๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 07 Şubat 2011, 20:17:19



Konu Başlığı: Kuranda Varlık ve Zaman Stratejisi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 07 Şubat 2011, 20:17:19
KUR'ÂN'DA VARLIK VE ZAMAN STRATEJİSİ

III.1. Ontolojik Temel Ve Aşamaları

  Basit bîr işin yapılması bir bilgiye, bir beceriye bir stratejiye muhtaçtır. En'âm sûresi 59. ayete göre, kaderde varlığın Kitab-ı Mubîn adında bir planı yapılmıştır. Yaratılış, bu plana göre işle­mektedir. [362] Çünkü, A'râf sûresi 89. ayetten anlaşıldığına göre, Allah'ın ilmi her şeyi kapsamıştır. Geçmişi, şimdiyi, geleceği, mey­dana gelmesi halinde ve nasıl meydana geleceği hususunda madum'u bilir. Dolayısıyla varlık, yaratılış bakımından bu dört şıktan birisine girmek durumundadır. [363] Bunlardan her biri, Allah için aynı durumdadır. Var oluş/existance, olgusallık/facticity ve düşüş/fullen, zaman açısından gelecek, geçmiş ve şimdiye tekabül eder. Zaman türleri açısından da varlığın ontolojik yapısı ele alı­nabilir. Zamansallık içinde en önemli rolü oynayan gelecektir. Çünkü gelecek, ontolojik olarak kendi otantikliğini hazırlamakta­dır. Heidegger'e göre bu manada gelecek, bir üstünlüğede sahip­tir. [364]

Bilimin, kozmik mikro dalga arka alan ışınımı, ilk yüzde bir saniye, ilk üç dakika, kaostan kozmosa, mikro kozmos ile makro kozmosun birbirine uyumu [365] gibi konularda gelmiş olduğu nok­ta, dakik bir planın işlediğini ispat etmektedir. Bu giriş, bize zamansallığın bütün kriterlere göre işlemesinin, varlığın yaratılış sü­recindeki çıkış noktasıyla başlayabileceğini anlatmaktadır. Bu ne­denle, varlığın yaratılış sürecindeki ilk nedir, orada zaman var mıdır, yok mudur, varsa niteliği nasıldır gibi sorular ve bu soruların beraberinde getirdiği bir çok soru hep insan zihnini meşgul ede gelmiştir. İnsanı tatmin eden, naslara paralel düşen açıklama ise varlığın bir başlangıçta, hareket ve zamanla birlikte başlayıp, Aris­to'nun iddia ettiği gibi ezelî [366] olmayışıdır.

Gayb döneminde, yaratılış sürecinde, yaratanın zaman açı­sından değerlendirme dışı olduğu açıktır. Ancak, yaratıcının ya­ratmasında, yaratılanlar açısından nasıl bir strateji uygulandığı, varlık içerisindeki zaman kavramını, öncelik ve sonralıgı, ardışık­lığı, varlığın kendi dünyasını ve zamanını ortaya koyması açısın­dan pek mühimdir. İbn Arabi'nin tespitine göre, bu strateji şu şe­kilde sıralanabilir. [367]

III. 1.1. İrade

 İrade, hakkın tecellisidir. İbn Arabi'nin ontolojisinde irade, hilkat kavramının karşılığı olan tecelli ile özdeştir. İbn Arabi, irade aşamasındaki tecelliye a'yân-ı sabite ismini vermiştir. A'yân-ı sa­bite, gayb âleminde vuku bulan bir olayla varlık kazanır, hak ile şehadet âlemi arasında bir ontolojik yapıdır. Kendinden üst dü­zeye göre edilgen, alt mertebeye göre etkendir. Hakk'in tecellisi isimleridir. İşte A'yân-ı sabite, isimlerin temel suretleridir. Âlemin var oluşu, Allah'ın kudret ve iradesine bağlıdır. [368] O halde beşer mantığına göre kudret iradeye öncelik arz etmektedir. Kudret bir şeyi yapabilme hali olup, imkân hali demektir ki, ortada varlık sa­hasına giren bir şey yoktur. İmkân, bir bakıma kudretin nazari ha­lidir. [369] Bu nedenle imkan ve kuvvet zaman ve varlık adına bir öncelik ve sonralığa sahip değildir.

Kudret ile irade, yaratıcıda beraberliğe sahiptir. Maddi âlemin yaratılıp şekillenmesi, Allah'ın tasavvurundan kaynaklanmaktadır. Sonra bu tasavvur irade haline gelip, sonunda fiil olmuştur. Allah, insan gibi zaman ve mekân içinde olmadığından ondaki tasavvur, irade ve fiil üçlüsü ardışıklık arz etmez. [370] Dolayısıyla, bu sıralamayı insan kendisine göre yapmaktadır. Ezelde var olan, tecellide ilk merhaleyi teşkil eden, a'yân-ı sabitelerdir. (Bu yaklaşım, kelamcıların bir kısmının, nesnelerin zaman olmaksızın var olabile­ceği görüşüyle özdeşleşmektedir. Eş'ârîlere göre nesnelerin bir zaman olmaksızın yaratılmış olmaları ihtilaflı bir konudur). [371] Bunlar evrenin ontolojik kökünü teşkil etmektedir. Zamanda yeri olmamalarına karşılık, muhdes/sonradan olmuş olmaları bir haki­kattir.

İbn Arabi'ye göre ilim ve hayat, a'yân-ı sabite teorisiyle öz­deştir. İlim ve hayat gibi tümel nesnelerin akılda somut bir varlığı olmakla beraber, dış âlemde böyle bir varlığı görünmez. Dolayı­sıyla, bir tümel nesne dış âlemde tikel ile tezahür edebilir. İşte bu, varlığın zaman ve mekâna bağlı olması değildir. Çünkü, dış âlem­de bir varlığa sahip değillerdir. Her ne kadar akılda mevcut olsalar da, tek başlarına madum, hüküm yönünden ise mevcutturlar. Do­layısıyla yaratıcının kun/ol emrine muhatap olacak, onu duyacak ve o emre uyacak olan şeyler bunlardır [372]. Gazali'ye göre, Nahl sûresi 40. ayetin zahirinin işaret ettiği mana mümkün değildir. Çünkü, söz konusu ayette geçen kun emri, bir şey var olmadan, yaratılmadan önce kendisine yapılan bir hitaptır. Var olmayana hitap mümkün değildir. Zira olmayan bir şey hitabı anlamaz ki şe­killensin. Diğer taraftan kun/ol emri belli bir varlığa ise, o varlığın böyle bir hitaba ihtiyacı yoktur. [373] Demek ki tümeller, tikellerin a'yân-ı sabiteleridir. Bu yüzden,” tikeller zamana bağlıdır. Tümeller, tikellere etki ederken, zamanla bağlantıya girerler. Ancak, kendileri de zamansızlıktan etkilenirler. Zaman ve mekânın olmayıp, kay­naklandığı merhale olarak değerlendirilmektedirler. Hiçbir yerde bulunmamak, hiçlik veya yokluk değildir . Örneğin yerin varlığının sadece zaman ve mekân boyutunda değil, aynı zamanda hayal edilebilen aşkın mertebelerde vuku bulduğu kastedilmektedir [374].

Zamansal olarak değerlendirilen nesneler ,[375] kendisine tümel denilen a'yân-ı sabitelerle özdeşleştirilebilir. Eğer zaman bu nes­nelerle başlıyorsa, Allah'ın isimlerinin bir yansıması olan a'yân-ı sabiteleri de zamansal olarak kabul etmek gerekir. Bu taktirde za­mansız olan, zamansal olarak algılanmış olur ki, tevhit akidesiyie çelişir. Ayrıca nesnel zaman, .ân-ı dâim diye bütün zamanların içinde bulunduğu bir an'dan bahsedilmekle [376]zamanı temellendirmek doğru olsa dahi, kozmik zaman olarak algılanmamalıdır. İbn Sînâ, “ibdâ'da zamanın yeri yoktur” ifadesiyle [377] somut ola­rak işleyen bir süreçten söz edilemeyeceğini kastetmiş olmalıdır. Yoksa zamanın mutlak anlamda yokluğu düşünülemez. Bir olayda veya bir varlıkta ibda' olsa da, bir oluşta hareket ve değişim varsa da, keyfiyet ve mahiyeti metafizik te olsa, mikro kozmik bir düzen de olsa, zaman var demektir.

Bedi', Allah'ın isimlerindendir. Eşyayı, örneği olmaksızın ilk yaratan ve icad eden Allah'tır. [378] Bir modeli olmamak, öncesi ol­mamak, (Yûnus, 4; İs-râ, 50, 51; Hac, 5; Yâsîn, 79; Kaf,15; Vâkı'a, 62; Kıyâme, 36-40) ayetlerde hep ibda' olarak ifade edil­miştir. [379] Ancak, söz konusu ayetlerde ibda' ile yaratılan varlığın zamansal olduğu açıktır. Dolayısıyla, ibdâ'da zamanın yeri vardır. Belki bu zaman kozmik anlamda bir yapıda olmayabilir. Heidegger'in açıklamalarından oluşturulan varlık semasıyla, ibda'ın daha iyi anlaşılacağına inanıyoruz.

Vorhandensein   Zuhandensein Heidegger'in varlık ve zamanda incelediği varlık türü, zu­handensein özelliği taşıyan varlıklardır. Bir çekiç çekiçleme işlemi ile kavranilıyorsa o epistemolojik bir nesne değil, çekiçleme özelliği onun varoluşsal yapısını ortaya çıkarmıştır. Vorhandensein ise epistemolojik, bir başka ifade ile 'ontik [380] nesnedir' ki, bir ta­nınma süreci gerektirir. [381] Böylece, vorhandensein'in zamanla bir bağlantısı yok gibi görünsede o, zuhandansein ile anlaşılmakta, varlık âlemine girişiyle zamansal olmaktadır. Dolayısıyla, Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellisi olan a'yân-ı sabitelerle örtüştüğu söyle­nebilir.

