๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 07 Mayıs 2011, 23:16:05



Konu Başlığı: Melein Peygamberlerle Mücadelesi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 07 Mayıs 2011, 23:16:05


MELE'İN PEYGAMBERLERLE MÜCADELESİ

A- Peygamber Gönderilmeden Önce Toplumdaki İçtimai Durum:
 
Kainatın bütün imkanları emrine verilip[71] en şerefli, maddi ve manevi yönden en güzel bir şekilde yaratılan insanlar yer yüzüne halife olarak gönderilmiştir.[72] İlk insan ve ilk peygamber olmakla Hz. Adem (a.s.), Yüce Allah'ın dini İslam'a göre dünya ve ahiret hayatında beraberce mutluluğu elde etmenin yolunu çizmiştir. Beşeriyet, bu rehberlik ve iyiyi kötüden ayıran aklı sayesinde, herhangi bir ihtilafa meydan vermeden aralarındaki ilişkilerini düzenlemeye ve kulluk görevlerini gereği gibi yapmaya devanı etmişlerdir. Bu dönemde her fert, sahip olduğu akli melekesi ve yeryüzünü imar ederken elde ettiği tecrübe, bilgi, kabiliyet ve gücüne göre toplumda kendisine düşen görevi yapıyor, hakkettiği karşılığı da alarak, korkusuz ve üzüntüsüz bir halde yaşıyordu.[73] Bu haliyle güven ve huzur içinde yaşayan, rızıkları her taraftan bol bol kendisine gelen insanlık,[74] ilahi irşada uyduğu, akli melekesini geliştirip bilgi ve tecrübelerini, arttırdığı ölçüde maddi ve manevi refahta ileri, mesafeler kat ediyordu.

Ancak, akıp giden zaman içinde birbirine halef olan nesillerde, aklın ve dinin ön gördüğü değer ölçüleri terk edilmekle sonu gelmeyen nefsi arzular, kibir, hırs, haset, rekabet, nisyan gibi beşeri zaaflar, çizilen sırat-ı müstakimden sapmalarda ilk sebepleri oluşturmuştur. Yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği üstünlüğü çekemeyen şeytan da fırsat buldukça, bu beşeri zaafları istismar ile geçici zevkler vaat ederek akim müspet yönde kullanılmasına mani olmuş, böylece beşerin mutluluğu için çizilen yoldan ayrılmasında büyük rol oynamıştır.[75] Kendisi için çizilen sırat-ı müstakimden ayrılan insanlık, buna rağmen her türlü tehlikelerden emin, bolluk ve bereket içinde, bu dünyada kalacağını sanarak[76] ve maddi hayatında bazı başarılar elde ederek devam edip ulaştığı refahtan şımarmış,[77] fakat mânevi yönden birçok kayıplar birbirini kovalamıştır. Bu suretle insanoğlu her türlü imkanları bahşeden "Allah 'ı bırakıp kendilerine, ne zarar ne de fayda verebilen şeylere tapmakla"[78] kınanmış ve değerini yitirmiş bir halde yapayalnız terkedilmiştir.[79] Artık "Allah'tan bir yol gösterici olmadan, yalnız kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir?"[80]

İlahi rehberin irşadından mahrum olmakla, hisleri aklına galip gelen insanlık gün geçtikçe her bakımdan sapıtmış, içinden çıkamayacağı içtimai bir kargaşalığa düşmüştür. Çünkü bir toplumun huzur içinde yaşayabilmesi için kanun gereği olan görevlerini yapmasından başka; yardımlaşma ve feragat gibi ulvi duygulara da sahip olması gerekir. Bu duyguları da insanda ancak, peygamberlerin telkin ettikleri ilahi prensipler, yani din oluşturabilir. Bu ilahi prensipler olmadan sadece akıl ve vicdan kişiye, üzerine düşen insanlık görevlerini yaptırmada yeterli olamaz. Akıl, insanlar arasındaki hak ve görevleri en güzel bir şekilde tespit edip sağlam kanun, prensip ve müeyyidelere bağlasa bile fert ve cemiyet, çoğu zaman mecbur kaldığı düşüncesinden hareketlere onlara uyar, kendisini bu mecburiyetin dışında hissettiği an, onlara karşı gelebilir. Fert ve cemiyetin eline böylesi hiç bir fırsatın geçemeyeceği bir şekilde kanun ve prensiplerin düzenlediğini düşünsek bile, bunların takibini yapmakla görevli olanların içinde buna imkan bulanlar çıkabilir.Nitekim çok güzel işleyen idari bir nizama sahip devletlerin yöneticileri arasında, tebaasında görülenlerden çok daha geniş çapta yolsuzluk ve skandalların zaman zaman gün yüzüne çıkıp yayıldığını duyarız. Şu anda iltimas, istismar ve kötülüğe meydan vermeyen akli prensipler, kanunlar ve müeyyideler yanında; onlara uymanın sadece dünyevi kar ve zarar açısından değil, uhrevi mutluluğun gerçekleşmesi açısından da gerekli olduğunu telkin eden ve insanları buna göre eğiten ve böylece ulvi duyguların sahibi yapan din duygusuna ihtiyaç vardır. Din duygusuna sahip insanlar, sahip oldukları haklara ve yapmaları gereken vezifelere gönüllü olarak uyar. Bu duyguve bilgilerden yoksun olan toplumlar; itikadi, ahlaki, iktisadi, içtimai ve siyasi v.b. her sahada çıkmazların içine girer. Böyle anlarda peygamberler gelmezse veya onların gösterdiği doğru yol unutulursa toplumda huzur kalmaz, zenginliğine, kaba kuvvetine ve taraftarlarının çokluğuna güvenen herkes, gücü yettiğine zulmeder.

