๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mart 2011, 23:59:12



Konu Başlığı: Kurana Göre Tarihin İşleyiş Tarzı 2
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mart 2011, 23:59:12
KURAN'A GÖRE TÂRİHİN (SÜNNETULLAH’IN) İŞLEYİŞ TARZI 2

 4- Sunnetullah Ve Hürriyet Sorunu

 a- Tarihin İşleyişinde İnsanın Özgürlüğü

 Ne zaman bir kanuniyetin varlığından söz edilse, akla gelen ilk soru, bu kanuniyet alanında insanın bir hürriyeti bulunup bulunmadığı olmuştur. Hürriyet sorununa şu veya bu münasebetle temas etmeyen düşünür yok gibidir. Aynı sorunun hâlâ tartışılıyor olması, asırlardır üzerinde düşü­nülen bu soruna insanlığın henüz kesin ve kalıcı bir çözüm getiremediğinin göstergesidir. Genel kanaat, bu gidişle hür­riyet probleminin, insanlığın düşünce gündeminde kalmaya devam edeceği yönündedir. [98]

Kuşkusuz hürriyet meselesi pek çok boyutu bulunan bir felsefe sorunudur. Biz burada bu çaplı konuyu başlı başına ele alacak değiliz. Böyle bir alt bölüm açmakla, şimdiye ka­dar kimsenin bulamadığı formülü bulduğumuzu iddia edi­yor da olamayız. Bununla birlikte, bir kanuniyetin ifadesi olan sunnetullah olgusunu ele alıp da hürriyet konusuna değinmemek, esasen var olan bir problemi görmezlikten gelmek olurdu. Biz bu bölümde sadece Kur’an’ın, tasvir etti­ği tarih alanında insana özgürlük verip vermediği üzerinde durmaya çalışacağız.

Konuya, problemin ortaya konmasıyla girmenin, en azından sistematik açıdan uygun olacağı kanaatindeyiz. Meseleyi Max Planck şöyle dile getiriyor:

“Bir yanda insanın kendi ahlâkî onuru, öte yanda iç ve dış dünyalarımızda keskin bir yasallığın egemen olduğu kanısı işte ciddiyetle düşünen her insanın bu ikisini bağ­daştırmak isteği ve tutkusu kadar eski bir konudur bu. Burada daha katısını düşünemeyeceğimiz bir kaışıtlaşma daha ilk anda belirmiyor mu dersiniz? Öyle ya, bir yanda doğada olsun, manevî yaşamda olsun, tüm olaylar par­çalanmaz kurallara göre yürüyor. O kurallar ki, bilimsel bilginin temeli olduğu kadar, pratikteki eylemlerimizin de ilkeleridir. Öte yanda en yakın bilgilenme kaynağımız olan bilinçliliğimizde yatan güven bilinci, kendi düşünce ve kararlarımıza egemen olmaklığımızın güveni; her an şöyle ya da böyle, akıllıca ya da çılgınca, iyi ya da kötü davranma olanaklarının elimizde olduğuna güvenebilmekliğimiz. Bu ikisi birbiriyle nasıl bağdaşıyor ? [99]

Kanuniyet ve hürriyet arasındaki temel problem özetle budur. Konuyu Kur'an'daki tarih yasalarına taşıdığımızda, en önemli ipucu olarak, bu yasaların Kur'an'daki ifade ediliş biçimleri karşımıza çıkmaktadır. Tarihi yasaları Kur'an’da her zaman önermeler halinde sıralanmış değildir. Bazen açık bir şartlı önerme olarak ifade edilen bu yasalar, zaman zaman pratik önermeler şeklinde sunulmuştur. Ancak bu yasaları yakalayabilmek çoğu kez, Kur'an'ın bütünü göz önünde bulundurulmak suretiyle mümkün olabilmektedir. Esasen bu son iki gruba giren ifade biçimlerinin de şartlı önermelere indirgenebilirliği haiz olduklarını biliyoruz.

