๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 08 Şubat 2011, 21:07:28



Konu Başlığı: Kuranda Zaman Kavramının Sunuluşu
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 08 Şubat 2011, 21:07:28
KUR'ÂN'DA ZAMAN KAVRAMININ SUNULUŞU

 1.Etimolojik Açıdan

 Kur'ân öncesinde ve Kur'ân'ın nazil olmaya başladığı sıra­larda Araplar arasında konuşulan dilde zaman, mekân ve olaylar birbirine girmiş vaziyettedir [364].

Zamanın dışındaki kavramları bir araya toplayıp, aralarında bir münasebet kurulduğunda, zaman ortaya çıkmaktadır. Bunun sebebi, zamanın içine girdiği kavramların tabiatında aranmalıdır. Onların tabiatının; oluş, oluşma ve fiil olduğu hatırlanırsa, bu ara­daki münasebetin de bir olayı ve hadiseyi içermekte olduğu anla­şılır. Bu durumda zaman, o olayın içinde baş gösteren bir kavram olarak görülmekte ve varlığı anlaşılıp kavranmaktadır. Zaman sü­reci içerisinde, dilin etimolojik yapısında bir takım kurallar işletile­rek, telaffuzu zor olan kelimeler kolay bir şekle getirilmiştir. Dil, çe­şitli kabilelerdeki farklılıklardan dolayı, zaman içerisindeki son çiz­gisine gelmiştir [365].

Şu halde dil, zaman içerisinde değişime uğrama kabiliyetindedir. Bîr milletteki babalar ile çocuklar arasında geçen süreç içeri­sindeki gelişmelere paralel olarak, köklü olmasa da, dilin değişimi tabii bir hadisedir [366]. İsim, her ne kadar da zamanla ilgisi yok diye tanımlansa da, müsemmanın zamanla olan münasebeti, ismin, zamanın mahsulü olduğunu göstermektedir. Zamansız bir müsemma düşünülemeyeceğine göre, zamanla ilgisi olmayan sadece isim kelimesinin kendisi olur [367]. İsim, fiil ve harf, birbirine öncelik taşı­maz. Bunların bir aşamada olduğuna hükmedilmektedir [368]. Buna dayanarak olayın, zamanın ve varlığın da bir birine öncelik taşımayacağı söylenebilir. Belki böyle bir olayın, naklinde ve tertibin­de bir öncelik sonralık düşünülebilir. Nitekim Kur'an'da fasılaların kendinden önceki kelâmla ilgisini sağlayan önemli bir özelliği var­dır. Sanki fasıladan önce gelen kısım, ona bir giriş gibidir [369].

Kur'ân, ilk yaratılışı yevm kelimesi ile ifade ederken; yevm ke­limesinin asıl manalarından olan oluş; bir varlığın veya bir olayın oluşudur. Esasen varlığı olaydan, olayı varlıktan ve her ikisini bir isimden soyutlamak mümkün değildir. Bu dikkate alınarak yer ve gök isimlerinin bunların yaratılışından, yahut yaratılışlarının isimle­rinden, veya yer ve göklerin yaratılış ve isimlerini ifade eden harf­lerin hepsinden önce olduğunu söylemek mümkün   değildir, "Kun/ol" emri ile birlikte, yaratılışın, varlığın ve varlığın adının, varlığa ve yaratmaya vasıta olan harflerin birbirine öncelik taşıma­yacağı yönündeki açıklamalar bunu desteklemektedir [370]. Gerek kozmik gerekse biyolojik, sosyolojik ve psikolojik olaylar, bu olay­ları meydana getiren varlık ve fiiller de hiçbir zaman birbirine ön­celik taşımaz. "Güneş doğuyor" cümlesinde "güneş" ismi, bu ismi meydana getiren harfler ve güneşin doğması, birbirine öncelik ta­şımaz. Ancak dil meselesi, muhatabı ile gündeme gelen bir husus­tur. Öyle ise var olmakla kendisinden söz edilmek, farklı manalar içeren ifadeler olmalıdır ki dilin gündeme gelişi, kökeni hakkındaki varsayım [371], düşünce [372]vahiy-ilham [373] ve bir takım nazariyeler [374], insanın yaratılışı ile zamandaş; dilin yapısal değişimi ise zamansaldır [375]Nitekim tenasül yoluyla dünyaya gelen insanın, dil bakımın­dan istidadı olmasına rağmen, fiilî konuşması uzun zaman almak­tadır. Bu durum ilk insanın da konuşmak için böyle bir süreç ya­şamış olacağına delil olmalıdır.

Kur'ân, zaman kavramını sunarken, dil onun için önemli bir araçtır. İfade edeceği olayın mahiyetine göre, etnografı de geniş zamanı (Bakara, 96, 226; En'âm, 82) kullanır. Çünkü etnografi, başka toplum ve kültürler konusundaki açıklamaları geniş zaman kipiyle anlatma pratiğidir. Bu yolla bir gelenek, tören veya dünya görüşü, bir gruba, kabileye, yada etnoğrafinin seçtiği birime da­yandırılır [376]. Nitekim Bakara sûresinin 96. ayetinde, Yahudi ve putperestlerin dünya görüşlerini oluşturan yaşama istekleri, geniş zamanla ifade edilmiştir. Kur'ân, fiil, edat, harf ve edebî sanatları da yerine göre kullanır. Çünkü zaman, kendisine mahsus araçlar ile ifade edilmelidir [377]. Aksi halde iletişim gerçekleşemez.

Fiilde zamanı, sîgası ortaya koyar. Darebe sözünü işiten, önce dövme olayını fark eder, sonra da zamanını algılar. Bu ne­denle fiilde sığasının ortaya koyduğu yapısal işaret, zamandır. Söz konusu sîga lafızdan da, manadan da güçlüdür [378]. Zaman, var oluş yahut fiilin kendisi olduğu açısından değerlendirilecek olursa, lafzı ve manayı meydana getiren olayın bizzat kendisi zamandır. Çünkü mazi, hal ve müstakbel fiil, zamanla ilgili ifadelerdir. Küfe ekolüne göre, fiilin bir geçmiş, bir de geleceği vardır. Bu ekol mensupları, şimdiki zamanın ism-i fail sîgası ile ifade edileceğini ve bu zamanı, fiili yapanın bir niteliği olarak anlamışlardır. Buna kar­şılık, Basralılar, ism-i fail sîgasına, devam eden fiil adını verip, şimdiki zamanı Muzari fiil ile ifade etmişlerdir. Şimdiki zamanın, fiili yapana ait bir nitelik olduğunu, geçmiş zamanın geçtiğini, geleceğin ise henüz ortada olmadığını savunanlar, kelâmalardan ba­zılarının da katılımıyla zamanı inkâr etmektedirler [379]

Mastarda ise, mutlak zaman manası mevcuttur. Çıkma za­manı denildiğinde, bu, girme ve benzeri eylemlerin zamanından ayrılmış olur. "Çıktığı gün" denildiğinde, çıkma zamanı şeklindeki ifadenin kapsadığı mana ortaya koyulmakla birlikte, fazlasını da ifade etmektedir. Bu da çıkma zamanının, "çıkacağı gün" ifade­sinden ayrı olduğunu belirtmektedir. Şu halde zamanı, daha fazla bilinebilecek kabiliyeti olan fiile isnad etmek daha uygundur. Fiile, zamandan başka bir şey isnad edilemez [380]. Arap dilinde, zamanın, mekân ve olayın içine girdiğini morfolojik sîga olan "mef al" veya "mef’il" vezinleri göstermektedir. Bu ise Arap zihninin, zaman ve mekân için ortak bir zarf inşa ettiğini, bu iki zarfın tek bir kalıpta toplandığını, ayrıca bu kalıbın, mimli mastarıda içine aldığını gös­termektedir. Söz konusu sîganın maziden yapılmış olup, mezid fiil­lerde misli geçmiş zamanı ifade eden ism-i meful sîgasında oluşu, Araplar da, mastarın zamanla iç içe oluşunu göstermektedir [381]. Bu hususla alâkalı olarak müracaat edilen tefsirlerden bazılarında herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır [382]Kur'an'da geçen "mesîr" [383], "me'vâ" [384], kelimeleri uhrevî bağlamda, "mev'id" [385] ise hem dün­yevî hem de uhrevî anlamda ism-i zaman, ism-i mekân, mimli mastar olarak tek sîgada kullanılmıştır. Bu da, zamanla mekân ve olayın birbirinden ayrılamayıp, tevhidi vurgulayan dilin, formolojik bir delilidir. Yine aynı kelimeler, ahiret, kıyamet, cennet ve cehennemin zamandan tecrit edilemeyeceğini, ancak zaman öl­çeklerinin "kıyamet", "ba's", "mahşer" gibi olaylar olduğunu ve olayların birbirini ayırdığını anlatmaktadır. Ayrıca etimolojik bir gerçek olarak, ahirette hareket, zaman, mekân ve bunlarda mey­dana gelen olaylara ve değişime işaret edildiği söylenebilir.

"Doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gün" (Mâide, 119), "O gün gök sallanıp çalkalanır" (Tûr, 9) ifadeleri, Kur'ân da zamanın, fule isnat edildiğini göstermektedir. Fiil, bazen devamlılık arz eder, bazen de kesintiye uğrar. "(Yine de) onu bir zamana kadar mutlaka zindana atmaları..." (Yûsuf, 35) ayetinde Allah, hapsin devamlı olmayacağına dikkat çekmek için fiil cümlesi getirmiştir. "Firavun, Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindanlıklardan ederim’ dedi" (Şuarâ, 29) ayetinde ise, hapsin devamlı olduğuna işaret etmek için, isim kullanılmıştır [386]. Yine, "doğru olanlar" (Ankebût, 3) manasındaki sadekû/iy-^ fiil sîgasıyla, aynı ayetteki "yalancılar anlamındaki kâzibîn/-^15" in de isim sîgasıyla ifade edilmiş olmas , İsm-i failin İfade ettiği işin, özne de mevcut olduğuna ve onda kök saldığına işaret etmektedir. Halbuki buna işaret etmez. Bu ayette, İslâmiyet'e hemen girecek olanlar ile, küfrünü sürdürüp gi­decek olanlardan bahsedilmiştir. Onun için müminler hakkında, fiil sîgasıyla kafirler hakkında ise devam ve sürekliliği haber veren sığayla denilmiştir. İşte bundan ötürü "doğrulara, doğ­ruluklarının fayda vereceği gün" (Mâide, 119) ayetinde = şek­linde ism-i fail sîgasında getirilmiştir. Çünkü, ahirette doğruluk, ar­tık müminlerin kalbine kök salmıştır. Fakat bu durum İslâm'ın başlangıcında böyle değildir [387]. Râzî (606/1209), Necin sûresinin 57. ayetinde geçen kelimesindeki sürekliliği ortaya koyan şu açık­lamayı yapmıştır. "Yaklaşan yaklaştı" ifadesi her gün biraz daha yaklaşan kıyamet, biraz daha yaklaştı, dolayısıyla o yakında ger­çekleşecek demektir [388]. Bu açıklamadan çok açık olarak anlaşılan, ism-i fail sîgasının süreklilik ifade edişidir.

İsm-i fail ile hem şimdiki zaman hem geçmiş zaman ve hem de gelecek zaman kastedilmektedir [389]. Nitekim Kâfirûn sûresinin 4. ayetinde anlatılmak istenen geçmiş, şimdi ve gelecekte sizin tap­tıklarınıza tapmadım, tapmıyorum, tapmayacağım şeklindedir [390]. Filozoflara göre, "her nefis ölümü tadıcıdır" (Âl-i İmrân, 185; Enbiyâ, 35; Ankebût, 75) mealindeki ayetlerde zâikatun kelimesi hem şimdi, hem de gelecek için geçerlidir [391]. Şu halde ism-i faille­rin bir kısmı ile, zaman sınırlamasının aşıldığı söylenebilir. "dişi deveyi gönderen biziz" (Kamer, 2) ifadesinde ism-i fail, mazi anlamında kullanılmış olup, ilgili işin bitmiş olduğunu ifade etmektedir. Fakat "biz o dişi deveyi göndereceğiz" denilmesinde ism-i fail, gelecek zaman manası ifade eder. Olayı Hz. Peygamber'e, sanki onun zamanında olmuş gibi canlı olarak anlatmak, böylece Hz. Peygamber'in sabır ve hakka davet hususunda Hz. Salih'i örnek almasını sağlamak ve düşmanlarına karşı ilâhî yar­dımın geleceği hususunda Rabbine güvenini sağlamlaştırmak için­dir. Sanki Allah, "faen seni gerçek mucizelerle destekleyeceğim" demiştir[392].

İsm-i mefuller, ifade ettiği eylemin önceden yapıldığını bildirir ki bu da misli geçmiş zamandır. Mestûr/ (Tür, 2; İsrâ, 58; Ahzâb, 6) ifadesi "kitaplar" manasınadır [393]. Kitaplar ise geçmişte yapılan bir eylemin sonucu olarak ortaya gelmektedir. Gerek ism-i failler gerekse ism-i mefuller, gelecek zaman manası ifade ederler. Zariyât sûresinin 6. ayetinde geçen vâki' ism-i faili, yeka ile; Hûd sûresi 103. ayet geçen mecmû ismi mefulü, yecme ile gelecek zaman anlamında açıklanmıştır [394].

Kur'an'da, mürâdif olan lafızlar kullanılırken, zaman farkı hu­susundaki inceliğin gözetilmesi, bu konudaki hassasiyeti ortaya koymaktadır. Mâide sûresinin 63. ayetinde geçen nin ifade et­tiği mana, aynı surenin 62. ayetinde geçen ye'melûn kelime­sinin ifade ettiği manadan daha kuvvetlidir. Çünkü, bir amel, iyice yerleşmiş, kökleşmiş ve sağlamlaşmış olduğu zaman yesna'ûn lafzı kullanılır. Böylece Allah ile günahları işleyen kimselerin günahını, kökleşmemiş bir günah; nehyi münkeri terk eden kimselerin günahını da lafzıyla kökleşmiş ve iyice yerleşmiş bir günah olarak ifade etmiştir. Bazen bu süreklilik bir harfle de el­de edilir. Mâide sûresinin 61. ayetinde geçen bi'l-küfri ifadesindeki ba harfi, inkarcıların, Müslümanların yanına girip çıkarken, küfürlerinin hiçbir değişim ve eksilme olmadan devam ettiğini ifa­de etmektedir [395].

Hadîd sûresinin 3. ayetinde geçen el-evvelu ve yüklemle münasebeti yoktur. Özne ve yüklemle münasebeti olmayan bir kelimenin ise, zamanla müna­sebeti yoktur. Ayrıca bu kelime, geçmiş zaman ile de nitelenemez. Çünkü geçmiş zaman ile nitelenenin, bir sonu olduğu bilinmekte­dir. Böyle bir niteleme olmasaydı, şimdiki zamanın, bir sonu ol­duğu bilinemezdi. Fiil ise, bir iş, oluş ve hareketin tefsiri olduğu için, evveli olduğu bilinir. Ayrıca, her yüklem, bir özneye muhtaç­tır. Bu demektir ki önce özne, sonra yüklem gelir. Özne, yüklemin önceliği olunca, evvel kelimesinin, kendisinden meydana geldiği bir yüklemi olamaz. Bu ise "evvel" kelimesinin yüklemi ve öznesi yok demektir. "Fail, fiilden evveldir" ifadesi ise "özne, yüklemden öncedir" anlamındadır. Yoksa, fiili geçmiştir anlamında değildir. Çünkü, özne ile yüklem yarışmazlar. Dolayısıyla "özne, yüklemi geçmiştir" ifadesi yanlıştır.

"Ahir" kelimesi ise, ebed, varlığın Allah'a dönüşü şeklinde açıklanmıştır [396]. Ahir, kullanılmayan bir fiilin İsm-i failidir. Bunun sebebi şudur: Kullanılan her fiilin, yapılan her işin bir sona erişi vardır. Çünkü her fiilin bir geçmişi vardır. Geçmiş zaman sîgası kullanıldığında fiilin bitmiş olması gerekir. Aksi durumda özne, fiil­den sonra gelmiş olur. Bu şekilde ise o fiil, mazi olmaz. Henüz yemek yemeye devam eden kimseye, yediği şeyden yanında çok az kaldığında, mecazen "yedi bitirdi" denilebilir. Yine henüz yemeğini bitirmemiş, bitirmek üzere olan bir kimseye, "bitirdin" de­nilir; fakat gerçekte, yemek bitirildiğinde geçmiş zaman olarak ta­hakkuk etmiş olur. Dolayısıyla, bu demektir ki kullanılan her fiilin bir sonu vardır. Bir şeyin sonu onun bir parçası olup ona bitişiktir. "Aheru" ise, ayrı ve farklı olandır. Ayrı olan, bitişik olandan sonra gelir. "Ahiret" kelimesi, hayat ve dâr kelimesinin sıfatı olup, kulla­nılmayan bir fiilin İsm-i failidir [397]Bu nedenle, daha sonra gelecek olan! ifade eden bu kelime, bir öncelik değerlendirmesine tabi tu­tulamaz. Zira öncelik ve sonralığı ifade eden kelimelerin sonralığının da son bulma zarureti vardır. Halbuki ahiret için böyle bir son bulma zarureti yoktur.

Cümlelerin yapısının da zaman kavramı bakımından bir önemi vardır. Bir şeyin belirli bir zaman ve kısa bir sürede mey­dana gelişini ifade etmek için, bize ulaşan haberin, fiil cümlesi şek­linde gelmesi gerekir cümlesi, yağmurun yağdığı vakti ve kısa zamanda yağdığını bildirir. Cümlede fiil, Muzari oldu­ğunda, bazı karinelerle, ard arda yenilenip devam etme manasını ifade eder. İsim cümlesinin haberinde ise, fiil bulunmadığı zaman, bazı karineler vasıtasıyla devamlılık ifade eder. [398] cümle­sinde, ilmin faydalı oluşu, devamlılık ifade eden bir husustur.

Kur'an'da bazen aynı bağlamda zaman mukayesesi yapıl­maktadır. "Ey İsrail oğulları! size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın" (Bakara, 47) mealindeki ayet sanki şu demektir: Ben, size geçmişte nice nimet­ler vererek sizi, bütün âleme üstün kılmıştım. Şimdi o üstünlüğü­nüz nerede, düşünün ne idiniz, ne oldunuz [399]. Görüldüğü gibi Al­lah bu ayetde, geçmiş ile şimdiki zaman mukayesesi yapmaktadır. Geçmişte elde edilen derecenin kaybediliş sebepleri üzerinde dü­şünülmesini istemektedir. Bir sonraki ayet de (Bakara. 48) ise, ge­lecek (ahiret) ortaya koyulmakta,  ona hazırlık yapılması istenmektedir. Dolayısıyla burada, geçmiş, şimdi ve gelecek zaman bir aradadır.