Kur'an'ın risaletle ilgili kısımlarını bir bütün olarak göz önüne getirdiğimizde, milletlerin ahlaki durumlarının düzeltilmesi için geniş yer ayrıldığını görürüz. Bilhassa Ad ve Semud kavimlerinde bu durum çok belirgin bir şekilde görünmektedir. Şu halde peygamber gelmeden önceki cemiyetlerde, ahlaki çöküntünün de yaygın oluşu ayrı bir özelliktir. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) 'in bi'seti zamanında, bütün dünyada olduğu gibi Araplar arasında da; hırsızlık, eşkıyalık, içki, kumarbazlık, riba ve tefecilik, fuhuş ve zina, her türlü vahşet v.b. bir çok ahlaksızlıklar yaygın hale gelmişti. O günün Arap içtimai hayatını açık bir şekilde gözler önüne sürmesi bakımından, Habeşistana hicret eden müslümanları geri götürmek üzere gelen Kureyş heyeti ve Habeş Hükümdarı Necâşî (9/630) huzurunda Müslümanların temsilcisi Ca'fer (8/629) r.a.'ın sözlerine kulak verelim:

"Ey Habeş Hükümdarı: biz cahil bir millet idik. Putlara tapar, leşleri yerdik. Ahlaksızlığın her türlüsünü işler, akrabalık bağlarımızı koparır, komşularımıza da kötülük ederdik. Güçlülerimiz zayıflarımızı ezerdi. Allah bize, aramızdan; nesebini, doğruluğunu, her konuda güvenilir olduğunu ve namuskarlığını hepimizin bildiği bir Resul gönderene dek bu kötü halde idik. O bizi; Allah'ı tevhide, sadece O'na ibadet ve itaate, O'ndan başka itaat ve ibadet ettiğimiz taş ve putları terk etmeye davet etti. Bize; doğru sözlü olmayı, emanetleri iade etmeyi, akrabalarımızla ilgilenip üzerimize düşeni yapmayı, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan ve kan davası gütmekten el çekmeyi emretti. Bizi; çirkin söz ve davranışlardan, yalan şahitlikten, yetim malım yemekten, iffetli kadınlara iftiradan nehyetti. Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan, sadece O'na ibadet ve itaat etmeyi bize emretti. Ve yine O bize; namaz, oruç, zekat ve diğer İslamî ibadetleri emretti. Biz de O'nu tasdik edip O'na iman ederek Allah'tan getirdiği emir ve yasaklara uyduk, O'na hiçbir şeyi ortak koşmadan, Allah'a ibadet ve itaat ettik, O'nun bize haram ettiklerini kendimize haram, helal ettiklerini de kendimize helal saydık. Bunun üzerine kavmimiz bize düşman kesildi, bize işkence ederek Allah Teala'ya ibadetten ayırıp putlara taptırmak, eskiden helal saydığımız çirkinlikleri tekrar helal saydırmak için dinimizden döndürmek istedi. Bizi zorladıkları, zulmettikleri ve baskı yaparak dinimizle bizim aramıza girdiklerinde (artık dayanamayıp) senin ülkene geldik, seni diğerlerine tercih edip senin himayene sığınarak burada zulüm görmeyeceğimizi umduk ey hükümdar."[81]

Netice: İşte içtimai yönden böylesine karmaşık bir topluma; çözülmez gibi görünen düğümü çözüp hakka giden yolları açmak, bütün insanlara haysiyet ve şereflerini iade ederek, ehil ve âdil olmayan rüesanın, ve - kendi cemiyet şartların göre- seçkin sayılan tabakanın, çoğunluk üzerindeki maddi ve manevi baskılarını kaldırıp hissi hareketlere son vererek ilahi olan temel hükümlerin ışığında; akıl, mantık, adalet ve eşitliğe göre toplumun idaresini sağlamak için peygamberler gönderilir.[82]

 B- Milletlerin Yoldan Çıkmasında Mele'in Rolü:
 
