๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 07 Mayıs 2011, 23:02:23



Konu Başlığı: Melein Peygamberlerle Mücadelesi 2
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 07 Mayıs 2011, 23:02:23
MELE'İN PEYGAMBERLERLE MÜCADELESİ 2

3- Hz. Mûsâ ve Kârûn
 
Fakat Hz. Musa'nın karşısına bundan sonra yeni bir mele' tipinin dikildiğini görüyoruz. Bu tip, kavminin en büyük zenginlerinden Karun'dur. Hz. Musa'nın; malında fakirlerin hakkı olduğu ve Yüce ALLAH'a şükretmiş olması için, zekâtını vermesi gerektiğine dair ikâzlarını dinlemeyen, en sonunda kibir ve inadın zirvesine varan Kârûn O'nu inkâr ederek -Firavun ve mele'inin yaptığı gibi- sihirbaz ve sahtekârlıkla itham etmeye başlar. Sahibi olduğu muazzam servetin, ALLAH'ın bir lütfü olduğunu inkâr ederek sadece kendi kabiliyeti ve ilmi ile elde ettiğini iddia eder. Bu haliyle kavmi içindeki çoğunluğun, Hz. Musa'ya imân ve itimâdını sarsıp dalâletin kaynağı haline gelen Kârûn, Mûsâ a.s.'ın ikâzlarını dinlemediğinden, sarayı ve bütün serveti ile beraber yerin dibine batırılır.

Kârûn hakkında Elmalılı Hamdi Yazır (1361/1942) şu açıklamayı yapıyor: "Firavun, siyâsî zulmü istibdatta alem olduğu gibi; Kârûn da mâlî istibdat ve ihtikârda alemdir. Bu suretle Kârûn kıssası, muhtekir bir kapitalist kıssasıdır."[205]

Râzî (606/1209)'nin beyânına göre ise: Mısır'da iken Firavun, (Karun'u Benî İsrail'e hükümdar tayin etmişti. Mısır'dan çıktıktan sonra, bu riyasetten mahrum olmuş ve Mûsâ a.s. ile Harun'un, kavmi içindeki şeref ve itibarını kıskanmıştı. Hattâ bu yüzden kendisine de bir makam verilmesini teklif etmişse de, menfî cevap alınca kızıp Hz. Musa'yı sihirbazlıkla ithama yeltenmiştir. Diğer bir rivayete göre ise Karun'u azdıran, malıdır.[206]

Açıkça ğörüldüğü gibi Hz. Musa'yı da inkârda öncülük edenler, yine o günün toplumunda zenginlik ve riyaseti ellerinde bulunduran mele' tabakasıdir.[207]

 4- Diğer Peygamberler Karşısında Mele'in Tavrı ve Netice
 
Yüce ALLAH'ın: "Biz hangi kasabaya bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın zenginleri (idarecileri ve şerrin kumandanları): '-Biz, sizin bize tebliğ ettiğiniz şeyleri inkâr ediyoruz.' dediler.[208] Ve "(Ey Habîbim!) Senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıklıları: '-Biz babalarımızı bir yol üzerinde bulduk, biz de izlerine uyarız.' dediler."[209]

Âyetleri, diğer peygamberlerde de durumun aynı olduğunu bize açıklıyor. Bu sarahat ve açıklığa ilave olarak, ilk ve son müfessirlerin konu hakkındaki görüşlerinden bir kaç örnek verelim:

Birinci âyette Mukâtil (150/767) şu açıklamayı yapıyor: "Kavmin zengin ve zâlimleri, peygamberlere şöyle derler: '-Biz, getirdiğin tevhidi inkâr ediyoruz.' Fakirlere dönerek de şunu söylerler: '-Bizim için (sizin ve) o peygamberlerin bir önemi yok, bizim malımız, evlâdımız daha çok olduğu halde ve biz azaba da uğratılmayacağımız halde fakirler bizden daha mı hayırlı olurmuş?'[210]

Kurtubî (671/1272), Katâde (118/736)'den rivayetle, âyetlerde geçen "Mütrafîhâ" kelimesini şöyle açıklıyor: "Beldenin zenginleri, idarecileri, zorbaları ve şerrin kumandanları; peygamberlere dediler ki: '-Eğer ALLAH dinimiz ve fazîletimizden razı olmasaydı bu bolluğu, bu zenginliği bize vermezdi.' "[211] Bu sözleri ile zenginliklerini, haklı ve doğru yolda olmalarına açık bir delilmiş gibi göstermek istiyorlar halbuki, asıl kaynağını ve sahibini unutanlar için zenginliğin, dalâlet kaynağı olduğu, "ALLAH kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde muhakkak taşkınlık eder azarlardı "[212] âyet-i kerîmesinden anlaşılıyor.[213]

İbnü Kesir (774/1372) ise şu beyânda bulunuyor: "ALLAH Te'âlâ Resulünü teselli ederek ve kendisinden önceki peygamberleri örnek almasını emrederek, her memleketin; nimet, haşmet, servet ve riyaset sahipleri ile zorbaları, liderleri ve serde önderlerinin gönderilen peygamberlere imân etmediklerini haber vermektedir." Müfessir, bu satırlardan sonra çoğunlukla toplum içinde mal ve mevki sahibi olmayanların peygamberlere ilk inanan gurubu oluşturduğunu beyân eden şu rivayeti naklediyor: "Hz. Muhammed s.a.v.'e peygamberlik gelmeden önce (Mekke'de) ortaklık yapan iki adam vardı, birisi Sahil'e (diğer bir rivayette ise Şam'a) gidip yerleşti. Diğeri ise orada kaldı. Hz. Muhammed s.a.v. peygamber olarak gönderilince (Şam'daki bunu duyup Mekke'de bulunan arkadaşına) mektup yazarak Hz. Muhammed'in ne yapmakta olduğunu sordu. Arkadaşı da ona, Kureyş'ten hiç bir kimsenin O'na inanmadığını, sadece toplumun fakir ve aşağı tabakasından olanların O'na tâbi olduğuna dair cevabî mektubunu yazdı. O da bu cevabı alır almaz ticâretini terk edip arkadaşının yanma gelerek: '-Beni O'na götür' dedi. (Haberin bu bölümünde râvî şunu ilâve ediyor): O Mukaddes kitapları veya bir kısmını okumuş olduğundan (peygamberlik hakkında bilgi edinmişti) İkisi birden Peygamber s.a.v.'e gelince: '-İnsanları neye davet ediyorsun?' diye sordu. Peygamberimiz de: '-Şuna, şuna .,." diyerek İslâm'ı anlattı. Bunun üzerine O da şehâdet getirip imân etti. Peygamberimiz ona, "bunu(n hak olduğunu) nereden biliyorsun?" diye sordu. O zat da: '-Hiç şüphesiz bir peygamber gönderildiğinde O'na ancak fakirler ve toplumun aşağı tabakasından olanlar, ilk önce imân ederler' cevabını verdi." İbnü Kesir (774/1372) bundan sonra şunu ilâve ediyor: "Bilahare o zatın görüşünü tasdîk eden bu âyet nazil oldu."[214]

Muahhar müfessirlerden Âlûsî (1270/1858): "Tekzîb için özellikle 'Mütrafün'un zikri, çoğunlukla" peygamberlerin ilk yalanlayıcılarının onlar olduğunu belirtmek içindir" diyor.[215]