Bu durumda, meseleye yaklaşırken Kur'an'da açıkça şart­lı önerme biçiminde ifade edilen yasalar temel alınmalıdır. Bunun pratik yararı Kur'an'ın tarihe bakışındaki en temel noktayı ön plana çıkarmasıdır. Söz konusu nokta, bütün şartlı önermelerde şart kısmının insana bırakılmış olmasıdır. Görebildiğimiz kadarıyla bu noktayı en çarpıcı biçimde or­taya koyan, Irak'lı düşünür M. Bakır es-Sadr olmuştur:

“Tarihî yasaların bir kısmı şartlı önermeler şeklinde teza­hür ediyordu. Ve bu şartlı önerme, kendi konumunda çoğu zaman insan fiili ve ihtiyarının konusu oluyordu. Yâni burada insan iradesi, şartlı önermenin mihverini, şartını oluşturuyordu. [100]

Bir şartlı önermede verilmek istenen mesaj, şart tahak­kuk ettiği takdirde, sonucun kaçınılmazlığı; başka bir ifade ile, sonucun şart tarafından belirleneceğidir. [101] Böyle olunca, şartlı önerme şeklinde ifade edilen bir tarih yasasında sonu­cu belirleyen faktör, şartın tahakkukunda söz sahibi olan insan unsuru olmak durumundadır. Söylediklerimizi so­mutlaştırmak için, bu tür ifadelerin Kur'an'daki en tipik örneklerinden biri olarak aşağıdaki ayeti zikredebiliriz [102]

“Bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe, ALLAH onla­rın durumunu değiştirmez.” [103]

Ayette, toplumsal değişme -hangi yönde olursa olsun-açıkça insan fiillerinin sonucu olarak sunulmaktadır. Bu de­mektir ki, beşerî bir pay olmaksızın herhangi bir tarih yasa­sının işlemesi mümkün değildir. Şu kadarı var ki; insanlığın, sunnetullah'ın işlemediği bir alan bulması mümkün olma­yacağı için, tavrı ne olursa olsun insanlık şu ya da bu yasa­nın şart kısmını işlemekte ve kaçınılmaz sonucu çağırmak­tadır, îşte insanın bu konumu onun sürekli uyanık olmasını gerekli kılmakta ve ona görevinin boyutunu hatırlatmak­tadır:

“İnsanoğlu başıboş bırakılacağını mı sanır ?.. [104]

Hürriyetle çelişir görünen asıl yasalar, pratik önerme şeklinde ifade edilenlerdir. Bu tür yasalara, en çok tartışılan konulardan biri olan ecel ayetleri örnek gösterilebilir:

“Her ümmetin bir eceli vardır. Süreleri dolunca ne bir an geri alınırlar ne de bir an ileri ... [105]

Kur'an'ın bütünlüğü göz ardı edilecek olsa, bu gibi ifade­lerden tam anlamıyla determinist bir yasa çıkar; her toplu­mun önceden-belirlenmiş bir hayat süresi vardır, bu süre dolduğunda, o toplumu oluşturan insanlar ne yaparlarsa yapsınlar toplum yok olur. [106] Ama konuyla ilgili diğer Kur’an pasajları ile bir arada düşünüldüğünde bu tür ifadelerde, şartlı önermeler halinde sunulan pek çok yok oluş yasasının işleyişindeki kesinliğin teyit edilmekte olduğunu görmek zor olmayacaktır. Kur'an pek çok yok oluş yasasına yer ver­mektedir:

“Neredeyse seni, yurdundan çıkarmak üzere tedirgin ede­cekler. Böyle bir durumda kendileri de senden sonra pek az bir süre kalabilirler. Bu, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimiz için de geçerli olmuş bir uygulamadır. Bizim davranışımızda bir değişiklik bulamazsın.” [107]

Ecel ayetlerinde verilmek istenen ise, yasalar gereği sonu gelmiş bir toplumu kimsenin kurtaramayacağı veya yok olu­şun şartları oluşmamış bir toplumun yıkılmayacağıdır. Ecel'e, önceden belirlenmişlik anlamını vermek[108] Kur'an'ın büyük bir bölümünü görmezlikten gelmek olur. Ecel ayetle­rinin içinde yer aldıkları bağlama dikkat edilecek olursa, bu tür ifadelerin, bir toplumun yeterli sebep yokken cezalan­dırılması veya yok oluşu çağırmış bir toplumun kurtarılması beklentilerine cevap niteliği taşıdıkları görülür:

“Doğru iseniz bu söyleyip durduğunuz azap ne zaman, di­yorlar. De ki, ben kendime dahi ne bir zarar, ne bir fayda verecek durumdayım. Her toplumun bir süresi (ecel) vardır, süreleri geldiğinde ne bir an geri alınırlar, ne de bir an ileri... [109]

Konuya bu açıdan yaklaşıldığında hürriyet meselesi ile ecel ayetleri arasında bir çelişkiden söz etmek oldukça güçtür. Ancak problem burada bitmemektedir. Çünkü tarih yasalarında şart kısmının insanlara bırakılmış olması tek ba­şına bir şey ifade etmemekte; buna ilâve olarak, insanlığın söz konusu şartı işleyip işlememe konusunda hür olması ge­rekmektedir. Bu soru, temelde insan fiilen problemine irca edilebilir niteliktedir. Yine de, burada konumuzun sınırlarını aşmamaya özen göstererek, sadece bu konudaki yanlış an­laşılmalara delil gösterilen bir ayeti ele alıp, sorunun ceva­bını bu çerçevede aramaya çalışacağız. Söz konusu ayet şöyledir:.

“Biz bir ülkeyi (qarye) yok etmek istediğimizde (eradnâ), oranın doyurulmuş {mutref) kesimine emrederiz, onlar da orada yoldan çıkarlar. Artık orası hakkındaki söz ger­çekleşmiş olur ve biz de o ülkeyi darmadağın ederiz.[110]

Toplumun ekonomik gücünün belli bir kesimin tekelin­de toplanmasının gebe olduğu sosyal dengesizliklerin, top­lumun bölünüp parçalanmasını doğuracak bir faktör oldu­ğuna Kur'an birden fazla yerde temas eder [111] Yukarıdaki ayet de temelde aynı olguya işaret etmektedir. Ne var ki, ayetteki "mutreflerine emrederiz" ifadesine yüklenen yanlış anlam nedeniyle, ayet "toplumu yok oluşa sürükleyen şartın bizzat ALLAH tarafından hazırlatıldığı" şeklinde anlaşılabilmiş ve Kur'an bütünlüğüne açıkça ters düşen bu anlayışın izâlesi için, metin üzerinde zorlamalarda bulunma yoluna gidil­miştir [112].

Herşeyden önce şunu hatırlamak gerekir ki, Kur'an'a göre, ALLAH'ın -tâbir yerindeyse- hiç bir toplumla alıp veremediği yoktur. Dolayısıyla ALLAH'ın herhangi bir toplumu durup dururken yok etmeyi istemesi, Kur'an açısından söz konusu edilemez [113].

Kur'an'da erâde fiili ALLAH için söz konusu edildiğinde, nesnel bir gerçekliğin ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konu üzerinde bir sonraki alt başlıkta geniş bir şekilde durulacağından, burada şunları kaydetmekle yetineceğiz: ALLAH'ın tarih alanına ilişkin iradesi, tarih kanununu belirler. Kur'an'ın tarihle ilgili olarak kullandığı qavl ve kelime de söz konusu iradenin ALLAH tarafından sözlü ifadesini tasvir etmektedir [114]. Kur'an'da yer yer bu kelimelerle anlatılan tarih yasası, burada ilâhî irade olarak anlatılmıştır. Dolayısıyla ayette yer alan, "bir ülkeyi yok etmek istediğimizde..." ifade­sini "ülkelerin yok olmasıyla ilgili koyduğumuz yasa şudur ..." şeklinde anlamak gerekir. Emr kelimesine gelince, 'buyruk' anlamındaki bu kelime­nin Kur'an'da ne anlamda kullanıldığını kavrayabilmek için, öncelikle söz konusu buyruğun' teklîfî (normative) mi, yoksa tekvînî (descriptifve) mi olduğunu tespit etmek gere­kir. Çünkü ALLAH'ın hür irade sahibi insana bir şeyi yapma­sını veya yapmamasını buyurması gibi; güneşin, ayın, yıldız­ların vs. hareket tarzını evrene dikte etmesi de Kur'an'da bir buyruk {emr} olarak ifade edilir [115].

