๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 07 Mayıs 2011, 23:12:24



Konu Başlığı: Melein Peygamberlerle Mücadelesi 1
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 07 Mayıs 2011, 23:12:24
 
MELE'İN PEYGAMBERLERLE MÜCADELESİ 1

c. Toplumların İleri Gelenler tarafından Dolaylı Olarak Saptırılması: ,
 
"Hamd (her türlü güzel övgüyü ifade eden söz ve davranışlar) alemlerin Rabbi ALLAH'a mahsustur."[122] Şu halde Hamd, teşbih, zikir, dua ve şükür ile rüku ve sücut gibi sadece Yüce ALLAH'a karşı söylenmesi ve yapılması gereken ibadetlerin, insanlardan herhangi birine yapmak, saygı kastıyla da olsa yapılması, zamanla şirke yol açar. Büyüklere karşı gösterilen aşırı hürmet, aşırı sevgi ve övgüler de böyledir: "İnsanlardan bazıları ALLAH 'tan başkasını ALLAH 'a denk tanrılar edinirler de onları ALLAH sever gibi severler. İman edenlerin ALLAH'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır."[123] Âyetinde belirtildiği gibi bu tür aşırı hareketlerin bilahare şirke dönüştüğü müşahede edilmiştir. Mesela bazı kimselerin putlara veya kendi hükümdarları karşısında rüku ve secde gibi hareketlerde bulunmaları, saygı gösterisinden çok şirk anlamını taşır. Yûsuf Suresinde anlatıldığı gibi, her ne kadar İsrailoğullarında, sevgi ve hürmet ifadesi için, secde caiz idiyse de, ileride şirke dönüşür endişesiyle Peygamberimiz bu tür davranışları şiddetle menetmiştir: Bir rivayette İran'dan, diğerinde ise Şam'dan geldiğini söyleyen bir Sahabi, oralardaki uygulamaya göre, saygısını ifade etmek için Peygambere secde etmek istediğinde sert bir şekilde reddedilir.[124]

"İnsanlar arasında ALLAH'ı bırakıp (ilahlıkta) O'na denk gördükleri (bey, reis ve büyükleri)ni, tanrı olarak benimseyenler ve onları ALLAH'ı severcesine sevenler vardır."[125] âyeti, aynı zamanda mele'in toplumları dolaylı bir şekilde saptırdığına işaret ediyor. Çünkü ALLAH'a eş koşulan bu reislerin, bütün iyiliklerin kaynağı olarak kendilerini zora baş vurmadan kabul ettirmiş olduklarını farz etsek bile, açık bir şirke zemin hazırlamış olurlar. Büyük Türk müfessiri Elmalılı (1361/1942) da bu durumun putperestliğin kaynağı olduğunu şöyle belirtiyor: "Reislerini ve büyüklerini ALLAH sever gibi sevenler ve onların emr-i hakka muhalif emirlerine itaat ederek ALLAH'a isyan edenler, bunları ALLAH'a nazır ve emsal ittihaz etmiş olurlar ki, bütün putperestlik esası bu tarz-ı muhabbettir.[126]

"endâd" kelimesi hakkında müfessirlerin farklı değerlendirmeleri:

Müfessirlerin bir kısmı, ayette geçen "endad" kelimesini sadece "putlar"[127], diğer bir kısmı da bu manadan sonra ikinci bir ihtimal olarak- çoğu da "kîl" kaydını koyarak- "ALLAH'a isyanda itaat ettikleri; beyler, reisler, büyükler" olarak açıklamışlardır.[128] Halbuki bu ayette "Endad" kelimesinden, öncelikle ikinci mananın kastedildiği, Râzî (606/ 1209) ve Elmalılı’nın belirttikleri gibi[129], akıl sahipleri için kullanılan "hüm" zamiri ve ayetin siyakından açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'e muhatap olanların gününde ALLAH'a ortak koşulan şeylerin, yanlız ağaçlar, taşlar, yıldızlar, melek ve şeytanların şekillendirilmesinden meydana gelen putlar olduğunu söylemek, sadece ibadet nokta-i nazarından doğru olabilir. Helal ve haram etme yetkisini kullanarak, insan için kendi çıkarları, zevk ve düşüncelerine göre bir hayat tarzı kabul ettirme açısından ise taştan yontulmuş putların söz konusu olmayacağı açıktır. Çünkü anılan yetkiyi, bu putlar değil, onlar adına reisler ve "sedene" dedikleri puthane hizmetçileri kullanıyorlardı. Zaten onlar bir şeyi helal veya haram ederken; dinin temel hükümleri ve akıl gibi sağlam bir esasa dayanmadan sırf kendi heveslerine uyarak hareket ettiklerinden bu yetkiyi kullanmada Şâri Teala'ya şirk koşmuş oluyorlardı. Böylece onlar, kendilerine uyanlara göre "Şüreka ve Endad" olmuş olurlar.[130] İşte bu yüzdendir ki, Hz. Muhammed s.a.v. ve O'ndan önceki Peygamberler, ALLAH Teala'yı zat ve sıfatlarıyla câhili anlayıştan tenzih ederken, ibadeti sadece O'na ayırmaktan daha çok, helal ve haram etme yetkisinin sadece O'na ait olduğu hususunu kabul ettirmek için mesai harcamışlar ve daha çok bu çalışmalarından dolayı reisler ve ileri gelenler, onların karşıların dikilmişlerdir. Eğer bu mele' taifesinin anılan yetkileri elden kaçırmamak için baskı, dayatma ve şiddet gibi bütün imkanlarını kullanarak karşı koyması ve halkı saptırması olamasaydı; puthanelerin hizmetçileri, kahinleri ile atalarının vazettikleri; kız çocuklarını diri diri kumlara gömme, bahire, saibe, vasile vb. akla, mantığa ve vicdana ters düşen gelenekleri, cahil de olsa; akıl, vicdan ve evlat sevgisi taşıyan bir toplumdan kaldırmak zor olmayacaktı.

Mele'in toplumu dolaylı bir şekilde saptırmasına açık bir örnek de; Nuh (a.s.) kavminin ibadet etmiş oldukları putlarıdır. Müfessirlerin beyanına göre, sonradan Araplara intikal eden; Vedd, Süva, Yeğus, Ye'uk ve Nesr isimli putlar, Nuh a.s.'dan önce kavmine büyük faydalan dokunan eşrafı idiler.[131] Meclislerde devamlı olarak sadece iyilik ve hizmetleri dile getirilip beşeri zaaf ve kusurlarından hiç söz edilmediği için, onların insan üstü bir varlık olduğu kanaati toplum arasında yavaş yavaş yayılmıştır. "Bunun gibi senden önce hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek, onların liderleri ve şirkle önderleri şöyle demişlerdi:"- Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izinden gidiyoruz."[132] ayeti bu kanaatin toplumda hakim görüş haline gelmesine, aynı kabiliyet ve başarıyı gösteremeyen sonraki mele'in büyük rolü olduğunu göstermektedir. Çünkü kendi yetersizliklerini ve kusurlarını örtüp kendilerini topluma kabul ettirmek için onların yolunda olduklarını daima tekrarlayıp durmuşlardır.