İnsanların daima cemiyet halinde yaşamak mecburiyetini taşıyarak doğduklarını, insan haysiyet ve şerefine yakışır bir şekilde hayatını devam ettirebilmeleri için kendilerine düşen görevleri eksiksiz yapıp başkalarının haklarına saygılı olmaları, ayrıca birbirlerine yardım etmek, farklı olan bilgi, kabiliyet, liyakat ve güçlerinden istifade etmek zorunda olduklarını önceki bahislerde gördük. İnsanı diğer canlılardan ayıran akıl, irade, inanma ihtiyacı, ırz, namus ve haysiyetinin korunabilmesi, aralarındaki hizmet alış­verişinin düzenli ve dengeli yürüyebilmesi için, bazı kanun ve nizamların, yaratıldığından beri var olageldiği de ayrı bir gerçektir. Bu nizamın istikrarlı olabilmesi ve şeytani akılları ile dünyevi müeyyidelerden kurtulmaya imkan bulanları da manevi yönden bağlayabilmesi için, daima Yüce Allah'ın kontrolünde oldukları ve öbür dünyada buna göre karşılık görecekleri inancında olmaları da gerekir.

İnsanların mutlu olmaları için kurulan akla ve dine dayalı dengelerin korunamadığı zamanlarda toplumların; itikadi, ahlaki, idari ve siyasi yönden bir çıkmazın içine girdiğini, Kur'an'daki kıssalar ve yakın tarihteki olaylardan anlıyoruz. "Acaba insan cemiyetleri bu hale nasıl düşmüştür?" sorusuna Kur'an'dan cevap arayacak olursak, şu ayet-i kerime ile karşılaşırız:

"Sizden önceki nesillerin seçkinleri, yeryüzünde bozgunculuğa engel olmaları gerekmez miydi? Onlardan (vazifelerini yaptıkları için) kurtardığımız (kimseler) ancak pek azdır. Zalim olanlar ise (kötülükleri önleyecek yerde) sadece, kendilerine verilen, (riyaset ve servet hırsı ile külfetsiz yaşama vasıtalarını elde etmek v.b[83] ) refahın ardına düştüler, onlar günahkar insanlardı. Rabbin, ahalisi (birbirlerini) ıslah edip dururken de, o memleketleri (sadece) şirk yüzünden helak edecek değildi ya. "[84]

Bu ayet-i kerimeden anlıyoruz ki; yeryüzünde fesadın belirip yaygınlaşması; seçkinlerin veya o makamı işgal etmekle seçkin sayılanların, üzerlerine düşen görevleri ihmal edip ülkelerinde beliren kötülük, yolsuzluk ve zulümlere engel olmamaları, aynı zamanda aşırı bir lüks ve refahın içine girmeleri sebebiyledir.

"Halkın fesadı, idarecilerin fesadı ile; idarecilerin fesadı, ülemânın fesadı ile; ülemânın fesadı ise, mal ve makam hırsına kapılmaları ile olur."[85]

"İnsanlar hayırda da serde de idarecilerine uyarlar." "İki sınıf vardır ki, onlar doğru oldukları zaman, bütün insanlar da doğru olurlar: İdareciler ve ilim adamlar."[86]

Toplumun yöneticileri elinde, mali ve askeri v.b. birçok imkanlar vardır. Bu imkanlar; akıl, kabiliyet, fert ve cemiyetin fayda ve zararını iyi bilme gibi idarî liyakatlerle birleşirse, topluma huzur bahşedip onu yükseltir. Aynı zamanda bu vasıflara sahip olanlar, toplum tarafından sevilen ve sayılan gerçek liderlerdir. Aynı imkanlar kabiliyetsiz ve pasif tiplerin elinde heba olup gider. Dolayısıyla bu liderlerin başta olduğu toplumlar yerinde sayar, ilerleyemez. Fakat aynı imkanlar hırs, haset ve kibir gibi hisleri aklına galip gelen ve ilahi prensiplere kayıtsız kalan idareci tiplerinde gün geçtikçe, cemiyeti yakıp yıkan bir silah olur. Bunlar da idareci olmaya layık olmadıkları halde hakimiyeti gasp eden sahte liderlerdir.

Halkın idaresini ve onları korumayı üzerine alan birinci gruptaki kabiliyetli idareciler, ilahî olan temel esaslardan ayrılmadıkları sürece, teferruatla ilgili hadiseler için aklı ile gereken kanun ve nizamları koyduklarında, yine de Allah'ın hüküm ve kanunlarını amelde tatbik eden yeryüzündeki halifesi/naibi sayılırlar.[87] İbnü Haldun (808/1406); milleti tarafından sevilen, sayılan, ülkesini yükselten ve Allah'ın halifesi olmayı hak eden gerçek liderleri şöyle tanıtıyor:[88]

 1- İbnu Haldun'a Göre Toplumları Tarafında Sevilen Liderler:
 
