๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 10 Nisan 2011, 15:39:53



Konu Başlığı: Melei İnkâra Sevkeden Sebeplerin Başlıcaları
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 10 Nisan 2011, 15:39:53
Mele’i İnkâra Sevkeden Sebeplerin Başlıcaları

Şirkin Devamından Doğan Siyâsî menfaatlerini Kaybetme Korkuları

 Anılan grubun peygamberlerine inanmamalarına ilk sebep olarak gösterdiğimiz şirkin devamındaki menfaatlerine geçmeden önce şirkin tanımını ve Araplardaki uygulamayı belirtmek gerekir:

Şirk: Bir kimsenin Allah Te'âlâ'ya inanmakla beraber, yaratıkları cümlesinden olan güneş, ay, yıldız, put veya her hangi üstün kabiliyetli bir insanda; rızık vermek, büyütmek, helâl ve haramı tayin etmek, beşerin ihtiyaçlarını gidermek ve aralarındaki ilişkileri düzene koyarak idare etmek gibi ulûhiyyet sıfatlarının tamamı veya bir kısmını var saymasıdır. Böyle düşünen bir kimse, bu kâinatın yaratanı ve "sünnetullah" denilen belli bir düzene göre idare edeni olarak yine Allah'ı tanır ve bu konuda O'na denk olacak hiçbir varlık düşünmez. Ancak insanlar arası ilişkileri, din adına helâl ve haram tespit ederek düzene koymak ve benzeri gibi, yoktan var etmeye göre ikinci derecede zor ve önemli olan işlerle meşgul olmaktan da Allah'ı güya tenzih eder, ve bu yüzden O'nun emrinde olan başka annlar arar. Böylece, güneş tanrısı, ay tanrısı, yağmur tanrısı, zafer tanrısı gibi birçok tanrıları var sayıp, fayda veya zararların bunlardan geleceğini sanarak onlara ibâdet ve itaat eder. İnsanlar arasındaki siyâsî, iktisadî ve ahlâkî prensiplerin de onlar tarafından tespit edileceğine inanarak bu konularda da onlara itaat edilmesi gereğini duyar.[428] Bu sapık inanışlarına göre, beşerî ilişkilerde din adına helâl ve haramı tayin yetkisini kullanan bu tanrılar, taştan ve benzeri maddelerden yapılan heykeller olabileceği gibi, çoğu zaman câhiliye Araplarında olduğu gibi bir milletin ekâbiri, ileri gelenleri ve liderleri de olabilir. Bunların emirlerine, -en doğrusu budur ve bu konuda artık başkalarının fikir beyân etmeye yetkisi yoktur deyip- Allah'ın emriymiş/âyetiymiş gibi nasslaştırarak uymak en çok görülen bir şirk çeşididir. "Yoksa o kâfirlerin bir takım ortaklan var da (bu ortaklar onlara), din(î emirler)denmiş gibi Allah'ın izin vermediği şeyleri mi kanunlaşırdılar?"[429], "Onlar, âlimlerini ve rahiplerini, Allah'tan başka Rabbler edindiler"[430] âyetlerinde şirkin bu çeşidi açıklanıyor. Bir gün Peygamberimiz, örnek olarak verdiğimiz ikinci âyet-i kerîmeyi okuduğu sırada, müşrik iken sonradan Hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem: "-Yâ Rasûlallah! O Hıristiyanlar kendi din adamlarına ibâdet etmiyorlar ki (onları Rabb edinmiş olsunlar)" dedi. Peygamber Efendimiz s.a.v. de "-Evet, evet ediyorlar, papaz ve hahamları onlara, helâli haram, haramı helâl ettiklerinde onların emirlerine tereddütsüz uyuyorlar. İşte bu, halkın onlara ibâdeti sayılır,  diye cevap veriyor."[431]