Reşid Rıdâ (1354/1935) da bu konuda şöyle diyor: "Her milletin içinde malı ve işgal ettiği makamı ile gururlanan mütekebbir mele' gurubu, ALLAH'ın âyetlerini bile bile inkâr eden ve peygamberleri yalanlayanların ilki ve öncüleridirler. Çünkü peygamberlere uyan şu fakir ve kimsesizlerle aynı safta oturmayı göze alarak imân etmenin kendi şân, şöhret ve şereflerini azaltıp idarecilik, önderlik vasıflarına halel getireceğini, kendilerini de onlar gibi idare edilenler sınıfına katacağını görüyorlardı.... Buna mukabil peygamberlere ilk uyanlar da kavmin içinde fakir, himayesiz ve cemiyetin orta sınıfını teşkil edenlerdir. Bunun içindir ki kendini beğenmiş ekâbir takımı, peygamberlere karşı düşmanlıklarını ve onlara karşı tutumlarını -Kur'ân'ın bir çok yerinde belirtildiği gibi...- risâletin devamınca artırarak çoğunluğun O'na uymasını önlemeye çalışmışlardır. Yine aynı gurup geçmişte olduğu gibi her devir" ve yerde ıslahatçılarla, milletleri zulme, istibdâda, zorba ve mütekebbir idarecilere mukavemete çağıran her kese karşı böyle davranmışlardır. ALLAH Te'âlâ'nın Kitap'ındaki bu Rabbânî tespit umûmî ve daimî olup sonsuza dek devam edecek olan ve ondan müstağni olamayacağımız bir ikâz olarak kalacaktır. Ama ne yazık ki Kur'ân ehli bundan gafil kalmışlardır.[216]

Müfessirlerin bu beyânlarından sonra daha açık bir şekilde görülüyor ki; bütün peygamberleri inkârda önü çekenler ve peygamberlere ellerindeki bütün imkânlarla karşı durup çoğunluğun onlara inanıp itaat etmesini önlemeye çalışanlar rüesâ ve eğniyâdan oluşan mele'dir.

İşte bundan dolayıdır ki; risâlet ile ilgili kıssaları tetkik ettiğimizde peygamberlerin tebliğlerine: "Yâ kavmi'budullahe mâ leküm min ilâhin ğayruh" = "- Ey kavmim! (Sadece) ALLAH'a itaat ve ibâdet edin, sizin O'ndan başka (itaat edilecek) bir ilâh(ınız) yoktur."[217] İlâhî emri ile başlayıp bu gurubun içinde davetine uymayıp cemiyetleri saptırmada kararlı ve ısrarlı olanları bertaraf etmek istediklerini görürüz. Bu ilâhî emir topluma, itaat edilmesi gereken tek merciin ALLAH olduğunu, O'ndan başka hiç bir varlığın itaatte ilâhlık mertebesine çıkarılmaması gerektiğini açık bir şekilde belirtiyor.

Yine ALLAH Te'âlâ cemiyetleri yoldan çıkarmada kararlı olan bu mele' tiplerini bertaraf etmek için her millete peygamber gönderdiğini şu âyet-i kerîmesi ile bize bildiriyor:

"-Ant olsun ki biz her ümmete: '-ALLAH 'a (itaat edip) kulluk edin, (sihirbaz, kâhin ve sapıklıkta önder) tâğûtlar(ın emir ve tavsiyelerine uymak)dan sakının'    diye (tebligat yapması için) bir  peygamber ,[218] göndermişizdir.' " Yine Hz. Yûsuf a.s. hapishane arkadaşlarına: "Ayrı ayrı bir çok ilâhlar mı hayırlıdır, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir ALLAH mı? Sizin ALLAH'tan başka itaat ve ibâdet ettikleriniz, sizin ve atalarınızın takmış oldukları (boş unvan ve) isimlerden başka bir şey değildir. ALLAH onlara (kendi katından) hiç bir yetki indir(ip ver)memiştir. Hüküm vermek ancak ALLAH'a aittir. (Bu sebeple) ALLAH, (putlarda ve onların temsilcilerinde varsaydığınız bütün yetkileri kaldırıp) size, kendisinden başkasına (kesinlikle) itaat ve ibâdet etmemenizi emretti. (Öyleyse) doğru ve sabit din budur, fakat insanların çoğu bilmezler. "[219] diye nasîhat ederken; her türlü nimet, külfet ve yetki kaynağının sadece ALLAH olduğunu; bereket tanrısı, güneş ve ay tanrısı gibi putların, onların hizmetçileri, dilbazları ve temsilcilerinin, ellerinde hiç bir güç, kuvvet ve imkân bulunmayan sahtekârlar olduğunu belirtiyor.[220]

 5- Peygamberler Riyaset Peşinde Koşmazlar:
 
Kıssalar okunurken dikkatimizi çeken ve üzerinde önemle durulması gereken bir konu da: Bütün peygamberlerin, tebliğlerine toplumlarının merkezi, başkenti manasına gelen n "karye"de[221] başlamalarıdır. Kur'an'ın bir çok yerinde[222] bu hususu görmek mümkündür. Bundan da anlaşılıyor ki her peygamber, davasını çoğunluğa kabul ettirmek için, önce onların yöneticileri olan bu mele' gurubunu hidâyete erdirmek istemiş ve bunun için tebliğlerine bu merkezlerde başlamıştır. İlim, hikmet ve güzel öğütle yapılan tebliğlere rağmen, İmân etmeyecekleri hakkındaki kesin kararlarını tespitten sonra ise, kendilerine inananları muhafaza etmek maksadıyla, mele'i toplumun gözünden düşürmeye ve halkın onlara körü körüne itaatini önlemeye çalışmıştır..

Fakat hiç bir peygamber, her şeye rağmen, içinde bulundukları toplumun yönetimini yıkıp ele geçirmek istediklerine dair en ufak bir girişimde bulunmamışlardır. Bunun yerine peygamberler, öncelikle yöneticilerden, zulmün ve anarşinin kaynağı olan çok tanrıcılığı bırakıp tevhide inanmalarını istemişlerdir. Zulüm ve anarşinin kaynağı çok tanrıcılıktır, çünkü çok tanrıcılıkta, -Roma ve Yunan destanlarında anlatıldığı gibi- devamlı kavgalar, ahlaksız davranışlar, kibir, hırs ve hasetler, ihanetler vardır. Bu sebeple birbirleriyle devamlı savaşırlar. Şu halde "şirk" toplumlardaki haksızlığın, şiddetin, anarşinin, zulmün, anlaşmazlığın ve savaşların asıl kaynağıdır. Tevhid ise, toplumlara iyilik üzere yardımlaşmayı, şükür ve paylaşmayı öğrettiği için; adalet, barış, huzur ve refahın temelidir.

Şu halde bütün peygamberlerin asıl hedefleri, öncelikle toplumları ve yöneticilerini şirki bırakıp adaletin, şefkat ve sevginin kaynağı olan tevhide davet etmektir. Fakat zenginliklerini ve saltanatlarını haksız yollarla elde edip zulüm esası üzerine kuran mele' takımı bu davete olumlu bir cevap vermemişlerdir. Bu sebeple adaletle zulmün, diğer bir ifadeyle hak ve bâtılın arasında kendiliğinden bir mücadele başlıyor. Peygamberler bu mücadeleyi daima sözlü, fikri ve imanı tartışmalar seviyesinde sürdürmek isterken, karşıt güçler kaba kuvvete sarılmış ve tabii ki sonunda galibiyet, hakkı savunanların olmuştur.... Bu durumda peygamberler o toplumun hem dini lideri, hem de yöneticisi oluyor. Kur'an kıssalarından, toplumu ilgilendiren bu ve buna benzer daha birçok neticeler çıkarmak mümkündür

Ancak Kur'an'daki kıssalar okunurken, yanlış bir kanaate varmamak için şu hususa dikkat edilmesi gerekir: Çoğunlukla peygamberler, tebliğlerinde doğrudan doğruya bu inatçı mele'in şahıslarını ve işgal ettikleri makamı muhatap almamışlar, bunun yerine kurdukları hâkimiyetin, vazettikleri geleneklerin mesnetsiz ve adaletsiz olduğunu zulme dayandığını ve bu halleriyle yönetime layık olmadıklarını, çeşitli vesilelerle anlatmaya devam etmişlerdir. Bu eleştirilere inandırıcı cevaplar veremeyen melein itibarları ve otoriteleri sarsılmış, sonunda halkın gözünden tamamen düşmüş ve emirleri dinlenmez olmuştur. Eğer peygamberler böyle hareket etmemiş olsalardı toplumu hidâyete erdirmekten daha çok, riyaset peşinde koşan, dolayısıyla halkın gözünde, diğerlerinden pek farkı olmayan biri olarak görüneceklerdi. Şu halde peygamberler; ne zarar ve ne de fayda temin edebilen putlara ibâdeti terk edip hayrın da, şerrin de ALLAH'tan olduğunu belirterek O'na ibâdet etmenin gereğini uygun üslûp ve mesellerle anlatırken [223], aynı zamanda yönetime liyakatin şartlarını da topluma gösterip bunu kabul ettirmek ve böylece sahtekârların, kendiliğinden ortaya çıkmasını istemişlerdir.

