๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 16 Şubat 2011, 16:15:45



Konu Başlığı: Müstekbir ve Müstazaf
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 16 Şubat 2011, 16:15:45
Müstekbir - Müstaz'af

 Kur'an Şirk toplumunu oluşturan iki sınıf insan­dan söz eder; müstekbirler ve müstaz'aflar.

Müstekbir 'Ke-Bü-Ra' fiil kökünden gelir, fiilin altı harfli (südasî) sîgası olan 'istifal’ babından (ism-i fail' dir. Fiilin sözcük anlamı 'büyük olmak' demektir. 'Bü­yüklük' nicelik, nitelik, durum, mertebe vs. bakımların­dan olabilir. Yine, 'çokluk' -belirtmek için de 'büyük' sözcüğü zaman zaman kullanılır. 'Kebîr' 'büyük', 'kebira(tün)' 'büyük şey' ve bir diğer çokça kullanımıyla 'ceza gerektiren günah'(çoğulu kebair), 'ekber’ 'daha büyük, en büyük', 'kiber' 'yaşlılık', 'kebîr'in isim olarak çoğulu 'ekabir' ve 'kübera' 'bir toplumdaki reisler, ön­de gelenler', 'kibriya' 'ululuk, büyüklük, yücelik', 'ikbar’ 'büyük görmek', 'tekbir" 'yüceltmek, büyüklemek, ulu­lamak, anlamlarındadır: [305]

“De: “Onlarda kebîr (büyük) günah vardır., gü­nahları faydalarından ekber (daha büyük) dir” (Ba­kara: 219).

“Haccül-ekber günü(Tevbe: 3)”. (Umre'ye onda yapılan ameller daha az. olduğundan 'el-hacc'ül-asğar küçük hacc', hacc'a da 'büyük hacc' anlamında 'el-hacc'ül-ekber' denmiştir.)

“Ne oluyor bu kitaba ki, sağira (küçük) ve kebîra (büyük) hiç bir şey bırakmıyor, hepsini sayıp döküyor (Kehf: 49).

“İlkisinden birisi veya her ikisi yanında kiber!e (yaş­lılık çağına) ulaşırsa onlara 'üf deme, onları azar­lama ve kendilerine güzel söz söyle” (İsra: 23).

“Rabbim, bana kiber (yaşlılık) gelip çatmış, karım da kısırken benim nasıl oğlum olur?” (A. İmran: 40).

“Eğer yasaklandıklarınızın kebair (büyükler) inden kaçarsanız, seyyiatınızı örter ve sizi kerim bir yere girdiririz” (Nisa.: 31).

“Kendilerini çağırdığın şey müşriklere ağır geldi (kebüra)”(Şura: 13).

“Ağızlarından çıkan söz ne de  büyük:(kebürat)” Kehf: 5).

“Sabır ve namazla yardım dileyin; şüphesiz bu hu­şu duyanlardan başkasına ağıt gelir (kebiraten)” (Bakara: 45).

“Kibriya (yücelik, ululuk) göklerde ve yerde O'nun içindir” (Casiye: 37).

“İşte böyle her memlekette ekabir’i oranın mücrim­leri kıldık ki, orada hile yapsınlar. Onlar ancak kendilerine hile yapıyorlar, ama farkında, değiller” (En'am: 123).

“Ve dediler; “Rabbımız, muhakkak biz efendileri­mize (sadat) ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik, onlar da bizi yoldan çıkardılar» (Ahzab: 67).

Müstez'af 'Za-U-Fe' fiilinin yine altılı 'istifal' ba­bından ism-i mefuldür. 'Za-U-Fe' 'kuvvetli olmanın zıddıdır ve zayıf oldu demektir. 'Za'f' masdarı olup, za­yıf anlamında 'sıfat-ı müşebbehe’ şekli olan 'zaîf kul­lanılır. 'Za'f' nefiste olur, bedende olur, nicelik ve ni­telik yönünden olur, akılda ve düşüncede vs. olur. 'Zaîf'in çoğulu 'zıâaf veya daha çok kullanıldığı biçimiy­le zuafa'dır.[306]

“Şüphesiz o Allah'tan başka çağırdıklarınız bir ara­y toplansalar bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek kendilerinden bir şey kapsa, bunu ondan kur­taramazlar. İsteyen de zayıf (oldu), istenen de” (Hacc: 73).

“Nice nebi beraberindeki çok sayıda erenlerle (ribbî) birlikte savaştı; Allah yolunda başlarına gelenden dolayı yılmadılar ve zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever” (A. İmran; 146).

“Eğer borçlu kimse sefih veya zayıf, ya da yazdıramayacak durumda ise, velîsi adaletle yazdırsın”(Bakara: 282).