Üzerinde durduğumuz ayetteki emrin normatif bir buy­ruk olması mümkün değildir".[116] Buradaki emr, tıpkı gök ci­simlerinin hareket kanunlarını belirleyen emr gibidir ve mutreflerin hareket tarzlarını belirlemektedir ki bu da fısq'tır. [117] Şu halde toplum içerisinde yolsuzluk etmek, bozgun­culuk çıkarmak mutreflerin zorunlu fonksiyonudur. Tıpkı cazibenin, gök cisimlerinin zorunlu bir fonksiyonu olduğu gibi... Bu noktada hürriyet ortadan kalkıyor gibi görünse de, durum hiç de öyle değildir. Çünkü söz konusu olan A veya B şahsı değil, belli bir vasfı haiz insanlardır. Mutref'lik, dün­yaya olan sonsuz düşkünlük ve onu gaye edinme hâlidir. [118]

İnsanın doğuştan getirmediği bu özelliğin ayırıcı vasfı, mal sahibi olmak değil, dünyaya bakış açısı ve ahlâkî durumdur. Tek gayeleri olan çıkarlarını korumak için her yola baş­vurabilecek bu tip insanlar, sağlıksız her toplumda olagel­miş ve yaptıkları iş gerçekten fısk, fesat ve zulümden baş­kası olmamıştır. [119]

İsrâ suresinin 16. ayetinde anlatılan budur. Burada top­lumların yok oluş süreçlerinden biri öğretilmekte ve mutref tipler üreten toplumların tarihsel durumuna dikkat çekil­mektedir.

Zikredilen bu örnekler bir yana, tarihsel bir olguyu anla­tan bütün Kur'an ifadelerinden, zaman zaman insanı belirle­yen yasalar çıkarıldığı da görülebilmektedir. Örnek olarak Kur'an'ın tarih boyunca ne zaman bir peygamber gönderilse ona mutlaka karşı çıkıldığından söz eden ifadeleri [120] bir ya­sa olarak değerlendirilebilmiştir. "Sunnetullah gereği her peygambere karşı konulmuştur [121] gibi açıklamaların teme­linde bu anlayış yatmaktadır. Oysa ki bu gibi ifadeler açıktır ki, tarihsel bir vakıadan söz etmektedir. Şüphesiz tarih bo­yunca peygamberlere mutlaka karşı çıkan birilerinin bulun­masının çözümlenebilir sebepleri vardır; dolayısıyla bu karşı koymanın temelindeki sosyo-psişik nedenler araştırılabilir. Ama bu başka bir şeydir, insanların peygamberlere sunne­tullah gereği karşı çıktıklarını söylemek daha başka bir şeydir. İkincisinde insan davranışının belirlenmesi söz konusu­dur ki, bu anlayışı Kur'an'dan temellendirmenin imkanı yok­tur.

Esasen tarih içerisinde -başka bir ifadeyle sunnetullah karşısında- insan cinsinin bir hürriyeti olup olmadığı, soru­su Kur'an'ın insan anlayışından bağımsız ele alınabilecek bir konu değildir. Önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz gibi, Kur'an insanı hürriyet sahibi bir varlık olarak ta­nıtmaktadır. Tarih alanının insanın hür iradesiyle fiile çıkar­dığı davranışlar alanı olduğu da hatırlanacak olursa sunne­tullah'ın işleyebilmesi için insanın hür davranışlarıyla tarihe katılımda bulunması gerektiği görülür.

Sonuç olarak, Kur'an'ın ALLAH – toplum(insan) ilişkisi ola­rak değerlendirdiği tarih anlayışı içinde bir anlamı bulunan sunnetullah, bu ilişkideki ilâhî tavrın ifadesidir. Bir başka söyleyişle sunnetullah'ın belirlediği bir irade söz konusu edilecekse, bu insan iradesi olamaz. İlâhî iradenin belirlenip belirlenemeyeceği ise ayrı bir tartışma konusudur. [122]

 b- Tarihin İşleyişinde İlâhî İradenin Yeri

 Hürriyet sorunu söz konusu edildiğinde, Müslümanlarla sınırlanması mümkün olmayan, Tek Tanrı inancına sahip çevrelerde insan hüriyetinin yanısıra bir diğer sorun daha gündeme gelir [123] îlâhî irade hürriyeti diyebileceğimiz bu problemin özünü de, Tanrı'nın sözü edilen kanuniyete rağ­men dilediğini yapıp yapmayacağı veya yapabilip yapama­yacağı sorusu teşkil eder. Biz bu sorunu da, bir önceki bö­lümdeki gibi sadece sunnetullah'ın değişmezliği çerçeve­sinde ele almakla yetineceğiz.