Yine bunun içindir ki; ALLAH Te'âlâ'nın adıyla kesilen hayvanların helâl, başkası adına kesilenlerin ise haram olduğunu bildirilmiştir. Aslında her iki halde de dış görünüşe göre kesim işlemi sahih görünüyor ama, ALLAH'ın adı anılınca: "Yâ Rabbî, bu nimeti kullanırken senin, biz âciz kullarına verdiğin yetkiye dayanıyoruz" demek olacağından, bütün dünya nimetlerini insanların hizmetine sunan Yüce ALLAH'a şükredilerek hâkimiyeti tanınmış oluyor. Yüce ALLAH beşer ve beşerin dışındaki varlıklar arasındaki menfaat alışverişini düzenlerken, insanların dışındaki bütün yaratıkları onlara müsahhar kılmıştır. Bu düzen kurulurken, her şeye hâkim olan Yüce ALLAH dileseydi, insanlar dâhil bütün yaratıkları, beşerin dışındaki canlılardan her hangi birine müsahhar kılabilirdi. İşte bu ihtimâl varken, insanların tercih edilmesi ALLAH Te'âlâ'nın bu konudaki irâde ve hükmünün, insanlar lehine kullanması neticesindedir. Böylece ALLAH Te'âlâ bütün yaratıkları, kendi hizmetlerinde kullanma izni ve yetkisini insanlara vermiş oluyor. Buna karşı da insanların, bu nimetleri kullanırken, en azından O'nun ismini anarak şükretmesi Yüce ALLAH'ın hakkı, bunu yapmak da bizim vazifemiz oluyor.

Din adına bir şeyi helal veya haram etme yetkisi sadece Yüce ALLAH'a aittir. Ancak İhlas Suresinde belirtildiği gibi Yüce ALLAH "Samed"tir, yani, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır. Bu sebeple Yüce ALLAH'ın koyduğu helal ve haram ölçülerinde, veya bizim hamd ve şükürlerimizde O'nun için herhangi bir fayda veya zarar söz konusu değildir. Şu halde helal ve haramlardan güdülen maksad insanların faydalandırmak veya zararlardan korumaktır. Câhiliye devrinde, hayvanların et, süt ve diğer ürünleri hakkında "bahire, sâibe" vb. isimlerle konmuş olan ,akla mantığa uymayan yasakların kaldırılmasındaki hikmet de budur.. Ayrıca güdülen maksatlardan biri de: bu ve benzeri gelenek ve yasakları koyan mele'in hiç bir yetkileri olmadıkları halde boş kuruntular, faydasız, hatta çoğu zaman zararlı maksatlarla toplumu oyalayıp kendi ve çok dar olan çevrelerinin menfaatlerini temin etme peşinde olduklarını halka anlatmaktır.

Bu inancın toplum arasında yerleşmesi halinde, gayr-i meşru yollarla edindikleri malların, lâyık olmadıkları halde kullandıkları yetki ve imtiyazların, sahibi oldukları makamların, ehil olan kişilere verileceğini çok iyi bilen mele' gurubu, bu geleneklerin kaldırılmasında muhatap kendileri olmadığı halde, ilk andan itibaren peygamberlerin amansız düşmanları olmuş ve -müteakip bahiste tafsilatıyla görüleceği gibi- akla gelebilecek bütün metotları deneyerek uzun bir mücâdeleye girişmişlerdir. Çoğunun hayatına mal olan bu mücâdelede çok ağır bir üslup kullanmalarına, en acımasız işkencelere baş vurmalarına rağmen peygamberler, teblîğ ve irşadın gereği olan tatlı bir dille ikna edici deliller ortaya koyarak muhataplarının seviyesine inmekten daima kaçınmışlar, beşerî takatin üstünde bir sabırla daima hidâyete ermeleri ümidini taşımışlardır. Fakat "İşte 'Ad (kavmi)! Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr ettiler ve peygamberlerine isyan edip (îman etmemekte) inatçı her zorbanın emrine uydular. "[224]

 D- Mele'in Peygamberlere Karşı Koymadaki Metodları:
 
Peygamberler kendilerine vahiy gelmeden önce; doğumu, çocukluğu ve gençliği çevresi tarafından görünüp bilinen ve bu safhaları geçirmede diğer insanlardan ayrı bir özelliğe sahip olmayan bir beşer olarak görünüyorlardı. Ancak bir çok kimseden ayrı olarak isim isim bilinen uzun bir nesebi şecereye sahip, yaşantısı  düzenli ve temiz bir sülâleden gelen, zamanındaki ahlâksızlıklara hiç katılmayan, beşerî ihtilâfları çözmede kabiliyet ve liyakâti tam, doğru sözlü ve itimat edilir vasıflarıyla üstün birer şahsiyete sahiptiler. Bu halleriyle çok üstün bir mevkiye sahip olmaları gerekirken içinde bulundukları zamanın bozulmuş kıymet ölçülerine göre toplumun orta sınıfını oluşturan fertlerden biri olarak biliniyorlardı.

Peygamber gönderilmeden önce toplumdaki içtimaî durum ve toplumu saptırmada mele'in rolü bahislerinde görüldüğü gibi; ilahî mürşitlerin gönderildiği toplumlarda üstün ve hâkim sınıf; beşerî zaafların ortaya koyduğu gayr-i insanî değer ölçülerine göre oluşmuştu. Böylesine bir çevrede ise toplum, kendisine rehber olarak sadece o sınıftan çıkan bir kimseyi kabule alışmıştı.

Hal böyle iken bir müddet sonra, o günün şartlarına göre, toplumun orta sınıfı sayılan kesiminden bir peygamber çıkıp ALLAH tarafından isanlara rehber olarak seçilip kendisine vahiy geldiğini ilân ederek, o çevrede oluşan sakat mantığa göre meşru sayılan bir çok şeyleri yasaklayıp insanları dünyada da âhirette de mutluluğa götüreceğini söylemesinin ilk anda şüphe ile karşılanması ve toplumda bir çok istifhamlar uyandırması normaldir. Huzur ve mutluluğun gerçekleşmesi için teklif edilen yeniliklerin hemen kabul görmemesi de normaldir. Fakat bütün bunlara rağmen peygamberlerin davetlerini duyanların kafalarında, kabul etmenin ilk basamağı sayılan bir çok şüpheler yer etmeye başlamıştır.

Bu yeni tekliflerin oluşturduğu şüpheler bazılarını rahatsız ediyor, bir çoklarını da ümide sevk ediyordu. Bu tekliflerden rahatsız olan ve tebliğin yayılmasını engellemeye çalışan gurubun, mevki sahibi ve zengin kimseler olduğunu bir önceki bölümde görmüştük. Araştırmamızın bu kısmında da anılan gurubun, gün geçtikçe toplum içinde azalan itibârlarını tekrar kazanmak için, risâletin devamınca değişen ve şiddetlenen metotlara baş vurmaktan geri durmadıklarını göreceğiz.