İbn Arabi, evreni ve insanı izah etmeye çalışırken işi batıni kuvvete, [382] Râzi ise, sebep ve fiil tahlilinde her şeyi Allah'a dayan­dırmakta, O'nun fiil ve hükümlerinde, Mâide, 17. ayeti de delil göstererek, sebep aranmayacağını vurgulamaktadır. Ona göre, Eş'ârîler de bu noktada aynı düşünmektedirler. [383] Gece ve gün­düz külli bir zamandır. Zaman mekânla birlikte vardır. Mekân, âlemdendir. Âlem yaratılmadan önce ne an ne de zaman vardır.[384] Hareketin varlığa, varlığın harekete önceliği söz konusu de­ğildir. [385] Gazali'nin, mantıkî bakımdan sebebin önceliğini benim­semesi ,[386] yaratılışın bu merhalesinde zamanın söz konusu olma­dığını, ancak zamanın yaratılışının buradan temellendiğini ifade etmesi şeklinde yorumlanabilir. Ayrıca, Râ-zi'nin varlık hakkında yaptığı açıklamalarda gayb âleminin sona erdiği, her şeyin başlan­gıcı olarak kabul ettiği ve adına “nûru'lenvâr/nûrların kendisinden kaynaklandığı nûr, müsebbibu'l-esbâb/sebeplere neden olan tek sebep” dediği [387]merhalede, Gazali'nin dediği manada mantık, her ne kadar bir öncelik düşünse de, fizikî bir zaman aranmamalıdır. [388] Ancak tanrıdan maddeye doğru hiyerarşik bir sistemin [389] bu şekilde bir yaklaşımı beraberinde taşıdığı düşünülebilir. Bura­da,  maddenin yapı taşlarını oluşturan zaman,  bağımlı sayılan kuant enerjisinin kaynaklandığı sonsuz öz enerji, nûr'un varlığın­dan ve bunun zaman boyutundan bağımsız olduğundan bahsedildiğine [390] işaret etmek gerekir. Eflatun'un, sonsuz sürenin hare­ketinin görüntüsüne zaman demesiyle ,[391] zaman kavramını böyle bir hiyerarşik sistem içerisinde hangi merhalede temellendirdiği ortadadır. Eflatun'un bu yaklaşımına göre, Allah'a bağlı olarak ezel­de sonsuz bir zamanın varlığı ve onun hareketi ile zamanların oluşması açıktan şirktir. Zira böyle bir yaklaşım, tevhid akidesi ile çelişmektedir. Allah'ın tecellisi olarak değerlendirilen bu merhale, zaman'ı değil de zaman'a temel ve kaynak olan sebepleri, iradeyi göstermektedir. Nitekim, En'âm sûresi 14. ayetteki fâtır kelimesi de bu merhaleyi açıklamaktadır. Söz konusu merhale, zamansızlık merhalesidir. Varlığın, zat mertebesinden uluhiyet mertebesine ini­şi şeklinde değerlendirilmektedir. [392] Şu halde bu merhalede var­lık, yaratıcının tasarrufunda varlık âlemine çıkmasa da, onun tasan ve projelerine konu olmaktadır. [393]

 II.1 .2. Emir

 İrade ile a'yân-ı sabitesi oluşan şeyler, NahI sûresi 10. ayette belirtilen ilâhî emirle gayb âlemine dökülür. İşte evren, bu gayb âlemine dökülen şeyden oluşmuştur. Bütün gerçekliklerin aslı bu­rasıdır. Bu âlemin tamamı hayır olarak değerlendirilmektedir. [394] Buna göre şu şema varlığın emir noktasına gelişini anlatmaktadır:

Bir hacme ve muayyen bir miktara sahip olmaktan uzak olan her şey, ruhlar ve emir âleminden oluşmaktadır. [395] Bunlar ibda' ile yaratıldığı için, kendilerinden önce madde ve zaman yoktur. [396] İslâm, kâinatı, bütün kısımlarıyla birlikte yeniden yeniye yaratışın daimi sürecinde meydana gelen olaylar olarak tefsir etmektedir. Sürekli yok oluş ve benzerleriyle yenilenme sürecine dahil olan varlığın, zaman ve mekân sınırlan vardır. Zaman, kâinatı meydana getiren yaratma fiilinin sonucudur .[397] Fiilin meydana getirdiği ha­reket tek bir hareket olup, zamanın bu hareketle ortaya çıktığı dü­şünülmektedir. [398] Bu hareket, kozmik zamanın başlangıcı olma keyfiyetini inandırıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. O çıkıştan iti­baren, gelecek denilen zaman sonsuzdur. [399] Bu mertebe, Allah'ın, sebepleri vasıta kılmaksızm yarattığı ulvi âlemdir. [400]

Eğer nesnelliğin evrenselliği, zamansallığın dışında kabul edi­lirse, bu, ancak ideal varlıkları verebilir. Bu durumda var oluşa sa­hip varlığın anlamından söz edilemez. [401] Çünkü emir âlemi, ruh­lar âlemini oluşturmuş olup, dünya içinde bir varlığa sahip değil­dir; İbn Rüşd'ün ifadesiyle, cevher ve a'yân denilen bir âlem­dir. [402] Bu âlemde kozmik anlamda bir zaman ve mekândan söz edilemez. [403] Maddenin yapı taşlarını oluşturan kuant enerjisinden söz edilebilir. [404] Cevher ve a'yân, yaratıldığı andan itibaren ölü­me aday olduğu için, mutlak bir zamana bağlı oldukları kabul edilmektedir. [405] Allah'ın celâl nuru âleminden gelen tasarruf ve tesiri kabul ederler. Sonra buradaki ruhlar maddi âleme yöneldik­lerinde orada tasarruf ve tesir icra ederler. Bu nedenle, ruhların maddi âlemle ilgisi orada tasarruf edip, tedbir etme, uluhiyyet alemiyle ilgisi ise ilim ve marifetle olur. [406] Bu aşamada Yûsuf sû­resi 101. ayetin açıklamaları ışığı altında varlık şöyle şemalandırılabilir.

Tesir eden, fakat kendisine tesir edilemeyen varlık Ruhlar Âlemi Tesir eden ve tesir edilen An-ı dâim. mutlak zaman Cisimler Âlemi Tesir edilen, fakat başkasna tesir edemeyen Kozmik zaman

İbn Abbas'tan nakledildiğine göre, Allah, önce kader kalemini yaratıp, ona yaratmak istediği her şeyi yazmasını emretmiştir. Şu halde, Ümmü'l-kitab (Âi-i 'İmrân, 7; Ra'd, 39; Zuhruf, 4) Ailah katındadır ve levh-i mahfuz'dadır. [407] Kur'an'da geçen İmâm-ı mubîn (Yâsîn, 12), Allah'ın ilmine ve emrine bir unvandır. Daha çok gayb âlemine bakar. Varlığın aslı, tohumları, kökleri burada­dır. Mazi ve istikbale de bakar. Allah'ın kader defteridir. İşte bu ki­tabın imlasıyla, zerreler varlıkta faaliyete başlar. İmâm-ı mubîn, kaderin hükmüdür, varlıklar silsilesinin her biri, bir ayettir. Levh-i mahv ve ispat, kitab-ı mubîn denilen zamanın temsili sayfasını ya­zıp meydana getirerek, zerreleri harekete geçirir. Şu halde, zerrele­rin harekete geçişi, bir istinsah olup, gayb âleminden şuhûd'a çıkış ve yok oluştur.[408]

Kalem sûresi 1. ayette ifade edilen kalem kelimesi hakkında akıl, mahlukatın temeli olan cevherin, kıyamete kadar olacak şey­lerin tamamını kapsayan levh-i mahfuz olabileceği şeklinde yo­rumlamalar vardır .[409] Burada, ruhun hadis olduğu ortaya çıkmak­tadır. “Size ancak az bir bilgi verilmiştir” (İsrâ, 85} ayetini buna delil olarak alan Râzî, ruhun sürekli olarak bir halden diğer bir ha­le, noksanlıktan olgunluğa doğru terakki ettiğini ifade etmektedir. Ayrıca, ilahî bir ta'lim ve öğretiye tutulmuş olması da ruhların bu­lundukları merhaleye mahsus bir zamana bağımlı olduklarının delili olarak gösterilebilir. Bu öğretinin, ruhları getirdiği aşama ve bu aşamada yapılan mukaveleye atılan imzayla sonsuz geleceğe, [410] Fatiha sûresi 5, ayette geçen  ifadesiyle de cüzi irade ve is­teme hakkının elde edildiği anlaşılmaktadır. Tanınan bu sürecin başladığı ve bu süreç içerisinde ezel denizinden kalkılıp ebediyete doğru yol alındığı söylenebilir, Hegel, zamanı, ruhun tarihi olarak yorumlarken, aynı zamanda evrenin de tarihine işaret etmektedir. Olaya bu açıdan bakıldığında Descartes'in sonlu töz adı altında, ruhu maddeyle birlikte ele alması [411]varlığın, zaman boyutunda isabetsiz bir açıklaması olarak algılanmalıdır. İbn Sînâ da ruhun bedenle birlikte yaratıldığını ileri sürerken aynı noktaya gelmekte­dir. [412] Halbuki A'râf sûresi 172. ayette, ruhların bedenden önce yaratıldığının altı çizilmektedir. Ancak ruhlar, ölümle birlikte yani bedenin fena bulmasıyla yok olmaz; yok olan maddedir. Nitekim Zümer sûresi 68. ayette ruhlar ölüm sonrası bedenlerine dönünceye kadar kalırlar. Sûra birinci üfürüşte Allah'ın dilediği dışında, gökte ve yerde ne varsa hepsi helak olur; ruhlar bunun dışındadır [413]. Şu halde ruhlar için, yaratıldıkları andan itibaren za­manda bir kesinti yoktur. Ruhlar, bedenlere ulaşmadan önce, kozmik öncesi bir zamanda; bedene büründükten sonra da koz­mik zamanda yolculuğuna devam etmektedir. İnsan için fena, ebedîyet yolculuğuna bir süre bedensiz devam etmesidir. Kozmik zaman, ruhlar için önemlidir. Çünkü, mutluluk ve mutsuzluk koz­mik zamanda beden ile birlikte kazanılmaktadır. Bir başka görüşe göre ruh, en ince ve düzgün, en hareketli atomlardan meydana gelmiştir. Ruhu meydana getiren atomlar ayrı ayrı iken duygusuz­dur. Büyük kitleler halinde birleşince, duyma melekesini kazanır­lar. Eflatun'un ideler âlemi, ruhun buradaki yaşamı ,[414] Âl-i İmrân sûresi 169; En'âm sûresi 62, 93. ayetlerinin bir dönüşten haber vermesi, ruhun daha önce bulunduğu yeri ifade ve ispat eder [415]. Böyle bir merhalede bedenle birleşmeden, dünyayı ve bedeni yö­netip imtihana tabi tutulma kıvamına gelebilmek için, ruhun on­tolojisinde bir otantikliğin düşünülmesi, realiteye uygun bir izah tarzı olarak değerlendirilebilir.