Hürriyet konusunu tartışmaya insan özgürlüğünden başlayıp, Kur'an'ın insanı tarih içerisinde âdeta tarihin direksiyonunu onun eline verircesine hür kabul ettiği sonucuna varmıştık. Bu sonuç üzerine "tarih alanında ALLAH'ın rolü ne­dir?" sorusu da haklı olarak sorulabilir. Şartlı önermeler ola­rak formüle edilen tarih yasalarının ekseni durumundaki şartın tahakkuku insana bırakıldığına ve bunun gerektirdiği sosyal değişme zorunlu olarak onu takip edeceğine göre, ALLAH'ın rolü ne olacaktır?

Öyle sanıyoruz ki, Kur'an'da bütün bu soruları yersiz kılmaya yeterli bir ALLAH, fikri verilmektedir; O her şeye kadirdir [124] irade buyurduğunu yapandır [125] ve her an bir iştedir. [126] O'nun, dilediğini yapma gücüne mutlak anlamda sahip olarak, her an bir işte olması ile tarih içerisindeki tav­rını değiştirmeyeceğini söylemesi bir arada düşünüldüğün­de; O'nun kurduğu nizamı bizzat ve kararlılıkla devam ettir­mekte olduğu sonucu çıkmaktadır. ALLAH'ın güç sahibi olma­sı nizamı bozmasıyla eşdeğer kabul edilmemelidir. Aslında biraz incelendiğinde bu ikisinin aynı şeyler olmak bîr yana, birbirine aykırı hususlar olduğu görülür. Çünkü bu nizamın böyle işlemesini ALLAH irade buyurmuş ve değiştirmeyeceğini vaadetmiştir. ALLAH'ın verdiği söze muhalefet etmesi­nin bir irade ve kudret meselesi olarak telakki edilmesi, mantıksal yoksunluğunun yanısıra Kur'an'ın meseleye ba­kışıyla da çelişir görünmektedir:

“Nice kasabaların halkını haksızlık yaparken yok ettik. Ar­tık çatılan çökmüş, kuyulan metruk, sarayları bomboş kalmıştır. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olupbitenleri akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde bulunan kalp­ler de körleşir. Senden, başlarına acele azab getirme­ni istiyorlar. (Ancak, biline ki) ALLAH sözünden asla caymayacaktır. Rabbinin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” [127]

Bu noktada, tarihsel seyrin tâbi olduğu yasaların ALLAH ta­rafından değiştirilmemesi ile pasif irade teorisi arasında fark bulunduğunu da vurgulamak gerekmektedir. Genellikle sudur’u kabul edenlerin benimsediği bu teoride ALLAH, bir bakıma olup-bitenler karşısında bir seyirci durumundadır ve yaptığı tek şey olan-bitene rıza göstermektir. [128] Oysa Kur'an'a göre ALLAH bizzat olayların içerisinde faal bir güce sa­hiptir ve son söz onundur. Böyle olunca ALLAH rıza gös­teren değil, böyle olmasını isteyen konumundadır. Tarihin işleyişinde son sözün ALLAH'a ait olduğunu Kur'an çok yerde vurgulamaktadır:

“ALLAH bir toplumun kötülüğünü isteyince (irâde) artık onun önüne geçilmez.” [129]

ALLAH'ın bir toplumun kötülüğünü (veya iyiliğini) irade buyurması, olaylara bağlı olarak ortaya çıkan (hadis) bir arzu/istek değildir. O, belli vasıflardaki toplumlar için iyilik veya kötülüğü ezelde irade buyurmuştur. Bu yüzden bir toplum, örneğin zâlim vasfını kazandığında, o toplum için yok oluş sürecinin başlaması ALLAH'ın iradesi gereğidir. Bu sonucu Kur’an’ın aynı zamanda sunnetullah olarak da ad­landırdığını düşünecek olursak, ilâhî irade ile sunnetullah’ın değişmezliği arasında herhangi bir çatışma veya ay­kırılıktan söz etmenin bir vehim olduğunu görürüz.