Beşerî emirlere, ilâhî emirlermiş gibi kayıtsız şartsız itaat etmekle yapılan şirk için Mukâtil (150/767), "eş-şirku fı't-tâ'ati min gayri 'ibâde"[432]; îsfehânî (502/1108) ise, "eş-şirku's-sağîr"[433] diyor. Şirkin bu çeşidine, şirk-i sağîr= küçük şirk veya şirk-i hafi= gizli şirk denmesinin sebebi; Araplarda olduğu gibi, toplum içindeki liderlerin açıkça tanrılık iddialarına kalkışmamalarıdır. Onlar tanrılık iddiasında bulunmamıştır ama her konuda en güzelini ve en doğrusunu sadece kendilerinin bilebileceklerini iddia etmekten de geri durmamışlardır. Böylece ulûhiyyet sıfatlarından birini kendilerince, var sayarak şirke sapmış oluyorlardı ki Araplar, bir çok ileri gelenlerine bu gözle bakıyordu. Meselâ Ebû Tâlib (H. Ö. 2/620)'in, Hz. Muhammed s.a.v.'i himayede, kendilerine katılmayıp karşı grupta yer alanlara söylediği şiirde, Velîd b. Muğîre için şöyle diyor: "Sen, aramızda görüşleri ve iyilikleri ile yaşantımıza yön veren (sayılı) kişilerden biri idin."[434] Kur'ân-ı Kerîm’de Allah'a olan sevgi gibi muhabbet beslendiği belirtilen, "endâd = Allah'a ortak koşulan" tipler[435], bu ve benzeri eşraf ve liderlerden başkaları değildir.

Müfessirlerin beyânına göre, Kur'ânda ilk bakışta, açıktan açığa ilahlık/tanrılık iddia ettiği görülen Firavun ve Nemrûd'un da, aslında Kâinatı yaratması ve ona düzen vermesi yönünden, her şeye üstün olan Allah Te'âlâ'yı inkâr etmediklerini, ülkelerindeki halka hâkimiyet  ve üstünlükleri ile Allahlık iddia ettiklerini belirtiyorlar.[436] Tarih boyunca Firavunların ve Kralların tanrı soyundan geldikleri, dolayısıyla sözlerinin tartışmasız kabul edilmesi gerektiğine dair sözleri de bu manadadır. Ayrıca Kur'ân'da geçen "İlâh, Rabb, Din ve İbâdet" terimlerinden kast edilen mânâları açıklamak için başlı başına bir eser telif eden Mevdûdî (1400/1880)  de,  Allah  inkâr edilmeksizin  yapılan   şirki  uzun uzadıya anlatıyor.[437]

Tanrılık iddiasına kalkışanlara veya gizli şirkin içine düşenlere göre; bir ülkeye mülkiyet, hâkimiyeti gerektirir; Hâkimiyet ise, o ülkedeki insanları idare için teşrî' yani kanun koyma hakkını verir. Allah Te'âlâ o ülkeyi ve oradakileri yaratıyor fakat, onları idare işini ise, sırf bu maksatla var ettiği ileri gelenler sınıfına bırakıyor. Onlar bu hakkı kullanırken -Tarihte Mele' ve Mele'in Toplumu Saptırması bahislerinde de görüldüğü gibi- kendilerine, ilâhî sülâleden gelme veya O'nun oğulları, yakını ve komşuları gibi, herkeste bulunmayan, payeler de veriyorlardı.

İşte bu düşünceye sahip bir sosyal çevreye peygamber gelip de: "-Sadece Allah'a ibâdet ve itaat edin! (Çünkü) O'ndan başka (helâl ve haramı tayin edip teşrî' yetkisine sahip) hiç bir ilâh yoktur"[438] , "Biz her peygamberi, Allah'ın izni ile ancak kendisine itaat edilsin diye gönderdik."[439], "O, doğunun da, batının da Rabbidir. O halde sadece O'nu kendinize vekil edin!"[440], "Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin, haddi aşan (reîs ve ulu)ların emrine uymayın!"[441] diyerek tebliğe başlayınca, o günün bozuk değer ölçülerine göre, eşraftan sayılıp kendilerine itaat edilen kimseler, saf dışı edildiği için, herkesten önce onlar menfî cevap verip şirkin devamını isterler. Bütün peygamberlerde bu böyle olmuştur. Çünkü peygamberlerin bu davetine uyulduğu takdirde mele'in âdil olmayan emir ve tavsiyelerini dinleyecek hiç bîr kimse kalmadığı gibi, onlar da, o güne kadar kendilerine uyanların seviyesinde ve onlarla beraber Allah'ın elçisine uymaları gerekiyordu. Bu ise, onlar için imkânsız gibi çok zor bir şey idi. Eğer bu gerçekleşirse, zulmederek ve haksız bir şekilde işgal ettikleri makamları, riyasetleri, imtiyaz ve itibarları ile bunlar sayesinde kazandıkları servetleri de yok olup gidecekti.[442]