Acaba peygamberleri inkâr ve onlara karşı koymadaki metotları nelerdir? sorusuna cevap aramak için Kur'ân'daki kıssaları incelediğimizde, bir çok inkâr çeşitleri ile karşılaşırız. İnkarcıların baş vurdukları bu yolları açıklayan bir çok âyet-i kerîme olmasına rağmen, tasnife tabi tutulduğunda her peygambere karşı hemen hemen aynı metotların kullanıldığını görürüz. Aşağıda bu metotları bir kaç gurupta toplayıp açıklamaya çalışacağız.[225]

 1- Yalancılık Delilikle Suçlamaları:
 
"(Kâfirlerden) her güruh cehenneme atıldıkça bekçileri o kâfirlere soracaklar: '-Size bir uyarıcı (peygamber) gelmedi mi?' Onlar da diyecekler ki: '-Evet, gerçekten bize uyarıcı (bir peygamber) geldi ama biz yalanladık ve 'ALLAH hiç bir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz.' dedik."[226]

"(Ey Rasûlüm! senin kavmin sana, sihirbaz veya mecnûn dediği gibi onlardan evvelki ümmetlere de bir peygamber gelince O'na muhakkak ya sihirbaz dediler veya mecnun'[227]

Bu iki âyet-i kerîme bütün peygamberlerin yalancılık ve delilikle itham edildiğini gösteriyor. Nûh a.s.'i, kavminin mele'i inkâr ederken yine aynı suçlamalarda bulunmuşlardı."[228]

"Battığı dem yıldıza ant olsun ki arkadaşınız (Muhammed, doğru yoldan) sapmadı.,.."[229], "(-Ey Kureyş mele'i) sizin arkadaşınız (iftira ve iddia ettiğiniz gibi) bir mecnûn değildir."[230] , "(Ey Rasûlüm! Üzülme, Kureyş mele'i) seni tekzip ediyorsa onlardan öncekiler de (peygamberlerini) tekzip etmiş(ler)di. Halbuki onların peygamberleri (de) kendilerine açık açık mucizeler, sahîfeler ve nûr veren kitaplar getirmişlerdi."[231] Bu âyet-i kerîmeler; yıllarca doğru ve güvenilir olduğuna şahadet ettikleri Peygamberimiz s.a.v.'in de bu töhmetler altında kaldığını gösteriyor.

"(Kendilerine peygamber gönderilen milletlerin) hepsi de o (baştan sona iftiralarla dolu) sözü bir birlerine tavsiye mi ettiler? Hayır! (öyle değil, ama) onlar(ın her biri umumiyetle) azgınlar gürubunun ta kendileridir (de ondan.)"[232]  âyeti de, muasır olmadıkları için bu iftira dolu asılsız sözleri bir birlerine telkîn etmediklerini, her milletin, içinde bulundukları inkâr ortamında bu metotları tasarladıklarını anlatıyor. Müteakip âyet-i kerîmede ise bu husus daha da açıklık kazanıyor:

"(Geçmiş ümmetlerin) peygamberleri, onlara açık mucizeler getirince, kendilerinde bulunan (bâtıl anlayış ve) ilimle şımarıp övündüler (de peygamberlerin getirdikleri gerçeklere değer vermeyerek alay ettiler.) Sonunda alay ede geldikleri şey kendilerini kuşatıverdi."[233]

Şu halde bir toplum, ilâhî mürşitlere, beşerin haysiyet ve şerefine uygun olarak konan değer ölçülerine, nisyân vb. bazı zaaf veya kasıtlarla isyan etmeye başlarsa gün geçtikçe artan bir arzu ile sapıklıkta mesafeler kat eder. Ve öyle bir zaman gelir ki, artık o toplumdaki ilim, kültür vb. değerler oradaki sapıklığa hizmet edecek şekilde gelişir. Böylece yıllar süren bir tahribatla içtimaî, dinî, siyâsî, mâlî yb. her sahada huzursuzluk ve kargaşalık normal kabul edilir hale gelir. Ayette geçen "kendilerinde bulunan ilimle şımarıp övünmeleri ve peygamberleri île alay etmeleri" ifadesi, sapıklık vb. töhmetlerin o günkü toplum arasında oluşan düşünce ve bâtıl ilimden kaynaklandığını veciz bir şekilde ortaya koyuyor.

Yine o günün toplumunda oluşan hurafelere göre: "câhil avam deliler hakkında; -'O'na cin çarptığı için aklını yitirmiştir derlerdi. (Mevcut olan bu kanâate göre) Peygamberlerin de deli olduğu iddiası avamda revaç buluyordu. Çünkü Peygamberler de o günkü doğru yoldan sapmış toplumun âdetlerinin aksine bir takım işler yapıyordu. Bu yüzden şu rüesâ taifesi de avama: 'O delidir, deli olan bir kimse nasıl peygamber olunmuş?' derlerdi."[234]

Peygamberlerin tebliğ ettikleri ilâhî davetler bir müddet bu suçlamalarla tesirsiz hale getirilmeye çalışılmış ama teblîğ tutarlı bir şekilde devam ettikçe onların; deli, beyinsiz ve yalancı olduklarına hiç kimseyi inandıramamışlardı. Öyleyse daha başka yollar deneyerek bazı yeni şüpheler bulup ortaya atmak ve toplumu mümkün olduğu kadar oyalamak gerekiyordu diye düşünen mele' yeni bir yola giriyordu.[235]

 2- Alay Etmeleri:
 
"(Ey Muhammed!) Ant olsun, senden önceki (ümmet)lere /topluluklara da peygamberler gönderdik. (Fakat) onlara bir peygamber geldiğinde (hemen ona inanıp uyacakları yerde) onunla alay etmekten başka bir şey yapmazlardı."[236]

"(Ey Resulüm!) kâfirler seni gördükleri zaman, seni ancak alaya alırlar (da şöyle derlerdi:) '-Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?' Halbuki çok esirgeyici ALLAH'ın (indirdiği) Kur'ân'ı inkâr ile kâfir olanlar onlardır. (O halde asıl alay edilmeleri gereken kendileridir.)"[237]

Bu âyet-i kerîmeler her peygamberin, kavmi tarafından alaya alındığını gösteriyor. Peygamber Efendimiz de ilk zamanlarda alay ve istihza ile karşılanmıştı. Ama mele'in bu istihzaları ardından ALLAH Teâla onları; "Muhakkak ki biz, senin için, o alay edenlerin hakkından geliriz. "[238] âyeti ile tehdit ederek Rasûlünü teselli edip O'na yeni bir güç veriyordu. Peygamber ve ona inananların moralleri arttıkça mele' bunu tekrar bozmak için neler yapmıyordu ki:

"Hakikat, günah işleyen (o kâfir)ler inanmış olanlara gülerlerdi. Onların yanlarından geçtikleri zaman birbirlerine kaş-göz işaretleri yaparlardı. Ailelerine döndükleri zaman (da bu maskaralıklarından) zevk duyarak dönerlerdi. O (inana)nları (her) gördüklerinde: '-Bunlar muhakkak sapıklardır' derlerdi."[239]

Bu âyet-i kerîmede belirtildiği gibi onlar "inananlarla alay etmek ve (onları küçük düşürmek maksadıyla eğlenip duruyorlardı. Bazen fakirlikleri, bazen de perişan halleri, bazen de (onlara göre) çok aşağılık hallerden yüksek mevkilere erişmeleri, devamlı alay mevzuu oluyordu. Bunlar müminleri alay konusu etmekte ve süflî emellerini tatmin vâsıtası yapmaktaydılar. Onlara türlü eziyetler tatbik etmekte, sonra da müminlerin bu hallerini alçakça alay konusu yapıp gülmekteydiler... Gözleriyle, elleriyle bir birlerine işaret verirler veya aralarındaki anlaşmalı bir hareketle, müminlerle alay ederlerdi."[240]

Bütün bu hile ve desiselerden maksatları, müminlerin kalplerine şüphe ve bıkkınlık tohumlarını atarak onları Hz. Muhammed s.a.v.'e uymaktan menetmek, inanmış olanları da caydırmak ve böylece kendi riyasetlerini muhafaza etmekti.