Şah Veliyyullah (1176/1763) da şirkin çeşitlerinden bahsederken konumuza uygun düşecek şu açıklamayı yapıyor: "Bir kimsenin; büyük bir eser meydana getiren ileri gelenlerden biri hakkında, bu işi insanda bulunmasına imkan olmayan, ancak sadece kendisinde mevcut olan üstün bir özellikle becerdiğine inanması şirktir."[133]

"Bazı kimseler de; ALLAH'ın bütün varlıklardan yüce ve her şeyi düzene koyup idare eden olduğuna inanıyor. Fakat bununla beraber, O'nun bazı kullarına, şeref ve tanrılık kisvesini giydirip bazı özel işlerde tasarruf yetkisi verdiğine ve kullar hakkında şefaatlerini kabul ettiğine de inanıyor. Bu, bir hükümdarın bazı önemli, işlerdeki yetkisini kendisinde saklı tutarak, her vilayete oranın işlerini yürütme yetkisini verdiği valiler göndermesine benzer." Bu sebeple ALLAH'tan buna benzer bir yetkiyi alanlara, -Onları sıradan insanların seviyesine düşüreceği endişesi ile-"İbadullah = ALLAH'ın kulları" demek uygun düşmeyeceğinden bu hitabı bırakıp onlara " Ebnaullah = ALLAH'ın çocukları, Mahbubullah = ALLAH'ın has kulları" unvanlarını veriyor. Kendilerini de, "Abdülmesih, Abdul'uzza" gibi, "İsa'nın, Uzza'nın kulu, kölesi" manasına gelen. isimlerle adlandırıyorlar."[134] Şah Veliyyullah, bu tür sapık düşünceleri, şirkin çeşitleri arasında sayarken, mele'in doğrudan doğruya ve dolaylı olarak toplumu dini ve siyasi yönden saptırmasına örnek vermiş oluyor.[135]

 3- Toplumların Sapmasında ve Saptırılmasında Zenginliğin Rolü:
 
"Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının/Güzel ve temiz giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. De ki: ALLAH 'm Kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, ve özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz. De ki: Rabbim açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, ALLAH'a ortak koşmanızı ve ALLAH hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır. "[136]

Bu ayetler İslam dininin bir lokma, bir hırka dini olmadığını, yani fakirliği teşvik eden bir din olmadığını ifade eder. Çünkü Yüce ALLAH, yeryüzündeki bütün nimetleri insanlar için yaratmış, insanlığa müsahhar kılmış, onların emrine ve hizmetine sunmuştur. Aşırıya kaçmadan, israf etmeden, nimet külfet dengesi içinde, meşru yollarla elde edilen bu nimetlerden, gerektiğinde yoksulları da istifa ettirerek şükredildiği taktirde elde edilen zenginlikler; sapkınlığın, isyankarlığın, kibir ve şımarıklığın sebebi değil; dünyayı imar etmenin bir vasıtası, mutluluk, huzur ve barışın ve sonunda da Cennete kavuşmanın sebebi olur. Çünkü Kur'an'da zekat ve sadakalar teşvik edilmekte, hacca gidilmesi emredilmektedir. Bunlar da ancak zenginlikle olur. Meseleye bu açıdan baktığımızda, elde edilen zenginliğin insanları saptırması söz konusu değildir. Ancak Kârûn kıssasında belirtildiği gibi[137] insanoğlu bu nimetleri vereni unutup O'na gerektiği gibi şükretmesini bilmez de, sahip olduğu bu zenginliği, sadece kendi kabiliyeti ve becerisi sayesinde elde ettiğini iddia ederek şımarırsa, doğru yoldan sapmış olur. Şu halde kıssalarda toplumları isyana, mele'in de şımarıp kendilerine gönderilen peygamberleri inkara sevk eden zenginliğin, öncelikle şükürsüz zenginlik olduğunu bilmek gerekir.

Burada önemle vurgulanması ve açıklanması gereken şey de şükrün nasıl yapılması gerektiği hususudur. Üç çeşit şükür vardır. Şükür; kalb ile, dil ile ve diğer organlarla yapılır.[138] Fakat kalp ve dil ile yapılanlar zikir manasındaki şükürdür, diğer bir ifadeyle zikir yerine geçer. Aslında Şükür: ALLAH'ın, insana vermiş olduğu nimetin cinsinden (ona sahip olmayan) başkasını faydalandırmaktır.[139] Şükür böyle yapıldığı takdirde zenginlik fert ve toplumların sapmasına yol açmaz. Ayrıca zekatı ve gerektiğinde sadakaları verilen zenginlikler artarak çoğalır ve kişiyi Cennete  götürür. "Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük edrseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!.."[140] âyeti de bunu ifade eder.

Kıssalarda Peygamberlere karşı çıktığı ifade edilen ve "mutrafûn" diye isimlendirilen zenginlerin; çalarak, dolandırarak, zulmederek, haksız yollardan elde ettikleri zenginlikleri/ varlıkları, hak sahipleri tarafından geri alınacağı korkusundan dolayı inanmaya yanaşmadıkları da ayrı bir gerçektir. Diğer bir ifade ile, zenginliklerini haksız yollarla edindikleri ve toplumuyla paylaşamadıklarından şımaran zenginlerin peygamberlere ilk karşı çıkanlar olduğuna dikkat çekilmektedir... Yoksa Peygamberler servetin ve zenginlerin düşmanı değildir. Kendilerine peygamber gönderilen toplumların hakimiyetini ellerinde bulunduran mele'in, sahip oldukları zenginlikleriyle kibirlenip aşın lüks ve israfa dalarak şımardıkları, bu halleri ile de yoksulların yardımına koşmadıkları âyetlerden anlaşılıyor:

Hud a.s. , kavmi 'Âd'a nasihat ederken şöyle diyor: "-Siz her tepeye bir alamet(ve köşk)bina eder eğlenir misiniz? (dünyada)ebedi kalacakmışsınız gibi, birtakım saraylar ve havuzlar da ediniyorsunuz? (bunun yanında bir kimseyi)yakaladığınız vakit, merhametsiz ve zorbaca yakalıyorsunuz(haksiz olarak dövüyor, öldürüyorsunuz). Artık (bu gibi zalimane hareketleri bırakıp)ALLAH'tan korkun ve bana itaat edin."[141]

Salih a.s. da kavmine: "-Siz burada(ki nimetler içinde)emin olarak bırakılacak mısınız? Bağların pınarların arasında, ekinlerin, ve meyvesi yumuşak, hoş hurma ağaçlarının içinde... Bir de dağlardan (taşlardan) neşe ve zevkle evler yontuyorsunuz. Artık (bu şımarıklığı bırakıp)ALLAH'tan korkun ve bana itaat edin."[142] derken onların zengin ve güçlü olduklarını belirtmektedir. Ama onlar bu imkanları kendilerine bahşeden ALLAH'ı inkar ederek veya unutarak insana yakışmayan bir kibre bürünüp şımarmışlar ve kendilerinden başkalarını beğenmez olmuşlardır. Bu yüzden, peygamberlere karşı çıkmada öncülük edip kavimlerini  de arkalarından sürükleyen

mele' gurubunun "bolluk ve bereketten şımarip refaha dalarak azmış"[143], manasında "mütref kelimesiyle de isimlendirilmiş olduğunu görüyoruz.[144]