Kur'ân gelecek hakkında bazen mazi/geçmiş sığası kullanmış olup, Tür sûresinin 21. ayetinde "iman eden ve soylarından ge­lenlerde, imanda kendilerine tâbi olanlar (var ya !) işte biz, onların nesillerini de kendilerine kattık" diye buyurulmaktadır. Ayette ge­cen "katma zamanı" gelecekte olacak ise de, bu ifade "Allah'ın, yarattığı gün kattığı" manasınadır. [400]Kevser sûresinin 1. ayetinde e'taynâ gelecek zaman manası ifade eder. Fakat Allah  diyerek gelecek zaman sığası kullanmamıştır. Çünkü, "sana verdik" ifadesi bu bağışın geçmiş zamanda da verilmiş ol­duğuna işaret etmektedir [401] Kevserin, iki dünyaya ait şeref [402] ola­rak tefsiri de mezkûr fiilin zamana hasredilemeyeceğinin delili ol­malıdır. Nuh sûresinin 10. ayette denilip, denilme­miştir. Burada şöyle bir fark olabilir: Allah adeta, "Benim bağışla­yıcı oluşumun şu anda meydana geldiğini sanmayınız, ben hep böyleyimdir" demek istemiş olabilir. Buna göre affetmek, adeta onun sanatı, ve mesleğidir manası ortaya çıkar. Dolayısıyla idi, oldu fiili, Allah'ın mahlukatı yaratmadan önce de bu sıfatla nite­lendiğini ifade etmektedir [403] Nasr sûresinin 3. ayetinde tövbelerin kabulü Mazi/geçmiş zaman sîgasıyla bildirilmektedir. Halbuki insanlar, Allah'ın tövbeleri gelecekte kabulüne muhtaçtır. Bunun için şu açıklamalar yapılmıştır:

1. Allah'ın geçmişte tövbeleri kabul etmesi gelecekte de kabul edeceğinin delilidir.

2. Allah'ın tövbeleri kabul etme sıfatı, istiğfarı emretmesinden önce vardı, sonra da devam edecektir.

Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç tövbe için üç aşamanın var oluşudur. İlki, geçmişte yapılan hatayı bilip fark etmek; ikincisi, şimdi/hemen günahı terk etmek; üçüncüsü ise, gelecekte günaha dönmeyeceği hususunda azimli ve kararlı olmaktır.

Bazen muzari sîgası, mazide cereyan etmiş bir olayı hikâye edebilir. Hûd sûresinin 38. ayetinde "gemi yapıyor" manasını ifa­de eden yesna'u geçmişi hikâye ederken mana "gemi yap­maya yöneldi" şeklinde olur. [404] Söz konusu ayetin tefsirinde Hz. Nuh'un gemi yapmadan önce ağaç dikip, onları yetiştirerek gemi yapılacak seviyeye getirdiği ile ilgili açıklamalar [405] mezkûr fiilin, şimdiki zamanı anlatmayıp, geçmişte cereyan eden ağaçların gemi yapılacak zamana kadar yetiştirilip hazırlanışını anlatmaktadır.

Muzarinin başına gelen ve olumsuzluk anlamı veren harfi, fiili gelecek zamana, l. harfi ise şimdiki zamana tahsis eder. "Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam" (Kâfirûn, 2) aye­tinde gelecek zaman; "Siz de benim taptığıma tap­mıyorsunuz" (Kâfirûn, 3) ayetinde ise şimdiki zaman içindir. Bu durumda söz konusu ayetlerin manası şöyle olmaktadır: "Ben, ge­lecekte sizin putlarınıza tapmaya dair talep ettiğiniz şeyi yapma­yacağım. Sizde benim sizden, ilahıma tapmanız hususunda talep ettiğim şeyi yapıcı değilsiniz". [406] Esasen bu ayetlerin bütün zaman­ları kapsadığını [407] söylemek, daha isabetli olur. Bazen bir sîga kü­çük bir değişiklikle, başına getirilen bir harfle iki zamanı da kapsar. Mauridu (Zâriyât, 57) ifadesinin başındaki olumsuzluk için olan harfi sebebiyle, hem şimdiki, hem de gelecek zaman da ne­gatif bir anlam ifade eder. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Allah onlardan ne şu anda, ne de gelecekte herhangi bir rızık isttemiştir". Söz konusu ayetteki şimdiki zaman ile, dünya hayatı; gelecek ile de ahiret hayatı kastedilmiştir. [408]

Bazen mazi fiilin başına kad edatı getirilerek geçmiş zaman, şimdiki zamana yaklaştırılmış olur [409], "İnkârla girip inkârla çıktıkları halde"(Mâide,61) ayeti bunun bir delilidir. Buna göre mana sanki şöyle olmuş olur: "Onlar daha önce küfürle çık­mışken, az önce de küfürle girdiler". Görüldüğü gibi ayetteki dahale fiili, Mazi olmakla birlikte, hale/şimdiki zamana yakın bir geçmiş zaman manası ifade eder.

Râzî'ye göre Kur'ân'da Mazi sîgasıyla yapılan açıklamalar Muzari sığasından daha kuvvetlidir. [410]Nitekim, Hakka sûresinin 28. ayetinde. "malım bana hiç fayda sağlamadı" cümle­sindeki Mazi fiil; Leyi sûresinin 11. ayetindeki l. şeklindeki Mu­zari sığasından daha güçlüdür. Ancak süreklilik ifade etmesi bakı­mından Mazi, Muzari'nin yerini tutmaz. "Görmedin mi Allah, gök­ten yağmur indirdi de bu sayede yeryüzü yeşeriyor". (Hac, 63) ayetindeki "indirdi" lafzı Mazi fiildir, yağmurun geçmiş zamanda yağdığını ve bu olayın bittiğini, halbuki "yeşeriyor" ifadesi ise yer­yüzünün yeşermesinin devam ettiğini göstermektedir. [411]

Kur'ân'da, bazen mazi sığası şimdiki zaman manasında kul­lanır. Kamer sûresinin 31. ayetindeki "biz onların üzerlerine kor­kunç bir ses gönderdik, hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oluverdiler" ifadesinde şimdiki zaman manası ifade eder. Bu durumda ayetin ifade ettiği mana, "onlara bir sayha salıverildi de, o anda ölüverdiler” [412] ifadesine benzer. Halbuki "kuru ota dönüş­mek", normal şartlarda uzun bir zaman gerektirmektedir. [413]

Muzari fiilin maziye atfedilmesi ise zaman bakımından ayrı bir inceliğe işaret eder. Mâide sûresinin 70. ayetindeki Allah "ya­lanlama" işini inkarcıların, Hz. Musa'ya karşı yapmış oldukları muamelelerine bir işaret olsun diye, Mazi/geçmiş zaman sîgasıyla getirmiştir. Çünkü o günden bugüne çok zaman geçmiştir. Aynı ayetin devamında bulunan "öldürme" eylemi de yine inkarcıların, Hz. Zekeriya, Hz.Yahya ve Hz. İsa (a.s)'ya yapmış oldukları mu­amelelerine bir işaret olması için Muzari sîgasiyla getirilmiştir. Çünkü bu zaman yakın bir zamandır. Muzari, maziye atfedilince, âdeta içinde yaşadığımız zaman gibi olmuş olur [414]. Zaman kavra­mının önemli işaretlerinden olan gecenin gündüze sokulması (Hac, 61) yûlicu şeklinde Muzari sîgasıyla ifade edilirken, gü­neş ve ay hakkında (Ra'd, 2; İbrahim, 33) sahhara/şeklinde Mazi sîgası kullanılmıştır. Çünkü gecenin gündüze sokulması, her mevsim hatta her gün yenilenen ve değişen bir husustur. Halbuki güneş ve ayın musahhar kılınması ise devam ede gelen bir iştir. [415] Muzarinin başına gelen harfi yakın geleceğe,  uzak gele­ceğe sevk eder. [416] "okuyacağım" (Kehf, 83), senukriuke "sana Kur'ân'ı okutacağız" (A'lâ, 6) ayetlerinde muzari fiilin başında geçen  harfinin manasına olma ihtimali de vardır. [417]Uhrevî gelecek hakkında, Peygamberimiz'e verilen müjdeyi ifade eden fiilin başında ise, getirilmiştir. "pek yakında Rabbin sana verecek" (Duhâ, 5) demektir. Bu mü­kafat, aynı zamanda süreklilik ve ardışıklık ifade eder. [418] ve edatları muzari fiilin manasını maziye dönüştürür.  "iman et­mediniz "henüz iman kalplerinize yerleşmedi" (Hucurât, 14). Ayrıca ona bir de kesinlik kazandırır. Muzarideki ih­timal artık tarihe karışmış olur. [419]

 Gâbir gibi müşterek bir lafız, hem geçmiş, hem de devam eden hakkında kullanılır. [420] Ankebût sûresinin 32. ayetinde geçen el-gâbirîn geçmiş zaman manasına alındığında ayetin manası "O kadın kurtaracağımız kimselerden değil, bahsi geçen kimseler­dendir" yani hayatını devam ettirecek olanlardan değil, geçip gidecek olanlardandır şeklinde olur. Söz konusu lafız, devam eden manasına alınır ise, ayette geçen kadın yani Hz. Nuh'un hanımı azap içinde hayatı devam edecek olanlardan olur. [421]

Kur'ân, esbaha gibi Arap dilinde müşterekliği olan fiilleri de çok hassas ayrımlarla zamana hizmet ettirmiştir. Sabahlamak (Rum, 17), işin sabah vakti olduğunu ifade etmek (Mâide, 102; A'râf, 78, 91; Hûd, 67, 94; Şu'arâ, 157) ve oldu gibi manalar ifa­de eder. Bu oluş, bazen işin başlangıcından itibaren olur ve de­vam eder. Bazen işin, sonuçta ona döneceği manasında, cümlenin sonunda, bazen de, işin ortasında olur. Hucurât sûresinin 6. aye­tinde geçen tusbihû "sizler pişman olmaya başladınız, piş­manlıkla iç içe oldunuz ve pişmanlığınızı sürdürdünüz"[422] manasını ifade eder. Görüldüğü üzere, öncelik ve sonralıkla bir başka hale dönüşü beraberinde getirmektedir. Buradan hareketle fiillerin zamanla birlikte keyfiyetinde de değişiklik olduğu anlaşılmaktadır.