Fakat ilâhî vahiy devam ettikçe, alaylı bir tarzda ortaya atılan bu istifhamlar; en güzel ve inandırıcı cevaplarını, insanî edep ve haya sınırları aşılmadan, vecîz ve belîğ bir şekilde alınca kendileri gülünç duruma düşüyorlardı. Çünkü "kötü tuzak ancak sahibinin ayağına dolanır."[241] Ayrıca alay etmek bir bakıma acziyetin bir belirtisidir. Çünkü alay, ortaya konan ap açık gerçekler ve bunları destekleyen delillere, kabul edilebilir fikirlerle cevap veremediğinden tartışma gücünü kaybedenlerin, baş vurdukları son çaredir. Böylece toplum içinde, zamanla yerleşen bozuk değer ölçüleri de yavaş yavaş değişiyor ve o günkü şartlarda riyaseti ele geçirenlerin, aslında böyle bir makama layık olmadıkları anlaşılıyordu.[242]

 3- Şâir, Kâhin ve Sihirbazlıkla Suçlamaları:
 
Toplum içinde herkesin beceremeyeceği edebî bir üslupla vecîz sözler söyleyenlere; "şâir", gaipten haber verenlere; "kâhin", el çabukluğu ve göz bağcılıkla bazı hünerler ortaya koyanlara "sihirbaz", geçmiş milletlerin kıssalarını anlatanlara da "kassâs" deniyordu. Bu inkarcı gurup da peygamberlerin, ALLAH'tan aldıkları vahiylerinin, başkaları tarafından söylenemeyecek bir tarz ve üslupta oluşunda, gaipten haber vermelerinde, doğruluklarına şahit olarak getirdikleri  mucizelerinde ve ibret alınsın diye geçmiş ümmetlerin haberlerini nakletmelerinde anılan meslekler arasında bir benzerlik gördüler. Bu sebeple peygamberleri, onlardan biri olarak topluma takdîm etmeyi denediler ve onlara şâir, kâhin ve sihirbaz demeye başladılar.[243]

Birinci ve ikinci maddede gösterilen inkâr yollarından sonra böyle hareket etmeleri her ne kadar peygamberlere az da olsa toplum içinde bir mevki vermek mânâsına gelecekse de, getirmiş oldukları yeni fikirlerin tutarsız olduğu fikrini toplumda yayarak halkı imândan alıkoymak ve inananları da caydırmak bununla daha kolay olacaktı. Fakat vahiy ve tebliğlerin; apayrı bir belagatta oluşu, verilen haberlerin tekzip edilemeyişi, usta sihirbazların bile benzer bir mucize getirmekten âciz kalmaları, ümmî oldukları halde o güne kadar hiç duyulmamış kıssaları anlatmaları, yapılan bu suçlamaların yerinde olmadığı, sadece kıskançlık veya riyasetlerinin sona ereceği endişelerinden kaynaklanan birer iftira olduğunu ortaya çıkarıyordu. Ayrıca ilâhî teblîğ, beşerî ilişkileri düzenlemede yeni yeni prensipler vaz'ettiği ve o günün huzursuzluklarını gidermede en güzel çareleri getirdiği, istikbâlde de dünyevî ve uhrevî huzur vaat ettiği halde, sadece geçmişlerin masallarından ibaret olabilir mi? Bu ve diğer gerçeklerin anlaşılması, tutundukları dalların, birer birer inkârda öncülük eden mele'in ellerinde kalmalarına yol açıyordu. Öyleyse daha etkili olabilecek başka bir çare bulmanın gereğine inanan mele' her geçen gün yeni bir metoda baş vuruyordu.

Gerçi çare diye ortaya attıkları iftira ve itirazları oranında kendi inkârlarından taviz verip peygamberlerin davetine yaklaştıklarını da görüyorlardı. Ama hâdise ve problemler değiştikçe cevap mâhiyetinde gelen vahiyler peygamberlerin haklı olduklarını canlı bir şekilde göstererek itibârlarını yükseltiyordu. İşte bu yüzden mele' de, toplum nazarında tamamen itibarsız kalkmamak için yeni iftira kampanyaları açmak mecburiyetinde kalıyordu.[244]

 4- Şüpheler Uyandırmaları:
 
"Kâfirler inananlar hakkında dediler ki: '-Eğer o (peygamberin getirdiği yeni din) iyi bir şey olsaydı o (fakir ve tarafsız ola)nlar bizden önce ona koşmazlardı. (Onlardan önce biz koşardık.)"[245]

"ALLAH (buldu buldu da) aramızdan (sefil, fakir ve köle olan) şunları mı imân nimetine lâyık gördü?"[246] "(O halde) atalarımızı üstünde bulduğumuz şey bize yeter."[247]

Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde görüldüğü gibi mele', peygamberlerin davetini tesirsiz hale getirmek için akıllarına gelen her türlü şüphe ve ihtimâli alaylı bir üslup ile söylemekten geri durmuyordu. Hatta "Şu'ayb'a şöyle demişlerdi: 'Atalarımızın taptığı şeylerden, yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? ",[248] "Doğrusu biz atalarımızı bir ümmet (doğruluğuna kesin olarak inandığımız bir 'din) üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız. "[249]

Yine inkarcılar arasında, içinde bulundukları ortama göre renk değiştiren tipler vardı ki "Onlar imân edenlere rastladıkları zaman; '-İnandık' derler, kendi şeytanları (olan bey, reis ve uluları) ile baş başa kaldıkları zaman ise: '-Emin olun biz sizinle beraberiz, biz (onlarla) sadece alay ediyoruz' derlerdi".[250]

Ayrıca mele', peygamberlere uymaya yatkın olan çoğunluğun şuurunu karmakarışık etmek için ortaya attıkları bu şüpheleri daha belirgin hale getirip şöyle demeye başladı:[251]

 a. Melek Olmaları Gerekmezmiydi? Demeleri
 
"Bu, sizin gibi bir beşerden başkası değildir, sizin yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor."[252]

"...Eğer ALLAH (peygamber göndermek) dileseydi elbette (bize) melekler indirirdi. Biz evvelki atalarımızdan (böyle bir şey) duymadık."[253]

"...Yahut kendisine (gökten) bir hazine atılmalı veya kendisinin, (meyvelerinden) yiyeceği bir bahçesi bulunmalı değil miydi?"[254]

Bu itirazlar yapılırken, ALLAH'ın, insanlara bir elçi göndermesini kabullenmiş gibi görünerek, temelde nübüvvet müessesesine inandıkları hissini uyandırıp bu zemin üzerinde "sırf haset, riyaset sevgisi ve hakka boyun eğmekten kurtulmak için"[255] yeni şüpheler üretmeyi gaye edinmişlerdi. Yoksa, bu şüpheleri -aşağıda görüleceği gibi- giderilmiş olsa bile inanacakları yoktu. Çünkü onların bu şekilde hareket etmekteki maksatları, hakkı bâtıldan ayırıp inanmak değil, ne pahasına olursa olsun inananları caydırıp kendi mevkilerini muhafaza etmekti. Fakat bu maksatlarını henüz açık bir şekilde .ortaya koymuyorlardı.

Avamın kafalarına zerk edilen bu şüpheler ilk anda haklı imiş gibi görünür. Çünkü onlara göre peygamberler, madem ki her şeye kadir olan ALLAH'ın elçileridir, bu kadar zahmete katlanmalarına, diğer insanlar gibi para ve rızk açısından darlık çekmelerine ne lüzum var? Bir duâ etsinler bütün istedikleri şeyler anında oluversin! Ama ilâhî vahiy bu şüpheleri gidermek için inandırıcı cevaplar vermeye devam ediyordu:

"Eğer hakikaten biz onlara (istedikleri gibi) melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı, bütün varlıkları onlara karşı (senin söylediklerine) kefiller (ve şahitler) olmak üzere bir araya getirip toplasaydik onlar yine inanmazlardı. Ancak ALLAH'ın (onları mecburen imâna sevk etmek) istemesi müstesna. Fakat onların çoğu (bu gerçeği) bilmezler."[256]

Bu âyet-i kerîme ve diğerleriyle, ortaya atılan şüphelere gereken cevaplar verilmemiş olsaydı mele', bu metodunda bir hayli başarılı olabilirdi. Fakat Yüce ALLAH peygamberlerini teyit eden cevaplarında, zaruret olmadıkça her şeyin; yer, gök ve insanlar için tespit edilen ve hiç tebdile uğramayan Sünnetullâh'a göre cereyan ettiği; tebliğe muhatap olanların melekler değil insanlar olduğu, dolayısıyla elçinin beşer olmasının normal karşılanması gerektiği, hatta melek indirmek gerekseydi bile, yine insan suretinde indirileceği inandırıcı delillerle anlatılınca mele', yine yeni bazı ithamlar peşine düşmek ihtiyacını hissetti.[257]

 b. Fakir ve Kimsesizler Zenginlere Denk Olur Mu?
 