Çoğunlukla alın teri dökülmeden toplumdaki nimet- külfet, diğer bir ifade ile emek- sermaye dengesini bozup sadece kendilerinin ve avanesinin çizgisine çevirerek elde ettikleri bu aşırı zenginliği, avamı saptırmak için bir vasıta olarak kullanmışlardır. Çünkü onlar bu büyük varlığı elde ederken, gayri meşru yollara başvurmamış olsalar bile, toplumu oluşturan çoğunluğun seviyesi ve hayat şartlarına göre çok aşırı sayılan bir refaha, lüks ve israfa dalarak avamın hırs, haset ve iştahını kabartıyor, onların gözlerini boyuyor, gayri meşru hareketlerini hoş karşıladıkları, kendilerine uydukları ve liderliklerini kabul ettikleri takdirde bu imkanlardan onları da istifade ettireceklerini vaat ediyorlardı. Toplumun çoğunluğu da bu vaatlere kapılarak onlara uymaya, onları taklit etmeye ve meşru olmayan emirlere, itaat etmeye başlıyordu. Bu olumsuz halin bir kaç nesil devam ettiğini düşünürsek, artık o toplumda her türlü fesat ve zulüm ileri gelenlerin eliyle yaygın hale gelir. Zulmün yaygın hale geldiği ve dolayısıyla meşrulaşmış gibi göründüğü toplumun fertlerinde -semavat, arz ve dağların almaktan çekindiği- mukaddes emanetin[145] kabulüne sebep olan ve "ahsen-i takvim" ile belirtilen insanlık haysiyet ve şerefi silinmiş oluyor. Bunu iade için bir peygamber gönderip doğru yola dönmelerini emrederiz. Buna rağmen zulüm ve isyanda ısrar ederlerse, artık böyle bîr kavim için şu ayet-i kerimede belirtilen "sünnet-i ilahi" cari oluyor:

 "Biz peygamber gönder(ip ikaz et)medikçe azap edecek değiliz. Biz bir memleketi (işledikleri günahları yüzünden) yok etmek istediğimiz zaman, nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına (gönderilen peygamberlerimiz vasıtası ile tekrar tekrar itaati) emrederiz. Buna rağmen yoldan çıkarlar(sa) artık o ülke azabı hak eder, biz de onu yerle bir ederiz. "[146]

Taberi (310/922) ayette geçen "emerna mütrafiha" ibaresi için değişik okuyuşlara uygun olarak ve konumuz doğrultusunda şu açıklamayı yapıyor;

"Emerna ..." kıraatine göre "Refahtan şımarmış elebaşılarını itaati emrederiz, buna rağmen onlar o ülkede ALLAH'a isyan ile bozgunculuk yaparlarsa..."

"..Biz onlan (toplumun) başkanlar(ı) yaparız, onlar ise orada bozgunculuk yaparlar."

"Emmerna ..." kıraatine göre mana: "... en şerirlerini topluma hakim kılarız, onlar da o ülkede isyan ederler..."

"Âmerna..." kıraatine göre ise mana şöyle olur: "Biz o ülkenin fasıklarını (bozguncularını), zenginlerini, ulularını, zorbalarını arttırırız. Onlar da  fıska dalar, ALLAH'a isyan ile işlerini yürütürler."[147]

Yirminci asır mele'inin kurbanı olan müfessir Seyyid Kutub, (1386/1966) ise bu ayetten sonra şu açıklamayı yapıyor:

"Elebaşıları'  tabiriyle; her milletin ileri  gelen (yarı)  aydın tabakası kastediliyor. İdare mekanizması bunların elindedir. Servet ve saltanat sahibidirler, her türlü hizmet ve konfor ayaklarına kadar gitmiştir... Ancak, içinde   bulundukları bu nimetler onları şımartmış, sefahate dalıp gevşemelerine neden olmuştur. Yollarını sapıtmıslardır, heva ve heveslerini yerine getirirken kimseyi gözleri görmez olur. Artık memleketin başına bela olmuşlardır. O milletin mukaddesatını ve manevi değerlerini çiğnemeye başlarlar. Şeref, ırz ve namus mefhumu ayaklar altına düşer. Kendilerine karşı çıkıp hesap soranlar yoksa o memleketi tamamen ifsat ederler. Milleti

dejenere edip aralarına fuhuş ve taşkınlığı yayarlar. Milletleri millet yapıp yaşatan ve her milletin ulaşabilmek için can attığı manevi değerleri hiçe sayarlar. Böylece o millet izmihlale uğrar, çöker; hayatiyet, beka ve kuvvet unsurlarını yitirir. Ve nihayet mahvolup sayfası kapanır.[148]

Toplumdaki; itikadi, iktisadi, siyasi ve ahlaki fesat ve zulmü önleyip her sahada ilahi adaleti yerleştirmek için gönderilen peygamberler mele'in aşılması güç ve uzun zaman alan bu menfi tesirlerinden şöyle şikayet eder olmuşlardır:

"Mûsâ şöyle dua etti: '-Ey Rabbimiz! Doğrusu sen Firavun ve erkanına bu dünya hayatında zinet (-ü haşmet) ve (nice) mallar verdin, (insanları) senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz! Mallarını yok et, kalplerini şiddet ile sık ki, onlar o çetin azabı görmedikçe iman etmeyeceklerdir."[149]

 4- Peygamberlerin Tanrılaştırılmaması İçin Alınan Tedbirler
 
İnsanlığı bu tür itikadi ve siyasi keşmekeşlikten kurtarmak için görevlendirilen peygamberlerin, her şeyden önce "ALLAH'ın kulu" olduklarının ve tebliğ vazifesinden başka, insan-üstü bir özelliğe sahip olmadıklarının ümmetlerine duyurulması[150] , onların ileride istismar edilip ilah makamına çıkarılmasını önlemek içindir. Yine: "Şüphe yok ki; ALLAH benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir[151] demeleri insan olarak eşit olduklarını ve kendileri dahil hiçbir kimsenin, Rabb olmak iddiasında bulunmayacağım şuurlara yerleştirmek içindir. Ama buna rağmen bazı peygamberler bu makama çıkarılmak istenilmiştir. İşte bu yüzdendir ki, ALLAH Teala, son din olan İslam'ı -hak veya batıl- diğer dinlerde görülen , bir peygambere veya din büyüğüne karşı gösterilen aşırı hürmetin yol açtığı şirkten korumak için Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyuruyor: "De ki: '-Ben sizin gibi bir insandan başka bir şey değilim. Şu kadar var ki; bana, tanrınızın tek bir tanrı olduğu vahyediliyor..."[152] Bir çok yüksek makam, mertebe ve meziyetlere sahip olmasına rağmen Peygamber efendimiz (s.a.v.) de, ileride şirke düşülür endişesi ile kendisinin gereğinden fazla övülmesini men ederek insan üstü bir varlık olmadığını, yeri geldikçe hatırlatmıştır. Rivayete göre: "Bir ara, adamın biri Peygamber efendimize şöyle hitap eder: '-Ey Muhammed!, Ey Efendimiz!, Ey Efendimizin oğlu!, Ey en hayırlımız!, Ey en hayırlımızın oğlu!'; bunun üzerine Resulullah s.a.v. söyle buyurur: 'Ey insanlar! Sakın (her konuda olduğu gibi bu konuda da) takvadan ayrılmayın! Şeytan sizi aldatmasın, ben Abdullah'ın oğlu Muhammed'im, ALLAH'ın kulu ve O'nun elçisiyim, Beni; Aziz ve Celil olan ALLAH'ın bana bahşettiği (peygamberlik) makam(ın)ın üstüne çıkartmanızı istemiyorum."[153]