Mutlak anlamda kelimenin zamana tahsisi de, dikkati çeken etimolojik bir vakıadır. Dehr ve müddet kelimeleri arasındaki fark şudur: Dehr, birbirinden farklı olsun olmasın birbirini takip ederek süregelen vakitlerin toplamıdır. Bu yüzden havanın soğuk oluşu ve diğer niteliklerinin birbirine benzerliğinden dolayı kış mevsimi için dehr değil de müddet kelimesi kullanılır. Senelere de sıcak-soğuk ve diğer farklı nitelikleri taşıması sebebi ile dehr denir. Bu­nunla birlikte, dehrden uzun olan "müddetler" de vardır. Bundan dolayı Araplar, bu dünya "dehrler boyudur" der de "müddetler boyudur" demez. Ecel, dehrleri ve müddetleri kapsayacak şekilde de kullanılabilir. Zaman ve müddet her türlü vakit birimi için kul­lanılmasına rağmen, en kısa müddet en kısa zamandan daha uzundur. Zaman ve vakit arasındaki fark ise şudur: Zaman birbi­rinden farklı olsun olmasın, süregelen bütün vakitleri kapsarken, vakit bir süreyi ifade eder. Nitekim uzun veya kısa zaman denilebilir fakat kısa vakit denilemez. Zaman ve müddet, her türlü vakit birimi için kullanılmasına rağmen, en kısa müddet, en kısa zaman­dan daha uzundur [423].

Kur'ân, mucize bağlamında özellikle bazı fulleri, özel zaman­lar için kullanma hassasiyetini gösterir. Mesela, fiili (İsrâ, 1; Hûd, 81) "gece yürüyüşü" için kullanılır.

Psikolojik ve pedagojik zaman incelikleri, Kur'an'da etimolo­jik yönden dikkati çeker. "Tezekkür" kelimesi, önceden bilinen bir bilginin, unutulup sonra hatırlanmasıdır. Kafirler için böyle bir şey söz konusu değildir, diye düşünülebilir. Halbuki delillerin çok kuv­vetli olmasından dolayı, önce böyle bir bilginin mevcut olduğu anlaşılmakta ise de daha sonra inatları yüzünden inkarcıların geçmişi hatırlamayıp yok olup gittikleri anlaşılmaktadır [424]. Kur'an'da geçen kelimelerinde tekil ve çoğul durumları bakımından za­man farkı bariz bir şekilde ortaya çıkar. "Rüzgârları gönderir" (Rûm, 48) ayetindeki rahmet rüzgarları olup süreklilik ifade eder.  (Rûm, 51) ise her zaman esmeyen, azap için olan türden­dir [425].

Arap dilinde söze başlarken, kelimelerin öncelik veya sonralığı ayrı bir incelik taşır. Esasen ile söze başlanmaz, "fakat Allah sana indirdiğine şahitlik eder" (Nisa, 166) aye­tinde geçen söz konusu kelime, daha önce geçmiş olan sözle ilgili bir istidrak olup muayyen bir hususu açıklamak için getirilmiştir [426]. Bu husus, kafirlerin peygamberleri inkâr etmelerine karşılık, Al­lah'ın Hz. Peygamber'e indirdiğine şahitlik edeceğini beyan etme­sidir [427]. Şu halde vasıtasıyla geçmiş özet olarak hatırlatılıp, gele­cekle irtibatlandırılmış olmaktadır.

Ayrıca bazı terkipler de kendilerine mahsus zamanı İfade eder."taze et" (Nahl, 14) an'lık, elde edilmesi üzerinden za­man geçmeyen et, demekti [428]. Yine kablu izafet, halinde olayların öncesine, önce ile sonranın benzeştiğine işaret eder. ''Onlar­dan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi". (Bakara, 118) Yani önce de aynı şey söylenmişti demektir. Şu halde ke­limesi, etimolojinin doğrusal zaman çeşidini ortaya koyarken kul­landığı materyal olup; Kur'ân'daki mekân, sıralama gibi kullanım­larının tamamı zaman önceliğine işaret etmektedir [429]. Bundan ha­reketle zamanın rölatif yapısının etimolojik ve filolojik olarak ken­dini ortaya koyduğu söylenebilir. . "size zaman mı çok uzun geldi". (Tâ-Hâ, 86) Ayette geçen 'ahd kelimesi, "belirle­nen zaman" diye açıklanmıştır [430]. Bu sözü, Hz. Musa, Tûr dağına gidip döndüğünde, İsrailoğullarının sabırsızlıklarına işaret amacıyla söylemiştir. Çünkü İsrailoğulları, Hz. Musa Tûr dağından dönünceye kadar sabredememiş ve buzağıya tapınışlardı. Halbuki Hz. Musa yola koyulduğunda, Tûr'dan dönmesine kadar geçecek olan süre, onlara uzun gelmemişti. Bu hususta (Tâ-Hâ, 83 ve 85.) ayetler bize ışık tutmaktadır. Burada ortaya çıkan diğer bir husus ise za­manın, psikolojik olarak rölatif olabileceğidir.

Ülfet kelimesi (Âl-i İmrân, 103; Enfâl, 63; Kureyş, 1) sevgi, ünsiyet, adet gibi süreklilik isteyen ve belli bir geçmişi olması gere­ken bir anlam ifade etmektedir. Çünkü îlâf (hazırlanmak, teçhizatlanmak) seferlerin devamı için şarttır. Söz konusu kelime bir planlamayı, bir alışmayı ortaya koyar. Bu ise Allah'ın tedbir ve takdiri ile meydana gelmiştir [431].

Talebin kısımlarından olan emir ve nehiy sîğaları, geleceği kapsar [432]. Çünkü geçmişin yaşanma imkânı yoktur. Ancak geçmiş, geleceği ilgilendiren emir ve nehiylerin gereğini yapmakla telafi şansına sahiptir [433]. "(Kötülüğü) en güzel bir tavırla önle" (Fussilet, 34) emri ve Hz. Harun'un "Sen de düşmanları güldürme ve beni bu zalim kavimle beraber tutma" (A'râf, 150) şeklinde yalvarışı bunu göstermektedir. "Ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz" (Bakara, 83) ayetindeki kelimesi gibi mastarlar, "Ey Rabbim! Beni, gerek bana, gerekse ana-babama verdiğin nimete karşı şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl" (Neml, 19; Ahkâf, 15) şeklindeki dualar, iltimas [434]temenni, takrir hep gelecek zaman [435]ifade etmektedir.

Edatlar, zaman kavramını ifadeye ulaştıran mühim araçlar­dandır. İzâ/ gelecek zaman ifade eder [436]. Bu nedenle (Bakara, 117; Mâide, 93)  [437]dan sonra gelen, muhdestir. "ona sadece 'ol!' der, o da hemen oluverir" (Bakara,117) ayetindeki kûn/lafzı, kazaya göre tertib edilmiştir. Feinnemâ/nın başındaki  takibiyye içindir. Bu durumda muhdesten sonra gelen muhdestir. Dolayısıyla emrinin kadim olması muhal görülmüştür [438], mufacee (sürpriz) için de olur. Fakat bu daha önce bilinmeyen bir zarftır. Yâsîn, 51. ayette geçen ifadesindeki nın ifade ettiği zaman dilimi, insanların kabirlerinden kalkıp koş­malarının zarfıdır. Bu olay ansızın ortaya çıkacaktır[439]. Yani sura üfürüşle kıyamet olayı arasında zaman geçmez. Sura üfürülüş ve cesetlerin kalkıp koşması sürpriz olur.

Aynı edatın birde şeklinde tenvinlisi vardır. Bu iki kelime­den meydana gelmektedir [440]. O zaman, onlara mühlet verilmez" (Hicr, 8) ifadesindeki gibi "o zaman" azabın er­telenmeyeceği anlamında [441]özellikle kendisini takip eden fiil gele­cek zaman ifade etmektedir [442]. Aynı gruptan zaman zarfı olan bir başka edat ise iz/dir. Mâide, 111. ayette mazi fiil ile kullanılırken geçmiş şimdiye, gündeme taşınmaktadır [443]. Yahutta iz edatı şim­diki zamanın hikayesi üslubuyla da kullanılabilir. Bunun bir benzeri, insanın arkadaşına 'sanki sen bizimleydin. Biz şöyle şöyle yap­tık' demesi gibidir [444]. Aynı edat Mü'min sûresinin 71. ayetinde ge­lecek zaman ifade etmektedir. Bir önceki ayetle bağlantısı olduğu için ifadesinin anlamı "boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde" [445], şeklinde olacaktır.

Hettâ/ intihayı gaye, yani süre ve mesafenin sonunu ifade eden bir kelimedir. Beyyine, 1. ayette geçen  bu türdendir. [446] Buna göre "apaçık delil kendilerine gelinceye kadar" ayetinin tak­diri "o beyyine yani resul gelinceye değin" şeklinde olur. Söz ko­nusu edat şimdiki ve gelecek zamanı ifade eden muzarinin ba­şında gelen ısı ve mazi fiil ile birliktede de kullanılır [447]'. "Nihayet onlara kıyamet ansızın gelip çatınca" (En'am, 31) ayetindeki kıyametin ansızın zuhur etme vaktine işaret etmekte­dir [448]. Kıyamet gibi bir zaman sınırının ansızın ortaya çıkacağı an­laşılmaktadır.