“Şimdi Allah sizden hafifletti ve sizde za'f olduğu­nu bildi” (Enfal: 66).

“Allah sizden hafifletmek diliyor, çünkü insan zaîf yaratılmıştır” (Nisa: 28).

“Allah ki, sizi za'ftan yarattı, sonra za'f'ın ardın­dan kuvvet varetti, sonra kuvvetin ardından za'f ve ihtiyarlık verdi” (Ram: 54). (âyetteki birinci za'fın toprak veya nutfe, ikinci zafın cenin veya ço­cukluk hali, üçüncü za'f'ın ise yaşlılık olduğu söy­lenmiştir.)

“Muhakkak Şeytan'ın hilesi zaîf'tir (Nisa: 28).

“Aynı fiilden gelen 'zı'f sözcüğü ise daha değişik bir anlama sahiptir; 'misl, kat, katlama, demektir. 'Ez'aftü, za'aftühû veya zâaftühû' 'üzerine aynısını koydum, ekledim, katladım' anlamındadır. Sözcük bu şekliyle Kur'an'da çok geçer:

“Ey iman edenler,' Kat kat  (ez'âfen müzâafeten) riba etmeyin” (A. İmran:  130).

 “Kim ki, Allah'a güzel bir borç verirse, Allah onu kat kat(ez'afen) fazlasıyla kendisine artırarak (verir)  (yüzaifehû)”  (Bakara: 245).

“Allah zerre ağırlığınca zulmetmez; tek bir iyilik olsa onu kat kat yapar (yüzaifhâ) ve katından bü­yük bir karşılık verir” (Nisa: 40). (Değişik ayetler­de bu katlanmaların on veya bazen 700 katına ka­dar çıktığı belirtilmektedir.) “Sonrakiler öncekiler için dedi: “Rabbımız, bunlar sizi yoldan çıkardılar, onlara bir kat daha ateş azabı (azâben zı'fen) ver”!  “Hepsi için bir kat fazla (zı'fün) var, fakat siz bilmezsiniz” dedi” (A'raf: 38).

Dil yönünden yaptığımız bu kısa açıklamalardan sonra, müstekbir ve müstaz'af kelimelerinin kavramsal fonksiyonlarına geçebiliriz.

Yeri geldiğince belirttiğimiz gibi, bazı insanlar güç, Kuvvet veya bir takım yetenek ve becerilerine dayana­rak kendilerini Allah'tan müstağni sayar, Ahiret'i in­kâr eder veya Ahiret'in de kendileri için olacağı veh­mine kapılır, hayatın yalnızca dünya hayatı olduğunu zanneder ve bu dünya hayatında sahip olduğu mal, mülk, güç ve çocuklarla kendinde bir üstünlük olduğunu varsayar. Bu şekilde, diğer insanlar üzerinde bağyederek, onları köleleştirir, yeryüzünde dilediği gi­bi hükmetme sevdasına kapılır, başkalarını küçük gö­rür, onlar üzerinde rabbleşir, onları dilediği gibi eğitir, dilediği gibi kullanır;.bu durumdayken kendine Allah’ın ayetleri hatırlatıldığında “bunlar da neymiş” diye­rek yüz çevirir. İnsanları bu yola iten nedenler çeşit çeşittir; bazıları bir takım. nefsî zayıflık ve aşağılık duygularını böylece gidermeğe çalışırlar, bazıları ne­valarının tutsağı durumundadırlar. Her ne durumda olursa olsun, bu tür insanlar aslında 'zayıf insanlar­dır, fakat bu tür yollarla hiç de hakkları olmadığı hal­de 'büyüklük' taslamaya girişirler ve kendilerini 'bü­yük' zannederler. İşte, bu insanların 'kendilerini Allah' tan ve başkalarından müstağni görme, başkalarını kü­çümseme' hallerine 'kibr', bu şekildeki davranışlarına 'tekebbür', 'büyüklük isteğinde olma, bu istekle yeryü­zünde fesat çıkarma, başkalarının üzerinde rabbleşme ve kendilerinde 'kibr' içinde büyüklük vehmetme' du­rumlarına istikbar ve bu tür kişilere de müstekbir de­nir.

“Ayetlerimizi yalanlayıp, onların karşısında istikbara kapılanlar, işte onlar ateş halkıdır”(A'raf: 36). “Küfredenlere gelince: “Ayetlerimiz size okunuyor­du da, siz istikbarda bulunup (karşılarında büyüklenip yüz çevirerek) mücrim bir topluluk oldunuz değimli,?”(Casiye: 31).

