olma, hükmetme imkanını ve nimetini ihsan ederek, dünya devletleri arasında söz sahibi kılmıştır. Bu sayede İslam toplumları baskı, zulüm ve ezilmekten kurtulmuştur. Ancak btı nimetin kadrini bilmeyenlerin elinden bu nimeti alarak, her yönüyle onları alçaltmıştır. Şu âyetin ışığı altında, bugünkü İslam dünyasının ve İslam Dininin mensuplarının neden ve niçin bu hale düştüklerini kavrayabiliriz. "Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven mü'minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir lütuftur. Allah'ın lütfü ve ilmi geniştir." (Mâide, 5/54) Bir kısım müfessirier, bu âyetin kıyamete kadar bütün müminlere hitaben indiğini söylemektedirler. Bu âyet, sebebi özel, hükmü genel olan diğer bazı âyetler gibi özel bir sebep ve belü bir olay üzerine değil, doğrudan doğruya bütün müminlere genel manada dinden dönmenin bir hükmünü anlatmak için inmiştir.[477] Elmalıiı, bu âyeti, "Kim dininden dönerse, bilmiş olsun ki, Allah onların belalarını verip yerlerine diğer bir toplumu getirecektir. Öyle bir toplum ki, hem Allah onları sever, dünya ve âhiret hayırlarını murat eder, hem de on-iar Allah'ı severler, itaatine koşar, isyandan kaçarlar. Bunlar, müminlere karşı alçak gönüllü, dost ve merhametli, kafirlere karşı ise izzetli, güçlüdürler. Onlar hem cihat ederler, hem de dinlerine pek sadıktırlar" şeklinde tefsir etmektedir. Ayrıca Elmah'h, bu vasıfların Allah'ın bir lütfü ve ihsanı olduğunu belirtmektedir. Ümitsizliğe düşmeden, Allah'tan böyle vasıflara sahip bir toplum olmayı istemenin gerekliliğini vurgulayan Elmah'h, bu şereflere, bu hürriyete, bu izzete ve İstiklale ermek isteyenlerin, başkalarının değil, ancak Allah'ın dostluğuna koşmalarını, peygamberine ve müminlere kafa tutmamalarını, onları sevmelerini ve yardım etmelerini ifade etmektedir.[478] Dinden çıkanların yerine Allah'ın getireceğini beyan ettiği bu topluluk hakkında müfessirler, çeşitli izahlarda bulunmuşlardır. Bu kavim, bir zamana mahsus bir kavimden ibaret değildir. İmandan sonra herhangi bir şekilde İslam'dan yüz çevirenlerin kendilerine mevkii terk etmeye mecbur oi-duklan ve olacakları herhangi bir topluluk olarak anlaşılmalıdır (bkz. Elmah'h, a.g.e., III, 271). Âyette söz edilen irtidadın itikat (iman) itibariyle dinden dönme değil, amel bakımından da dinden dönme olduğunu belirten Elmalı'h, "vaktiyle Yahudilerin Hıristiyanlara, Hıristiyanların Müslümanlara mevkii terk ettikleri gibi, İslam nimetinin kadrini bilmeyen nankörler de onun kıymetini bilecek, şükrünü eda edecek yeni bir Müslüman kavme mevkii terk etmeye mecbur olacaklardır" (bkz. Elmah'iı, a.g.e., III, 271) demektedir, islam Tarihinin bu konuda büyük küçük misallerle dolu olduğuna işaret eden Elmaiı'h, Arapların, kavimden kavime bu hizmeti yaptıklarını, Eme-viler'in son dönemlerinde olduğu gibi bu hizmetin, Arap'tan Aceme doğru geçmiş olduğunu ve Fars kavminin de maddî ve manevî olarak İslam'a çok büyük hizmetler ettiğini, daha sonra Allah'ın Türkleri göndermiş olduğunu ifade ederek şöyle demektedir: "Türkler, Arapların ve Parsların kıymetini bilmeyip kaybettikleri