Zû/ sabit olan ve devam eden şeyler hakkında kullanılır. Al­lah her yerde akrabaları şeklinde zikretmiş, fakat miskini, "zi’l-meskeneti/meskenet sahibi" şeklinde zikretmemiştir. Çünkü, meskenet arızi bir hal olup, devam etmeyen ve sona eren bir şeydir. Akrabalık ise, yenilenmeyen, sabit olup değişmeyen bir durmdur. Kendisinden bir defa isabetli bir görüş ortaya çıkan, ya­hut bir günlüğüne bir makam elde eden kimseler için "görüş sa­hibi, makam sahibi, lütuf sahibi" gibi ifadeler kullanılamaz. Fakat bu haller, o kimsede devam eder ve sık sık görülürse, o kimse hak­kında görüş sahibi, lütuf sahibi ifadeleri kullanılabilir. İşte bunun için Allah, bu işin, devam eden, çok yerleşik bir hal olduğunu be­yan etmek için mezkûr tabirleri kullanmıştır (Bakara, 83, 177; Rûm, 38). Meskenet ise arızî bir hal olup, devam etmeyen ve sona eren bir şeydir [449]. Bugün fakir olanın yarın zengin olması, hayatın ampirik bir realitesidir. Dolayısıyla bu edat meskenet kelimesiyle kullanılmamıştır.

Zaman kavramı içerisinde vaktin, pratik hayat açısından, bir başlangıcı bir de sonu olmak üzere iki ucu vardır. Arapça da  başlangıç, vaktin sonunu bildirir [450]., ibtida ve teb'id / başlan­gıç ve uzaklaştırmak için kullanılabilir. Bu iki harfi varlığın başlan­gıç ve sona erişini ifade için kullananlar, olaya dil yönünden bak­mamış olsalar da farklı bilim dallarının aynı kelimeler hakkındaki ortak kanaatini ortaya çıkarmaktadır [451]. Nisa sûresinin 17. ayetindeki karîb/ kelimesinin başındaki  edatı, teb'id/uzaklaştırmak için kullanılırsa ayetin manası, "onlar yakın bir zamanda tövbe ederler", demektir. Buna göre Allah sanki isyanın meydana gel­diği zaman ile, ölümün gelip çattığı zaman arasındaki müddeti "yakın zaman" olarak beyan etmiştir. Buna göre insan, bu iki zaman arasında ne zaman tövbe ederse yakın bir zamanda tövbe etmiş olur.  Eğer ihtidayı gaye/ilk başlangıç manasını  ifade ederse, o zaman onun günahta ısrar edenler zümresine dahil ol­maması için, hemen günahın ardından tövbe etmeye başlar demektir. [452]

Sümme/ öncelik-sonralık manasını ifade eder [453]. Saffat sûresinin 67. ayetinde geçeni cehennemdekilerin karınlarının zakkum ağacıyla doldurulmasıyla su verilmesi arasındaki uzun süreye işa­ret eder [454]. Demek ki mide önce zakkum ağacı ile doldurulmuş, çok uzun bir süre sonra da su verilmiştir. Ayetin ifade ettiği mana, azapla ilgili olduğu için, öncelik ve sonralığın, zakkum ağacı ile su arasında geçen sürenin uzun olmasının, azabın stratejisi olduğu söylenebilir. Artık su verilme zamanında zakkum ağacının mideye verilmesi olayı geçmiş olmaktadır. Ebediyet yeri olan bir ma­kamda hareketin kesilmeden devam etmesi, insana ve olaylara göre öncelik ve sonralığın geçmiş ve geleceğin devam etmesi doğ­rusal zamanın işleyeceğini göstermektedir. Ancak, azabın ebediliği açısından bu tür olayların tekrar edeceği gerçeğinden hareketle dairevî zamanın da devam edeceği söylenebilir. Fakat bu, koz­molojik olmayan bir ortamın sunduğu dairevi zaman olmalıdır. Ayrıca cehennemdeki yıpranma ve değişimle cesetlerin tekrar aynı hale gelişi bunu desteklemektedir. Doğrusal zamanın, dünyevî olarak dairevî zamanın kıriterleri ile maddî ve manevî olarak, sürekli ilerlemeyi ve gelişmeyi ifade ettiği, söylenebilir. Çünkü dünya im­tihan yeridir. İmtihan için dairevi zamanın getirişi olan plan ve strateji, hayatın olmazsa olmazıdır. Bu kriterlerin getirişi ile geli­şime ve ileriye yol alma imkânı elde edimektedir. A'râf sûresinin 11. ayetinde ise, Allah'ın meleklere Adem'e secde edin emrini vermesi Hz. Adem'i yaratıp, şekil verilmesinden sonra olmasını gerektirir [455]. Sonralığın zıttı önceliktir, kâne/ ise, önceliği ifade eder [456].

Lam/ harfi, sebep ve sonuç bildirmek için kullanılır [457]. Bir şe­yin vakti, onun sebebi gibidir. Çünkü olacak şeyler belli bir vakitte olur. Yâsîn sûresinin 38. ayetinde deki lam harfi, vakit bildir­mektedir. "İşler vaktine bağlıdır" anlamında tefsir edilmiştir. Kur'an'da bazı kelimeler zaman kavramının farklı dilimlerini bildi­recek şekilde yorumlanmıştır. kelimesi için, "kıyamet günü", "bîr yıllık zaman dilimi", "gece" gibi manalar verilmiştir. Anlamdaki bu farklılık, güneşin hareketini yorumlamadaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla söz konusu ayet, güneşin hareke­tinin kıyamette duracağı, bir yılın sonunda başladığı yere varacağı veya gündüzün sonunda, şafakla geldiği yere döneceği ihtimalleri ile açıklanmıştır [458]. Yine harfinin zaman bildirişine Kur'an'da çok örnekler verilebilir. Talâk sûresinin 1. ayetinde geçen lafzındaki harfi, zaman bildirmektedir. Yani, "onları, iddetlerini göze­terek boşayın" demektir [459]. Me'âric sûresinin 4. ayetinde geçen kelimesindeki harfi, ulemanın ayeti tefsir etmede delilleri olmuştur. Yapılan açıklamalarda harfinin fiiline taalluk ettiği belirtilmiştir. Buna göre, meleklerin ve ruhun çıkış süresi, dünya zamanı ile ellibin yıl olan özellikteki bir günde olur [460], anlamını ifade etmektedir, harfi, yerine göre takip manası ifade eder. Bunun anlamı şudur: o ile öncesi ve sonrası arasında başka hiçbir olay geçmemiştir. Kur'ân, Hz. İbrâhîm ile Nemrut'un mücadelesini bize sunarken, "Allah, güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı" (Bakara, 258) ayetinde geçen deki harfi, Nemrut'un hemen sustu­rulduğuna, ikinci bir söz söylemesine fırsat tanınmadığına işaret eder [461]. Yine, Mâide sûresinin 6. ayetinde geçen lafzındaki İmam Şafii'ye göre takip içindir. Buda tertibin vacip oluşunu getirir. Dolayısıyla, abdest alırken [462], hac yaparken [463] sırayı takip etmek esastır. Atıf vavı, zaman itibariyle sırayı gözetmez. Nitekim bağışlama, cennete girmeden önce olmasına rağmen, Allah cennete soktuktan sonra ve onların günahlarını bağışlamak için Fetih sûresinin 5. ayetinin veyukeffiru/lafzındaki, bu manadadır. Binaenaleyh, bütün bağış ve ikramlar cennettedir [464].

Edebî sanatlar da zaman kavramını ortaya koymada önemli bir rol oynar. Taleb-i inşâ, isteme anında, mevcut olmayan bir şe­yi, gerektiren sözdür. Bu da, emir, nehiy, istifham, temenni, nida olabilir [465]. "Ey Yahya! Kitaba (Tevrat'a) var gücünle sarıl" (Mer­yem, 12) ayetinde emir fiil, gelecek zaman ifade eder. Tehdit ise, bir işin vukuunda failin zarar göreceğini ifade eden emirdir. "Dile­diğinizi yapın! Kuşkusuz O, yaptıklarınızı görendir"(Fussılet, 40) ayeti bunu göstermektedir. Bu, birisinin bir çocuğa "hele vazoyu kır, o zaman gününü görürsün" demesi gibidir.

Kasr-hasr: Takdim ve tehirde cümlenin bîr unsuru önce ge­lince, diğer unsurunun sonra gelmesidir. Yani, cümlede sonra söy­lenmesi gereken bir sözü önce söylemektir. Fatiha sûresinin 5. ayetindeki böyledir. Eğer cümle de lafzı önce gelseydi bu durumda Allah'tan başkalarına ibadet şüphesi uyandırırdı. Halbuki, kadîm olan varlığın, mümkin olan varlığa önceliği esastır. Bu nedenle, başa alınıp, artık söz konusu şüphe bertaraf edil­miş olur [466].

Teşbihi meydana getiren unsurlardan müşebbeh ile müşebbehun bih, farklı zamanların olaylarıdır. Bunlarda, pozitif ya da negatif şartı aranmaz. "Allah sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder" (Şûra, 3) ayetinde lafzındaki teşbih içindir. 13 ise, daha önce bahsi geçmiş olan bir şeye işarettir [467]. Burada bahsedi­len "gibilik" ifadesinin geçmişi de vardır [468]. Mecaz-ı mürseli mey­dana getiren ilgilerin sayısı çoktur. Bunlardan birisi evveliyet ilgisidir. Bu, bir şeyi, sonradan alacağı halin adıyla anmaktır [469]"Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm"(Yûsuf, 36), "İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik" (Saffat, 101) ayetlerindeki "şa­raplık üzüm sıkmak", "uslu bîr oğul" ifadeleri bunun belirgin ör­nekleridir.