İnkarcıların peygamberlere karşı olan itirazlarını  incelediğimizde en çok rahatsız oldukları şeyin; fakir, zengin ve diğer sınıflar arasında kurulmak istenen eşitliğin olduğunu görürüz. Çünkü kabiliyet, liyâkat ve iyi niyetten yoksun oldukları halde, çeşitli yollar ve dümenlerle hâkimiyeti ellerine geçirenler, idare ettikleri halk üzerindeki otoritelerini devam ettirebilmek için onları, bir takım sakat değer ölçülerine göre sınıflara ayırmak zorunda idiler. Tarihe bir göz atarsak guruplara bölünerek idare edilen ve hatta çoğu zaman sömürülen bir çok milletler görürüz. Toplum, bu şekilde sakat bir ölçüye göre "değersiz, üstün, çok üstün" gibi mânâlara gelebilecek, her millette değişebilen bazı isim ve unvanlarla bir takım sınıflara bölününce de, alt sınıfların veya onlardan bir ferdin isabetli ve doğru olabilecek görüşler beyân edemeyeceği, hele hele hâkim sınıftan biriymiş gibi topluma yön vermeye kalkışamayacağı, vazifelerinin ise üst sınıflara itaat ve hizmet olduğu kanaati yayılır. Yine bu ölçüye göre onlar hak ve hakikati bilemezler. Eğer onlar faydanın nerede olduğunu bilselerdi her şeyden önce zengin olmayı başarırlardı. Çünkü "onlar iddia ediyorlardı ki: dinî riyasete bile bazı dünyevî imkânları elde etmekle ulaşılır."[258] Yine "onlar inanıyorlardı ki ALLAH indinde kendileri üstün bir mevki ve değer sahibi idiler. Bu sebeple de ALLAH onlara yardım ediyordu."[259] Bu sakat mantığa göre; eğer bu dava hak olsaydı, ALLAH onlara yine yardım eder ve peygamberlere ilk uyanlar onlar olurdu. Böyle olmadığına göre hakikat olarak ortaya atılan bu davada bir kusur var diye sakat bir mantık yürüterek halkın arasında propaganda yapıyorlardı. Çünkü yine onlara göre bunca eşraf ve ekâbirin yanılması mümkün değildir.

Aslında onlar hiç bir eşraf ve ekâbirin peygamberlere uymadıklarına dair iddialarında yüzde yüz haklı değillerdi. Çünkü az da olsa her peygambere uyanlar içinde, kavmin ileri gelenlerinden olan kimseler de vardı. İsmen    zikretmek gerekeceğinden sadece Peygamberimiz s.a.v. zamanından örnek vererek Hz. Ebû Bekir r.a. (13/634), Hz. Osman r.a. (35/655), Hz. Ömer r.a. (23/644) ve Hz. Hamza r.â. (3/625)' lan hatırlamak kafi gelecektir. Öyleyse inkarcılıkta ve avamı da bu yola kanalize etmede ısrar edenler, bu ve buna benzer mazeret ve şüphelerinde samimi değillerdi. Böyle hareket etmeleri sırf başkalarını saptırmak ve kendilerini tatmin gayesine matuf idi. Fakat toplum arasında yayılan bu tür şüphe ve propagandaların ne derece etkili olduklarını anlamak için bir örnek verelim:

Mekke mele'ine vâki olan davetlerde peygamberimize şu cevaplar verilirdi: "-Biz, Ammâr (37/657), Ebû Zerr (32/652), Mikdâd b. Esved  (33/6535), Suheyb (38/659), Bilâl(20/640), Habbâb (37/657) ve benzeri köle ile yanaşıklardan oluşan kimsesiz avamla beraber oturmaya razı değiliz. Toplum arasında bizim büyük şeref ve itibarımız var, çevre kabilelerden gelenlerin, bizi onların arasında oturuyor görmelerinden utanıyoruz. Bu sebeple biz geldiğimiz zaman onları yanından kov veya bizim için ayrı, onlar için ayrı olan muayyen zamanlar tayin et! Biz gittikten sonra arzu edersen tekrar onlarla oturabilirsin..." Hatta bir ara, aralarından oluşturdukları seçkin bir heyetle -bu teklifi Hz. Muhammed s.a.v.'e kabul ettirmede aracılık yapsın diye- Ebû Tâlib (H.Ö. 2/620)'e bile müracaat ettiler. Vâki olan bu talepler karşısında, belki inanırlar, ümidine kapılan müminler, bilhassa Hz. Ömer (23/644) r.a. '-Ya Rasülallah! Onlar için bir vakit ayıralım, bakalım ne yapacaklar.' şeklindeki isteklerini arz edince, Peygamberimiz s.a.v. müspet bir cevap vermeye hazırlanırken; "Sabah-akşam Rabb'lerinin rızâsını isteyerek, O'na yalvaranları (Kureyş büyüklerinin arzularına uyarak) kovma!"[260] âyeti nazil oluyor,[261] Yine 'Abese Sûresinin de buna benzer bir olaydan sonra nazil olduğu rivayet edilir.

Peygamber Efendimiz, Kureyş mele'inin avam üzerindeki menfî tesirini bildiği için onların inanmalarını çok arzulamış ve bu konuda ALLAH Te'âlâ'ya dualar etmiştir. Hatta Hz. Ömer r.a.'ın bu duaların sonucu müslüman olduğu söylenir.

Görüldüğü gibi bu tür şüphe ve propagandaların menfî tesiri büyüktü, ama her zaman olduğu gibi ilâhî nûr, istemeseler de, insanların hakkı görmesine mâni olan zulmeti an be an dağıttığından, aydın kafalar arttıkça artıyordu. İçine girdikleri karanlıklara uzanan nûr huzmeleri önüne gerdikleri örtülerin, ilâhî enerji karşısında hemen eriyip döküldüğünü gören mele', perdeleri yenilemek için olanca gayretlerini sarf edip durmadan taktik değiştiriyordu. Çünkü kısa ve kolay yoldan teslim olup haksız yollarla ve zulmederek elde ettikleri hâkimiyet ve riyaset haklarından vazgeçmek istemiyorlardı. İşte bunun için daha birkaç şüphe ve iftirayı deneyip son kozlarını da kullanacaklardı.[262]

 5- Riyaset Peşinde Koşmakla İtham Etmeleri:
 
Bunca gayret ve didinmelerine rağmen, ilahî davetin toplum içinde bir hayli taraftar kazandığını gören mele', artık şifahî olan son kozlarını oynayacaklardı: Peygamberlerin, insanlara saadet getirmeyi bahane ederek mevcut idareyi düşürüp riyaseti ele geçirmek istedikleri şüphe ve iftirasını ortaya atacaklardı.