Ayrıca, Nâziât sûresi 5. ayet için Razi'nin yaptığı açıklamaya göre, ruhların ulvi âleme dönme ve orada birleşme yarışı, [416] böy­le bir âlemin mahiyet ve keyfiyetinin önceden bilindiğine işaret eden bir değerlendirmedir. İşte bu âlemde durağanlıktan, [417]dola­yısıyla zamansızlıktan söz edilemez.

Pisagorcular'ın, ilk varlık, ilk monat anlayışı, İslâm'ın ilk varlık ve zaman anlayışından farklıdır. Fakat, bu anlayışta da bir sürecin işlediği görülmektedir. Yine tabiatçıların, varlığın esasını hava ile başlatıp, havanın sıkışması sonucu ruh, ateş, taş ve toprakların meydana gelmiş olmasında da bir süreç işlemektedir. 1154 Tabiatçıların anlayışında, Kozmik olmasa da varlıktan önce bir zaman vardır. Kur'ân'ın hiçbir ayetinin zahirinde, varlıktan önce yokluktan bahsedilmez. Zımnen de olsa böyle bir şeye işaret yoktur. Bu nedenle Kur'ân'ın verdiği varlık bilgisinin mahiyetinden, varlıkla birlikte zamanın da var olduğu gerçeği çıkmaktadır. [418] Ancak, zamanın ölçümü ve mahiyetinin tespiti farklı bir husustur. İşte tüm zamanı içeren bu zamanın, başlangıçtaki andan ibaret sayılması ve zamansızlık diye değerlendirilmesi, bu yönden tutarlı gö­rülmektedir. [419] İlk hareketin can ve ruh merhalesi [420]olarak anla­şılması, zamanın bunlarla işlemeye başladığını ortaya koy­maktadır.

Zamanın ruhla fark edilebileceği şeklindeki açıklamalar da, zamanın ruhla birlikte var olduğunu desteklemektedir. [421] Ruhlar tedricen değil, bir defada yaratılmıştır. Çünkü ruhların yaratılışı ib­da' ile olup, emir ile tecelli etmiştir. Nitekim A'râf sûresi 54. ayet, ruhların, emir ile yaratıldığına işaret etmektedir. Ancak ruhların ve aklın yaratılışını ifade etmek için halk kelimesinin kullanıldığına dair açıklamalar da zikredilmektedir. Halk kelimesinin semantik yapısındaki tedricilik, emirle yaratmadaki birdenlik ve hızlılık, ruh­ların cisimlerden çok önce yaratıldığını ortaya koymaktadır. [422] Önceliğin var olması, halk kelimesinin de ruhların yaratılışı için kullanılabileceği ilk yaratılışı takip eden yaratma için, ruhların ci­sim âlemine ulaşmasına kadar bir takım yaratılışlara uğrayabilece­ğine, kozmik olmasa da burada bir zamanın işlediğine karine ola­bilir. Zira akıllanmak, tefekkür, tedebbür, tezekkür, şuur vb. hu­susları ifade eden Kur'ân ayetleri, aklın fıtratında, zamanla gelişme gösterecek bir istidadın bulunduğuna işaret etmektedir.

Mâİde sûresi 52 ve 58. ayetlerde, olaylar ve bu olaylardan ib­ret alma şeklindeki telkinler, akim işlevinin zamansal olduğunu, zaman içerisinde şartlara göre gelişim göstermesi, [423] Mâide sûresi 102 ve 103. ayetlerde işaret edildiği gibi, geçmişi tahlil edebilmesi de soyut varlıkların zamansallığını ortaya koyan delillerdir. Bu yüzden zamanın varlıkla birlikte yaratılıp, işlemeye başladığını dü­şünmek, en tabii bir yaklaşımdır. Varlıkla birlikte işlemeye başla­yan yasa, kozmik zamana doğru ilerlemiş, sonuçta mevcut olan kozmik ölçekler oluşmuştur .[424]

Cisimle hiç ilişkiye girmeyen mukaddes ruhların yapılarına ve ortamlarına uygun bir zamanın varlığı, Enbiyâ sûresi 20. ayetten anlaşılmaktadır. Mukaddes ruhların teşbihi için zikredilen gece ve gündüz ifadesi, gerçekten gece ve gündüzün varlığını değil, [425] sü­rekliliği ifade etmekle birlikte, zamanın varlığına da sinyal ver­mektedir. Yoksa beşer hayatını tanzim eden kozmik zamana onla­rın ihtiyaçları olmadığı gibi yapıları da böyle bir zaman ve mekâna uygun değildir. Gayb âleminin üst tabakalarında yer aldıkları için zamansallıklan da çok farklıdır.

İnanan insan açısından tabiat, gayb âleminin sembolüdür. [426] Bakara sûresi 164; Âl-i 'İmrân sûresi 190, 191; A'râf sûresi 185, Nahl sûresi 8, Rûm sûresi 22; Şûra sûresi 29; Târik sûresi 5. ayet­ler, İnsanı gayb âleminin varlığına götüren belgelerdir.' Bu belgele­rin kapsadığı sistemi programlayan zamanın kaynaklandığı gaybî bir zaman olması da belgelerin kendileri ile süzülerek gelen kozmik zamanla ispatlanan bir gerçektir. Ölçümü ve mahiyeti bilinmese de veriler, gayba ait bir zamanın işlediğini göstermektedir. Daha önce aşkın mertebelerde yerin varlığından, [427] arşın zaman, kürsinîn yer ve gökleri kapsayan mekân oluşundan, ruhun ise kozmik zamanı aşarak, şimdide bulunurken, geçmiş ve geleceğe doğru yol almasından bahsedilmesi, zaman ve mekânın kaynağını metafizik âleme taşımaktadır. Pozitif ve negatif bir yapısal değişim ruh için söz konusu olup, bu değişim zaman içerisinde gerçekleşecektir. Zi­hin ve haricin birleşerek Allah'ın varlığını fark etmesi, zaman ve mekânın sınırlayamadığı, mü'minin gönlünün Allah'ın varlığını, varlığın her zerresinde, zamanın her anında anlayıp fark etmesi böyle bir zamanın varlığının delilidir .[428]

Kur'ân'a göre gayb kelimesinin bir anlamı da geçmiş olaylar demektir. [429] Nitekim Âl-i 'İmrân sûresi 44; Yûsuf sûresi 102; Kehf sûresi 22, 26. ayetler bunu göstermektedir. Geçmiş olaylar, yerini yeni olaylara terk etmeseydi, bu güne gelinemeyeceği, kozmik ya­pının işlevi ile ispat olunan ampirik bir realitedir. Kozmik yapının kendi içinde zamanın rölatif oluşu, gayb âlemi ile de rölatif bir ya­pı sergilediğinin işaretidir. Hac sûresi 47. ayette Allah katındaki bir gün, kozmik yapıdaki bin yıla tekabül etmektedir. Me'âric sûresi 6, 7. ayetlerde inanmayanlara uzak görünen azabın Allah'a çok ya­kın olması, onun hesabıyla insanlann hesabının rölatif olu-şundandır. [430] Secde sûresi 5. ayetteki miktarı “bin yıl olan gün”ile Me'âric sûresi, 4. ayetteki miktarı “ellî bin yıl olan gün” ifadesi bir başka metafizik boyuttaki zamana işaret etmektedir.

Mezkûr ayetlerdeki günün 24 saatlik süreyi kapsamadığı yö­nündeki açıklamalara göre, [431] dünyanın güneş etrafında ve kendi ekseninde dönüşünün farklı olduğu, günü meydana getiren süre­nin çok daha çabuk tamamlandığı kabul edilebileceği gibi çok da­ha uzun sürede tamamlandığı da düşünülebilir. Günü meydana getiren hareketin çok daha kısa bir sürede meydana geldiği düşü­nülürse, bin yıllık sürenin günümüzdeki bin yıldan daha az bir sü­reye tekabül etmesi gerekmektedir. Halbuki bu yanlıştır. Çünkü “sizin saydığınız bin yıl gibidir” {Secde, 5) ifadesi Kur'ân'ın nüzulü sırasında sözü edilen bin yıl, 24 saatlik gün hesabına göredir. Eğer günü meydana getiren hareket çok daha uzun sürede meydana geliyorsa, bununla ayetin lafzının ortaya koyduğu mana anlaşıl­malıdır ki, dünyadaki bin yıllık süre mezkûr makam ve mekanlar­daki bir günü meydana getirmiş olur. Böylece oralarda zaman akı­şının ne kadar yavaş seyrettiği, çok açık olarak anlaşılmaktadır. İş­te bu da gayba ait bir olaydır.

Gerek Secde sûresi 5 ve Me'âric sûresi 4. ayetler, gerekse İn­san sûresinin 1. ayetinden anlaşıldığı üzere, insanlık tarihi bu nite­likte bir günü müşahede edememiş ve edemeyecektir. Gece ve gündüzün, yer ve göklerin yaratılışının tamamlanıp, düzenli hare­ketinden sonra ortaya çıktığı yönündeki açıklamalar, gün anlamını veren yevm kelimesindeki nevbet manasının, zamanın uzun ve kı­sa sürelerini oluşturabildiği [432] şeklinde açıklanması; gün kelimesi­nin ne kadar rölatif olduğunu anlatmaktadır. Yevm kelimesinin ifade ettiği rölatif manalara göre böyle bir gün, insanların cennet ve cehenneme yerleşinceye kadar Allah'ın huzurunda durdukları süredir. İşte melekler ve ruh da miktarı elli bin yıl olan bir günde kendileri için emredilen yere ulaşacaklardır. Burada sözü edilen gün, sonu olmayan gün olarak açıklanmıştır .[433] Ancak varlığın ontolojik stratejisi bağlamında sözü edilen gaip,  başlangıca ait oian gaiptir. Çünkü varlığın gayb âlemine dökülüşü başlangıçla alakalı bir husustur. Bu dökülüş kozmik yapının temel taşları ola­rak değerlendirilirse, orada kozmik zamanın varlığı herhangi bir tartışmaya mahal olmayacak kadar açıktır. Dolayısıyla böyle bir noktada gündeme gelen farklı bir husus, zamanın niteliğidir. Yani gün kelimesinin kapsadığı süredir.

Allah, Kur'ân'da mekânı zikrettiği yerde zamanı da zikret­mektedir. [434] Bu açıklamadan ters bir çıkarımla zamanın zikredildiği yerde de mekânın zikredildiği kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuçtur. Nitekim Yâsîn sûresinin 38. ayeti güneşi ve işlevini ve­rirken, zaman ve mekân birlikte zikredilmektedir.