Zaman kavramı açısından sayılara da burada değinmek gere­kir. Eyyâm/lafzı, on ve on rakamının altındaki sayılara muzaf olur. Bu ise, Bakara sûresinin 184. ayetinde geçen "sa­yılı günler" ifadesiyle çelişir. Çünkü bu terkip, bir ayın bütün gün­leridir. Bakara sûresinin 80. ayetindeki "sayılı günler"i yahudiler yedi gün olarak yorumlar. İbn Abbas ise bu süreyi, Ya­hudilerin buzağıya taptığı günler olarak açıklamıştır [470]. Bakara sû­resinin 234. ayetindeki lafzından maksat, olduğu halde "on" sayısı müennes olarak getirilmiştir. Bunun sebebi, tağlib yoluyla, gündüzleri değil de geceleri kastetmektir. Çünkü geceler müennestir. Aylar ise geceden başlar. Geceler, ayların başlangıcı olunca, tağlib yoluyla onlar kastedilmiştir. Binaenaleyh, başlangıç olan geceler ikinci olarak gelen gündüzlerden daha kuvvetlidir. Araplar da geceleri, gündüzlere tağlib ederek, gündüzler lafzını zikretmiyorlardı. "ay'dan beş gündüz oruç tuttuk" îfadesindeki  lafzı tağlib yoluyla gece olarak anlaşılmıştır [471]. Muzzemmil sûresinin, 20, ayetinde geçen bölmeli sayılar da, izafet ha­linde muzaf olduğu zamanın miktarını bildirir. Sulusuh"geceninüçde biri", nisfuh"gecenin yarım", suluseyi' "gecenin üçde ikisi" [472] gibi ifadeler zamanı anlamamıza yardım eder . [473]

 2. Semantik Analiz Açısından

 
Zamanın var olduğu gerçeği, kendisiyle birlikte değişimin ger­çekliğini getirmektedir. Değişim süreçlerinin genel incelemesi, bi­limin çok önemli bir yönüdür. Her dilin kendine özgü bir tarihi vardır. Varlığın dış ve toplumsal koşulları değişir. Dil de kendi dizgesiyle çeşitli evrelerden geçer. Bir dilin tarihine ait bilgimiz, geç­mişin belirli bir noktasına kadar ilerleyebilir [474]. Bizi o noktadan öteye götüren şey, var olanları bir çeşit anlamlandırmadır. Bu an­lamlandırma, varlığın insana intikal eden belgelerinden yola çıkıla­rak, geçmişe doğru yapılabilir. İşte semantik, kelimelerin anlamla­rının evrimi, yaşama, ortadan kalkma ve bazen de yeniden can­lanmalarının sebebiyle olduğu kadar, yeni kelimelerin icadının se­bepleriyle de ilgilenir [475]. Anlam kayması, yeni anlam kazanma ve­ya etimolojik lügat manası üzerine zaman içerisinde eklenmiş olan hususların tespiti demek olan semantik analiz, kelimelere bağla­mında hangi anlamın yükleneceğini, neye işaret ettiklerini ortaya koyar [476]. Canlı bir organizma gibi dil de zaman içerisinde fark edi­lebilir bir değişim gösterir [477]. Çünkü dile ait her şeyde zaman un­surunun rolü vardır. Toplum tarafından kullanılan kelimeler oldu­ğu gibi, kullanılmayanlar da olabilir. Kullanıl mayanların yerine yeni kelimeler çıkar. Bu kelimelerin tarihi, kullanılmaya başlandığı zamandan başlar.

Kelimelerin eş anlamlı olmaları için sayılan şartlar arasında, aynı zamana ait olmak ifadesinin yer alması, sözü edilen kelimele­rin farklı zamanlarda anlam daralması, anlam genişlemesi, farklı anlamlara gelme ihtimalini gündeme getirmektedir [478]. Normal şartlarda, farklı devirlerin, bazı özel dönemleri, birbirleriyle karşılaştırılırsa, tarih, semantik yapılmış olur [479]. Bu nedenle dil, zaman içerisindeki değişimiyle kültür, sistem ve belki inançtaki değişimle­rin vasıtasıdır. Dilsel yapı türlerini zamandan tecrit etmek mümkün değildir. Ancak, anlamlandırmaları anlıkçı bir anlayışla değerlendi­renler olduğu gibi, evrimci anlam bilimciler de vardır [480]. 19. y.y'a gelinceye kadar dilbilime hakim olan kanaat, evrensel bir aklın yansıması olarak evrensel bir gramer oluşturmaktı. Bu ise, dillerin çeşitliliğine rağmen statik bir temeli, yani değişmezliği sunabilirdi. Ancak, bu yüzyıldaki, evrimci anlayışın yaygınlaşmasıyla tarihsellik, dilcilerin de kullandığı bir yöntem oldu. Gramer, tarihi seyri içindeki gelişimiyle değerlendirilmeye başladı [481].

Konuşma gücü ve kabiliyeti, insan ruhunun bir parçasıdır. Hz. Adem, kendisine ruh verildikten sonra konuşmuştur. Yeryü­züne inmeden önce Hz. Adem'e isimler öğretilmiştir. Fiili konuş­ması ise yer yüzünde vaki olmuştur [482]. Buradan hareketle, dilin teorisiyle pratiğinin farklı zamanların ürünü olduğu söylenebilir. Nitekim zamanımızda dil öğrenimi, dilin tedricen öğrenilebileceği­nin ve hemen pratize edilecek bir husus olmadığının ampirik bîr delilidir. Bu nedenle, dillerin tevkifi olmayıp, ıstılâhî olduğunu çünkü, Hz. Peygamberin, kavminin konuştuğu dil üzere gönderil­diğini belirten açıklamaya göre [483], dilin temel yapssı denilebilecek öğretiye malzeme olan, isimler değildir. Çünkü Kur'ân, Allah'ın isimleri öğrettiğinin (Bakara, 31) altını çizmektedir.

Söz konusu dillerin tevkifi olmadığını ortaya koyan açıklama, insanın, istidadı sayesinde o isimler üzerine bina ettiği gelişim te­zini savunmaktadır. Rölativite ve evrensellik düşüncelerinin temeli buraya dayanmaktadır. "Farklı diller farklı gerçekleri dile getirir" [484] ifadesindeki "gerçekler"; ya rölatiftir ya da fer'î bir meseledir. Zira, eğer insanlığın temel meselesi dil olsaydı, farklı kavimlere farklı dil­lerle gönderilen Peygamberlerin getirdikleri hakikat bir olmazdı. Dolayısıyla farklı dillerin dile getirdiği farklı gerçek kanaati, "mut­lak hakikat" bağlamında söylenmiş olamaz. Beyaz kelimesi, hangi dille ifade edilirse edilsin, beyaz anlamını ifade etmektedir. Farklı­lık beyazın kullanımı veya teferruatı ile alakalı bir husus olmalıdır. Dil, ne kadar değişime uğrarsa uğrasın, beyazı, siyah anlamında anlatamaz. Her dil olgusu, o dili kullananların tarihlerinin bir fikri yansımasıdır. Çünkü semantik,  bir ulusun tarihinin,  her hangi önemli bir devresindeki dünya görüşünün mahiyeti ve yapısı hak­kında bir çalışmadır.

Kur'ân semantiği ise, evrenin nasıl meydana geldiği sorunla­rıyla ilgilenir. Bu anlamda semantik, bir çeşit somut ontolojidir. Her şey semantiğin konusudur. Elbette ki böyle bîr konuda keli­menin anlam dereceleri önemlidir [485]. Bu ise, kelimenin zaman içe­risinde uğradığı değişikliklerdir. Söz konusu değişiklikler, dö­nemlerinin kültür, itikat ve hayat anlayışlarını gösterir. Herhangi bir kelimenin mevcut anlamını kazanncaya kadar geçirdiği anlam değişiklikleri, önemsiz sayılmaz [486]. Çevre, toplum, olaylar ve coğ­rafyanın değişimi, bilimsel gelişme ile dillerin değişim yaşadığı, kültür değişiminin dilin değişiminde etkili olduğu, bu değişimde ses, lafız ve manaların istisnaları bir tarafa, genelde zamandaş ol­duğu söylenebilir. Dillerin de, varlıklar gibi geçmişi, şimdisi ve geleceği vardır [487].

Hiç şüphesiz Arap dili, Kur'ân gelinceye kadar, birçok deği­şimlerden geçerek sonuçta, Kur'ân'ın etkisiyle değişiminin pozitif olarak zirvesini yakalamıştır [488]. Diller değişimi hareket, mekân, ön­celik ve sonralık kavramlarına bağlı olarak rölatif bir şekilde ya­şarlar. Hiçbir gücün, bunu değiştirebileceği söylenemez. Böyle bir birliktelik tevhid akidesinin en etkin delilidir.

Kur'ân'ın anlaşılmasında, zaman olgusunu dikkate almak ge­rekir. Kur'ân öncesi dönem, Kur'ân sonrası dönemi çok daha iyi açıklayacaktır. Şunu da ifade etmek gerekir ki Kur'ân, kullandığı anahtar kelimeler vasıtasıyla geçmişle bağlantı kurarken, geçmişin inisiyatifinde kaybolmaz. Kelimeler bağlamında geçmişe notunu vererek, şimdiki zamanda, geleceğe hazırlar. Kur'an'da her cins isim, başlangıçta bîr âlemin genel adıdır. Buna göre Adem ismi, beşerin ilk lisanına göre alınmış bir kelimedir. Bu kelimenin, Arap­ça olduğu, Süryani dilinde de "toprak" manasını ifade ettiği zikre­dilmektedir. Burada Adem isminin, farklı dillerde, farklı kelimelerle ifade edildiğine değinmenin yararlı olacağı kanaatindeyiz.. Hint ve Acem tarihleri, "keyumers" veya "keyumres", başka tarihçiler de "ceyumers" olarak kaydederler. Dilimizde ise, "beşer, insan, adam" kelimeleri bu manada kullanılmaktadır. En açık olan hu­sus, Adem isminin, beşerin ilk lisanına ait bir kelime olarak kayde­dilmiş olmasıdır [489].