Bu maksatla; "(Nuh'un davetine karşılık olarak) kavminin inkarcı mele'i şöyle demişti: 'Bu, sizin gibi bir insandan başkası değildir. (Peygamberlik iddiası ile) size üstünlük sağla(yıp reis ol)mak istiyor.' "[263]

Firavun ve erkânı da, risâleti engellemek için Mûsâ a. s.'ı, Mısır halkını ülkelerinden çıkarmak isteyen biri olarak göstermeye çalışıp[264] halkı kendilerine çekmek istemişler ve sonunda O 'nun da riyaset peşinde koşan biri olduğunu şöyle ifade etmişlerdi:

"Dediler ki: '-Sen bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yoldan) çeviresin de, Mısır'da hükümdarlık yalnız ikinize kalsın diye mi bize geldin? Biz, size inanacak değiliz.' ",[265]

Âyet-i kerîmelerde açıkça görülüyor ki mele' bu iftiralarla peygamberlerin asıl gayelerinin topluma mutluluk bahşetmek değil, onlar arasında itibâr, şeref ve üstünlük kazanarak kendi mutluluklarını temin etmek için liderlik peşinde koşmak olduğunu yaymak istiyorlardı. Böylece o günün şartlarına ve geleneklerine göre peygamberler reîs olmak için gereken üstünlükleri kendilerinde toplamış olmadıkları için toplum tarafından bir bozguncu olarak görüneceklerdi. Fakat mele' bu şüpheyi ortaya atmada gecikmişti, çünkü o güne kadar her vesile ile gerçekleri gün ışığına çıkaran ilâhî davet, toplum şuurunda gereken tesiri yapmış, böylece beşer aklı asılsız olduğu kadar zararlı da olan bazı kayıt ve geleneklere esir ve bağımlı olmaktan yavaş yavaş kurtulmaya başlamıştı. Bu yüzden o günkü toplumda reîs olmak için, çok evlat ve mal sahibi olma vb. şartlar şüphe ile karşılanır olmuştu. Artık riyaset için bunlardan önce kabiliyet, iyi niyet vb. şartların gerekli olduğu görüşü kabul edilmeye başlanmıştı. Bu ise en kâmil bir şekilde eskiden beri doğru ve iyi niyet sahibi olarak tanıdıkları peygamberde mevcuttu.

Gerçi peygamberler riyaseti doğrudan doğruya gaye edinmemişlerdi. Fakat ALLAH Te'âlâ'nın onlara verdiği beşerî ıslâh ve yeryüzünü imâr görevlerini yerine getirebilmek için -mevcut liderler ilâhî vahyin ışığında toplumu idare etmeyi kabule yanaşmayınca- bunu vâsıta olarak kullanmaları gerekecekti. Çünkü içtimaî, iktisadî, ahlâkî vb. sahalarda uyulması gereken bir örnek olmak ancak bu yolla mümkün olabilirdi. Zaten "toplum, peygamberin sıdkını (doğru sözlü ve her konuda isabetli oluşunu) itiraf edip tasdîk edince ümmetin bütün işleri O'na danışılarak yapıldığından O kendiliğinden toplumun lideri olur."[266]

Ayrıca peygamberler beşeriyete önderlik yetkilerini her şeyde asıl kaynak olan ALLAH Te'âlâ'dan alıyor, böylece beşerî ilişkileri düzene koymadaki kabiliyet ve liyâkatlerini gören halk çevrelerinde toplanarak onları kendi istekleri ile lider olarak tanımaya başlıyorlardı.

Mele' gurubunun hâkimiyet ve başkanlıkları ise kabiliyet, liyâkat vb. meziyetlerden hiç birine sahip olmadıkları halde, sadece çevresi geniş, kalabalık ve belli bir hanedandan gelmek ve çok büyük servetlere sahip olmak esasına dayanıyordu.

Bu sebeplerden dolayı mele'in denediği bu metot da kendi başkanlıklarındaki liyakatsizliği ortaya koyduğu için aleyhlerine olmuştu. Bu sebeple artık son çare olarak kaba kuvvete baş vurmayı deneyeceklerdi.[267]

 6- Tehdit Edip  Etrafa Korku  Salarak Fiilî Mukavemete Başlamaları:
 
Mele'in baş vurduğu şifahî mukavemet yolları tükenmiş olduğu halde önemli sayılacak bir başarı elde edip peygamberleri davalarından vaz geçirememiş, bilakis kendi prestijlerinden çok şey kaybetmişlerdi. Çünkü "Onlar ( aslında) yalnız kendilerine hile yaparlar da farkına  varmazlar."[268] Ve "..Kötü  tuzak, ancak sahibinin ayağına dolanır"[269]

Âyet-i kerîmede belirtildiği gibi bütün sözlü hilelerin kendi zararlarına olduğunu gören mele' artık inananları şifahî olarak muhatap kabul etmemeye, bunun yerine ellerinden gelen bütün fiilî imkânlarını kullanarak kaba kuvvetle korkutup sindirmeye karar verdiler. İşte bu niyetlerini gerçekleştirmek için kavminin mele'i Nûh a.s.'a şöyle demişlerdi:

"-Ey Nûh! Sen (bu davadan) vazgeçmezsen muhakkak ki taşlanmış olacaksın."[270] Hz. İbrahim'e de babası şöyle demişti:

"-Ey İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çevireceksin? Ant olsun ki vazgeçmezsen seni muhakkak taşlarım. Uzun bir müddet benden ayrıl git!"[271] Hz. Lût ve Şu'ayb a.s.'lar da sürgüne gönderilmekle şöyle tehdit edilmişlerdi:

"O'nun kavminden (imân etmeyi) kibirlerine yediremeyen kodamanlar şöyle dediler: '-Ey Şu'ayb! Seni ve beraberindeki imân edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz.' "[272] Ayrıca Şu'ayb a.s.'a inananları, mâlî ve diğer sahalarda zarara uğratacaklarını da ilâve ettiler.[273] Mûsâ a.s. ve O'na inananlar da hapsedilmek[274], işkence edilmek[275] ve öldürülmekle tehdit edilmişti.[276]

Âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki mele', ellerindeki bütün maddî kudret, kuvvet ve nüfuzu kullanarak peygamberlere uyanları ve uymak isteyenleri tehdit etmiş, onların arasına her türlü endişe ve korkuları yaymış, envai çeşit işkence usullerini kullanarak onlara eziyet etmişlerdir. "Firavun ve erkânının kendilerine fenalık yapmasından korktukları için, kavminin bir kısım gençleri dışında hiç kimse Musa'ya imân etmedi. Çünkü Firavun Mısır'da (astığı astık, kestiği kestik) bir zorba idi"[277] âyet-i kerîmesi, korku ve endişelerin ilk zamanlarda, toplumun çoğunluğu üzerinde ne derece etkili olduğunu gösteriyor. Bu tehdit ve imansızlığı tezyîn (güzel gösterip göz boyama propagandaları) sonucu nice kavimlerin çoğunluğu, 'Ad Kavmi'nde olduğu gibi peygamberlerine îman etmeyip inatçı ve zorba olan kodamanlarına uydular ve sonunda helak olmaktan kendilerini kurtaramadılar.[278]

İnsanoğlunun canına olduğu kadar, malına ve rahatına da düşkün olduğunu çok iyi bilen mele', peygamberlere uyanlardan mâlî imkânları kısacakları ve hatta tamamen kesecekleri hakkında tehditlere de baş vurmuşlardı. Yıllarca devam eden davetine rağmen kendisine pek az kimsenin inandığını; çoğunluğun ise varlıklarından istifade ederiz ümidi ile mal-mülk sahibi ve idarî imkânlara ellerinde tutan ileri gelenlerin tehditlerine boyun eğdiğini ifade için Nûh a.s. Yüce ALLAH'a şöyle dert yanıyordu:

"Rabbim! Onlar bana, karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendilerinin ziyânını artırmaktan başka işe yaramayan (şımarık ve gururlu) kimseye uydular."[279]

Bu kısımda zikredilen âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki peygamberler ve onlara uyanlar; rızklarının kesilmesi, işkence edilmesi, yurtlarından çıkarılması ve öldürülmesi gibi tehditlerle karşılaşmışlardır. Son peygamber Hz. Muhammed s.a.v.'den önce bu tehditlerde ne derece fiiliyat safhasına geçildiği hakkında geniş bilgiyi Kur'ân'da görmek mümkün değildir. Ancak Hz. Lût'un ülkesinden çıkarıldığını[280], Hz. İbrahim'in ateşe atıldığını[281] , Hz. Musa'ya inananların çeşitli işkencelere tâbi tutulduğu hakkında açıklık vardır.[282] Ayrıca Hz. İsâ a.s. ve O'na inananların, İsrail Oğuiları'nm ileri gelenleri ve Roma'nın idarecileri tarafından ne gibi işkencelere tâbi tutulduğu tarihin malumudur.

Peygamberimiz Hz. Muhammed s.a’e karşı fiilî mukavemet şekillerine ise ikinci bölümde genişçe yer vereceğimizden burada zikrini uygun görmedik.[283]


[205] Elmalılı, a.g.e., V, 3755.