İşte bütün bu endişelerle dolu olan mele'; imana davet eden peygamberleri, riyasette gözü olan kimseler olarak takdim ederken[443] aslında, kendilerinin bu makamları kaçırmamaktaki hırs ve kesin kararlarını ortaya koyuyorlardı.[444] Son peygamber Hz. Muhammed s.a.v.'e de bu gözle bakıldığını şu örnekten anlamak mümkündür:

Peygamberimizin İslam'a daveti, riyaset ve imtiyazlarını ellerinden kaçırmak korkusu ile Kureyş mele'i tarafından kabul edilmeyince, hacc mevsimlerinde Mekke'ye gelen kabilelerle görüşmelere ağırlık verildi. Benî Âmir Kabilesinden "Beyhere b. Firâs, Peygamberimizi dinledikten sonra: "-Bu zâtı Kureyş'ten koparıp desteğini te'mîn edebilsem, bütün Arabistan'ı fethederim." diyor, sonra da Peygamber Efendimiz s.a.v.'e dönerek şu teklifte bulunuyor; "-Sana yardım eder ve düşmanlarını mağlup edersek, senden sonra riyaset bizim olur mu?" Peygamberimiz de: "Riyaset Allah'ın bileceği bir iştir, dilediğine verir." sözleri ile teklifini reddetti.[445]

Mele'in îmânlarına mâni olan, toplumdan gasp ettikleri makamlarını elden kaçırma korkusunun yanında, peygamberleri bu makama lâyık görmeme düşünceleri de vardı. Genellikle peygamberler; kendilerine nispetle fakir, mal, makam, muhafız ve yardımcılardan yoksun olan kimselerdir. Onlara göre, toplum içindeki "rüesa ve eğniya" gibi her an dünya nimetleri içinde yüzen kimselerin böyle birine uyması çok zor ve ağır bir şeydir.

Ayrıca mele'; "-Risâlet, yüce bir makamdır, ancak yüce birine yaraşır" diyerek inkârda kendilerini haklı göstermek istiyorlardı. Bu söz doğru, fakat elde etmek istedikleri maksat sakattır. Zira risalet yüce bir makamdır, ama zannettikleri gibi maddî değil manevîdir. Bu sebeple manevî yönden kemâl derecesine varan olgun bir kimseye lâyıktır. Yoksa aklın, mantığın ve adaletin oluşturduğu kalıcı değer ölçülerini bir yana bırakıp, zenginlik, zorbalık, aile ve kabile rekabeti vs. gibi meşru olmayan yollarla, büyük bir makam elde ettiğini zanneden kibirli ve şımarık kimselere değil.

Yine onların sakat düşüncelerine göre; fakir bir kimse, zengin ve ulu bir hükümdara veya onun makamına yakın olan kimselere nasıl olur da Allah tarafından elçi olarak gönderilir?[446]

Mekke mele'i de Peygamber Efendimiz s.a.v. hakkında böyle düşündüğü için şöyle demişlerdi: "-Bu Kur'ân (Mekke ve Tâif gibi) iki memleketin birindeki (malı, şeref ve itibarı çok olmakla) ulu bir adama indirîlseydi ya!" (Böyle olmadığına göre, biz nasıl olur da O'na îmân ederiz?")[447], "(-Öyleyse), Allah'ın Peygamberine verilen bize de verilmedikçe kat'iyyen îmân etmeyiz. (Halbuki) Allah, peygamberliğini vereceği kimseyi daha iyi bilir..."[448] Bu âyet-i kerîmelerden anlıyoruz ki mele', böyle demekle peygamberlerin getirdiklerinden çok, onların peygamber oluşlarını, sırf riyaset hırsı ve hâkimiyetlerinin sona ereceği endişesi ile, hak olduklarının bile bile inkâr etmişlerdir.

Üzerinde önemle durulması gereken bir konu da: peygamberlerin; "-Allah'a ibadet edin! Sizin O'ndan başka hiç bir tanrınız yoktur" mealindeki ilk tebliğlerinin ardından hemen inkâr feryatlarının yükselmesi ve sırf bunun için, akla hayale gelmeyecek şüphelerin ortaya atılması ve hatta bu uğurda büyük çapta savaşlara bile girilmesidir. Halbuki bu gün anladığımız mânâda, Allah'a ibadet etmek ve ibadet edilecek başka bir tanrı kabul etmemek, bu grubun siyâsî menfaatlerini zedelemez. Çünkü günümüzde anlaşıldığı şekliyle, bu hareket tarzı dünya hayatının   seyrini değiştirecek bir olay değil, âhiret hayatında kişinin yerini belli etmesi açısından önemlidir. Bu duruma göre insanlar, ister eskisi gibi taştan yontulmuş put denilen bir takım şekillere ibadet etsin, isterse peygamberlerin kabul ettirmek istediği her şeye hâkim olan Allah'a ibadet etsin, toplum olarak dünya hayatıyla ilgili konularda onların vaz' ettikleri prensiplere uydukları takdirde siyâsî açıdan uğrayacakları hiç bir zarar yoktur. Fakat peygamberlerin tebliğe başladıkları ilk anlarda; namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerin henüz farz manasında teklif edilmediği düşünülürse, bu emirlerde mele'i rahatsız eden başka bir mânâ aramak gerekir:

"İbadet" kelimesinin sözlükteki mânâsına bakacak olursak öncelikle; "boyun eğmek ve itaat etme"yi ifâde etmek için vaz' edildiğini gçrürüz.[449] Şu halde "ibadet" kelimesi bu mânâ için vaz' edilmiştir de, sonradan "boyun eğerek itaat etmek" mânâsından hareketle; bunca nimetleri bize veren Allah'ı, içten gelen samimi bir istekle yücelttiğimizi ve O'na teşekkür ettiğimizi belirtmekte, birlik sağlamak için, sadece O'na yönelerek yapmamız gereken, belli zamanlardaki hareketleri ifâde için kullanılan dinî bir terim olmuştur. Buna göre "itaat", ibadetin umumî mânâsını, "Allah'ın huzurunda belli ölçüler içerisinde, niyetle başlayarak yapılan namaz ve hacc" gibi hareketleri ifade eden bir terim olması da hususi mânâsıdır. Kur'ân'daki "ibadet" kelimelerinin bir çoğu bu hususî mânâyı; fakat, bilhassa peygamberlerin ilk tebliğlerini anlatan âyetler ve daha başka yerlerde ise, öncelikle birincisi olmak üzere, her iki mânâyı birden ifade etmesi için kullanılmıştır.

Anılan kelimenin, sadece dar mânâsında kullanılmasını isteyen Mekke mele'inin, Peygamber Efendimiz s.a.v.'e gelerek: "-Bir müddet, biz senin ilâhına ibadet edelim, bir ara da sen bizim ilâhımıza ibadet et..." teklifleri[450]; özel bir sûre ile cevaplandırılması gereken bir önemi haiz görülerek reddedilmiştir.[451]

Öyleyse her devirdeki mele', peygamberlerin ilk tebliğleri olan: "-Fa'budullâhe"-Al!ah'a ibadet edin! emrinden, bu dar mânâsından önce, umumî mânâsmdaki, dünya hayatı ile ilgili emirlere itaati anlamışlardır. Bu emri duyar duymaz feryadı basmalarının sebebi de budur. Çünkü bu mânâda; onların haksızlıklarına, lâyık olmadıkları halde işgal ettikleri makam, sahip oldukları; imtiyaz, boş isim ve unvanlara açık bir isyan vardır. İşte ilâhî davete uymalarında ilk ve en büyük engel de bu endişeler olmuştur.

Konumuzun bu safhasında şu soru akla gelebilir: Eğer toplum içindeki, riyasetinden endişe duyan ileri gelenler peygamberlere inansalardı, sahip oldukları makam ve mevkilerini muhafaza edebilecekler miydi? Bu inanmaları ile, içtimaî, ahlaki, ticarî vb. sahalarda ilâhî vahye, dolayısıyla eşitlik, adalet ve aklî ölçülere uygun icraat yapmaya hazır ve âmâde olduklarını belirtiyorlarsa müspet cevap vermeden önce, bu işleri yapmaya kabiliyetli olup olmadıklarının da araştırılmasının gerekli olduğunu belirtelim. Eğer yukarıdaki ölçülere uymaya hazır ve ayrıca yöneticilikte kabiliyetli iseler bu makamlarını muhafaza edebileceklerini kabul etmek gerekir. Beni bu kanâate sevk eden Peygamber Efendimiz s.a.v.'in şu hadis-i şerifi olmuştur:

"(Din ve dünya hayatı hakkında yeterli) bilgi sahibi olurlarsa, câhiliye devrinde sizin hayırlı olanlarınız, İslâm'da da hayırlılarınız olur."[452] Nitekim bazı kabilelerin reisleri gelip müslüman olduklarında, Peygamberimiz onları kendi makamlarında bırakmıştır.