Kur'ân kelimelerinin hemen hemen hepsi, Arab'ın dilinde, herhangi bir şekilde kullanılmıştır. Kur'ân, zaman içerisinde bu ke­limelerden anahtar kelimeler oluşturarak, farklı bağlamlarda farklı kelimeler grubu içerisinde onlara etkinlik kazandırmıştır. Yeni ma­nalar yüklediği olduğu gibi, anlamını genişlettiği de olmuştur [490]. Diğer taraftan "Allah" lafzı gibi dokunmadığı kelimeler de olmuş­tur. Yirmi küsur yıllık oluşum süreci içerisinde, "z-k-v" kökünden gelen kelimeler gibi, anlam bakımından geçirdiği aşamaları izlemek mümkün olanları da vardır. Söz konusu kökten gelen keli­menin Mekke dönemi kullanımı ile, "zekât" kelimesinin Medine döneminde ifade ettiği mana farklıdır [491]. Ancak kelimenin asıl ma­nası ile bağını koparmadığının altı çizilmelidir.

Eski Roma'daki laicus/lâik kelimesinin lügat manası, ruhban sınıfının dışında kalan halk demektir. Büyük Fransız ihtilalinden sonra bu kelime, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulması anlamını yüklenmiştir. Daha sonra ise, vicdan hürriyeti, din hürri­yeti, dinini istediği şekilde yaşamak gibi anlam değişiklikleri gözlenir[492].

Görüldüğü gibi lâik kelimesinin geçirdiği değişim, kelimeyi, bir şeyin bir şeyden ayrı olması, kendi kendinelik ve karışmama gibi asıl anlamlarından söküp alamamıştır. Kilise ile halk arasında ortaya çıkan ayırım, devlet yönetiminde bir ayırıma, oradan da bi­reyselciliğe, yani birey açısından din ve vicdan hürriyeti ile keli­menin sosyolojik cephesi dışlanmıştır. Başlangıçta kilise ve halk kesimlerini birbirinden ayıran kelimeye yüklenen anlam, sonunda bireylerin birbirlerine karışmaması noktasına taşınmıştır. Şu halde, zamanın değiştirdiği ve farklı manalar yüklediği kelimeler, toplu­mun kültürel ve itikadi yapısındaki sosyolojik ve psikolojik değişik­likleri de göstermektedir. Bu değişikliklerle birlikte değişmeyen, varlığını ve etkinliğini her devirde gösteren kelimelerinde yaşam­larını sürdürdüğü bir hakikattir. Bu nedenle, dilde her şeyin değiş­tiğini söylemek oldukça zordur.

Arapların kullandığı kelimelerden bir kısmını alıp, ona yeni ve daha geniş anlamlar yükleyen Kur'ân, bu yöntemle zaman içe­risinde onlardaki negatif yönleri ıslah gayesi gütmüştür. "Ey iman edenler râ'inâ demeyin unzurnâ deyin" (Bakara, 104) şek­lindeki ikaz, "râinâ" kelimesinin söylenmesini yasaklayıp, "unzurnâ" kelimesinin kullanılmasını emretmektedir. Kur'ân öncesinde, birbirlerine sövmek için kullandıkları bu kelimeyi, müslümanların Hz. Peygamber'e kullandıklarını gören Yahudiler, fırsattan istifade ile ağızlarını eğip bükerek "râinâ" demeye başlamışlardır. Gerek Yahudilerin bu hareketi, gerekse kelimenin Arapça'da "çobanı­mız", İbrânîce ve Süryânîce'de "değersizlik" anlamlarını taşıması sebebiyle dilin kullanımında ıslaha gidilmiş ve kelimelerin seçilerek kullanılması emredilmiştür [493]Şu halde dil, ıslahta önemli bir araç­tır. Islaha hizmet edecek değişiklikleri yapmak, Kur'ân'ın temel ka­rakteridir.

Din kelimesi, cahiliye dönemindeki bireysellikten doğarak sonunda millet kavramına yaklaşmakta, onunla eş anlamlı ol­maktadır [494]. Kelimenin semantiğindeki değişimde, ardışıklık ağır basmaktadır. Bu husus, zamandaşlıgın temamen ortadan kalkması anlamına gelmemelidir. Bir kelime, zamandaş olarak farklı an­lamları yüklenebilir. Izıtsu'nun yaptığı çalışmanın en renkli tarafı, farklı işlevler, farklı ilişkiler içerisindeki kelimeleri, dönüştürme ku­rallarıyla, onları kendi yapısının parçaları haline sokarken, eş za­manlı yöntemin bir uzantısı olarak, art zamanın yöntem uygulamış olmasıdır [495]. "Tâir" kelimesi Kur'ân öncesi dönemde, kuşun uçu­şundan çıkarılan hayır, şer ve pay manasını ifade ederken [496], İran­lılar da baht, talih ve nasip, Kur'ân'da ise, insanın kaderi (Yasin, 18,19), hayır ve şerle alakalı nasip (İsrâ, 13) olarak anlam ka­zanmıştır [497]. Semantikle alakalı butün örnekleri çoğaltmak müm­kündür. Şirk kelimesi, cahiliyede mutlak manada ortaklık ve ziraat ortaklığı [498] manalarına gelirken, Kur'ân'da (A'râf, 173; Zürner, 65; İbrahim, 22), Allah'a ortak koşmak manasını ifade eder. Fısk, cahiliyede hurmanın kabuğundan çıkması, Kur'ân'da Allah'ın em­rinden çıkmak (Kehf, 50) manasını kazanmıştır [499].

Kur'ân metni üzerinde yan yana duran bazı ibareler, birbirin­den oldukça farklı zamanlarda ve farklı ortamlarda inmiştir. Bu, bazen 'Alak sûresi gibi ikiye de bölünebilir. Kur'ân kullandığı keli­meyle, bazen asırlar ötesine ait bir manayı gündeme getirirken, kendi döneminde, başka kelimelerin ifade ettiği manayı üstlenen kelimeleri de kullanır. Mevâlî (Meryem, 5) kelimesi siyaset, mal ve dini işleri yerine getirme hususunda Zekeriyya (a.s) a halef olacak kimseleri anlatır. Onun zamanındaki örf budur [500]. Daha sonra ise aynı kelime halef, amca, amca çocukları [501], dost, evlatlık [502] anlam­larında kullanılmıştır. [503]


[364] el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, s. 250.

[365] İbn Cinnî, I, 259.

[366] Krş. Emîn el-Hûlî, Kur'ân Tefsirinde Yeni Bir Metot, trc, Mevlüt Güngör, Bayrak Matbaası, İstanbul, 1995, s. 84-90.

[367] er-Razî, Tefsir, XXXI, 124.

[368] İbn Cinnî, II, 40.

[369] Eroğlu, Ali, "Kur'an-ı Kerim'de Fasıla", Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 10, Erzurum, 1991, s. 288.

[370] en-Nisâbûrî, I, 427.

[371] Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, Ankara, 1998,1, 94.

[372]  Perrot, Jean, Dilbilim, trc. Emel Ergun, İstanbul, 1998, s. 84.

[373] İbn Fâris, Ebu'I-Hiiseyin Ahmed, es-Sâhibî fi Fıkhi'l-Lugati'l-'Arabiyye, nşr. Ömer Faruk ed-Dabba', Beyrut, 1993, s. 36-37

[374] Küçükkalay, Hüseyin, Kur'ân Dili Arapça, Konya, 1969, s. 30-39.

[375] İbn Hazm, Ebû Muhammed 'Alî İbn Ahmed İbn Sa'îd, el-İhkâm fi Usûli'1-Ahkâm, nşr. İhsan 'Abbâs, Dâru'l-Âfâki'l-Cedîde, Beyrut, 1983,1, 29-30.

[376] Fabian,s. 110.

[377] er-Râzî, Tefsir, XXVIII, 210.

[378] İbn Cinnî, III, 98.

[379] el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, s. 252.

[380] er-Râzî, Tefsir, XXVIII, 5. 210.

[381] el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, s. 252-253.

[382] ez-Zemahşerî, Ebu'l-Kâsım Cârullâh Mahmûd İbn Ömer, el-Keşşâf 'an Hakâiki Gavâmidi 't-Tenzîl ve 'Uyûni’l-Ekâvîl fi Vücûhi't-Te'vil, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1995, IV. 68; el-Kurtubî, XVII, 96; et-Tabâtabâî, XVII, 182.

[383] Bakara, 126.

[384] Nâzi'ât, 39.

[385] 'Abdulbâkî, M. Fuâd, el-Mu'cenıu'l-Mufehres li Elfâzil-Kur'ânî'l-Kerim, el-Mektebetu'l-İslâmiyye, İstanbul, 1982, s. 417, 755.

[386] er-Râzî, Tefsir, XX, 96; el-Beydâvî, II, 176.                                 ^

[387] er-Razî, Tefsir, XXV, 27; krş. el-Kurtubî, XIII, 216; el-Beydavî, II, 227.

[388] er-Râzî, Tefsir, XXIX, 24.

[389] er-Râzî, Tefsir, IX, 101,102.

[390] Yazır, IX, 6224.

[391] er-Râzî, Tefsir, XXIX, 47-48.

[392] er-Râzî, Tefsir, XXIX, 47-48; Yazır, VII, 4646

[393] İbn Kuteybe, s. 257.

[394] et-Taftâzânî, s. 119.

[395] er-Râzî, Tefsir, XII, 33-34; el-Beydâvî, I, 347; Yazır, III, 1727.

[396] en-Nîsâbûrî, XXVI, 92-94.

[397] er-Râzî, Tefsir, XXVIII, 261-262; krş. en-Nîsâbûrî, XXVI, 92-94; Ebû Hayyân, Muhammed İbn Yusuf İbn 'Alî, el-Bahnı'l-Muhît (et-Tefsînı'l-Kebîr), Mektebetu ve Metâbi'u'n-Nasri'l-Hadîse. Riyad, ts., VIII, 217.

[398] Bolelli, Nusrettin, Belagat Arap Edebiyatı Bilgi ve Teorileri, İstanbul, 1993, s. 28-29.

[399] İbn Kesir, I, 88-89; Yazır, I, 344.