[206] Râzî, a.g.e., XXV, 13 vd.

[207] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 62-63.

[208] Sebe: 34/34.

[209] Zuhruf: 43/23.

[210] Mukâtil: Tefsir, vr. 197b.

[211] Kurtubî, a.g.e., XIV, 305. Âlûsî'den benzer bir rivayet III. Bölüm 5'de zikredildi.

[212] Şûra: 42/27.

[213] Zenginliğin insanı taşkınlığa sevk edeceği hakkında daha geniş bilgi için bkz. Râzî, a.g.e., XXVII, 170 vd.

[214] İbnü Kesîr. Tefsir, III, 540. Ayrıca bkz.: Suyütî, Lübâb, II, 85; Suyutî,, Dürrü'l- Mensur. V, 238.

[215] Âlusî, Rûhu'l-Meânî, XXII, 147.

[216] Reşide Rıdâ, Medar, XII, 224 vd. Ayrıca bkz.: VII, 434 vd.; VIII, 33 vd.

[217] A'râf: 7/59, 65, 73, 85; Hûd: 11/26, 50, 61, 84.

[218] Nahl: 16/36. Âyetteki "tâgût" kelimesi için yaptığımız açıklama için bkz.: İsfehânî, Müfredat, 304 vd.; Komisyon, Mu'cem, II, 137; İbn Manzûr, a.g.e., XV, 9; Elmalılı, a.g.e., II, 869 vd.; Seyyid Kutub, a.g.e., II, 47; Elmalılı, anılan yerde "tâgût" kelimesini açıklarken; "Putların; derece-i tâliyede tâgûtlar sayıldığını, çünkü bunların bizzat kendileri ALLAH'a isyan edemedikleri, ancak insanlar tarafından bu konuda vâsıta olarak kullanıldıkları, dolayısıyla ALLAH'a isyan eden bütün azgın ve zorbaların, bu putlara kendi isyanlarını ileri süren tâgûtlar olduğunu belirtiyor.

[219] Yûsuf: 12/39-40.

[220] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 63-67.

[221] "Karye" kelimesinin mânâlarından biri de "toplumun merkezi, başkentidir ki, burada haklı idare eden reisler ve milletin diğer ileri gelenleri oturur." Bkz.: Reşide Rıdâ, a.g.e., VIII, 33; Ayrıca bkz. Isfahanı, Müfredat, "k r y" mad.; Ebulbekâ, Külliyât, s. 293.

[222] el-A'râf, 7/94; Yûsuf, 12/109; el-Enbiyâ', 21/6; eş-Şu'arâ', 26/8; el-Kasas, 28/59; es-Saba', 34/34: ez-Zuhruf, 43/23.

[223] Hacc: 22/73.

[224] Hûd: 11/59, Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 67-70.

[225] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 70-72.

[226] Mülk: 67/8-9.

[227] Zâriyât: 51/52.

[228] A'râf: 7/60; Mü'minün: 23/25.

[229] Necm: 53/1-2.

[230] Tekvîr: 81/22.

[231] Fâtır: 35/25. Ayrıca bkz.:  'Âl-i 'Imrân 3/184; En'âm, 6/148; Hac,. 22/42; 'Ankebût, 29/18; Sâd, 38/14; Kâf, 50/14.

[232] Zâriyât: 51/53.

[233] Mü'min: 40/83.

[234] Râzî, a.g.e., XXIII, 92.

[235] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 72-74.

[236] Hicr: 15/10-11. Ayrıca bkz.: Ra'd, XIII, 32; Zuhruf, 43/7; En'âm, 6/10; Enbiyâ', 21/41.

[237] Enbiyâ: 21/36.

[238] Hicr: 15/95. Kaynaklar âyette geçen "müstehziin" için değişik isimler vermekle beraber hepsine Mekke mele'i olduğunda ittifak etmektedirler. Bkz.: Mukâtil, Tefsir, vr. 126b; Taberî, Cami’u’l- Beyân, XIV, 69 vd.; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 399; Râzî, a.g.e., XIX, 215; Beydavi, a.g.e., 351; İbnü Kesir, Tefsir, II, 559; İbnü

Hişâm, a.g.e., II, 50 vd.

[239] Mutaffîfin: 83/29-32.

[240] Seyyid Kutub, a.g.e., XVI, 96.

[241] Fâtır: 35/43.

[242] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 74-75.

[243] Enbiyâ: 21/5; Yasin, 36/69; Saffât, 37/36; Tûr, 52/30; Hakka, 69/41. Kâhin demeleri için bkz.: Tûr, 52/29; Hakka, 69/42. Sihirbaz demeleri için bkz.: el-A'râf. 7/109; Yûnus, 10/2; Tâhâ, 20/63; Şu'arft', 26/34; Sâd, 38/4; Mü'min, 40/24; Zuhruf, 43/49; Zâriyât, 51/39-52. Eskilerin masallarıdır, demeleri için bkz.: En'âm. 6/25; Enfâl, 8/31; Nahl, 16/24, Mü'minûn, 23/83; Fürkân, 25/35; Neml, 27/68; Ahkâf, 46/17; Kalem, 68/15; Mutaffîfîn, 83/13.

[244] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 75-77.

[245] Ahkâf: 46/11.

[246] En'âm: 6/53.

[247] Mâide: 5/104.

[248] Hûd: 11/87.

[249] Zuhruf: 43/23.

[250] Bakara: 2/14. Ayette geçen "şeyâtîn" kelimesine verdiğimiz mânâ için bkz.: Râzî, a.g.e., II, 69; İbnü Kesir, Tefsir, I, 51; Mahallî, Celâleyn, I, 3.

[251] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 77.

[252] Mü'minûn: 23/32.

[253] Mü'minün: 23/24; Fürkân, 25/21.

[254] Fürkân: 25/8, Zuhruf, 43/53; Hûd, 11/12.

[255] Râzî: a.g.e., XXI, 60.

[256] En'âm: 6/111.

[257] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 78-79.

[258] Ebu's-Su'ûd, İrşâdu 'Akli's-Selîm, VIII, 81. Ayrıca bkz.: Âlüsî, a.g.e., XXVI, 14.

[259] İbnü Kesir, Tefsir, IV, 156.

[260] En'âm: 6/52.

[261] Mukâtil, Tefsir, vd. 62b vd.; Taberî, a.g.e., VII, 200 vd.; Vahidî, a.g.e., 124; Suyuti, Lübâb, I, 158; Ebû Hayyân el-Endelûsî, a.g.e., IV, 135.

[262] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 79-81.

[263] Mü'minün: 23/24.

[264] A'râf: 7/110, 123; Tâhâ: 20/63; Şu'arâ: 26/35.

[265] Yûnus: 10/78. Âyette geçen "kibriyâ" kelimesine verdiğimiz "hükümdar" mânâsı için bkz.: Beydavi, a.g.e., 285; Râzî, a.g.e., XVII, 142; NeseO, a.g.e., II, 172; Ebû Hayyân el-Endelûsî, ag.e., V, 182.

[266] Râzî, a.g.e., XVII, 142.

[267] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 81-83.

[268] En'âm: 6/123.

[269] Fâtır: 35/43.

[270] Şu'arâ: 26/116.

[271] Meryem: 19/47.

[272] A'râf: 7/88; İbrahim: 14/13; Şu'arâ: 26/167.

[273] A'râf: 7/90. Ayrıca bkz.: Râzî, a.g.e., XIV, 181.

[274] Şu'arâ: 26/29.

[275] A'râf: 7/124; Tâhâ: 20/71; Şu'arâ: 26/49; Mü'min: 40/25.

[276] A'râf: 7/124; Mü'min: 40/26.

[277] Yûnus: 10/83. Mânâ için bkz.: Tezin dipnot: 110'u.

[278] Hüd: 11/59.

[279] Nûh: 71/21.

[280] A'râf: 7/82.

[281] Enbiyâ: 21/68-69; Saffât: 37/97.

[282] A'râf: 7/124,127, 141; Tâhâ: 20/71; Şu'arâ: 26/49; Mü'min: 40/25.

[283] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 83-85.