Asrımız müfessirlerinden Seyyid Kutup(1386/1966), pek azı müstesna, ALLAH''ın varlığını inkar etmedikleri halde cahiliye devri Araplarına müşrik denmesini sebebini, liderlerinin kendiliklerinden bazı hükümler koymalarına şöyle bağlıyor: "Gerçekten cahiliye devri Arapları ALLAH'ı doğrudan doğruya inkar etmiyordu. Sadece ALLAH'tan rütbe ve makam bakımından daha aşağıda bulunan bir takım ilahları O'na vasıta olarak kabul ediyordu. Ve onların, kendilerini ALLAH'a yaklaştırması için ALLAH'a vasıta kıldıklarını söylüyorlardı. İşte böyleydi onların şirki. Bu yüzdendir onlara müşrik denmesi. Ayrıca müşrik sayılmalarına sebep olan amillerden birisi de: din adamlarının ve kabile reislerinin idaresi altında kendiliklerinden hayatları ile ilgili hususlarda bir takım hüküm ve prensipler, adet ve ananeler icat ediyor, sonrada onu kendilerine ALLAH'ın emrettiğini, ALLAH'ın koyduğu bir hüküm olduğunu kabulleniyorlardı."[154]

Buraya kadar serdedilmiş olan Ayet-i Kerimeler, izah ve Şah Veliyyullah (1176/1763)'in tespitlerinden varılması gereken diğer önemli bir nokta da şudur: İlmin ve tekniğin üstünlüğü ve gücünden başka bir otorite tanımadığını iddia eden yirminci asrın inkarcıları dahil bütün insan cemiyetleri, tarih boyunca kendi memleketlerinde, herkeste bulunmayan çeşitten bazı özelliklere sahip sahte tanrılar, diğer bir ifade ile efsane kahramanlar, oluşturmuşlardır. İçinden çıkılmaz gibi görünen meselelerinin çözümü ve karmaşık beşeri ilişkilerinin düzene girmesinin ancak bu tiplerin gösterdiği hal çareleri ile mümkün olduğuna, hatta ülkede beliren ihtilafların önlenebilmesi için onun görüşleri etrafında toplanmanın tek çıkar yol olduğuna inanmışlar veya inandırılmış  lardır. Böyle düşünmenin o ülke için ortaya koyacağı neticenin müspet veya menfiliği hakkında bir fikir beyan etmeden şu önemli noktaya işaret etmek gerekir:

İlahi esasların unutulmaya başlandığı Nuh a.s'ın kavminden bu güne dek, liderleri hakkında böyle düşünenler; insan oğlu için, fıtratına/yaratılışına uygun, en doğru ve geniş yolun gösterilmesinde, insan-üstü bir güce inanmanın gereğini farkında olmadan savunmuş oluyorlar. Aslında İslam'ın da topluma kabul ettirmek ve hakim görüş haline getirmek istediği inanç bundan başkası değildir. Ancak İslam; insanlığın eskiden beri toplum dertlerine şifa olarak kabul ettiği veya ettirmek istediği kimselerin, nihayet yine insan olduğunu ve içtimai konularda önlenmesi ve tamiri imkansız zararlar doğuran hatalarının olabileceğini belirterek, bir kimsenin hatasıyla, günahsız büyük kitlelerin helakini önlemek için büyük sayılan kişilere, bu kabiliyet ve bilgiyi veren asıl kaynağa bağlanmanın ve temel hükümlerin ancak O'ndan alındığı taktirde aklın hataya düşmeyeceğine inanmanın gereğini ve nihai çözümün ancak bu olduğunu savunuyor. Şu halde bu iki istek, aslında aynı istektir. Ancak topyekün insanlığın farkında olmadan varlığı bu sonuçta ileriye bir adım daha atarak dine gereken önemi vermesi gerekir ki, insan cemiyetlerinin tarih boyunca aradığı maddi ve manevi huzur elde edilmiş olsun. Çünkü efsaneleşmiş kahramanların yıldızları zaman gelir sönüverir. Günümüzde İbretle müşahede ettiğimiz gibi bazen bu beklenmedik akıbeti kendileri veya çok yakın arkadaşları bile görebiliyor. İşte böyle anlarda toplum büyük sarsıntılar geçirir. Kurtuluşu yine böyle bir efsanenin peşinde koşmakta arar. Ama ALLAH Teala'nın insanlara bahşettiği ümit ışığı kıyamete dek hiç sönmeden devam edecektir. O halde hiç sönmeyecek olan bu ışığı akıl ve izan'ımıza rehber edinerek dine saygılı olmakla toplum içtimai sarsıntılar ve bunalımlar geçirmeden varlığını kıyamete dek sürdürebilsin.

Burada şu soru akla gelebilir: Topluma yön verme makamında olanlar, ilahi mürşitlerce konan temel hükümlere uyarlarsa hiç mi hata etmezler? Bu soruya evet demek onları yine insan olmaktan çıkarmak demektir. O halde her iki halde de hata etme ihtimali varsa ikincisini tercih nedendir? Denirse: Az önce de belirtildiği gibi teme! hükümlere uyulmadan yapılacak hatalar, telafisi imkansız zararlara yol açar. İkincisinde ise yapılan hatalar teferruatla ilgili olduğu için zararı küçük çapta olur. Hatta bazen bu küçük çapta yapılan hatalar, akli melekenin tekamülü böylece edinilen tecrübelerle yeryüzünün imarına yardımcı olabilir. Şu halde insanlık akla gelebilecek her konuda -ilahi emirlere rağmen-kendisi gibi bir beşere uyarsa toplumda ikilik ortaya çıkar ve içtimai sarsıntılar başlayarak büyük felaketler önlenemez olur.[155]

 5- Toplumları Saptıranların Âhiretteki Durumu:
 
Kur'an-i Kerim'de, ilahi ölçülere göre layık olmadıkları halde, değer ölçüleri bozulan toplumlarda ekabir ve eşraftan sayılanların, çoğunluğu saptırıp azdırdıkları için ahirette hakettikleri azabı çekerken aralarında geçecek münakaşalara dair birçok örnekten ikisini ele alarak konumuza devam edelim:

"İnkar edenler diyecekler ki: "-Biz, ne bu Kur'an'a, ne de bundan öncekilere inanırız." Sen o zalimleri, Rablerinin huzurunda tutuklanmış, sözü birbirlerine evirip çevirirken bir görsen: (o günün şartlarına göre) tebaadan[156] sayılanlar, büyüklük taslayan (ve lider, bey makamında[157] olan)lara: "-Ey rüesa ve kübera[158]:" Siz, (bize engel) olmasaydınız elbette biz (ALLAH'a) inanan (İnsan)lar olurduk" diyecekler .Büyüklük taslayan (bey ve kodamanlar küçümsenen avam (tabakasın)a ''-Size hidayet geldikten sonra biz mi sizi ondan çevirdik? Bilakis siz, kendiniz suçlu idiniz." Diyecekler, (bunu üzerine) küçümsenen avam, büyüklük taslayan (kodaman)lara (cevaben şöyle) diyecekler: "-Hayır: gece gündüz dolaplar çevirip, ALLAH'ı inkar etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı bize (siz) emrediyordunuz". Bunlar azabı görünce de için için pişmanlık duyarlar. Biz de inkarcıların boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar.[159]

Yine ALLAH Teala, layık olmadıkları halde, toplumun liderlik makamını işgal eden zalimlerin inananları saptırdıkları için ahirette hakettikleri cezaları hakkında şöyle buyuruyor:

"(İnkarcıların) Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke ALLAH'a itaat etseydik, Peygambere de itaat etseydik! derler. :"-Ey Rabbimiz!: doğrusu biz, (inkarı telkin edip güzel gösteren küfrün reisleri[160]) beylerimize ve ulularımıza uyduk. (Böylece) onlar da bizi yoldan saptırdılar.[161] Ey Rabbimiz: onlara azaptan iki kat ver, onları büyük bir lanetle rahmetinden kov".[162]

Hakim tabaka ile avam tabakaları arasında bu tür karşılıklı suçlamaları Kur'an-ı kerimin daha bir çok yerinde görmek mümkündür[163] Buraya kadar yapılan incelemeden ve dipnotta belirttiğimiz âyetlerin bütününden, toplumları saptıranların müşterek vasıfları hakkında tespit edebildiğimiz önemli noktalar ise şunlardır:[164]

 C- Peygamberleri İnkâr Edenlerin Öncüleri Olarak Mele'
 
Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaları, bir bütün olarak ele alıp incelediğimizde, sosyal kargaşalardan kurtulamayan toplumlara gönderilen peygamberlerin tebliğlerine, anında karşı tavır takınıp inkâr edenlerin; "Kavminin mele'i"[165] , "kavminin küfreden mele'i"[166], "kavminin küfreden ve âhireti inkâr eden ve dünyada kendilerine bolca nimet verdiğimiz mele'i"[167], "kavminin kibirlenen mele'i"[168] , "Firavun kavminin mele'i"[169] ifadeleriyle tanıtılan belli bir gurup olduğunu görürüz. İnkârlarına gerekçe olarak: "Sana hep bayağı kimseler uymuşken biz sana inanır mıyız?"[170] sözünü söylemeleri ise mele' kelimesinin ne mânâya geldiğini araştırmadan bile, bu gurubun toplum içinde, sıradan kişiler olmadığını bize gösterir. Aynı zamanda bu gurubun, İnkârlarını ihtiva eden sözlerini söylerken karşılarına peygamberlerle birlikte "ellezîne's-tüd'ifû"[171] ibaresiyle belirlenen "toplumda küçümsenenler" diye mânâlandırabileceğimiz bir gurubu muhatap aldıklarım görüyoruz. Bütün bu delillerle birlikte mele' kelimesinin mânâsını ve bu kısmın sonuna koyacağımız müfessirlerin beyânlarını da nazar-ı itibâra alırsak peygamberlere herkesten önce karşı çıkanların; siyâsî ve mâlî güçleri ellerinde bulunduran, zengin, fakat zalim idarecilerden oluşan bir gurup olduğu bütün açıklığı ile ortaya çıkar.

Kur'ân'da hemen hemen her peygamberin: "Ey kavmim! ALLAH 'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur"[172] mealindeki davetine karşı çıkanların, kavmin mele'i olduğuna dair bir çok örnek vardır. Bunlardan sadece iki peygambere yapılan İtirazları ele alıp bu konuda müfessirlerin beyânına geçeceğiz:[173]

 1- Mele'in Nûh A.S.'ı İnkârı
 
"Ant olsun, Nuh'u kavmine peygamber gönderdik de: '-Ey kavmim! ALLAH'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiç bir tanrınız yoktur. Ben büyük bir günün üstünüze (gelecek) azabından cidden korkuyorum. Kavminin mele'i de şöyle dedi: '-Biz seni şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.' (Bunun üzerine Nûh) dedi ki: '-Ey kavmim! Bende hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben kâinatın Rabbinden (gönderilmiş) bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum, sizin iyiliğinizi istiyorum. Ben sizin bilemeyeceklerinizi de ALLAH'tan (gelen vahiy ile) biliyorum. Size o korkunç akıbeti haber vermek için, korunmanız için ve belki (o sayede) rahmete kavuşturulmanız için, kendinizden bir adam (vasıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar geldi diye mi şaşıyorsunuz? (Bütün) bu (delil ve nasihatleri)ne rağmen O'nu yalanladılar."[174]

Hûd Sûresinde ise Nûh a.s.'ın davetine mele' şöyle karşılık veriyor:

"Kavminden küfredenlerin elebaşıları olan mele'; 'Biz seni kendimiz gibi bir insandan başka olarak görmüyoruz. Ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu da görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz.

(Dolayısıyla) biz sizi bilakis yalancılar sanıyoruz.' dedi(ler).[175] Şu âyet-i kerîmelerde de anlıyoruz ki, hor ve hakir gördükleri avamı ya kovmasını veya onların da azap göreceklerini söylemesini, böylece inansalar bile ayrı bir sınıf olarak kalmalarını Hz.Nûh'tan istiyorlardı:

"-Ey kavmim! Ben onları kovarsam ALLAH(ın intikamından beni kim (kurtarabilir, bana kim) yardım eder? Hiç düşünmüyor musunuz? Ben size; ALLAH'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı bilmem, ben hakikatte bir meleğim de demiyorum. Bununla beraber gözlerinizin hor gördüğü (mümin) kimseler hakkında: 'ALLAH, onlara asla hayır vermeyecektir' dahi diyemem. ALLAH onların özlerindekini en iyi bilendir. (Eğer onları kovarsam) o takdîrde şüphesiz ki ben zâlimlerden olurum'. "(Bunun üzerine isyanlarını son haddine vardırıp şöyle) dediler: 'Ey Nûh! Bizimle cidden çok uğraşıp fazla ileri gittin. Eğer sen sözünde doğruysan bizi tehdit edip durduğun (azap)ı haydi getir bize.'[176]

Bu inkâr ve tehditlere önem vermeyen Nûh a.s., rüesâya verdiği bu muknî' cevaplardan sonra tekrar kavmine yönelip onlan, bu inatçı otoritelerin baskısından ve onların, ALLAH'a ve peygamberine isyana dair emirlerine boyun eğmekten kurtarmak için: "Şüphesiz ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık ALLAH'tan korkun ve bana itaat edin, ben buna karşı (rüesâ ve ekâbirin yaptığı gibi) sizden (vergi vs. gibi) her hangi bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbinden başkasına ait değildir. O halde ALLAH'tan korkun ve (onlara itaati bırakıp sadece) bana itaat edin."[177] mealindeki ilâhî vahyi bildiriyor. Mele'in de, sarsılmaya yüz tutan saygınlık ve hâkimiyetlerini devam ettirmek için bir takım yeni hile ve iftiralara yöneldiğini Mü'minûn Sûresinden öğreniyoruz:

"Bunun üzerine kavminin inkarcı/kafir mele'i (avam tabakasına) şöyle dedi: '-Bu, sizin gibi bir insandan başkası değildir? Size karşı üstünlük sağla(yıp reîs ol)mak istiyor. Eğer ALLAH (peygamber göndermek) isteseydi elbette (bize) melekler indirirdi. Biz evvelki atalarımızdan bunu duymadık. O, kendisinde delilik olan bir adamdan başkası değildir. Binâenaleyh bir zamana kadar O'nu gözetleyin!'"[178]