Bu tür yanlış anlamalara konu olan pasajlar genellikle hadis / arızî bir ilâhî irade fikrine yer verilen faraziye cümleleridir:

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlannı düşman yaptık. Aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi (lev şâ'e) bunu yapamazlar­dı.” [130]

“ALLAH dileseydi (lev şâ'e), onlardan sonra gelen milletler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi...” [131]

Benzer pasajları dikkatle incelediğimizde bu hadis irade fikrinin, muhataptaki bir beklentinin Kur'an'a yansıması olduğunu görürüz: ALLAH'ın tarihe müdehale etmesi beklen­tisi... ALLAH'ın tarihin seyrine müdahale gücünü teorik bazda gündeme getiren bu tür ifadelerle anlatılmak istenen, öyle sanıyoruz ki, ALLAH'ın tarih alanına müdahale etmek isteme­sinin iradesine aykırı olduğudur [132]. Yukarıda zikredilen aye­tin devamı okunacak olursa, söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır:

“...ALLAH dileseydi (lev şâ'e) birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ALLAH, istediğini (yurid) yapandır.” [133]

Ayette geçen irâde ve meşîet fıileri arasındaki ince fark dikkate alındığı zaman [134] ALLAH için -tabir caizse- canının istediğini veya aklına geleni yapmak gibi bir irade-kudret ilişkisi düşünülemeyeceği sonucu elde edilir. Esasen Kur'an açısından ALLAH için "aklına esmek" ve "canı birşeyi istemek" gibi, zaafa bitişik fiiller söz konusu değildir. Bu yüzden ALLAH'ın ezelî iradesiyle koyduğu kanunları değiştirmeyi iste­mesi, Kur'an'da nefyedilen bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. ALLAH'ın tarih içerisindeki tavrını değiştirmeye­ceğinden dolayı Kur'an buna sunnetullah demektedir.  

Kur'an'da fizik alanın yasalarına bakarak tarih yasaları için değişmezliğin teyit edilmiş olmasının ve tarihin bu yasa­lar uyarınca işlemesine ALLAH'ın davranış biçimi denmesinin bir sebebi de, şöyle dile getirilebilir: Bu yasaların birinci çeşidinde ALLAH-tabiat ilişkisi söz konusudur. Yani bu ka­nunların konusu, hürriyeti olmayan, dolayısıyla sorumsuz olan tabiattır. İkinci tür yasalarda ise ALLAH – insan(toplum) ilişkisi söz konusudur. Bu kanunların konusu olan insan ise hür irade sahibi olup, hürriyeti ölçüsünde sorumluluğu hâiz bir varlıktır. Tarih yasalarının konusu olan ilişkide iki tarafın birbirlerine karşı hür tavır alışları vardır. Bir tarafta davra­nışları taqvâ ve fucûr arasında gidip gelen potansiyel bir is­tikrarsızlık sergileyen beşer; öbür tarafta mutlak hür olanın mutlak düzenli, âdil tavrı. [135] Kur'an'da ALLAH'ın tarihsel seyre müdahale etmeyeceği fikri işlenirken sunnetullah'ın yanısıra kullanılan kelime ve qavl kelimelerinin yeraldığı ayetler de, bu problemin çözü­münde önemli ipuçları içermektedir:

“İnsanlar bir tek milletten başka bir şey değildi. Sonradan ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi.” [136]

Kur'an'daki bu cevabî nitelikli ifadelerden hareketle elde ettiğimiz söz konusu beklenti, ALLAH'ın gücünü inkâr eden­lerde, sözü edilen ilahî gücün ispatını talep sadedinde bir meydan okuma şeklinde belirirken; mü'minlerde de İlâhi değerlere karşı çıkan güçlerin yok edinmesini talep şeklinde tezahür etmektedir. Her iki durumda, da farkında olunsa da olunmasa da, ALLAH'tan kendi davranış tarzına aykırı hareket etmesi beklenmektedir. Burada, daha önce sunnetullah’ın değişmezliği konusunu işlerken verdiğimiz örneklere, Hz. Peygamber'in benzer bir beklentisine verilen cevâbı ekle­mekle yetineceğiz:

“Biliyoruz, onların dedikleri elbette seni üzüyor, gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler bile bile ALLAH'ın ayetlerini inkâr ediyorlar. Senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Yalanlamalarına ve eziyetlerine sabrettiler, nihayet onlara yardımımız yetişti. ALLAH'ın kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur. Sana da Rasûllerin ha­berlerinden bir parça geldi. Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, haydi yerin içine bir delik ya da göğe bir merdiven ara ki, onlara bir mucize getiresin !.. ALLAH dileseydi elbette onları hidayet üzere toplardı, o halde cahillerden olma.” [137]

Bütün bu açıklamalardan sonra, Kur'an'ın değişmez tarih yasaları ve ilâhî irade ilişkisine bakışını şu şekilde özetle­yebiliriz, İlkin, Kur'an'ın sunnetullah dediği ALLAH'ın tarih içerisindeki değişmez tavrı O'nun kendisi için benimsediği iradî bir tavırdır. Bu değişmez tavrın çeşitli örneklerinin Kur'an'da tarih yasaları olarak anlatılması, ALLAH'ın davranış tarzının belirlenmesi değil, tasvir edilmesidir. Söz konusu tavrın yasalığı insan açısındandır. Bu itibarla ilâhî iradenin, değil haricî bir yasayla sınırlandırılması veya belirlenmesi, bizzat ilâhî irade tarafından sınırlandırılması veya belirlen­mesi gibi paradoksal bir durum, en azından Kur'an'da yeri olmayan bir sorundur.

Kur'an'ın "ALLAH kendisine merhametli olmayı yazdı (ge­rekli kıldı) [138] yapmak üzerimize bir borçtur" [139] gibi ifadeleri de bu çerçevede düşünülmelidir. Öyle sanıyoruz ki, bu ifadelerle ALLAH'ın davranış tarzının değişmezliği beşerî bir dille anlatılmaktadır. Aksi halde bunları, ontik bir zorun­luluğun ifadesi kabul etmek, Kur'an'ın ALLAH anlayışıyla bağdaşmaz. [140]


[98] bkz.: Planck, Max, Modern Doğa Anlayışı ve Kuantum Teorisine Giriş (çeviri ve açıklama: Yılmaz Öner), İstanbul 1987, s. 23 vd; Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, İstanbul 1982, s. 10

[99] bkz,: Planck, age., s.23

[100] Sadr, Kur'an Okulu, s.100

[101] bkz.: Öner, Necati, Klasik Mantık, Ankara 1986, s. 57 vd

[102] Bu noktada, psikolojik ve sosyal değişme olgularını bu ayeti temel alarak inceleyen değerli bir çalışmayı zikretmeden edemeyeceğiz; Cevdet Sald, Hattâ Yuğayyirû mâ bi Enfusibim; eserin Türkçe ter­cümesi, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları  terc.: İlhan Kutluer adıyla İnsan yayınları arasında neşredilmiştir (İstanbul 1984).

[103] Ra'd: 13/11.

[104] Kıyâme: 75/36.

[105] A'râf: 7/34; ayrıca bkz.: Yûnus 10/49; Hicr 15/4-5; Mu'minûn 23/43 vb.

[106] Nitekim ecel ayetleri bu anlamda determinist bir yasanın ifadesi ola­rak değerlendirilebilmiştir. Örnek olarak bkz.: Taberî, XI, 122: Ayrıca, İbn Haldun da Mukaddime’sinde, toplumda baş gösteren huzursuzluk ve anormalliklerin arka­sında geçmişte yapılan birtakım hataları aramanın bir yanılgı oldu­ğunu, bu bozulmanın mukadder olduğunu ifade eder. O, toplumla­rın ömrünü üç nesille (120 sene) sınırladıktan sonra da bu ayetler­den birini zikreder, bkz.: Mukaddime (terc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, I. 505-508.