"Asabiyet sahibi olup ta birçok memleket ve milletlere galip gelenlerin haline baktığımızda onların; hayır, iyilik, cömertlik, ufak kusurları affetmek, geçimini temin edemeyenlere yardım, misafirleri konuklamak, yetim, sakat, fakirin geçimini üzerine almak, güçlüklere sabır, ahde vefa, şeref ve namuslarını korumak, şeriatı yüceltmek için paralar sarf etmek, şeriat ilimleri bilen bilginlere saygı göstermek ve bir işi yapmak veya yapmamak hususunda onların çizdiği sınır içinde hareket etmek, onlara iyi zanlarda, din ve diyanet ehilleri hakkında iyi niyet ve inançta bulunmak, onları memleket ve milletin uğuru ve bereketi saymak, onların duasını ümid etmek, ululardan ve şeyhlerden utanmak, onları yüceltmek ve onlara saygı göstermek, hak ve hakikate devam ettiği gibi uymak, zulüm ve tecavüze uğrayarak kimsesiz kalanları korumak ve onların halini düzeltmek, hakka boyun eğmek, miskinlere karşı alçak gönüllü olmak, şikayet edip yardım isteyenlerin dertlerini dinlemek, şeriat hükümleri ile amel edip ibadetleri ifa etmek, şer'i hükümlerin, ibadetlerin, sebep ve vasıtaların devamını sağlamak, zulüm ve hainlik, hile ve aldatmak, antlaşmaları bozmak ve emsali şeylerden sakınmada bir yarış içerisinde olduklarını görürsün"[89]

Eski Arap tarihi içinde Kureyş'in ataları Kusay ve Haşim, müspet manadaki mele' tipleri için iki örnektir. Kusay, memleketin önemli işleri için istişare yeri "Daru'l-Nedve"yi tesis eden, Kabe'ye gelen hacıları ağırlamak için "Rifade, Sikaye" v.b. hizmet müesselerini kuran, bu sebeplerle sadece Kureyş tarafından değil, bütün Araplarca saygı ile anılan bir liderdir.[90] Haşim ise hacılara hizmet eden müesseseleri geliştirmek ve adedini çoğaltmakla beraber, daha çok Kureyş ve diğer Araplar için, Bizans ve Habeş Hükümdarlarından; vergi muafiyeti, yol emniyeti gibi ticari maksatlı imtiyazları alarak, Kur'an'da "rıhlete'ş-Şita-I ve's-Sayf' ibaresiyle ifade edilen, kış ve yaz ticaretini başlatan bir lider olarak tanınır.[91] Bu tipler ilahi irşattan habersiz olmakla beraber; kendi akıl, iyi niyet, kabiliyet ve liyakatlerine tevazu göstererek, çevresindeki aynı vasıflara sahip kimselerin de tecrübelerini katıp kıyamete dek devam edecek iyi hizmetlerin öncüleri olan gerçek liderlerdir.

Fakat mezkur vasıflara sahip olmadıkları halde -kibirlenerek-başkası ile istişareye de tenezzül etmeyen veya istişare edeceği kimseleri de kendileri gibi olanlardan seçen, hırs, haset ve kibirlerinin esiri ve dini duygulardan habersiz olanlar, bu halleriyle layık olmadıkları bir makamı gasp ve işgal ettikleri için sahte liderler grubuna dahildirler. Aslında müspet olanları da içine aldığı halde ,Kur'an'daki "mele" ifadesi daha çok bu grubu canlandırmak için kullanılmıştır. Müteakip bahiste de görüleceği gibi, toplumun hem dünyevi hem de uhrevi saadetini temin için konmaya çalışılan temel esasları da İnkar(da öncülük) eden (bu sahte lider)ler, peygamberlere inanmak isteyenlere; "-Bizim yolumuza uyun: Sizin günahlarınızı biz yüklenelim"[92] diyerek, sırat-ı müstakim diye ifade edilen doğru yola girmelerine engel olmuş, onun yerine kendi ve avanelerinin arzu ve heveslerini tatmin eden, cemiyette mevcut, nimet- külfet, hak-vazife dengesini bozup büyük bir sermaye gücünü küçük bir grupta toplayan ve böylece, ancak çok dar bir kitleyi refaha götüren çapraşık ve karanlık yollara sokmuşlardır. Bu şekilde cemiyetteki insiyatif, zalim ve inkarcı olan sahte liderlerin eline geçer de, "devlet (haline gelen toplum) kahır, tagallüp, hayvani duygu ve kuvvetleri  kendi  hallerinde bırakmak suretiyle idare olunur ise, bu durum facirlik ve düşmanlıktan başka bir şey değildir.Bu hal Yüce Allah katında kötülenmiş olduğu gibi, siyasi hikmet bakımından da, böyledir. Çünkü Allah'ın Sırat-ı Müstakimi aydınlatan nuru, göz önüne alınmamış olur."[93]