İradenin varlığa dönüştüğü ruhlar âleminde ândan bahsedi­lebilir. Brentano'ya göre, zaman, fenomenolojik bir çekirdekte vardır. O, zamanın birincil çağrışımlar yani var oluşu gerçekleşti­ren ilk emirler ve anların ardışıklığı ile başladığı görüşündedir. [435] Çünkü ardışıklıkta bir şimdi, bir geçmiş, bir gelecek bilinci vardır, işte bu durum emir âlemini ve orada zamanın yaratılıp işlemeğe başladığını ortaya koyduğu noktasına getirdiği söylenebilir. Bu ise yevm kelimesinin kapsadığı asgari süre olabilir. Razî'nin varlık hakkında sunduğu bilgilerden, gayb âleminin Allah'tan başlayarak beşeri ruhlara varıncaya kadar nasıl bir strateji oluşturduğu görül­mektedir. Bu strateji şu şekilde şemalandırılabilir. [436]

Allah (Zamandan ve mekândan münezzeh)

Gayb Âlemi Nurların kaynaklandığı nûr ile. sebeplerin kendisine dayandığı esas sebep

Ermir Âlemi Her şeyin başlangıca, ilkelerin ortaya çıktığı âlem

Gece ve gündüz tesbihat yapan melekler Cisimle bağlantısı olmayan mukaddes ruhlar

Arşı tanıyan ruhlar

Arşın çevresindeki melekler Kürside meskûn olup ulviyyeti farklı olan ruhlar

Semadaki ruhlar

Dünya semasındaki ruhlar

Beşerî ruhlar

Günümüzde bilim, teori olarak kabul ettiği Bigbang' tan ön­ceki ilk saniyede yine teori olarak evrenin oluşumunun arka pla­nını çözümleyemediği için [437]varlığın ontolojik yapısı felsefe ve teolojik izahlarla yapılmak durumundadır. [438]

 III.1.3. Halk

 Takdir etmek, beklemek, eşya yokken icat etmek, Arap di­linde ibda', yani model olmaksızın yaratmak manalarını ifade etmektedir. Yaratılışın bu aşaması cisim ve cismaniyet âlemi olarak anlaşılmıştır. Halk, takdire uygun olan îcad, îcada uygun olan tak­dir şeklinde de açıklanmıştır. Emir manasında halk, A'râf sûresi 54. ayetten anlaşıldığına göre, emir alemindeki varlıkların yaratı­lışlarını, bir anlık bir zamanda gerçekleştiren fiildir. Halk kelimesi­nin ifade ettiği asıl mana takdir etmektir. Bu kelimenin emir ma­nasında kullanılması ise asıl manasından tamamen ayrılmadan gerçekleşmektedir. Bu ise ruhlar için yapılarına mahsus bir zama­nın varlığını göstermektedir. Böylece halk kelimesinde bir anlam zenginliğinin veya esnekliğinin mevcut olduğu açıktır. Halk, Al-i İmrân sûresi 49; Mâide sûresi 110; Ankebût sûresi 17; Mürselât sûresi 20; Zümer sûresi 6. ayetlerde bir şeyden yeni bir şey yaratmak manasındadır.

İnsanın anne rahminde geçirdiği aşamalar, halk ile gerçek­leşmektedir. Halkın bekleme ve süre içerdiğini, bu sürelerin bir ta­kım biyolojik aşamalarla değişim ve gelişimi beraberinde getirdiği hayatın bir vakıasıdır. Bütün bunların ışığında, emir ve takdir ke­limelerinin, halk kelimesi ile anlam ilişkisi içinde olduğu söylenebi­lir. Halk kelimesinin ifade ettiği takdir etmek, ölçüp biçmek, plan­lamak belirlenen ölçüler, Âl-i imrân sûresi 59. ayetten anlaşılacağı üzere yoktan var etmek demek değildir. Toprak bu yaratmanın önceliğidir. Râzî'nin tercihi de budur.[439] İlk yaratılış olağanüstü dönem olduğu için sünnetullah ortada yoktur. [440] İnsanın anne rahminde geçirdiği aşamaları da kapsayan bu mana ruhun üfürülüş aşamasını da kapsamaktadır. Bu yüzden ruhun önceden yaratıldığı ve bedene üfürülüşünün, bedenin anne rahminde belli bir noktaya gelişinden sonra gerçekleştiği [441]kaynakların ve bilimin ortaklaşa paylaştıkları bir gerçektir. Varlığın gayb âleminden geçe­rek halk âleminde belirmesi, bazılarına göre, sonsuz öz enerjinin yavaşlayıp kozmik zamana girişi şeklinde açıklanmaktadır. [442]

Hawking, kara deliklerle ilgili çalışmalarında yıldızın yoğunlaşma sonunda çöküşü ile hacminin sıfıra indiğini, ışığın, uzayzamanın içine çekilip sonsuz yoğunluktaki boyutsuz bir nok­tada kaybolduğunu, meydana gelen bu hareketin tersi bir hare­ketle zamanın, uzak geçmişte bir tekillikte başladığını savunmuş­tur. [443] Dünya fer'ı olduğu için metafizik boyutta bir asıldan kay­naklanmaktadır. [444] Nitekim Rahman sûresi 13 ve 14. ayetlerden anlaşıldığına göre halk kelimesinin ifade ettiği bekleme, takdir et­me, bir şeyden yeni bir şey yaratmak bir süreç, bir takım aşa­malar, varlıkta bir önceliği, bir asılı gerektirmektedir. Halk âlemi, cisim ve cismaniyet âlemi olduğuna göre, cisim ve cismaniyet zamansaldır. Fâtır sûresi 14. ayette belirtildiğine göre onlara tanınan ömür değişmez.

Gökler, yerler, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve madenler gibi bir araya geldiklerinde uyum sağlayan kısımları, parçaları buiunan şeyler, Allah'ın takdir ettiği şeylerdir. Bunlar, su, hava, ateş ve top­rak olarak bilinen enâsır-ı erba'a ve bunlarla kaim olan arazlar Al­lah'ın takdiri ile varlık âlemine girmişlerdir. Önce parçalar, ar­dından parçaların oluşturduğu terkipler meydana gelmektedir. Do­layısıyla yaratılan açısından, Allah'ın takdiri bir zaman stratejisi iş­letmektedir. Bu, parçalardan başlayarak terkiplere ve sıfatlara doğ­ru seyreden bir stratejidir. Zira varlığın hiçbir yönü onun takdirinin dışında değildir. [445] Yaratma süreklilik içermektedir. Nitekim Haşr sûresi 24. ayette geçen Hâlık kelimesi, Allah'ın isimlerinden olup, ism-i fail olarak süreklilik ifade etmektedir. Kozmik zamanın birbi­rini takibi, En'âm sûresi 73. ayet ve birçok ayetin işaret ettiği kı­yamet ve sonrası yaratmanın sürekliliğini teyit eden delillerdir. Bu nedenle yaratma şimdi, geçmiş ve gelecekle sınırlandırılamaz. Ka­lıntılar, şu anda var olan sistem ve bu sistem içerisindeki canlılar yaratmanın şimdisini, geçmişini ve geleceğini ispat etmektedir.

Şu halde kozmik sistem, yaratılanın zamansal bir stratejiye tabi oluşunun ampirik bir örneğidir. Önce madde, sonra sıfatların yaratılması gibi bir strateji halk kelimesinin ifade ettiği kanunu işletmektedir. Bu ise, yaratılışta bir kaosun olmadığını, [446] tam ak­sine kozmik yapının oluşumunun mükemmele doğru yürüyen bir uyuma sahip olduğunu göstermektedir. Nitekim Nebe' sûresi 6-16. ayetler gibi evrenin yaratılışını anlatan ayetler incelendiğinde bu uyumun çok açık olarak seyrettiği görülecektir. Şu halde halk kelimesi ile ortaya konulan strateji, yaratılışın üçüncü merhalesini oluşturmaktadır. Bu merhaleye öncelik teşkil eden emir âlemini, kendine mahsus bir zaman [447] işletmektedir. Zira öncelik sıfatını alan varlık, keyfiyeti ne olursa olsun zamansaldır. Ölçümü yapıla­mayan bu zamana yok demek, zamansız olana şirk olacağından son derece hassas ve tehlikeli bir husustur. Maddelerin tutulup fır­latılması, fezaların dolup boşaltılması, [448] kozmolojiye doğru gidi­şin tezahürleri olarak değerlendirilmelidir.

Maddi plandaki bu çıkışın kozmik anlamda zamanın kökeni sayılması doğru bir yaklaşım olabilir. Çünkü işi sadece maddi planda düşünenler açısından evrenden önce zaman yoktur. Dola­yısıyla evren ne zaman yaratıldı sorusu da anlamsızdır. Ancak bu yaklaşımın ontolojik temeli otantik değildir. Zira emir âlemi gibi bir öncelik, bu önceliğinde Allah'ın ilim ve kudretinden iradeye akse­dip orada belirginleşmesi hem naslara, hem de insan aklına en uygun bir yaklaşımdır. Çünkü her olayın mebde-i fail ve mebde-i kabil diye iki başlangıcı vardır.

Görülen her şeyin bu iki başlangıç ile oluştuğu, asıl madde­nin, her şeyi üretme kabiliyetinde olan madde-i kabil'den ibaret olduğu, bunun görülemediği, görülenin hep faaliyetin eseri ol­duğu, dolayısıyla görülen her fiil ve hareketin, bizzat veya bilvasıta ilk yaratıcıya varıp dayandığından başka çıkış yolu olduğu görün­memektedir. [449] Nitekim çalışan makinede, yanan ışıkta, dönen di­namoda hep elektriğin varlığı kabul edilmektedir. Çünkü madde kendi başına atıl durumdadır. Bir süre içerisinde bize kadar ulaşan sesin, sahibinin varlığına delalet ettiğini herkes kabul etmek durumundadır. [450] Çünkü bir nesnenin zamanı benimseyebilmesi için iç kökeninin bulunması gerekmektedir. [451] Şu halde böyle bir öz­den yoksun olan varlığın zamanı benimsemesi düşünülemez. Halk âleminde takdir ve süre geçerli olduğuna göre, varlığın hangi aşamalardan geçtiğine bakmak gerekir.