Bütün bu hile ve desiselerle iftiraların da Nûh a.s.'ı susturamadığını gören mele' ölümle tehdit çaresine baş vuruyor.[179] Fakat bu da fayda vermiyor. Bu sefer de devam eden tebliği duymamak ve duyurmamak için ellerinden gelen her şeyi yapmaktan geri kalmıyorlar.[180] Bu şekilde, dokuz asır gibi uzun bir müddet devam eden[181] aklî, muknî, tatlı dilli nasîhat ve tebliğlerine devam eden Nûh a.s.'a çok küçük bir cemâat uymuştu.[182] Bunların dışında kalan çoğunluğun; büyük saydıkları kimselerin her an devam eden, atalarının yolundan ayrılmama propagandalarının tesirinde kalmakta devam ettiklerini Nûh a.s. şöyle ifâde ediyordu: "-Ey Rabbim! Hakikat, onlar bana isyan edip mal ve oğullan hüsran(ların)dan başkasını artırmayan (zengin ve lider durumunda olan) kimselere uydular. Onlar da çok büyük hilelere girişip (avam tabakasını imândan çevirmek işin şöyle) dediler: 'Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, hele hele " Vedd' 'den, 'Suva' 'dan, "Yeğus"dan, "Ye'uk"dan ve "Nesr"den asla vazgeçmeyin!' (Bunun gibi daha bir çok hile ve desiselerle) hakikaten onlar bir çoklarını baştan çıkardılar. Sen (Ey Rabbim!) o zâlimlerin şaşkınlığından başka şeylerini artırma. "[183]

Artık Hz. Nûh a.s.'a karşı gelmek, O'nu yalanlamak bir gelenek haline gelmişti. Çünkü her babanın; çocuğu rüşte erdiği zaman, ona telkin ettiği ilk şey, ölürken de vasiyet ettiği en önemli şey: Hz. Nuh'a inanmamak ve atalarının yolundan ayrılmamak olmuştur.[184] Çocuklarının terbiyesini ALLAH'a isyan ve peygamberini inkâr esası üzerine bina eden bu kavmin ıslâhından ümit kesildiğinden ilâhî azap gelip çatıyor:

"Onlar günahları yüzünden suda boğuldular. Ardından da (büyük) bir ateşe atıldılar. (O vakit) kendileri için ALLAH'tan başka yardımcılar da bulamadılar, (azap gelip çatmadan önce) Nûh şöyle demişti: '-Yâ Rabbi! Yer yüzünde hiç bir kâfir bırakma. Çünkü sen, onları bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak çok inatçı kâfir ve fâcir olan çocuklar yetiştirirler"[185]

İşte Nûh a.s. ile kavminin hâkim tabakası mele' arasında geçen tartışmanın özeti budur.[186]

Bu özeti veya âyetlerin tamamını inceledikten sonra Nûh a.s.'t yalanlayıp inkâr etmede ve bunu toplum arasında bir gelenek haline getirmede öncülük edenlerin, böylece asırlar süren ilâhî davet ve ikâzlara kulak asmadıkları için küçük bir gurubun dışındaki bütün kavmin helakine sebep olanların mele' tabakası olduğunu görürüz.

Nûh a.s.'ı inkâr konusunda İbnü Kesîr (774/1373)'in açıklaması şöyledir; "Kavminin ileri gelenleri Nuh'un davetine karşı gelerek şöyle diyorlar: '-Sen de bizim gibi bir beşersin, melek değilsin. Bu sebeple bize değil de sana nasıl vahiy gelirmiş, sonra sana sadece dokumacı, kilimci ve benzerleri gibi aşağı tabakadan olanlar uyuyor, eşraf ve rüesâ uymuyor. Bir de şu senin peşine takılanlar hiç düşünüp taşınmadan, sadece bir davetle, (hiç bir delil ve ispat istemeden) sana cevap verip uydular.' Yine bu ileri gelenler diyorlar ki: '-Bu dine girmekle; yaratılış, huy ve halinizde bir değişikliği, bizim üstümüzde sahip olduğunuz bir fazileti de göremiyoruz, Tam bunun aksine kendiniz için iddia ettiğiniz; iyilik, menfaat, ibâdet ve âhiret yurdunda erişeceğiniz saadet konusunda sizin yalancılar olduğunuzu sanıyoruz.' İşte bu, kâfirlerin Nûh a.s. ve O'na uyanlara itirazıdır ki cehaletlerine, ilim ve akıldan yoksun olduklarına bir delildir. Zira hakka uyanın aşağı tabakadan oluşu, hak için bir kusur sayılmaz. Hak, bizatihi doğru olan şeydir. Ona ister eşraf, isterse avam uysun fark etmez. Kendisinde zerre kadar şüphe olmayan asıl gerçek ise şudur: Hakkın davetine uyanlar fakir bile olsalar, asıl eşraf onlardır; ona sırt çevirenler zengin bile olsalar, asıl reziller kendileridir. Sonra şu bir vakıadır ki; çoğunlukla hakka tâbi olanlar toplumda üstün mevki sahibi olmayanlar, ona muhalefet edenler de toplumun eşrafı ve ekâbiridir. Nitekim ALLAH Te'âlâ: "-(Ey habîbim!) Seni inkâr ettikleri gibi, senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıklıları '-Biz babalarımızı bir yol üzerinde bulduk, biz de izlerine uyarız.' dediler. "[187] buyuruyor. Herakliyüs (20/641) de, Ebû Süiyân (31/651)'dan: '-O'na uyanlar, kavmin içinde   mevki   sahibi olmayanlardır.' cevabını alınca: '-Zaten peygamberlere (herkesten önce) uyanlar onlardır.' demişti."[188]

Yine bu konu ile ilgili olarak Menar'da şu satırları okuyoruz: "Toplum içindeki ileri gelen tabaka -eşraf ve idareciler- Nûh a.s.'a cevap vermek için, herkesten önce hemen ileri atılıyor, böylece diğerlerinde olduğu gibi bu konuda da halkın kendilerine uymalarını sağlamak istiyorlardı.[189]

 2- Mûsâ A.S.'in Firavun ve Erkânı Tarafından İnkârı
 
Şimdi de aynı gurubu oluşturan Firavun, erkânı ve eşrafının Mûsâ a.s.'ı inkâr edip kavminin de imânına mâni olmalarına dair tespit ettiğimiz âyetlere geçelim:

Hz. Mûsâ, kardeşi Harun ile birlikte Mısır'a gelip Firavun'u, âlemlerin Rabbi olan ALLAH'a inanmaya davet edince aralarında şu konuşma geçer:

"Firavun (şöyle) dedi: '-Alemlerin Rabbi (dediğin de) nedir?' (Mûsâ cevaben) dedi ki: '-Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer işin iç yüzünü düşünüp gerçeği anlayan kimseler iseniz (bunu anlarsınız).' Firavun, Mûsâ a.s. 'in sözünü keserek) çevresinde bulunanlara (alaylı bir tavırla) '-Duyuyorsunuz ya?' dedi. (Mûsâ sözüne devamla) 'Sizin de evvelki atalarınızın da Rabbidir.' dedi. (Mûsâ yine devamla) dedi ki: '-(0) doğuyla batının ve ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir, eğer aklınızı kullanırsanız (anlarsınız). (Bunun üzerine Firavun da dedi ki: '-Ant olsun eğer benden başka bir tanrı edinirsen seni mutlaka zindana atılanlardan yapacağım.[190] Bu suretle, yıllarca sadece kendi emirlerine itaat ettirdiği halkın kafasına istifhamlar koymak ve onları oyalayıp imân etmelerini önlemek için tanrılık iddiasına da kalkışan "Firavun dedi ki: '-Ey mele', ben sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum! Ey Hâttiân, haydi benim için balçık (kalıpların) in üzerinde ateş yakarak (imal ettiğin tuğla ile) bana bir kule yap, belki ben Musa'nın tanrısına tırmanıp çıkarım! Çünkü ben O'nu yalancılardan sanıyorum' " [191]