[107] İsrâ: 17/76-77.

[108] Taberî, age., VIII. 167.

[109] Yûnus: 10/48-49 .

[110] İsrâ: 17/l6,

[111] bkz.:Haşr: 59/7vd

[112] Metin üzerindeki tartışmları şöyle özetleyebiliriz:

a) Hicaz ve Irak kurrâsı emernâ şeklinde okumuş, "itaati emrettik" veya "onları emirler kıldık" anlamını vermiştir; Taberî, XV. 54-55-

b) Bir kısım kurrâ emmernâ  şeklinde okumuş, 'gönderdik' (ba'asnâ) veya "musallat ettik" (sallatnâ) anlamını vermiştir; age., XV. 55.

c) Bir kısmı ise âmernâ şeklinde okumuş ve 'çoğalttık’ (kessernâ) anlamını vermiştir, age,, XV. 55-56.

[113] “Rabbin, halkı düzeltici (muslih) olduğu halde, toplumları haksız yere yok edecek değildir.” Hud 11/117.

[114] Yûnus: 10/19; .Fussilet: 41/45; Şûrâ: 42/l4; Neml: 27/85

[115] A’râf: 7/54; Rûm: 30/25.

[116] Nahl: 16/90

[117] Emr kelimesini normatif bir buyruğun ifadesi olarak anlayanlar, bu fiile "itaat etmek" şeklinde bir meful takdir etmişlerdir (krş.: 95-dipnot a). Oysa Arapça'da emera (emretmek) fiilinin mef’ulü açıkça zikredilmiyorsa, emri izleyen eylemin emredilmiş olduğu anlaşılır. Örneğin  "Ben filancaya emrettim, o da vurdu" cümlesinde neyin emredildiği anılmadığı halde, emredilenin 'vurma' eylemi olduğu anlaşılır. Dolayısıyla istifadesinde em­redilen fısqtır. krş.: Reckendorf, H., Arabische Syntax, Heidelberg 1921, s. 316 vd.

[118] Hûd: 11/116

[119] bkz.: Sebe: 34/34-35

[120] Hicr: 15/11; Zuhruf: 43/7

[121] krş.: İktibas, "Kavramlar; Sunnetullah", İktibas, s. 6; et-Telîdî, 'Ab­dullah, Eshâb Helâki'i-Umem ve Sunnetullah fi'l~Qavmi'l-Mucrimîn ve'l-Munharifîn, Beyrut 1986, s. 34.

[122] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 167-176.

[123] Bu konuda geniş bilgi için bkz.: Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, s. 116 vd

[124] Bakara: 2/20; Âİ-i lmrân: 3/26; Mâide: 5/17; Ahkâf: 46/33 vb

[125] Bakara: 2/253; Hûd: 11/107; Hacc: 22/l4.

[126] Rahmân: 55 /29

[127] Hacc: 22/45-47

[128] bkz.: M. Aydın, Din Felsefesi, s.117

[129] Ra'd: 13/ll

[130] En'âm: 6/112.

[131] Bakara: 2/253.

[132] Bu tür ayetler Allah'ın sünnetini dilediği zaman değiştireceği şek­linde anlaşılabilmiştir, bkz.: M.R. Halîl,  el-Menhecu'l-İslâmî, s.88.

[133] Bakara: 2/253.

[134] bkz.: Basâ'ir, (irâde) III.110; (meşîet) IV.363-364

[135] Bu noktada E.Boutroux'nun, varlık tabakası yükseldikçe zorunsuzluğun arttığı ve hürriyet arttıkça da davranışların düzenliliğinin art­tığı yönündeki görüşünü hatırlatmadan edemeyeceğiz; bkz.: Bolay, S. Hayri, "Zorunsuzluk Doktrininde Tabiat Kanunlarının Yeri, Mahi­yeti ve Önemi", AÜİİED,, sayı 5, s. 168,176-177

[136] Yûnus: 10/l9.

[137] En'âm: 6/33-35

[138] En’âm: 6/12; ayrıca bkz.: Mücâdile 58/21

[139] Yûnus: 10/103; Rûm 30/47

[140] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 176-182.