[400] er-Râzî, Tefsir, XXVIII, 216; el-Beydâvî, D, 469; krş. Tür, 20; er-Râzî, Tefsir, XIX, 174; el-Beydâvî, I, 657.

[401] Fetih, 1; er-Râzî, Tefsir, XXVIII, 67-68; XXXII, 115.

[402] el-Beydâvî, ll, 621.

[403] er-Râzî, Tefsir, IX, 12; XXX, 122; en-Nîsâbûrî, I, 427.

[404] er-Râzî, a.g.e., XXXII, 150; el-Kurtubî, X, 44; el-Âlüsî, Ebu'1-Fadl Şihâbuddîn Mahmud, Ruhu’l-Me’ani fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim ve’Seb’i’Mesani, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut, 1985, XIV,90.

[405] el-Kurtubî, IX, 22.

[406] İbn Kuteybe, s. 477; er-Râzî, Tefsir, XXXII, 135-136.

[407] Yazır, IX, 6223-6228.

[408] er-Hâzî, Tefsir, XXVIII, 201-202.

[409] er-Râzî, a.g.e., XII, 33; el-Beydâvî, I, 347.

[410] er-Râzî, Tefsir, XXXII, 156.

[411] er-Râzî, a.g.e., XXIII, 54-55; Hakka, 28; Leyl, 11. ayetlerde geçen ve fiil­leri için sırasıyla Zemahşerî, Kurtubî, İbn Kesîr, Beydâvî, Yazır gibi müfessirlerin eserleri taranmış olup etimolojik bir açıklamaya rastlanılmamıştır.

[412] er-Râzî, Tefsir, XXV, 140; Yazır, VII, 4649.

[413] ez-Zemahşerî, IV, 427; el-Beydâvî, II, 481.

[414] er-Râzî, Tefsir, XXV, 140; el-Beydâvî, I, 350.

[415] er-Râzî, Tefsir, XXV, 140.

[416] et-Taftâzânî, s. 201.

[417] er-Râzî, Tefsir, XXI, 141; XXXI, 132.

[418] Yazır, VIII, 5893.

[419] Hucurât, 14; er-Râzî, Tefsir, XXVIII, 121.

[420] er-Râgıb el-İsfahânî, el-Mufredât fî Garibi-Kur'ân, nşr. Muhammed Seyyid Gîlânî, Dâru'l-Ma'rife, Beyrut, İs., s. 357.

[421] er-Râzî, Tefsir, XXV, 54; krş. er-Râgıb el-İsfahânî, s. 357; el-Beydâvî, II, 233.

[422] ez-Zemahşerî, IV, 351; er-Râzî, Tefsir, XXVIII, 104; Yazır, VI, 4457-

[423] el-'Askerî, s. 263.

[424] er-Râzî, Tefsir, XXXI, 132.

[425]er-Râgıb el-Isfahânî, s. 206; er-Râzî, Tefsir, XXV, 115.

[426] er-Râzî, a.g.e., XI, 88.

[427] el-Beydâvî, I, 317.

[428] er-Râgıb el-Isfahânî, s. 303; er-Râzî, Tefsir, XXXII, 99.

[429] er-Râgıb el-Isfahânî, s. 391

[430] ez-Zemahşerî, III, 80.

[431] er-Râgıb el-Isfahânî, s. 21; er-Râzî, Tefsir, XXXII, 99.

[432] et-Taftâzânî, s. 218.

[433] Fussilet, 34; Bolelli, s. 39-42; krş. Nisa, 2.

[434] İltimas: Aynı seviyedeki İnsanlardan birinin diğerinden bir işin yapılmasını iste­mesidir. Bkz. Boielli, s. 36-37.

[435] et-Taftâzânî, s. 208-218; Bolelli, s. 36-37.

[436] Akdağ, Hasan, Arap Dilinde Edatlar, Tekin Dağıtım, Konya, 1987, s. 15.

[437] et-Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 6.

[438] er-Râzî, Tefsir, IV, 25: XII, 70.

[439] er-Râzî, a.g.e., XXVI, 72; krş. Akdağ, s. 15.

[440] er-Râzî, Tefsir, XIX, 127.

[441] Yazır, V, 3042.

[442] Akdağ, s. 16-17.

[443] Yazır, III, 1843.

[444] er-Râzî, Tefsir, XII, 103, 104; Ayrıca bkz. Enfâl, 50; Sebe, 31, 51. ayetlerde de şimdiki zamanın hikayesi şeklinde kullanılmıştır.

[445] Akdağ, s. 14.

[446] Krş.Tûr,45.

[447] er-Râzî, Tefsir, XXVIII, 233; XXXII, 37.

[448] ez-Zemahşerî, II, 16; er-Râzî, Tefsir, XXII, 163.

[449] er-Râzî, Tefsir, XXV, 110.

[450] er-Râzî,a.g.e., XXVI, 63.

[451] el-Kindî, Resâilu'l-Kindî el-Felsefiyye, s. 147-148.

[452] ez-Zemahşerî, I, 478; er-Râzî, Tefsir, X, 5-6.

[453] Akdağ,s. 62.

[454] er-Râzî, Tefsir, XXVI, 125.

[455] er-Râzî, Tefsir, XII, 134; XIV, 4, 25, 26; XVII, 11; XXII, 102. Ayrıca krş. En'âm, 154; Rûm, 25; Yûnus, 3.

[456] er-Râzî, Tefsir, XXVl1, 93.

[457] Akdağ, s. 109.

[458] er-Râzî, Tefsir, XXVl, 62-63.

[459] er-Râzî, a.g.e., XXX, 28; Ayrıca bkz. İsrâ, 78; Haşr, 2.

[460] er-Râzî, a.g.e.,XXX, 109.

[461] el-Kurtubî, III, 187; Yazır, II, 878.

[462] er-Râzî, Tefsir, XXI, 121; krş. et-Tirmizî, Hac, 38.

[463] en-Nesâî, Ebû 'Abdirrahmân Ahmed, es-Sünen, Mısır, 1930, Menâsik, 163, 172.

[464] er-Râzî, Tefsir, XXVIII, 72.

[465] Bolelli, s. 34-35, 52-53.

[466] er-Râzî, Tefsir, s, 199, 200; Bolelli, s. 59, 63.

[467] Krş. A'râf, 58; En'âm, 94; Ra"d, 30.

[468]er-Râzî, Tefsir, XIX, 41; XXVII, 123.

[469] Bolelli, s. 115; krş. el-Beydâvî, II, 339.

[470] er-Râzî, Teİsîr, IlI, 130.

[471] er-Râzî, a.g.e., VI, 108; el-Kurtubî, III, 123.

[472] er-Râzî, a.g.e., XXX, 164.

[473] Dr. Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları: 99-120.

[474] Perrot, s. 57.

[475] Ural, Şafak, Pozitivist Felsefe, İstanbul 1986, s. 85.

[476] Izutsu, İbn Arabi'nin Fu sû s'undaki Anahtar Kavramlar, s. 9.

[477] Özsoy, s. 25-26,

[478] Soysaldı, H. Mehmet, İnançla İlgili Temel Kavramlar, Çağlayan Yay-, İzmir, 1997, s. 12-14.

[479] Benveniste, Emile, Genel Dilbilim Sorunları, trc. Erdim Öztokat, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 1995, s. 129-130.

[480] İrene Tamba, Mecz, Anlambilimi (La Snmantikue), trc. Necmettin Sevil, İleti­şim Yay., İstanbul, 1998, s. 16-40.

[481] Armağan, s. 185.

[482] Yazır, I, 308-312.

[483] er-Râzî, Tefsir, XIX, 63.

[484] Armağan, s. 185-186.

[485] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 16, 57.

[486] Özsoy, s. 47.

[487] Muhammed el-Mubârek, Fukhu’l-Luğati ve Hasâisu-.-Arabiyye, ys.,  1981, s.14-18.

[488] Vâfî, 'Alî Abdulvâhid, Fıkhu'1-Luga, Kahire, 1973, s. 118-153.

[489] Yazır, I, 315-316.

[490] Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 15-28, 206, 255-277; Izutsu, Toshihiko, Kur'an'da Dinî ve Ahlaki Kavramlar, trc. Selâhattin Ayaz, Pınar Yay., İstanbul, 1991 s. 110; İbn Arabi'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 9; Armağan, s. 197-198.

[491] Özsoy, s. 34.

[492]Izutsu, İbn Arabi'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 9.

[493] Yazır, I, 452-453.

[494] Izuisu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 291.

[495] Armağan, s. 195.

[496] er-Râgıh el-Isfahânî, s. 310; İbn Manzûr, IV, 509.

[497] er-Râgıb el-Isfahânî, s. 310; er-Razî, Tefsir, XX, 134.

[498] İbn Manzûr, X, 448, vd.

[499] İbn Kuteybe, s. 21-29; İbn Manzûr, X, 308; Ayrıca Cin ve Lanet kelimeleri için bkz. Yazır, I, 207; Küfr kelimesi için bkz. İbn Kuteybe, s. 28.

[500] er-Râzî, Tefsir, XXI, 155.

[501] İbn Manzûr, XV, 406-410.

[502] Yazır. Vl, 3870.

[503] Dr. Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları: 120-126.



Konu Başlığı: Ynt: Kuranda Zaman Kavramının Sunuluşu
Gönderen: Mehmed. üzerinde 25 Ocak 2019, 13:08:32
Esselamu aleyküm Rabbim bizleri Kur an a uygun yaşayan kullarından eylesin Rabbim paylaşım için razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Kuranda Zaman Kavramının Sunuluşu
Gönderen: Ceren üzerinde 25 Ocak 2019, 15:31:28
Esselamu aleykum. Zamani yaratan ve yoneten rabbe binler kez subhanallah.Rabbim bizleri kur ani okuyan anlayan kullardan eylesin inşallah. ..