Bu hilelerle de Mûsâ a.s.'ı risâlet vazifesinden vazgeçiremeyince "(Firavun şöyle) dedi: '-Eğer sen bir mucize getirdiysen ve sâdık kimselerden isen onu getirip göster.' Bunun üzerine (Mûsâ) asasını (yere) attı, birden o, açıkça bir ejderha (oluverdi). Ve elini (koltuğunun altından) çıkardı, bir de ne görsünler o, bakanlar için bembeyaz parlayan (bir el) oluvermiş! Firavun kavminin mele'i dedi ki: '-Bu, muhakkak sizi yurdunuzdan çıkarmak isteyen bilgin bir büyücüdür.' (Firavun onlara sordu): '-O halde ne buyurursunuz?' Dediler ki: '-O'nunla kardeşini alıkoy, şehirlere toplayıcılar yolla, da sana bilgiç sihirbazların hepsini getirsinler.'[192]

Bu tavsiye üzerine sanatında mahir olan sihirbazlar ülkenin her tarafından toplanır. Yapılan yarışmadan sonra Mûsâ a.s.'ın mucizesi karşısında, kendi hünerlerinin çok sönük kaldığını gören sihirbazlar hemen O'na imân ederler.[193] Bu olay Firavun'un otoritesini sarsarak halkın içinde O'na karşı oluşan, insanüstü bir varlık olma vasfını sildiği ve toplum üzerindeki korkusunu azalttığı için, o zamana kadar tartışma ve tenkit kabul etmeyen hâkimiyetini tekrar kurmak maksadıyla tehdit ve işkencelere başvurduğunu şu âyet-i kerîmeden anlıyoruz:

"Firavun şöyle dedi: '-Ben izin vermeden, O'na imân mı ettiniz? Hiç şüphesiz ki bu, (yarışmaya gelmeden önce bu beldenin Kıptîlerden oluşan yerli) halkını içinden çıkar(ıp Benî İsrail'i hâkim kıl)manız için şehirde kurduğunuz bir hiledir. Yakında (başınıza ne geleceğini) görürsünüz. Muhakkak surette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, (bundan) sonra da elbet topunuzu astıracağım.' "[194]

Bu tehditlerinde Firavun biraz ağır davranmış olacak ki O'nu kışkırtmak için "Firavun kavminin mele'i şöyle dedi: '-Musa'yı ve kavmini fesatçılık etmeleri, seni de tanrılarını da terk etmeleri için mi Mısır'da (sağ salim) bırakacaksın?' O da: '-(Eskiden olduğu gibi yine) oğullarını öldürtürüz, yalnız kadınlarını sağ bırakırız, şüphesiz ki biz onların üzerine hâkim ve kahredicileriz.' dedi."[195]

Bu inkâr, tehdit ve işkenceleri yüzünden ALLAH Te'âlâ'nın başlarına çarptırdığı yıllar süren kıtlıklardan da ders almayan Firavun[196] ve erkânı şöyle dediler: '-Bizi büyülemek için nasıl mucize getirirsen getir, asla sana imân edecek değiliz biz. "[197] İmân etmemelerine gerekçe olarak da şunu "söylediler: '-Kavimleri bize kulluk edip dururken, bizim gibi iki beşere mi imân edecekmişiz?'-,[198]

Yine bu mânâda "şöyle de demişlerdi: '-Sen atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan bizi çeviresin de, Mısır'da devlet ikinizin (elinde) olsun diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanacak değiliz.[199]

Firavun'un inkâr, tehdit ve işkencelerine rağmen sihirbazlardan sonra, İsrâiloğulları arasında önce gençlerden başlayarak küçük bîr mümin zümresinin oluştuğunu şu âyet-i kerîmeden anlıyoruz: "Firavun ve mele'inin kendilerine fenalık yapmasından korktukları için, kavminin bir kısım gençleri dışında hiç kimse Mûsâ 'ya imân etmedi. Çünkü Firavun Mısır'da (astığı astık kestiği kestik) bir zorba idi. "[200]

Yine bir gün Hz. Musa'nın davetini susturmak için meşru bir çare bulamamaktan bunalan "Firavun kavmi içinde şöyle haykırdı: '-Ey kavmim! Mısır'ın hâkimiyeti ve benim (saraylarımın) altından akan şu ırmaklar bana ait değil mi? Hâlâ gözünüzü açmayacak mısınız? Yoksa ben, şu hakîr, neredeyse söz anlatamayacak durumda olan kimseden daha hayırlı değil miyim? (Eğer O, doğru söylüyorsa) üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında (kendisine yardım edip O'nu tasdîk eden) melekler de gelmeli değil miydi?' Bu surette kavmini (saptırıp) küçümsedi, onlar da kendisine itaat ettiler. Gerçekten onlar fasıklar güruhu idi."[201]

Artık bu tehdit ve ilâhlık iddialarıyla da kavmin fertleri arasındaki Hz. Musa'ya inanma eğilimine mâni olamadığını görünce son çare olarak Mûsâ a.s.'ı ölümle tehdide kalkışan "Firavun şöyle dedi: '-Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim de, Rabbine yalvarsın (bakalım O'nu kurtaracak mı?) Çünkü ben O'nun, dininizi değiştireceğinden yahut Mısır 'da fesat çıkaracağından korkuyorum.' "[202] Bu karardan sonra Firavun ailesi içinde imânını gizleyen biri, O'nu bu niyetinden vazgeçirmeye çalışır. Bu arada, İsrâiloğulları'nı alıp gece yola çıkması için vahiy alan Mûsâ a.s.'ın şehirden uzaklaştığı haberi gelir. Firavun büyük bir ordu ile O'nu takibe koyulur. Kızıl Deniz'in kıyısına gelince[203] Mûsâ as.'ın, asasıyla suların içinde açtığı yola girdikten bir müddet sonra ordusuyla beraber boğulur. Böylece Hz. Mûsâ, kavmini Firavun'un dalâlet ve zulmünden kurtarmış olur.[204]


[122] Fatiha 1/1, Ayrıca bkz. Enam 6/1.

[123] Bakara: 2/165.

[124] İbınu Mâc, Nikah 4, Ebu Davudi, Nikah 40; Tirmîzî, Rada' 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 381.

[125] Bakara: 2/165.

[126] Elmalılı, age. I, 578.

[127] Mücahid, Tefsir, I, 93; Kurtûbî, el-Cami'm li-Ahkâm, II, 203.

[128] Taberi, Câmi,VI Beyân, II, 66, Hâzîn Tefsir I, 103. Beydavi, age. 34, Zemâhşerî, Keşşaf, I, 326.

[129] Razı, age, IV, 204; Elmalılı, age. I, 573.

[130] Şu'ara: 42/21, ayrıca bkz.   En'am, 6/119;  Furkan, 25/43; Rum, 30/29; Câsiye, 45/23.

[131] Taberi, Camiul Beyan, XXIX, 99; Razi, age, XXX, 143; Nesefî, Medarik, IV, 297; Reşide, Rıdâ, Medar, VII, 545.

[132] Zuhruf: 43/23. Mütref= "lider ve şirkte öncüler" manası için bkz. Taberi, Câmi'u'l-Beyân, XXV, 61; Hâzîn, age, IV, 104; Kurtûbî, Ahkâm, XVI, 75.