"Allah bir kimseyi kendi nuru ile aydınlatmaz ise, o kimse aydınlıktan mahrumdur."[94] "Şimdi (böylesine karanlık bir yolda) yüzüstü, düşe kalka yürümekte olan kimse mi daha çok hidayete erer, yoksa (ilahi ikazlar ve akim gereği doğrultusunda çizilen) doğru bir yol üzerinde düpedüz yürüyen mi?'"[95]

Hiç şüphesiz, layık olmadıkları halde, liderliği gasp eden bu tipler, kibirlenerek ilahi rehberin ve akıllarının gösterdiği yolu beğenmemekle, içinden çıkamayacakları bir bataklığa saplandıkları gibi, kendilerine dost ve lider kabul eden inkarcı avanelerini de felakete çekerler. Toplumun önderleri olmakla onlar insanları karanlıklardan kurtarıp aydınlığa götürecek yerde, " aydınlıktan alıp karanlığa sokarlar"[96] Allah Teala, bu tür davranışlar içinde olan mele' hakkında "Biz onları (şirkin) kumandanlar(ı) yaptık. (Kendilerine uyanları) cehenneme (yani şirke[97]) davet ederler."[98]  buyurmuştur.

Böylesi liderler için de yine Arap tarihinden Amr b. Luhay, tipik bir örnek olarak karşımız çıkmaktadır. Kaynaklar; Huza'a Kabilesinin, Cürhüm'ü yenerek Mekke ve civarında hakimiyeti ele geçirdikten sonra Amr b. Luhay'ın Araplar arasında, söylediği ve yaptığı her şeyin dini bir kaide imiş gibi kabul edilip hemen taklit edilecek kadar şeref ve itibarı yüksek bir lider haline geldiğini belirtiyor. Çünkü O, hacıları yedirir, içirir ve giydirirdi. Hatta bu maksatla hacc mevsimlerinde binlerce deveyi kurban ettiği ve yine binlerce elbise dağıttığı söylenir.[99] Fakat zamanla, kavminin bu itimadını istismar eden Amr, sonradan Kureyş'in en büyük putu olan Hübeyr'i Şam tarafından alıp Kabe'ye dikmiş ve Arapları buna ibadet etmeye zorlamıştır.[100] Süheyli (581/1185), İbni Hİşam (213, 828)'ın Siret’ine yapmış olduğu şerh; lât kayasının[101] putlaştırılması hakkında şu enteresan rivayeti nakletmektedir: "Söylendiğine göre, Sakif Kabilesi'nden biri anılan kaya üzerinde hacılara, un ve yağı karıştırarak yaptığı "Sevik" yemeğini verir ve yukarıda Amr'a atfedilen hizmetleri de yapardı. Mezkur şahıs öldükten sonra Amr b. Luhay, Araplara dedi ki: "- Hayır, o ölmedi, bu kayanın içine girdi." Bu sözü söyledikten bir müddet sonra da, o kayaya ibadet etmelerini ve onun üstüne de "Lat" adı verilen bir ibadethane bina etmelerini emretti.[102] Asılsız şeyleri uydurup, Allah emrediyormuş gibi milletine kabul ettirmekle şirkin öncülüğünü yapan bu lider için Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Huza'a'lı Amr b. Amir b. Luhay'ı, cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm."[103]

 2- Toplumları Saptıranların Müşterek Vasıfları:
 
a. Kaba Kuvvet Kullanarak Baskıcı ve Dayatmacı Olmaları:
 
İnsanların düşünce ve davranışlarını değiştirmenin en doğru yolu, ikna etme esasına dayanır. Bu da karşı düşünceyi etkileyen ilim, hikmet ve güzel öğütlerden oluşan akli delillerle olur. Bu metodla meydana gelen toplumsal değişimler sıkıntı doğurmaz Kıssalarda açıkça görüldüğü gibi Peygamberler daima bu metodu kullanarak tebliğlerine başlamışlardır. Peygamberlere karşıt güçlerin ise daima yalan, iftira ve kaba kuvete sarıldıklarını görmekteyiz.

Aslında liyakatleri olmadığı halde, içinde yaşadıkları toplumun şartları ve bozulan değer ölçülerine göre, eşraf ve lider kabul edilen Peygamberlere karşıt güçler, halktan toplayarak kendilerinde ve çevrelerinde oluşturdukları mâlî ve askerî güçleri topluma hizmet yolunda harcayacakları yerde, onları hak yoldan saptırmak için bir baskı unsuru olarak kullanmışlardır. Rüesa ve avanesinin, ahiretteki bir birlerini suçlamalarını canlandıran ayetlerde görüldüğü gibi, avamın, dünyadaki önderlerine "Doğrusu siz, bize sağdan (kuvvet ve zor kullanarak[104]) gelirdiniz"[105] demeleri buna açık bir örnektir.