Gaybdan Çıkış: Varlık Allah'ın emri ile gayb âleminden gön­derilerek, şehadet âleminde zahiri bir elbise giydirilmektedir. Bu noktada beşer anlayışına göre varlığın mazisinin olduğu söylene­bilir. Emir âlemi ve oradaki öğreti geleceğe yolculuğun sinyalleri olarak değerlendirilebilir. Halk kelimesinin ortaya koyduğu ya­ratma stratejisinde işlevsel bir ardışıklık elbette vardır. Ancak şuhuda çıkış aşamasında sünnetullahın işleyişiyle ortaya çıkacak olan tedbir yoktur. Bu aşama harikalar dönemidir. Buradaki çıkış maddi manada bir ibda' olduğu için öncesi ve benzeri yoktur. Varlığın ontolojisinde gaybın önceliğini ifade ettiği için işleyen bir süreci görmek mümkündür. Allah'ın fiilinde ibda' denildiği zaman şehadet âlemine ilk çıkış olan harikalar döneminde farklı anlar ve farklı oluşumlar birbirini izler. Bu aşamada ilahî saltanat adetsiz cereyan etmektedir. Arşa istivanın, bundan sonra tecelli ettiği söy­lenebilir.

Kozmik manada bir zaman ölçümü ilk yaratılıştan sonra Adetullahın işlemesi ile tezahür eden bilimsel bir gerçektir. Ancak evren bu aşamaya gelinceye kadar, öncelik ve sonralık, kozmik olmayan bir zamanın işlediği insan hayatındaki düzensizlik ve plansızlıktan anlaşılabilecek bir gerçektir. Plansız ve düzensiz bir hayat yoktur denilebilir mi? Esasen kozmik sistemin en önemli he­defi düzenli ve planlı bir dünya hayatı oluşturmaktır. Hûd sûresi 7. ayette ifade edilen göklerin ve yerlerin altı günlük bir sürede yara­tılışı, ayetteki yevm kelimesi, nasıl açıklanırsa açıklansın zamanın, dolayısıyla bir planın işlediğinin kesin delilidir. Ayrıca Hûd sûresi 7. ayetten anlaşılacağı üzere suyun yaratılışının göklerin ve yerle­rin yaratılışından önce oluşu, mezkûr ayetteki summe edatının ifade ettiği sonralık, zamanın işlediğini belgeleyen önemli delillerdir. İşleyip de ölçülemeyen zaman, işleyip ölçülebilen kozmik öl­çeklere gidişi ortaya koymaktadır. Kaldı ki varlığın bu aşamada zamanın ölçümüne ihtiyacı da yoktur, zaman ölçümünü anlaya­cak olan insan henüz varlık âlemine fiilen katılmamıştır. Öncelik, sonralık gibi hususlar, Allah'ın zati sıfatlarına değil, fiili sıfatlarına racidir.

Bir başka yaklaşım ise, ilk yaratılış günlerinde, suya ihtiyaç olmayacağı şeklindedir. Bu yüzden sudan önceki aşama tamamen zamanı ölçüp anlayabilecek olan insanın idraki ile anlaşılabilen bir realite olduğu söylenebilir. Fakat Enbiyâ sûresi 30. ayette ifade edilen suyun her şeyin hayat kaynağı olması, su dahil, bütün var­lığın temelinin, oksijen ve hidrojen denilen gazlar olduğu birbirini teyit eden hususlardır. [452] Böyle bir gaz, günümüzde bilimsel ola­rak karşılığını oluşturan H2O Formülünün analizi ile ortaya çıka­cak olan oksijen ve hidrojen gazlarıdır. Bu gazların suya önceliği söylenebilir. Einstein'ın senel rölativitesine göre de, zaman, evrenin, sıfır büyüklükte ve sonsuz sıcaklıkta bir tekilliğin patlamasıyla başlamaktadır. [453] Bu nedenle H2O'yu meydana getiren gazların tekillikten ayrışım sonucu meydana geldiği, onların da sözü edilen tekillik gibi bir önceliklerinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Zira pat­lamanın meydana gelebilmesi için patlayacak bir şeyin yaratılmış olması gerekmektedir. Fizikî âlemde bunun dışında bir varlık dü­şünülemez. [454] Bu durum ise insanı; atomu oluşturan proton ve nötrondan daha küçük parçacıkların varlığını ifade eden, kuvarklardan bahseden tanecik mekaniğine götürmektedir. Söz konusu parçacıkların dönme özelliğinin olduğu, sıfır değerde dönmeli bir parçacığın noktaya benzeyeceği [455] yönündeki açıklamalar şu anki gelişmelere göre tatmin edici sayılabilir. Bu taneciklerin Descartes'in toz dediği şeyi karşılayıp karşılamayacağı tartışmasına bu­rada yer verilmeyecektir. Sadece bir varlık çobanı olarak anılan Heidegger'in tözleri, varlığın ilk çıkışı olarak kabul [456] etmediğini  belirtmekle yetinilecektir.

İlk yaratılış, zaman konusunda ufuklara aydınlık kazandıra­cağı için, bu konudaki açıklamalara kısada olsa yer verilmektedir. İbn Rüşd (595/1198), evrenin fizikî olarak var olan bir şeyden ya­ratılmıştır tezini savunmakta, buna delil olarak da, A'râf sûresi 54; Hûd sûresi 7; Fussilet sûresi 11. ayetlerinin te'vil edilmeden anla­şılması gerektiğini, özellikle vurgularken E'şârîler'in, âlem bir şey olmadan yaratılmıştır görüşüne karşı çıkmaktadır [457]. Bu ise insan aklını, evrenin yaratılışına temel teşkil eden bir mükevvenin, gaybdan halk âlemine çıkışına götürmektedir.

Kelâmcıların çoğunun böyle bir çıkışı benimsediği yönündeki açıklamalar, [458] zamana da temel oluşturmaktadır. Böyle bir başlangicın, varlığın temelinde, ilintilerin özlere bağlı olarak sürüp gitmiş olabileceği görüşünü desteklediği söylenebilir. Çünkü ilinti, birinci zamanı, varlığın böyle bir aşamasını mümkün kılmaktadır. Böyle bir varlık, ikinci zamanda özüne ilişkin bîr imkânsızlığa transfer olamaz. [459] Bu yaklaşım gaybdan çıkış için bir vakıa ola­rak kabul edilebilir. Ancak irade merhalesinde, bir zaman anlayı­şını da beraberinde getireceğinden, söz konusu bu aşama için an­cak farazi bir zaman yahut ardışıklıktan bahsedilebilir. Çünkü gü­nümüzde, bilimin kabul ettiği bigbang anında, evren, sıfır büyük­lükte ve sonsuz sıcaklıktadır. [460] Gazâlînin varlıksız zaman konu­sunda filozoflara karşı çıkması [461], İbn Rüşd gibi, âlemin ezelîyeti görüşüne paralel olarak anlaşılmamalıdır. Zira varlıktan önce,;bir . zamanın geçmiş olabileceği şeklindeki düşünce, temelden sakattır. Bilimin geldiği noktada bigbangtan birkaç saniye sonrasında ısının yayılması için yeterli zamanın olup olmadığı tartışılmaktadır .[462]

Bir patlamanın evreni oluşturan gaz kütlesi olması mümkündür. Enbiyâ sûresi 30. ayetin ışığında yapılan açıklamalar ile bu gaz kütlesinin, yer ve göklerin birlikteki hali olduğu söylenebilir. [463] Şu halde böyle bir kütlenin patlamasıyla yer ve göklerin oluşum süre­cine girileceği nassın sarih ifadesinden anlaşılmaktadır.

Buraya kadar olan gaybdan çıkışla, varlığın bu aşamada hangi noktalardan süzülüp geldiği, naslar ve bilimin ışığında neler söylendiğine bakılarak, bu değerlendirmeler yapılmıştır. Âl-i İmrân sûresi 34. ayetin muhtevasına göre yaratılışta, ister başlangıçta, is­ter takiben olsun istifâ' seçme yöntemi hakimdir. Zira bu sayede iyiden daha iyisi meydana gelip, sonsuza dek tekâmüle gidiş de­vam edecektir. Başlangıçtaki yaratma dahi, yokluktaki kanşıklıktan bir tasfiye içerir. Ancak meşhur istifa', var olan somut karışıklık üzerindedir. Bu yüzden istifa' da bir yaratmadır. Başlangıçta mad­denin basit, saf, sonra karışık bir hal alarak evrendeki varlıkların yaratılışının gerçekleşmiş olmasını anlamamak mümkün değildir. Seçme, yaratma içinde yaratma demektir. [464] Bundan sonra varlı­ğın fizikî ve daha somut yönü inceleneceği için gaybdan çıkışı yine merhaleler halinde ele almakta yarar vardır.

1) Birinci Merhale: Fizikî manada, evrenin aslı, felsefeciler arasında, tartışma konusudur. Varlığın aslının bir sayısı, aperion kendisine tekrar dönülecek şey, hava, su (bu görüşe göre varlık tekrar suya dönüşecektir), [465] bazı İslâm filozofları Akl-ı Evvel, Türk İslâm Felsefesinde, 'ama olarak kabul edile gelmiştir. 'Ama'da bir düzenden söz edilemez, ancak bu düzensizlik kozmik bir düzene varacak niteliktedir. [466] 'Ama, hadislerde, Allah'la birlikte kendisinden başka hiçbir şeyin bulunmayışı şeklinde açıklanmış­tır. [467] 'Ama'nın, varlığın aslı olmasını zayıf olarak değerlendiren­ler, onu ince bir rutubet olarak açıklarken ,[468] Enbiyâ sûresi 30. ayette geçen ratk kelimesinden yola çıkarak evrenin aslını “müvellidu'1-ma” gibi bir madde [469] şeklinde açıklayanların yaklaşımı bir birine yakındır. Ancak, Fussilet sûresi 11. ayetin bildirdiği du­man, yer ve göklerin yaratılışı için, ayetlerin ortaya koyduğu stra­tejinin ikinci aşamasıdır. Bu noktada ratk kelimesinin ortaya koy­duğu yapı çözülmüştür. Nahcivanî, Enbiyâ sûresi 30. ayette geçen fetk kelimesinin Allah'ın zatına ait isim ve fiili sıfatlarının kemalatından kaynaklanan taneciklerin tecellileri olduğunu söylemekte­dir. Ona göre, bundan önce fizikî anlamda bir oluş yoktur. Hepsi Allah'ın iradesinde belirlenip, bu şekilde varlık sahasına çıkarıl­mıştır. [470] Bu bilgi, varlığın otantikliği olarak anlaşılabilir. Zira tanecik mekaniğine göre tanecikler, terkip yolu ile fizikî yapılanmalar oluşturmaktadır. Dolayısıyla kesafetle varlık âleminde görülen ni­teliksel oluşumlar, varlığın tedricen geldiği durumdur. Varlık bu aşamaları geçerken, zamanın işlememesîni düşünmek, aklın kabul edemeyeceği bir husustur.