“Meleklere “Adem'e secde edin” dedik de hepsi sec­de ettiler, İblis hariç. Diretti,' istikbarda bulundu ve kâfirlerden oldu” (Bakara: 34).

“Hayır, çünkü o bizim ayetlerimize karşı bir inatçı kesildi.. Yine, kahrolası nasıl ölçtü biçti! Sonra baktı. Sonra surat astı, kaşlarını çattı. Sonra arka­sını döndü ve istikbarda bulundu;  “bu” dedi. “rivayet edilip öğretilen tir büyüdür ancak”. (Müddessir: 16, 20-24).

“Ne zaman ki bir rasûl size canınızın istemediği bir şey getirdiyse istikbarda bulunmadınız mı?” (Baka­ra: 87).

“Fir'avn'e ve adamlarına; onlar istikbarda bulun­dular ve böbürlenen bir topluluk oldular” (Mü'minûn: 46).

Allah'ın "kendilerine verdiği nimetleri, güç, yete­nek ve becerileri kendilerinden sayarak başka insanla­rın boyunlarına binen müstekbirlerin diğer insanlara karşı zalimce davranışlarına 'istiz'af (zayıf görme) de­nir. 'İstez'aftühû' 'onu zayıf buldum, zayıf gördüm, za'fa uğrattım' demektir:

“Anamın oğlu” dedi, “muhakkak bu topluluk beni zayıf gördü, zayıf buldu ve beni öldüreyazdılar” (A'raf: 150).

Bu tür zayıf görülen kişiler, yani müstaz'aflar üç grupta değerlendirilmektedir. Birinciler, özellikle Rasûllerin tebliğinin üzerinden uzun zaman geçtiği için vahyî gerçeklerden uzaklaşan ve dolayısıyle Vahy'den habersiz bulunup da müstekbirlerîn. yönetimi altına dü­şerek bundan kurtuluş ve çıkış yolu arayanlar ve bu arayışlarından dolayı müstek birlerin her türlü zulmü­ne maruz kalanlar. Allah bu türden müs'taz'aflar'a Vahyine uydukları sürece va'dde bulunmakta ve onla­rı yeryüzünün varisleri ve imamları yapacağı müjdesi­ni vermektedir ve tarih içinde Allah (C.C.) bu va'dîni yerine getirmiştir; elbette her zaman da yerine getire­cektir:

“Muhakkak Fir'avn yeryüzünde (o yerde) ululan­dı ve halkım bölük bölük etti; onlardan bîr züm­reyi istiz'af ediyor (zayıf görüyor, zayıflatıyor), oğullarını boğazlayıp kadınlarını sağ bırakıyor (veya, kirletiyor)du. Doğrusu, müfsidlerdendi o. Biz ise diliyoruz ki, yeryüzünde istiz'af edilenlere lütf­edelim, onları imamlar kılalım ve onları varisler kılalım” (Kasas: 4-5).

“İstiz'af edilmekte olan o kavmi içini bereketlerle donattığımız yerin doğularına ve batılarına varis kıldık Rabbinin İsrail Oğulları üzerindeki güzel ke­limesi sabretmelerinden dolayı tam yerine geldi, Fir’avn’ın ve kavminin yapageldikleri ve yükselt­mekte olduklarını da yıktık” (A'raf: 137). İkinci grup müstaz'af, müstekbirlerin yaptıklarına korku, Allah'a güvenmeme, dünyevî çıkarlar ve bir ta­kım za'flar dolayısıyle ses çıkarmayıp, yeryüzündeki fe­sada ve istikbara, rıza gösterenlerdir. Bunlar için va'd değil, vaîd, yani azap va'di vardır ve yeryüzünde nasıl azap  içindelerse,  Ahiret'te  de  müstekbirlerle  birlikte Cehennem azabını paylaşacaklardır:

“Göreydin zalimleri Rabblerinin huzurunda durur­ken, kimisi kimisine söz atar; istiz'af edilenler is­tikbarda bulunanlara “siz olmasaydınız biz mü’minlerden olmuştuk” derler. İstikbarda bulunanlarsa istiz'af edilenlerde “size geldikten sonra sizi hidayetten biz mi alıkoyduk? Siz kendiniz müc­rimlerdiniz”der. İstiz'af edilenler istikbarda bulu­nanlara “hayır, gece gündüz hile(ydi yaptığınız), bize Allah'a küfretmeyi ve O'na denkler kılmayı emrederken” derler. Azabı gördüklerinde pişman­lığı gizlediler. Küfredenlerin boyunlarına bukağılar koyduk. Yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?” (Sebe': 31-33).