[133] Şah Veliyullah, Huccetullah'il Bâliğa, I, 128.

[134] Şah Veliyullah, age. I.126 vd.

[135] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 41-44.

[136] A'raf: 7/31-33.

[137] Kasas: 28/76-82.

[138] Isfahânî, Müfredat, "ş k r" mad.

[139] Mahir İz, Tasavvuf, İst,1969. S.246.

[140] İbrahim: 14/7.

[141] Şu'ara: 26/128-131.

[142] Şu'ara: 26/146-150

[143] İbnü'l-Mansür, Lisânü'l-Arap, IX, 17; Isfahanı, Müfredat, 74; Komisyon, Mu'cem, I,159.

[144] Sebe: 34/34; Hud, 11/116; İsra' 17/16; Mü'minûn, 23/33, 64; Zuhruf, 43/23.

[145] Ahzâb: 33/72.

[146] İsra: 17/16.

[147] Taberi, Cami'u'l-Beyan, XV, 54 vdd; İbnü Kesir, Tefsir, III, 32 vd.; Birinci mana için ayrıca bkz. Beydavi, Etıvae, 372; Nesefi, Medarik, II, 309.

[148] Seyyid Kutup, age. IX, 296.

[149] Yunus: 10/88; ayrıca bkz. Nuh,71/21;Zuhruf, 43/33. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 44-49.

[150] İbrahim: 14/11; Kehf, 18/110, Fussilet, 41/6.

[151] Al-i İmrân: 3/51; Mâide, 5/72, 117; Hud, 11/56.

[152] Kehf: 18/110.

[153] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 153. Benzeri ikazlar için bkz. Müslim, Edep. 4: Ebû Davudi, Edep, B. Kerahet't-Temeddüh; Buhârî, Edebü'l- Müfred, B. Hel yekûlu Seyyidî, Buhârî, age. B, La yekûlu Abdi.

[154] Seyyid Kutup, Fi Zilâl, V, 384.

[155] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 49-52.

[156] "ellezine's-tüd ifu"= "tebaa" manası için bkz. Taberi, Cami’u’- Beyân, XXII, 97: Zemâhşerî, Keşşaf, III, 290; Kurtûbî, el-Câmi'u li Ahkâm, XIV, 302; Beydavi, Envâr, 572; İbnü Kesir, Tefsir, III, 539.

[157] Mana için bkz, İbnü Kesir age. aynı yer.

[158] Mana için bkz, Taberi, Cami’u’l- Beyan. aynı yer.

[159] Sebe: 34/31-33.

[160] mana için bkz. Zemâhşerî, Keşşaf, III, 275, Beydavi, Envâr, 514.

[161] Taberi (Cami'u’l- Beyan. XXII, 50) bu kısma ait şu açıklamayı yapıyor; "Ey Rabbimiz: sapıklıkta önderlerimize, şirkte ise ulularımıza uyduk, onlar da bizihakkın caddesi, hidayet yolu ve sana imandan ayırdılar. İbnu Kesîr (Tefsir, III, 519)de ise şu açıklamayı görüyoruz: "Biz, yaşlı, lider ve büyüklerimiz olan beylerimize    uyarak peygamberlerimize karşı çıktık.

Büyüklerimizde bir hüner var, veya bildikleri bir şey var zannetmiştik, meğer onlar hiçbir şey değilmiş.

Mukatil (Tefsir, vr, 192a) ise bu ayetin nüzul sebebi olarak şunu naklediyor: "Bu ayet, Bedir savaşında müşrik ordusunun yiyecek ihtiyaçlarını üzerlerine alan, on iki kişi hakkında inmiştir." Bunlardan: Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, isimlerini saymakla iktifa ediyor.

[162] Ahzâb, 33/66-68.

[163] Bakara, 2/165-167; A'raf, 7/38-45; İbrahim, 14/21-22; Nahl, 16/86-87; Furkan, 25/27-29; Şuarâ, 26/91-102; Kasas, 28/62-63; Saffat, 37/25-36; Zuhruf, 43/36-39; Nuh, 71/21-23.

[164] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 52-53.

[165] A'râf: 7/60.

[166] A'râf: 7/66, 90; Hûd: 11/27; el-Mü'minûn: 23/24.

[167] Mü'minûn: 23/33.

[168] A'râf: 7/75.

[169] A'râf: 7/109,127.

[170] Şu'arâ: 26/111.

[171] A'râf: 7/75.

[172] A'râf: 7/59, 65, 73, 85.

[173] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 54-55.

[174] A'râf: 7/59-64.

[175] Hûd: 11/27.

[176] Hüd: 11/30-32.

[177] Şu'arâ: 26/107-110.

[178] Mü'minûn: 23/24, 25.

[179] Şu'arâ: 26/116.

[180] Nûh: 71/7.

[181] Ankebût: 29/14.

[182] Hûd: 11/40.

[183] Nûh: 71/21-24. Mealde geçen (zengin ve lider durumunda olan) açıklaması için bkz.: Kurtubî, a.g.e., XVIII, 306; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 164; Âlûsî, Rûhu’l-Me'ânî, XXIX, 76; Seyyid Kutub, a.g.e., IV, 272.

[184] Mukâtil, Tefsîr, vr. 257b; Râzî, a.g.e., XXX, 146; İbnü Kesir, el-Bidâye, I, 109.

[185] Nûh: 71/25-27.

[186] Hemen hemen aynı inkâr ve iftiraları ihtiva eden Nûh a.s.'ın kıssasıyla ilgili diğer âyetlerden birkaçı için bkz.: Yûnus, 10/71-73; Hûd, 11/25-49; Mü'minûn, 23/23-30; Şu'arâ', 26/105-122; Nûh, 71/1-28.

[187] Zuhruf: 43/23.

[188] İbnü Kesîr, Tefsir, II, 442 vd. Herakliyüs ve Ebû Süfyân arasındaki konuşmaların tamamı için bkz.; Buharı, Bed’ü'l-Vahy, 6; Tefsîr (3), 4: Müslim, Cihâd, 26.

[189] Reşide Rıdâ, Medar, XII, 60. Ayrıca bkz.: Zemahşerî, Keşşaf, IV, 164; Kurtubî, XVIII, 306; Ebü Hayyân el-Endelüsî, Bahr, V, 214 vd.; Âlüsî, a.g.e., XXIX, 76; Seyyid Kutub, a.g.e., XV, 272. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 55-59.

[190] Şu'arâ: 26/23-29.

[191] Kasas: 28/38.

[192] A'râf: 7/106-112.

[193] A'râf: 7/113-122.

[194] A'râf: 7/123-124.

[195] A'râf: 7/127.

[196] A'râf: 7/130-131.

[197] A'râf: 7/132.

[198] Mü'minûn: 23/47.

[199] Yûnus: 10/78.

[200] Yûnus: 10/83. Âyetteki a) "Zürriyyetün" = "bir kısım gençler" mânâsı için bkz.: Beydavi, a.g.e., 286; Râzî, a.g.e., XVII, 144; Nesefi, a.g.e., II, 172. b) "fı'l-'arz" lafzına da başındaki belirlilik takısından dolayı "Mısır" mânâsı verilmiştir.

[201] Zuhruf: 43/51-54.

[202] Mü'min: 40/26.

[203] Tâhâ: 20/77;, Şu'arâ’, 26/52.

[204] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 59-62.