Zemâhşerî (538/1144), bu ayette geçen "Yemin" kelimesini "kuvvet ve cebir" manasında kullanarak şu açıklamayı yapmıştır: Siz, bize kuvvet ve zor kullanarak yaklaşır, cebir ve otoritenizi kullanırdınız. Nihayet bizi sapıklığa zorlayıp sürüklemiştiniz."[106]

Aynı kelimenin "hak, hakikat ve hayır tarafı"[107] manasını öncelikle ele alan Beydâvî (685/1286)'de ise, konumuza başka bir yönden açıklık getiren, şu izahı görüyoruz: "..Sanki bize, sağdan uçup gelen kuşun uğur getirmesi gibi, menfaat temin ediyormuş hissini vererek, suret-i haktan görünmek için, en sağlam ve uğurlu -veya din ve hayır- tarafından gelirdiniz. Bu yüzden size uyduk ve helak olduk."[108] Bu ve diğer ayetlerden anlaşılıyor ki, mele', toplumu saptırmada doğru sayılacağını umdukları bazı iddia, iftira, hile, ve desiselerle yetinmemiş, bu konuda kaba kuvvete de çokça başvurmuştur.

Çoğunluğun sevdiği, saydığı gerçek liderler elinde; topluma birtakım faydaları temin, dıştan ve içten gelebilecek zararları etkisiz hale getirmek için harcanan kuvvetin, nüfuzun ve maddi kudretin sahte liderlerin elinde, bir   tehdit ve işkence aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Böylesi toplumlarda farklı fikir ve kabiliyetlere müsaade edilmediği için halk tamamen duyarsız, her şeye boyun eğen bir sürü haline getirilmek istenir. İnsanın fıtratlarına yakışmayan bu durum toplumlarda büyük bunalımlara yol açar.[109]

 b. İlâhî Sülaleye Mensubiyet (İnsan Üstülük) İddiaları ve Kibir:
 
Toplumlarını bunalımlara iten bu güçler, riyaset ve yöneticilik için gereken liyakat, kabiliyet ve iyi niyet gibi müspet sıfatlardan yoksun olduklarını gözden kaçırıp, makam ve mevkilerini sağlamlaştırmak için de-tarihte görüldüğü gibi- ilahi sülaleye mensup olduklarını, hatta Allah'ın oğlu olduklarım ve sırf idarecilik için yaratıldıklarını iddia ettikleri görülmüştür.[110] Akla mantığa uygun olmayan bu iddiaların yanında, mal-mülk, çok evlat sahibi olmak gibi geçici üstünlüklerin kendilerinde mevcudiyetini, çeşitli usullerle yönettikleri halka kabul ettirmiş, hükmetme selahiyetlerini bunlardan aldıklarını ve bu yüzden herkesin kendilerine uymaları gerektiğini iddia etmişlerdir. Bu şekilde aşırı bir kibre bürünerek kaba kuvvet ve zulüm yoluna giren bu mele' gurubu, faydanın da, zararın da sadece kendilerinden gelebileceği kanaatini toplum şuuruna yerleştirmişlerdir. Toplum da onlara yaranmak, karşılaşacakları zarardan emin olmak için, aşırı fakat yapmacık olan bir hürmetin içine girmiş ve bu hürmet zamanla artırılarak onlara ibadet şeklinde dönüştürülmüştür. Firavunlara, kisrâlara, kayserlere ve bilahare kilise azizlerine tapınma böyle başlamıştır. Yüce Allah'ın; "... Artık (reis, bey ve büyüklerinizin O'na denk olamayacağım) bildiğiniz halde, Allah'a eşler koşmayın"[111], ikazı bu tip insanlar için olması gerekir. Çünkü bu tipler; ya ilahi esaslardan tamamen habersiz olduklarından veya bildikleri halde, işlerine gelmediği için gereken önemi vermediklerinden, nefsi arzuları kendilerine galip gelerek akıllarının kontrolünden çıkmış, böylece sonu gelmeyen bir üstünlük arzusuna kapılarak adalet ve eşitliği terk etmişlerdir. İnsanlar arası ilişkileri düzenleyen kanun ve prensipleri de, sırf kendileri ve ileri gelenlerinden oluşan çevrelerinin menfaatlerine uygun olacak bir şekilde tespit ettikleri için toplumda, siyasi ve iktisadi yönden, aralarında derin uçurumlar olan sınıflar oluşur. İşte toplumda oluşan bu içtimai zulmün en büyük müsebbibi bu niteliklere sahip mele'den başkası değildir. Gerçi, "Bir millet, kendilerinde bulunan (güzel ahlak)ı değiştirip bozmadıkça, Allah onları(n güzel ahlak ve huzurunu) bozmaz"[112] , sünnet-i ilahiyesinde belirtildiği gibi, böyle bir toplumda, tebaadan, en üst düzeydeki rüesaya kadar, herkes birbirine zulüm ile muamele ederek hakkından daha fazlasını almaya çalışır. Fakat toplumda adaleti hakim kılma makamında bulunan bu ileri gelenler takımı, bozulan beşeri ilişkileri düzenlemek yerine, zulmün düzenleyicisi durumuna gelmiş olmakla fesadın ve bunalımların düğüm noktasını teşkil etmişlerdir. İşte şu iki ayet-i kerime, içtimai yapısı bu hale gelen kavimlerin halini ilahi üslup ile şöyle dile getiriyor:

"Mekke'deki gibi, her beldenin ileri gelenlerini (yapa geldikleri kötülükleri yüzünden) oraların mücrimleri kıldık ki, orada hileler yapsınlar. Halbuki onlar, hileyi ancak kendilerine yapıyorlar da farkında değillerdir."[113]

"Biz hangi beldeye bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka orasının zenginleri (ki idarecileri ve şerrin kumandanlarıdır[114]): "-Biz, sizin bize tebliğ ettiğiniz şeyleri inkar ediyoruz. Ve (zaten) bizim malımız, evladımız sizinkinden daha çoktur, (bu sebeple) biz azaba uğratılacak da değiliz” dediler."[115]

Yukarda belirtildiği gibi bazıları da Tanrı soyundan geldiklerini ve hatta tanrı olduklarını bile iddia etme cüretinde bulunmuşlardır. Bu iddialar eski Mısır'da Firavunlarla başlamış, oradan Roma ve Yunan'a geçip dünyaya yayılmıştır. Halbuki Peygamberler hariç hiçbir kimse kendi toplumlarını idare etme yetkisini doğrudan

doğruya Yüce Allah'tan almamıştır. Çünkü yöneticilik, ehliyet ve kabiliyet esasına göre insanların kendi aralarında halletmeleri gereken bir konudur. Ehil olmayanların idareciliğe hakkı olmadığı gibi, babadan oğula geçen bir yetki de değildir.[116]

Bu durumdaki bir toplumun hakkı bulup doğru yola girmesi, zulmü terk edip adaleti hakim kılması, adeta imkansız hale gelmiştir.[117] Zira toplumun güçlerini ve imkanlarını batıl yolda bir baskı unsuru olarak kullanan   zorba idareciler  buna engel olmaktadırlar.

Böylesine karmaşık bir ortamda gönderilen peygamberler ise İnsanüstülük iddialarının geçersiz olduğunu ve reddedilmesi gerektiğini[118] açıklamışlardır, çünkü Bütün insanların, Hz. Adem'in soyundan türemiş olmakla eşit olarak yaratıldığını, ve ister yönetici olsun, isterse yönetilenler olsun, hepsinin Allah'ın kulu olduklarını belirtmiş ve bu işi ancak ehil olanların yürütmesi gerektiğini ifade etmişlerdir.[119] Kur'an'da, üstünlüğün yaratılışlarındaki farklılıklarında değil de sonradan kazanılan değerlerde olduğu ifade edilmiştir.[120] Böylece doğuştan geldiği iddia edilen her türlü yapay imtiyazların uydurma ve asılsız olduğu ilan edildi. Böylece artık insanlığın kendileri gibi kul olan birine kulluk etmeleri önlenmiş oldu. Aslında Bu gerçekler, tahrife uğramamış bütün mukaddes kitaplarda kaydedilmiştir.[121]


[71] Bakara: 2/29, Hac: 22/65; Nahl: 16/10- 16.

[72] Fatır: 35/39; En'âm: 6/165.

[73] En'am: 6/48; A'raf: 7/35, Bakara: 2/38.

[74] Nahl: 16/112.

[75] A'raf: 7/11, 12, 20.

[76] Şu'ara: 26/146-148.

[77] Kasas: 28/58.

[78] Yunus: 10/18; Furkan: 25/55; Hacc: 22/12; el- Enbiya: 21/66.

[79] İsra: 17/22.

[80] Kasas: 28/50; ayrıca bkz. Rum. 30/29: En'am, 6/119; Muminun, 23/71.

[81] İbnü Hişam a.g.e. I. 359 v.d; İbnil Kesir, Siret, II, 18 Vd.

[82] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 27-30.

[83] E bu Hayyam el-Endelusi, Bahr. V, 272.

[84] Hud: 11/116,117. "Zulm" kelimesine verdiğimiz "Şirk" manası için bkz. Beydavi, Envaru't-Tenzil, 308.

[85] Taşköprülüzâde, Miftâhu's-Se'âde, III, 310.

[86] Endelûsî, 'İkdü'l-Ferîd, I, 32.

[87] İbni Haldun, Mukaddime, 129.

[88] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 31-32.

[89] İbni Haldun, Mukaddime, 129 v.d.

[90] İbni Sa'd, Tabakât, I, 66 v.d., İbnü Kesir, Siret, 1, 96 vd.

[91] İbni Sa'd, age, I, 75, vd. İbnü Kesir, Siret, I, 186.