Kozmik ölçeklere ulaşma yolunda ilerleyen varlık, A'râf sûresi 54, Secde sûresi 5. ayetlerle belirtilen altı günlük süreyi geçerek oluştuğu kesindir. Bu altı günlük sürenin farklı süreler olarak açık­lanması ayrı bir husustur. Varlığın yaratılışı ile birlikte, onu gelişti­rip işleterek, değişik varlıkların oluşumuna giden kanun, aynı şe­kilde zamanı işleterek kozmik ölçeklere varmıştır. Hem tedricilik, ilahî kudretin ispatı için çok daha etkilidir. Ayrıca her tedricilikte de fatenlik olmasına rağmen, hiç bir defatenlikte tedricilik yoktur. Eğer varlık defaten yaratılıp, terkip ve tertip ile iş defatenle düzene koyulup işleyen bir sisteme bırakılsa idi, Allah'ın kudreti ve yarat­ması konusunda şüpheler oluşurdu. [471] Allah'ın hikmeti, tedricîliği gerektirdiği için, varlığın yaratılış stratejisi tedricidir.

Yaratma planında birbirini doğurma ve neticede de altı aşa­ma ve altı gün, evren bağlamında bir sisteme ulaşmak için ko­nulan asgari süredir. Bu nedenle altı gün ifadesi bazı ayetlerde tekrar edilerek bu nükteye dikkat çekilmek istenmiştir .[472] Bilimin ortaya koyduğu altı aşama, altı bileşim veya canlı varlıkların kim­yasal yapısını oluşturan, hidrojen (H), oksijen (O), karbon(C), azot (N), fosfor (P) ve kükürt (S) gibi elementlerin değişik şekillerdeki bileşimleri [473], ayetlerin yer ve göklerin yaratılışı için bildirdiği altı gün ile ilişkilendirilebilir. Böylece, soyut ve somut varlıkların yara­tılış aşamaları akla gelmektedir. Fisagorcuların varlığı nokta ile başlatmaları[474] Nahcivânî'nin ileri sürdüğü tanecik anlayışı ile pa­ralellik arz etmektedir. Esasen farklı yaratılışlar, farklı zamanları be­raberinde taşımaktadır. Varlığın ilk yaratılış anları, hiçbir benzer­likten söz ettirmeyecek nitelikte olmalıdır. Benzerlik, tekrar vasıta­sıyla anlaşılabilen gerçekler için söylenebilir. Benzerlik olmayınca, başlangıç yok denilmiş, ibda' ile ortaya çıkan varlık, evrenin temel taşı olarak ifade edilmiştir. Bu aşamada Allah'ın tabii fiilleri değil, olağan dışı fiilleri işlemektedir. Bu yüzden Hûd sûresi 7. ayette ge­çen  “arşı su üzerinde idi” şeklindeki ifade, ilâhi saltanatın adetsiz işlemesindendîr. Evrenin ilk yaratılışmdaki tedrîciliğin altı gün veya aşamaya tahsis edilmesi, Allah'ın irade meselesi olup, işlerde te­enniyi emreden bir mesajdır .[475] A'râf sûresi 54; Secde sûresi 5. ayetlerde ifade edilen yaratma stratejisi için Allah'ın uyguladığı altı günlük süreden birinci günün, ilk maddenin yaratıldığı süre olarak açıklanması [476], Enbiyâ sûresi 30. ayet için yapılan izahlarda yer ve göklerin yaratılışmdaki strateji ,[477] bunu göstermektedir. Günü­müzde ise, dünyanın temelde aynı kökene sahip olduğu düşünül­mektedir. Çünkü varoluş zamansallık ifade etmektedir. Zaman, gerçek birleşme ilkesidir. Var olma şimdiki zamandır. Gelecek za­man şimdide tasarlanmaktadır .[478]

Râzî, kozmik zaman hususunda, gökler yaratılmadan önce, gece ve gündüz diye bir şey yoktu [479] şeklindeki açıklamalara karşı çıkmaktadır. Onun, tezini açıklayışını daha iyi anlayabilmek için

yevm kelimesinin semantik yapısına yeniden göz atılması gerekir. Ona göre bir kimse bir kimseye “senin doğduğun gün mübarek bir gündür” dese, o kimse de gece doğmuş olsa, söylenen söz kaste­dilen mana haricinde değildir. Çünkü bu sözle amaç, o kimsenin doğumunu içine alan zamandır. İnsan Allah'ın yaratmasına bakıp, onu düşündüğünde, Allah'ın bu yaratmasını bir fiil olarak görür. Fiilin zarfı ise zamandır, işte söz konusu var olan bu zaman, gökle­rin yaratılışını müteakip ortaya çıkıp işlemeye başlar. [480] Varlığı da zamanı da yaratan Allah; elbetteki yaratmaya başladığı şimdi ile geleceği planlamıştır. [481]

Günümüzde bilimsel teoriler, ilk patlamayı zamana ve varlığa başlangıç yapmanın sağlıklı olmayacağını, patlama öncesinde, çok kısa da olsa, bir zamanın geçtiğini yüksek sesle ifade etmektedir­ler .[482] Varlığın bu aşamasında halk kelimesi, takdirle ilk asılların yaratılışını ifade etmektedir. Nitekim Furkân sûresi 2; Tâ-Hâ sûresi 50; Zümer sûresi 62. ayetler bunu teyit etmektedir. Bu yaklaşım zaman startının varlıkla birlikte verildiğini göstermektedir. Varoluş startını alan asıllar, halk kelimesinin ifade ettiği takdir, telif ve tedricilikle kemalata doğru seyretmektedirler. Yani şimdi, geleceğe ve geleceğin kemalatına doğru seyredecektir.

Varlık, asıllardan bu noktaya gelirken kemalatın özelliklerine sahip olarak gelmektedir. Bir düzen olmasa da mezkûr öz ve asıl­lar vasıtasıyla yeni oluşumların gerçekleştiği kabul edilen bir hu­sustur. Nitekim kadın ve erkeğin nutfeleri birer asıl olarak yeni in­sanların oluşumuna temel teşkil etmektedir. [483] Bu asıllar, bilimin kuvark dediği şeyler, su ve buhar, [484] su üreten gaz/müvellidu'lmâ' [485] şeklindeki açıklamalar ve varlık stratejisi şu şema ile daha iyi anlaşılacaktır.

Görüldüğü üzere bigbang noktasından öncesi için bilim yeni yeni sezinlemelerde bulunurken, felsefe ve teoloji çok daha önceki aşamalarda kafa yormuş, kendi ne göre açıklamalar getirmiştir.

Bu yaklaşımla, yaratılış stratejisi içerisinde varlığın cüzleri ter­kiplerden öncedir. Tekâmül, farklı cinse değil, fizikî bağlamda cüz­den küle doğru varan bir ardışıklığı izlemektedir. Kozmik olarak değerlendirilebilecek bir yaklaşıma göre zaman, cisimler için söz konusudur. Cismi oluşturan atom için söz konusu değildir. Cismi oluşturan parçaların sonradan yaratılmış olarak kabul, edilme­leri, [486] ayrıca cismin oluşumuna öncelik teşkil etmeleri, parçaların zamandan tecrit edilemeyeceğini göstermektedir .[487] A'râf sûresi 54. ayet için yapılan şu açıklamaların burada zikredilmesi konuya daha açıklık getirecektir. Evrenin yaratılışındaki altı günlük sürenin üç gününde parçalar yaratılmış, kalan üç gününde ise parçalar birleştirilmiştir. Bu, 3+3=6 şeklinde formüle edilebilir. Kelamcıların bir  kısmı,  felsefecilerin  ve  mutasavvıfların  çoğunluğu  bu  gö­rüştedir .[488]

Râzî ise varlığın ontolojik temeli konusunda şunları söyle­mektedir. Allah her ne kadar her şeyi bir anda yaratmaya kadir ise de; O, her şeye, muayyen bir zaman ve sınır belirlemiştir. O, şey­leri varlık âlemine ancak bu tarzda sokar. [489] Çünkü zaman varlı­ğın bir parçasıdır. Varlığı ondan ayrı olarak düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla ondan önce yaratılmış olamaz .[490] Gazalî de varlıksız zaman anlayışına karşı çıkmaktadır. Zamanı varlığa, ön­celikli kılıp, onun belli bir noktasında varlığı başlatmak sakat bir düşüncedir. [491]. Bazı kelamcıların âlemin menşei konusunda sırf yokluğu kabul etmemeleri, [492] âlemin ezelîyetini savunan bir tez­dir. Böyle bir tez, Kur'ân'a, ampirik realiteye ve bilime ters düş­mektedir. Zira ezelî bir varlık, başka bir ezelî gücün tasarrufuna teslim olarak varlığı gerçekleştirmiş olurdu ki, bu yaklaşım, En'âm sûresi 22. ayetin işaret ettiği tevhid akidesi ile tezat teşkil ederdi. İki ezelî olanın tasarrufunun gerçekleşmesi için, yapılacak girişim, evrene temel teşkil edecek olan varlığın tasarrufunda başlardı ki böylece tevhid bozulurdu. Özdeğin/cismin bulunmadığı yerde, zaman ve uzayın da bulunmayacağı şeklinde varılan sonuç, [493] kozmik zaman ölçümünün olmayacağı şeklinde değerlendirilebilir. Bilimsel teorilerin, sanal zaman diye isimlendirmede bulunduğu varlığın, bu döneminde, başlangıca dair bir zaman ölçümünden söz edilememektedir.