Ayrıca Hz. Yûsuf a.s.'in Mısır'da, ilâhî vahye göre icrââtı kabul eden kral yanında vezir olarak kalması da bu kanâatimizi te'yid ediyor.[453]

Bu hadis-i şerif ve Kur'ân'dan anladığımız örneğe göre, inanan mele'in riyaseti ellerinden alınmaz. Çünkü peygamberler; ilâhî vahyin doğrultusunda, itikâdî ıslâhattan ayrı olarak ticarî, iktisadî vb. sahalarda da zulmü önlemek, eşitlik, adalet ve akla göre insan ilişkilerini düzene koymak ve hissiyatın akla olan hâkimiyetini durdurmak için gönderilmişlerdir. Eğer makam ve mevki sahipleri bunları kabule hazır iseler, bu konuda gayeye varmak için onların otoritelerini ve zenginliklerini kullanmaya bir mâni yoktur.[454]


[428] İlâhî emirlere rağmen, beşerî emirlere itaatin şirk olduğuna dair bkz.: İbnü Kesîr. Tefsîr, II, 171; Hâzin, Lübâbu't-Te'vîl, II, 49.

[429] Şûra: 42/21.

[430] Tevbe: 9/31. Ayrıca bkz.: 'Âl-i 'İmrân: 3/ 64.

[431] İbnü Kesîr. Tefsîr. II, 348. Ayrıca bkz : anılan cilt. 171.

[432] Mukâtil. Eşbâh ve'n-Nezâir, 98.

[433] Rağıb-i İsfehânî, Müfredat, 260.

[434] İbnü Hişâm, a.g.e., I. 295 vd.

[435] Bakara: 2/165. Âyette geçen "endâd" kelimesinden öncelikle "toplumun mele'i" mânâsının murâd edildiğini, âyetin sibâkındaki: "ellezîne't-tübi'û = kendilerine uyulan kimseler" kaydından anlaşılıyor. Ayrıca diğer gerçekler için bkz.: Râzî, a.g.e.. IV, 204; Taberî, Câmi'u'l-Beyân, II, 66 vd. Yine bir çok yerde "şürekâ"

kelimesinden "rüesâ"nın kast edildiğini Râzî, açıkça izah ediyor. Bkz.: Râzî, a.g.e., XVII. 91. Bütün bunların yanında en-Nahl, 16/86; el-Kehf, 18/26; el-En'âm, 6/121 ve 137, Âyetlerinde anlatılan şirkten, emirlere itaat edilerek yapılanı kast ediliyor.

[436] Bkz.: Râzî, a.g.e., XXII, 63 vd.; XXIV, 127 vd., 252.

[437] Bkz.: Mevdûdî, el-Mustalahâtu'1-Erba'a fi'1-Kur'ân, 18 vdd., 48 vdd, 59 vdd., 79 vdd.

[438] A'râf: 7/59, 65, 73, 85; Hüd: 11/50, 61, 84; Mü'minûn: 23/23, 32. Ayrıca bkz.: Nahl: 16/36; Enbiyâ: 21/25.

[439] Nisa: 4/64.

[440] Müzzemmil: 73/9.

[441] Şu'arâ: 26/150-151. Ayette geçen "müsrifin" kelimesine yapılan, reîs ve ulular açıklaması için bkz.: İbnü Kesir, Tefsir, III, 343; Âlûsî, a.g.e., XIX, 113.

[442] Râzî, a.g.e., XXIII, 111; Ebû Hayyân el-Endelüsî, a.g.e., V, 214.

[443] Yûnus: 10/78; el-Mü'minûn: 23/24.

[444] Râzî, a.g.e, XVII, 142 vd.

[445] İbnü Hişâm, a.g.e, II, 66; Taberî, Târîh, II, 232.

[446] Râzî, a.g.e., XIX, 162; XXVII, 209, 217.

[447] Zuhruf: 43/31.                                                                                                                                                                             

[448] En'âm: 6/124.

[449] İbnü Manzûr, Lisânu'1-Arab, III, 271 vdd.

[450] Kafirin: 109/1-6.

[451] Suyûti, bu teklîfi yapanların Velîd b. Muğîre, 'Âs b. Vâil, Esved b. Muttalib ve Ümeyye b. Halef olduğunu da belirtiyor. Bkz.; Lübâb, II, 209.

[452] Buharı, Tefsir, Tefsiru Sureti Yûsuf.

[453] Bkz.: Yûsuf, 12/54-56.

[454] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 135-143.