“Melekler kendi kendilerinin zalimleri olarak can­larını alırken “ne işteydiniz?” derler. “Biz yeryü­zünde müstaz'aftafe” derler. “Allah'ın arzı geniş de­ğil miydi? Orada hicret edeydiniz!” derler. Onlar duraklan yer Cehennem olanlardır. Ne kötü bir varış yeridir orası” (Nisa: 97).

Görüldüğü gibi ayetlerin ifadeleri ve tehdidi çok çetindir. Herhangi bir sakatlıkları olmadığı halde, güç­leri becerileri yerindeyken yeryüzünde müstaz'af olma­ya razı olanlar, istikbar'dan kurtulmak ve istikbar'a son vermek için gerekeni yapmayanlar aynen müstek­birler gibidir ve onların zulmünde pay sahibidirler; bu bakımdan, varacakları yer de Cehennem'dir.

Şimdi, hemen yukarda verdiğimiz Nisa Suresi 97. ayeti izleyen ayete ve ilgili daha başka ayetlere baka­rak, üçüncü grup müstaz'afları görelim:

“Ancak, hiç bir çareye gücü yetmeyen ve bir yola ulaşamayan çocuk, kadın ve erkek müstaz'aflar hariç. Bunlar, Allah'ın kendilerini afvetmesi umu­lanlardır. Doğrusu Allah afvedendir, bağışlayan­dır” (Nisa: 98-99).

“Size ne oldu ki, Allah yolunda ve “Rabbımız, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar ve katından bize bir velî kıl, katından bize bir yardımcı kıl di­yen müstaz'af erkek, kadın ve çocuklar için savaş­mıyorsunuz?” (Nisa: 75).

Ayetlerden anlaşıldığı üzere, insanlar içinde çocuk­lar vardır, henüz mükellef değildirler, zayıf ve çaresiz kalırlar ve erkekleri vardır.. Ya vahye muhatap olma­mışlar, gereği öğrenmeğe vakit ve imkan bulamamış­lar, çeşitli bedenî ve zihnî sakatlıklar, aklî ve cismanî za'flar nedeniyle doğru yola erememişler, ya da gücü beceri ve yetileri yerinde olup, kendilerine Vahy'in ulaş­tığı kişiler istikbar’a razı olurken, bunların istikbar’a, karşı savaşacak malları, güçleri olmamıştır; böylesi müstaz''afları Allah'ın affetmesi ve bağışlaması umulur. Hattâ, öyle ki bu tür, özellikle güçsüz, zayıf, çaresiz, sa­kat ve bir takım aklî veya cismanî eksikliklerinden dolayı zalim müstekbirlerin hükmü altında inleyen müs­taz'aflar için mü'minlerin savaşması üzerlerine vaciptir. İstikbar ve istiz'af İslâm'ın onaylayamayacağı bir durumdur. Müstekbirler müstaz’afların kanı, eti, kemi­ği ve alın teri üzerinde saraylarını yükseltirler. İstikbar Allah'a ortak koşmaktan başka bir şey değildir; “Allahü ekber - Allah'tan başka büyük yoktur, tek büyük olan Allah'tır” ilkesini inkârla, Allah'ın kibriyasını sa­hip oldukları iradeyi kötü yolda kullanarak Allah'ın mülkünde gasbeden müstekbirler sayıca çok az olma­larına karşın, özellikle Allah'a olan iman ve güvenleri­nin za'fından ve dünya hayatını Ahiret’e tercih etme­lerinin sonucu Allah'tan çok kendilerinden korkmala­rından ötürü istikbar'a, ses çıkarmayan müstaz'af yı­ğınların sessizliğinden ve kölece boyun eğişlerinden ya­rarlanırlar, îslâm bir yandan mücadelesini istihbara, ve müstekbirlere karşı yöneltirken, öte yandan köleliğin içlerinde adeta ayrılmaz bir nitelik haline geldiği müs­taz'af kitleleri ayaklandırmaya ve 'Lâ ilahe ill’Allah, Allahü Ekber’ ilkeleri çerçevesinde başkaldırmaya çağı­rır. Böylece başlayan bir mücadelede, istikbar'a. karşı kovuşta ve bu karşı koyusun getirdiği zorluklara sabr eden müstaz’afları Allah yeryüzünün doğularına ve ba­tılarına varis kılar, müstekbirlerin cennetlerini tarumar eder, saraylarını başlarına geçirir; Ama, eğer müstaz'af­lar istiz'af’a razı olup giderlerse hem dünya hayatında mezellet ve meskenetin pençesinde bayağı bir hayat sürerler, hem de Ahiret'te müstekbirlerle birlikte Ateş'e atılırlar. [307]


[305] Y. Kamus, KBR md.; Müfredat, 420.

[306] Müfredat, 295, Külliyat, 232.

[307] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 411-419.