Proton'un olası yaşam süresi hakkında verilen bilgiler de olası bir süredir. [494] Dolayısıyla gelinen sonuçta zamanın var oluşla baş­ladığı kozmoza doğru yol alan merhale de, bu noktaya getiren ar­dışıklıklar ve önceliklerdir. Asıllara yerleştirilen ilahî kanun olmasa, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su çıkmaz, gece ve gündüz birbirini takip etmezdi. Yahut insanlar bîr anda yaratılır; evlat, ba­ba, dede diye bir şey olmazdı. [495]

2) İkinci Merhale: Birinci merhalede asılların veya parçaların, onu takip eden terkiplerin oluşturduğu gaz kütlesi bu merhalenin başlama noktasıdır. [496] Esasen bu Enbiyâ sûresi 30. ayetteki, yer ve göklerin birlikteliğine uygun düşmektedir.' Evrenin yaratılışını ifade eden A'râf sûresi 54; Furkân sûresi 59; Fussilet sûresi 9-12; Secde sûresi 4; Kar sûresi 38; Hadîd sûresi 4. ayetlere göre ayrışım devri başlamıştır. Yer ve göklerin yaratılışının sonu yoktur. Yer ve gezegenler güneşten ayrıldıktan sonra gece ve gündüzün meydana geldiği ileri sürülmektedir. [497]

Kur'ân'da ayetlerin zahiri, varlık için yazılanlar irdelendiğinde yaratılıştaki tedricilikle birlikte bu durumun, varlığın ikinci merha­lesini oluşturduğu kanaati ağırlık kazanmaktadır. Enbiyâ sûresi 30. ayetteki kânetâ ratkan  ifadesinden anlaşıldığına göre bir ön­celikten bahsedilmektedir. Bu öncelik, ayette geçen ratk kelimesi­nin, işaret ettiği bitişikliktir. Yer ve göklerin yaratılışından önce su­yun varlığı, Hûd sûresi 7. ayette açık olarak ortaya konulmuştur. Ancak Enbiyâ sûresi 30. ayette geçen, ratk ve fetk kelimeleri için yapılan farklı izahlarla da bu ayetin ifade ettiği birliktelik tasarı ile temayüz etmiş bir birliktelik olarak açıklanmaktadır. [498]

Ratk kelimesine, hiç su manası verilmemiş olmasına daha önce işaret edilmiştir. Bu durumda söz konusu ayetin açıklamala­rında ki yer ve göklerin birlikteliği, irade mertebesine tekabül etmiş olur ki, ayetin ifade ettiği bitişiklikten gaz kütlesini anlamak müm­kün değildir. Ayette geçen ve bitişikliği ifade eden ratk kelimesi­nin, yumuşak kaya parçası ve duman şeklinde yapılan açıklamala­rına göre ise [499] Fussilet sûresi 9-12. ayetler arasında ifade edilen yer ve göklerin yaratılışındaki stratejinin başlangıç noktasıdır. Gök­ler daire, yer merkez durumundadır. Merkez belirlendi mi, çokça daire oluşturulabilir, tersi söz konusu olamaz. [500] Fussilet sûresi 10. ayette ifade edilen dört gün, yerin yaratılış ve döşenmesi ile ilgili olarak jeoloji ilmine göre dört aşama olarak açıklanabilir .[501]'

Kur'ân'da yer ve göklerin yaratılış süreci olarak verilen altı günlük süreç, kâinatın yaratılışından, Kur'ân'ın nüzulüne kadar geçen süreç olarak ta açıklanmıştır. Bu sürecin ilk iki devri yer ve göklerin yaratılışı, takip eden dört devri ise yerlerin donanımı, ha­yata elverişli bir hale gelmesi için geçen süre [502]olarak açıklanmış­tır. Bu yaklaşımın jeolojik sürece uygun olduğu söylenebilir. Bu da, Kur'ân'ın ortaya koyduğu varlık stratejisinin gelecekte bilim vasıtasıyla çok daha iyi anlaşılacağına işaret etmektedir. Fiziğin açıkladığı yaratılış stratejisi beş aşamada incelenmektedir. [503]

Fussilet sûresi 10. ayette zikredilen dört gün ise, dört mev­sime işaret etmekte olup rızık arayanlar için eşit sayılmıştır. [504] Kur'ân'da yedi yerde yer ve göklerin altı günde, bir yerde yerin iki günde,bir yerde göklerin iki günde, bir yerde de yeryüzünün gı­dalarla donatılması dört gün olarak zikredilmiştir.

Burada yer ve göklerin ayrışımından ayetlerin zahirine göre, iki günde yerler, İki günde gökler ve iki günde ise yerlerin döşen­mesi, varlığın toplanması anlamına gelen Cuma gününün ikindi vaktinden sonra, günün son anlarında ise Adem (a.s)'in yaratıl­ması gerçekleşmiştir. [505] Nazi'ât sûresi 29. ayette ifade edilen gece ve gündüz yer ve göklerin yaratılışından sonra ortaya çıkarak; En­biyâ sûresi 33. ayetten anlaşılan zaman ve zamanı ölçen her şey, yaratılıp işlemeye başlamıştır.

Kitab-ı mukaddes vasıtasıyla Araplara intikal etmiş olma ihti­mali bulunan, Allah'ın evreni altı günde yaratıp, yedinci gün olan cumartesinde dinlendiği [506] meselesine Kaf sûresi 38. ayetle yer ve göklerin altı günde yaratıldığı, ancak böyle bir yorgunluğun söz konusu olmadığı cevabı verilmiştir. Bu nedenle yedinci gün olan cumartesi için tatil anlayışının dayanağı yanlıştır. İbn Kesir'in ver­diği bilgiye göre, bu şekilde işleyen zaman stratejisinde yaratma­nın başladığı gün ihtilaflıdır. Cumartesi başlayıp, Cuma günü bit­miştir tezi [507] ile haftanın günleri ortaya çıkmakta, işleyen strateji­nin izahı, yevm kelimesine yüklenecek manaya göre mümkün olmaktadır. Öncelik ve sonrahk hususundaki farklı değerlendirmeler bir tarafa bırakılacak olursa, 2+2+2=6 şeklinde oluşturulabilecek formülle, Fussilet sûresi 9- 12. ayetler arasında işaret edilen ikişer günlük sürede yer ve gökler yaratılmış olup, son iki günde de yer­ler döşenmiş diye bir açıklama yapılabilir [508]. Böylece her bir işlem iki günlük süre ile değerlendirilmiş olur. Fussilet sûresi 10. ayette yer için takdir edilen dört günlük süre yerin donanımına ait mer­hale olarak açıklanabilir.

Râzî başta olmak üzere göklerin önce yaratılmış olduğunu, bunun daha tutarlı bir görüş olduğunu söyleyen müfessirlerin yap­tığı açıklama şu şekildedir: Yer ve göklerin Enbiyâ sûresi 30. ayet­teki  kelimesinin ifade ettiği bitişiklik hali ister su, ister su bu­harı, ister duman olarak kabul edilsin, bu durum göklere ve gökle­rin yaratılışına daha uygundur. Ayrıca Kaf sûresi 38. ayette evre­nin yaratılış sırası verilirken gökler yerden önce zikredilmiştir. En'âm sûresi 1; Nâziât sûresi 27-30. ayetlerin zahiri, Fussilet sûresi ll. ayette göklerin hiçlikten değil, duman gibi bir önceliği olan gazdan yaratıldığının [509] ifade edilmesi, Fussilet sûresi ll. ayetteki yer ve göklere hitaben, “geliniz             ifadesinin, tekvin ifade ettiği, bu­nun da gökler için daha uygun olduğu, zira, her şeyin ince bulut­tan, yahut duhân'dan yaratıldığı noktasından hareketle, böyle bir aslın bir kısmının camitleşmesiyle, cild denilen tabakalaşmanın meydana geldiği anlaşılmaktadır. Bu tabakalaşmadan gökler ile birlikte su oluşup, suyun zahirindeki kurumayla da yer oluşmuştur.

Fussilet sûresil 2. ayetteki  kelirmesiyse sürati ve tamamlamayı ifade etmektedir. Bu delilleri savunanlar, göklerin yerden önce ya­ratıldığı kanaatini taşımaktadırlar. [510] Ancak bu öncelikte, göklerin tesviyesinin yerin yaratılışından sonra olduğu kanaatini taşıyanlar da vardır. Yoksa mutlak manada yerin yaratılışında bir öncelik yoktur. [511]Bu açıklamalardan kelimesinin ifade ettiği mananın yer ve göklerin aslını oluşturduğu, bu asılın, göklerin yapısına da­ha yakın olduğu söylenebilir.

Bilimin kabul ettiği teoriler sık sık değişmektedir. Günümüzde kabul edilen bigbang sonrası zaman ilerledikçe bilimin yasalarına uygun evreler düzenli bir duruma doğru ilerlemiştir. Şüphesiz ki, büyük patlama noktasına sonsuz yoğunluktan gelinmiştir. Sıkışan gaz kütlesinde durum düzensiz ve karışıktır. Kütlesel çekimle daha da yoğunluk kazanan madde bir yerden ötekine geçerken değiş­mektedir. Bigbang ile evrendeki karışıklık artık bir sisteme doğru yönelmiştir. Bu yöneliş tedbire gidiştir. İnsanın yaratılışıyla da kemalata kavuşan evren, yedinci günde hükümranlık ve mükem­mellik noktasına ulaşmıştır. İşte, böyle bir stratejiyle haftanın gün­lerini ortaya koyan yedi aşamada evrenin yaratılışı kemale ermiş­tir. [512] Burada şuna işaret etmekte yarar vardır. Kur'ân'ın ortaya koyduğu stratejide göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı haber verilmektedir. İnsanın bunlarla birlikte yahut, hemen sonrasında yaratıldığı hükmü çıkmamalıdır. Hal böyle olunca, insan yaratıl­madan önce bir sistemin oluştuğu veya oluşum yolunda varlık alanında belli bir noktaya gelindiği bir realitedir.

Kur'ân ayetleri ve astronomi araştırmalarının sonuçlarına gö­re, yaratılışta şöyle bir stratejinin işlediği ileri sürülmektedir:

1- Genel yaratılış (Yer ve göklerin yaratılışı).

2- Yerin özel donanımı ve hayata hazırlanışı.

3- Bitki ve hayvanların yaratılışı.

4- İnsanın yaratılışı.