[92] Ankebût: 29/12. Bu ayetin, İman edenlere: "Ne biz ne de siz öldükten sonra dirileceksiniz, şayet böyle bir şey olursa, biz sizin günahlarınızı elbette yükleniriz" diyen Kureyş asilzadeleri hakkında nüzul olduğu rivayet edilir. Bkz. Zemâhşerî, Keşşaf, III, 199; Nesefî, Medarik, III, 252; Taberi, Cami'ul-Beyan, XX, 134. Başka bîr rivayete göre ise; Ebu cehil ve diğer Kureyş asilzadeleri, peygamberimize gelen kimseleri karşılayarak selam verip şöyle derlerdi: "O, şarabı, zinayı ve Arapların yapa geldikleri şeyleri haram ediyor. O halde, O'na gitmekten vazgeçin; biz günahlarınızı yükleniriz." Bkz. Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr,V.143. Hazin'in beyanına göre ise, bu sözü söyleyen Ebu Süryân'dır, III, 417. Görüldüğü gibi rivayetlerde geçen şahıslar farklı olmasına rağmen, topluma hakim olan mele' sınıfından olmakta birleşmişlerdir.

[93] İbni Haldun, a.g.e. 170.

[94] Nûr: 24/40.

[95] Mülk: 67/22.

[96] Bakara: 2/257.

[97] Cehennem= Şirk manası için bkz. Mukatil, vr, 180a.

[98] Kasas: 28/41.

[99] Araplardaki eski bir geleneğe göre, bin devesi olan, nazar değmesin diye, bir devenin gözlerini oyardı. Bu geleneğe göre, Amr, 20 devenin gözünü oymuştur. Bundan da anlaşılıyor kî, Amr, o günün Karun'u sayılacak kadar zengindir Süheyli, Ravdü'l- Ünf, I, 357.

[100] Ayrıca kendi kafasından bahire, şaibe, vesile, ham gibi yasaklar uydurup onlara kabul ettirmiştir. Bazı, a.g.e. III, 114;   İbnü Kesir, Siret, I, 62, İbnü Kesir, Tefsir, IV, 111; Mes'ûdî, Mürûc, II, 56.

[101] "Lât" ismi; un ve yağ karıştırarak "sevik" yemeği yapmak manasına gelen 'Lette" fiilinden türetilmiştir. Bu yemek devamlı olarak büyük bir kayanın üzerinde veya yanında hacılara dağıtıldığından ona "lât" ismi verilmiştir. Bkz, Süheyli, Ravdu'l- Unf, 1357; İbnül Mansûr, a.g.e. II. 03.

[102] Süheyli, age. I, 357.

[103] Buhârî, Menâkib, 9, Tefsîru'l-Mâide, 13. ; Müslim, Cennet, 50, 51. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 275, 366. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 33-36.

[104] Ibnü'l Manzur, age. XIII, 461; Komisyon, Mu'cemu el-fâzi'l-Kur'ân, II, 911.

[105] Saffat, 37/28.

[106] Zemâhşerî, Keşşaf, II, 339; ayrıca bkz. Kurtûbî, XV, 7 vd. Nesefî Medarik. IV, 19, 97 İbnü Kesir, Tefsir, IV, 5; Beydavi, Envae, 591.

[107] Isfahanı, Müfredat, 553; Komisyoni age, II, 911.

[108] Beydavi, Envae, 591; ayrıca bkz. Râzî, Mefâtîh, XXVI, 134; İbnü Kesir, Tefsir, IV,5.

[109] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 36-38.

[110] Mâide: 5/18; Tevbe: 9/30-31.

[111] Bakara: 2/22.

[112] Ra'd: 13/11; ayrıca bkz. Enfâl: 8/53.

[113] En'am: 6/123.

[114] Kurtübî, age, XIV, 305, ayrıca bkz. Mukatil, Tefsir, vr. 197b; Taberi, Cami'u'l Beyan, XXII, 99.

[115] Sebe: 34/34; ayrıca bkz. Zuhruf: 43/23.

[116] Bakara: 2/124.

[117] Nitekim şarktan garba kadar birçok milletlerde, -Konfıçyus, Eflatun gibi- yetişen filozoflar aklın  gösterebildiği  ölçüde, toplum içinde güzel sistemler çizmiş, tavsiyelerde bulunmuşlardır. Fakat bunları,   kibirleri yüzünden akla kıymet vermeyen idarecilerine kabui ettirememiş ve dolayısıyla bunlar toplum için bir etopya olarak kalmışlardır. Ayrıca, cahiliye devrinde Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b.  Amr gibi, yaşadıkları çevrede olup bitenlerden rahatsız olan kimselerin, kısmen de olsa toplumu ıslah teşebbüsleri neticesiz kalmıştır.

[118] Cum'a: 62/6.

[119] Nisa: 2/58.

[120] Hucurât: 49/13.

[121] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 38-40.