İslam devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan yeryüzünün her kıtasına yaymışlardır. Türkler de, "Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir..." (Mâide, 5/54) ilahi müjdesinin içine girmişlerdir. Demek ki, onlar da bu nimetin kadrini, kıymetini bilmez, küfür ve küfrana doğru giderlerse, yerlerini Allah'ın göndereceği diğer bir topluma terk etmeye mecbur olacaklardır. Ve kim bilir lütfü geniş ve İlmi çok olan Allah, kıyamete kadar daha ne toplumlar gönderecektir?" [479] islam nimetinin kadrini bilmeyen İslam Dininin müntesipleri, böyie bir nimete nankörlüğün ceza ve sıkıntısını bugün acı bir şekilde çekmektedirler. Bugün hangi islam ülkesinin yeryüzünde İslam'ın şanına yakışır bir itibarı, gücü ve kuvveti vardır? Hangisi siyasi, iktisadi, teknolojik ve kültürel anlamda diğer gelişmiş ülkelere nazaran örnek sayılabilecek seviyededir? Hangisinde sosyal ve iktisadî adâiet hakimdir? Hangisinde evrensel manada insan hakları yeterince gelişmiş ve koruma akındadır? Bütün bunların sebep ve sonuçlarını araştırdığımızda hiç istenmeyen bir tablo ile karşılaşırız. Ya çoğu geri kalmış ülkeler grubunda yerini almakta, ya da gelişmekte olan ülkeler kapsamında zikredilmektedir. İslam ülkelerinin bu duruma gelişi, islam ve onun yüce değerlerine bağlanmanın bir neticesi değil, aksine ona ve onun insanlığa hayat bahşeden ulvî prensiplerine bağlanmamanın ve uzak kalmanın bir sonucudur. Mehmet Akif (1873-1936)'in şu mısraları, Müslümanların bu durumunu güzel bir şekilde hülasa etmektedir: ' Müslümanlık nerede! Bizden geçmiş insanlık bile. ' Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile! V Kaç hakikî Müslüman gördümse, hep makberdedir; '.;.;; Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir.[480] Akif, imanın kuvvetle emretmesine rağmen, tevekkül ettik diyerek Müslümanların en aciz bir durumda kaldığını, bu durumda Müslümanların şu haliyle dünyanın en cahil kavmi olduğunu, Müslümanların hayatında İslam'ın ancak namının kaldığını, son zamanlardaki milli hüsranın bu yüzden olduğunu, Müslümanların eğer çiğnenmek istemiyorlarsa, artık islam'ın ilk devrine dönmelerinin gerekli olduğunu vurgulamaktadır ki, o bu tesbİti, yıllarca önce yapmasına rağmen hâlâ canlılığım korumakta ve bugünkü Müslümanların dünkünden daha çok bunu yansıttığım göstermektedir, (bkz. M. Akif Ersoy, a.g.e., Hatıralar, s. 323-324) [481] [468] Kur'ân-ı Kerim, Nisa, 4/147 [469] Kur'ân-ı Kerim, Ra'd, 13/11 [470] Elmalılı, a.g.e., V, 130 (sadeleştirildi eserden) [471] Özek, Ali ve Arkadaşları, a.g.e., Ra'd, 11. ayetin izahı [472] Hasan Basri Çantay, Kur'an-ı Hakim ve Meâl-i Kerim, îst. 1974,11,369 [473] Bkz. Elmalılı, a.g.e., IV, 243 [474] Bkz. Elmahlı, a.g.e., VI, 359-361 [475] Kur'ân-ı Kerim, Muhammed, 47/7 [476] Bkz. Elmalılı, a.g.e, VII, 134-135 [477] Bkz. Elmalılı, a.g.e., III, 268 [478] Bkz.. Elmalılı, a.g.e., III, 269-270 [479] Elmalılı, a.g.e., III, 271 [480] Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Hatıralar, îst. 1977, s. 311 [481] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları:441-448. |