5- Evreni değiştirecek olaylar. [513] Zira yevm kelimesi, devir, merhale ifade ettiğine göre stratejide insanın yaratılışının böyle bir süreci geçtikten sonra gerçekleşmiş olması Kur'ân'ın bütünlü­ğünün ortaya koyduğu ana temaya ve hayatın ampirik realitesine daha uygundur. Teşbih mümkün ise, bir mülkiyet ortaya çıkmıştır ve bu mülkiyetin idaresi ve geliştirilmesi söz konusudur. Bu idare ve geliştirme ancak belli bir sistemin işlemesiyle mümkün olacak­tır. İşte bu sistem, tedbir kelimesinin ortaya koyduğu ve sünetullahın işlediği sistemdir. Enbiyâ sûresi 30. ayetteki bitişiklik için "en son bilimsel teoriye göre dünyamız da dâhil bütün yıldızlar birleşik bir ga2 kütlesinden kopmuştur. Bu gaz kütlesinden kopan parçalar güneşleri, gezegenleri meydana getirmiştir. Böylece pek çok güneş sistemi, galaksi ortaya çıkmıştır. İşte milyonlarca yıldan beri dönen gazdan bir ateş kütlesi güneşin ekvator bölgesinden, üzerinde ya­şadığımız dünya ve diğer gezegenler kopmuştur” .[514] Dünyamız, güneşin diğer uydularıyla birlikte hem kendi çevresinde, hem de güneş çevresinde dönmeye başlamıştır. Yerin bu dönüşünün ilk etaplarda çok hızlı olduğu, yerin kabuk bağlamasından sonra, dört saatte bir kendi etrafında döndüğüne [515] dair açıklamalara göre, şu anki dönme hızının altı kat daha yüksek bir hızla döndüğüne daha önce işaret edilmişti. İşte, bilimin bigbang ile başlattığı za­man, bu noktaya gelen kozmolojik başlangıçla başlayan ve öl­çümü ortaya konulamayan zamandır.

Veda Hutbesinde, Hz. Peygamber (s.a.v), Arapların nesi' adetine son verirken, zamanın yer ve göklerin yaratıldığı aşama­daki şekilde işleyeceğine ve hesap edileceğine işaret etmiştir. [516] Nitekim Enbiyâ sûresi 36. ayette de ayların sayısının on iki oldu­ğunun, bunlardan dördünün haram aylar olduğunun altı çizilmiş­tir. Bu manada, evrenin kozmolojik zamanı ölçecek bir yapıya ka­vuşmadan önce, zamanın olmadığını düşünmek, saatin parçala­rında saati kabul etmemek, yahut saat yok diye zaman yok demek gibi bir şey olur. Çünkü zaman, olayların süreliliği üzerinde kulla­nılan bir ölçüdür. Bir olayın diğerinden evvel veya sonra olduğunu belli eden zihin de onların sıra tertibini belirten bir ölçek­tir. [517]

Kâinatın dışında zaman yoktur. Zamanlı olma sadece evrenin parçalan hakkında söylenebilir. Ancak, evrenin tümünü içine alan mutlak bir zamandan söz edilemez .[518] Eğer böyle bir zaman düşü­nülürse, varlığın mayasını oluşturan rölativite ortadan kalkmış olur. Varlığın devamı mümkün olmazdı denilebilir. Aynı şekilde evrenin yaratılışında var sayılan bir zaman birimi gezegenlerin ve yerin oluşumundan sonra kararını bulan değerden başka olması gerekir [519].

Varoluşun ontolojik temelindeki yevm gerçeği, yaratılış stra­tejisinin an dan başlayarak gün, hafta, ay, sene, asr ve devirlerden ebede varan bir silsileyi takip ettiği veya edeceği söylenebilir. Bu yaklaşım tedriciliğe de uygundur. Zira yevm kelimesinde sonsuz­lukta söz konusudur .[520] A'raf sûresi 54. ayette ifade edilen emr kelimesi bütün işlerin yerleşmiş bir sisteme göre işlemesi şeklinde açıklanabilir .[521] Ayrıca bu ayette emir kelimesi halk kelimesinin peşi sıra zikredilmektedir. Bu ise, insanı yer ve göklerin yaratılır­ken, yönetileceği sisteme göre yaratıldığını, tedbirden önceki mer­halede bir kaosun olmayacağını gösteren en önemli delildir. Asıl malzemesi mevcut olan evrenin, nasıl ve kaç merhalede İnşa edi-leceği planı yapıldıktan sonra, artık nasıl yönetileceği bellidir. Ted­bir öncesi döneme kaos diyen düşüncenin temelden tutarsız ol­duğu ortadadır. Zira kaos denilen dönem kozmosun öncülüğünü, kaos da onun ardışıklığını yapmıştır. Böylelikle, kâinat yenilenerek kozmosa gelindiği, bilimin, felsefenin kabul ettiği bir gerçektir. Esasen kozmos kaosu, kaos da kozmosu tekrar tekrar üretip dur­maktadır. Buna rağmen ne kozmos, ne de kaos kalıcı değildir.  [522]

 III.1.4. Tedbir Dönemi

 Evreni meydana getiren güç, geleceğe göre onlara nizam vermiştir. [523] Bu nedenle, göklerin ve yerin yaratilışıyla yakın gele­cekte ve uzak gelecekte bir takım planlamalar, ilerleyen zaman içe­risinde elbette ki pratize edilecek hususlardır. Kozmolojik sistemin başlaması demek olan tedbir döneminden önce bu manada bir zaman ölçümünden bahsedilemez. Nitekim Râzî de bu bağlamda ilk yenilenenden önce zaman yoktur [524] derken, kozmolojik olarak zaman ölçümünün olmadığına işaret etmiş olmalıdır. Gök cisimle­rinin hareketlerinin başlangıcı, ne daha önce ne daha sonra olup, tam zamanında başlayan bir hakikattir. [525]  İşte istiva, Allah'ın istirahata değil, tedbire başlamasıdır. Yûnus sûresi 3, 31; Ra'd sûresi 2. ayetlere etimolojik bir yaklaşımla, tedbir ifade eden fiillerin, muzari olarak kullanıldığına, bunun ise yenilenmeyi, işin sonunu düşünmeyi ifade edeceğine dikkat çekilmiştir. [526]

İstivanın temsilî kabul edilmesi, yani Allah önce yaratıp sonra melikin tahtına oturup yönetmesi gibi tahtına geçerek yönetti de­mektir. Nitekim A'râf sûresi 54. ayetteki “geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örten” ifadesi bunu teyit etmekte­dir .[527]  Arş üstüne istiva işi, yerli yerinde idare etmektir. Allah'ın, mülkünde tasarrufu ve tedbir edip yönetmesinin, ancak gökleri ve yeri yarattıktan sonra ortaya çıktığı söylenebilir. Nitekim, Tâ-Hâ sûresi 5. ayette bunu teyit etmektedir. Hûd sûresi 7. ayette geçen “arşı, su üstündeydi” ifadesi farklı olayları, hiç bir ardışıklığın ol­mayışını, olağanüstü hallerin işlediğini ifade etmektedir. Ancak, yaratma, bu farklı durumunda kalmamış, bir düzen ve tekerrürü takip etmiş, külli ihtilaflarla farklı farklı mahlukat yaratıldıktan son­ra, cüzi ihtilaflarla bir uyuşum içinde olan çeşitli mahlukat ya­ratılmıştır. Yaratılanlar dengelenip, yönetilmeye, var olup yok ol­ma, birbirini takip etmeye başlamış ve bu vakitten itibaren zamanda bir devir, çeşitli işlerde bir düzen ve sıra oluşmuştur. İşte buna sünnetullah yahut adetullah denilmektedir. Bunun için istiva vasfı adetullahtan itibaren mülahaza olunabilir. Ayetlerde kullanı­lan istiva, mahlukata kullanımından alınıp, arşın da üzerine geçirip Allah'a tahsis edilmiştir.

Nitekim şair “Bişr, kıhçsız ve kan dökmeden Irak'ı ele ge­çirdi” [528]derken istiva kelimesini bu manada kullanmış olmalıdır. Araplara göre arş, kralların üzerinde oturduğu tahttır. Daha sonra melikin mülkünden kinaye kılınmıştır. Nitekim, mülk bozuldu, sal­landı manasını ifade eden ifadesinden bu anlaşılmaktadır. Melikin mülkü, istikamet bulup, işleri düzene girdiğindeyse  diyerek isteva kelimesini, işlerin düzene girmesi manasında kullanmışlardır. Allah, âlemi nasıl tedbir edip yönetti­ğine Arapların hükümdarlarından, idarelerinden, alışık oldukları tarzda işaret etmektedir. [529] İstiva kelimesinin hükümran olmak, gücü yetmek manalarına hamledilmesînin yanlışlığına yapılan işa­rette Furkân sûresi 59. ayetteki f edatıyla bağlantılı bir husustur. Bu teze göre “sonra arşa istiva etti” ayetinin manası, sonra da hükümran olarak arşı yarattı ve onu yüceltti şeklinde anlaşılmıştır. Râzî'ye göre, yaratılış stratejisinde arş, yer ve göklere öncelikli olup, Hûd sûresi 7; Ra'd sûresi 2. ayetler buna işaret etmektedir. Furkân sûresi 59. Ayetteki summe edatı ise arşın yaratılmasının sonralığına değil, arşı gökler üzerine kaldırmanın sonralığına işaret etmektedir. [530] Arş, evrenin tamamını kapsar. Bu nedenle, insan aklı bunu kavrayamaz. Onun en yüce kuşatıcı olduğunu ancak Al­lah bilir. Varlığın tamamı, arşın kuşatması altındadır. Onun dışında bir evren tasavvuru mümkün değildir. Arşta, mecazi ve kinaî bir mana olmasından dolayı bu kuşatmayı mekân olarak değil, mana cihetiyle kavramak gerekir [531]. Râzî arşı, zaman olarak; kürsiyi, mekân olarak anlamaktadır. Ona göre arş, zaman olup kürsiyi iha­ta etmekte, akışı da suyun akışına benzemektedir. Hûd sûresi 7. ayette geçen “arşı su üzerinde idi” ifadesi de bunu göstermektedir.

İstiva, sürekli ve düzenli idare, güç ve meşiyyetten kinayed


Konu Başlığı: Ynt: Kuranda Varlık ve Zaman Stratejisi
Gönderen: huriye8/c üzerinde 09 Ekim 2014, 14:58:25
aleyküm selam


Konu Başlığı: Ynt: Kuranda Varlık ve Zaman Stratejisi
Gönderen: Rabia K üzerinde 16 Mart 2015, 15:32:18
kaderde varlıgın  Kitab i mubin adında bir planı vardir yaratiliş bu plana göre işlenir . yaratilişta ise  yaratanın zaman acısından degerlendirme disidır


Konu Başlığı: Ynt: Kuranda Varlık ve Zaman Stratejisi
Gönderen: ❣ Muhammed ❣ üzerinde 16 Mart 2015, 15:53:37
Esselamu Alleyküm Ve Rahmetullah.Konu çok güzel ve öz açıklanmış.Konuda tam bilgim yoktu.Kuranda varlığı ve zaman sıtratejisinide öğrenmiş oldum İnşaAllah.Rabbim (celle celaluhu) razı olsun paylaşımdan dolayı İnşaAllah...