Konu Başlığı: Küfür Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 16 Şubat 2011, 16:20:42 Küfür Gerek Kur'an'ın ve İslâm'ın özünün, gerekse insanların iman edip etmeme noktasında gösterdikleri farklılığın anlaşılması açısından en önde gelen kavramlardan biri 'küfr'dür. 'İman'ın iyi anlaşılması için onun zıddı olan ve ondan önce gelen küfr kavramının iyi bilinmesi ve iyi tahlil edilmesi zorunludur. 'Küfr’ 'Ke-Fe-Ra' fiil kökünden masdar olup, lûgatta 'bir şeyi örtmek' demektir. Bu anlamıyla 'tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen' çiftçiye 'küffar' denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye 'kâfir’, meyve tomurcuğuna 'kâfur', kalça etine 'kâfire', bazı ibadetler ve tevbe de bir takım günahları örttüğünden bunlara da 'keffare' denilmiştir. [281] Cenab-ı Allah (C.C.) insanların yaratıcısı, onları rızklandıran, onlara sayısız nimet veren, yaşatan., bir ilâh ve rabb'dır ki, en küçük bir iyilikte bulunana 'teşekkür' edildiği gibi, nimetleri karşısında Allah'a da 'şükretmek, gerekir: “Beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükr edin, küfr etmeyin” (Bakara: 152). Allah'a şükretmek, sahip olunan nimetlerin yalnızca O'ndan olduğunu kalpten kabul etmek olduğu gibi, bu kabulü de gerek sözlü, gerek fiilî amellerle göstermektir. Fakat insan unutkan ve haksızlığa eğilimli, aynı zamanda iyilikleri kendinden, kötülükleri başkasından bilen bir niteliğe sahip olduğundan iki durumda sahip olduğu nimetlerin Allah'tan olduğu gerçeğini gizlemeğe kalkışır. Bu iki durumdan biri ve en çok görüleni 'aşırı nimetler, zenginlik, mal, evlât ve refah içinde yüzme', diğeri ise 'darlık ve sıkıntı içinde bulunma'dır. Bunlardan birincisi şükretmemenin en önemli nedenidir ve bu yüzdendir ki, zenginler daha çok kâfirlerdir, bir başka deyişle kâfirler daha çok zenginler içinden çıkar; çünkü onlar zenginliklerinin ve içinde bulundukları refah durumunun sona ermeyeceği, bunun kendi kazançları olup akıl ve becerilerinden kaynaklandığını zannederler: “İnsanlar (küfr üzerinde) tek bir ümmet olmayacak olsalardı Rahman'ı küfr edenler'in evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler yapardık. Ve, evlerine kapılar ve üzerlerine yaslanacakları koltuklar, kanapeler. Ve nice süsler. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabbi'nin katında müttakiler içindir” (Zuhruf: 33-35). “Onlara şu iki adamı misal olarak anlat: Birine iki üzüm bağı vermiş, etrafını hurmalarla çevirmiş, ortalarında da ekin bitirmiştik. Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiç bir şeyi eksik etmemişti. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık. Geliri de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona “ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm” dedi. Kendisine zulm içinde bağına girdi; “bunun hiç bir zaman yok olacağını sanmam” dedi. “Kıyamet'in kopacağını da sanmıyorum..” Kendisiyle konuşan arkadaşı ona dedi ki: “Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonra da seni bir adam biçimine koyan Allah'ı mı küfr ediyorsun” (Kehf: 32-37)? “Karun Musa'nın kavmindendi. Onlara karşı bağy etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: “Şımarma, Allah şımaranları sevmez...” “Bu bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi” dedi”(Kasas: 76, 78, 81). “Allah'tır gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla sizin için meyvelerden rızk olarak çıkaran. Ve denizde emriyle akıp gitsin diye gemileri emrinize veren ve sizin için ırmakları teshir eden. sürekli olarak görevlerini yapan Güneş'i ve Ay'ı emrinize veren; geceyi ve gündüzü de sizin için teshir eden... Doğrusu insan çok zalim, çok küfredendir” (İbrahim: 32-34). “Rabbinizdir fazlından arayasınız diye gemiyi denizde yürüten. Doğrusu O size karşı çok merhametlidir. Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka bütün çağırdıklarınız kaybolur. Fakat sizi kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan çok küfredendir (İsra: 66-67). İnsan bazan darlık ve sıkıntı anında da küfrde bulunur: “İnsana Kendimiz'den bir rahmet tattırsak onunla sevinir. Ellerinin öne sürdüğünden dolayı kendilerine bir kötülük dokunsa, muhakkak insan çok küfredici (olur)” (Şuara: 48). İşte, gerek sıkıntı ve darlık, gerekse bolluk ve ferah anında tiksindirici bir istiğna ve şımarıklıkla veya umutsuzlukla insan Allah'a karşı kâfir kesilir. Demek ki, küfr'ün temelinde aynı Şirk'te olduğu gibi bir bakıma nefse tapınma, bencillik ve istiğna vardır ve küfr 'Allah'ı hakkıyla tanımak', O'nun verdiği nimetlerin O'ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemektir. Sözgelimi, insan fizikî yapısını beğenir ve 'şükredeyim diye Allah beni güzel yarattı' demez, “ne kadar güzelim” der ve insanlar karşısında güzelliğiyle övünür. Sahip olduğu yetenek ve becerilerin bütünüyle Allah'tan olduğunu unutur, insanların içine çıkıp “şunu şöyle yaptım, şu kadar kabiliyetliyim” der, fakat “Allah bana bu beceri ve yetenekleri vermiş, o halde bunları Veren'e teşekküren O'nun yolunda kullanayım” diye düşünmez. Çok mala sahiptir, güzel bir evde oturmaktadır, güzel giysiler içindedir, Hz. Süleyman gibi “Bu Rabbimin fazlındandır, şükür mü edeceğim, yoksa küfr mü diye beni denemek için. Kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse muhakkak Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir” (Nemi: 40) demesi ve bunun bilinciyle hareket etmesi gerekirken, Karun gibi “bu bana bilgimden dolayı verildi” der, hele bir de güç ve kuvveti varsa insanlar üzerinde bağy eder ve tam bir tağut kesilir. İnsan, bu şekildeki küfr'üne 'haset, hırs, kibir, gibi olumsuz nitelikler de eklenince artık Allah düşüncesini zihninden atmaya, O'nu adeta kâinattan da silmeğe ve yok saymaya kadar gider. Bazılarıysa kendilerine daha önceden apaçık delillerle bildirilen Allah'ın 'afakta ve enfüste'ki ayetlerinden bazılarını örtmeğe girişir. Kitaplarını veya gönderdiği kitaplardan birini, peygamberlerin tamamını veya bir kısmını. Ahiret'i, melekleri veya kaderi, Peygamberler'in Allah'tan getirdiği esaslardan birini veya bir kaçını kabul etmemeğe yönelir. Bazıları, “Peygamber Allah'tan ne getirdiyse inandım” der, fakat hareketleriyle bunu yalanlar. Temel emir ve yasaklardan bazılarını yerine getirmez, getirmeğe getirmeğe bu emir veya yasağın üzerine bir örtü çeker ve artık yanında 'yok' hükmüne geçer. Allah'ı, ayetlerini veya hükümlerini örten, daha çok da Allah'ı kâinattan silmeğe çalışan, nedenleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri 'yok' sayan, kâinatın yaratılışını, meydana gelen olayları raslantı, zorunluluk gibi bir takım hayalî etkenlere bağlayan, bilmeden her bir zerreyi ilâhlaştıran veya Allah'ın ayetlerinin birini, bir kaçını veya tamamını bu şekilde tanımamaya yönelenlerin artık kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez, dilleri hakkı söylemez hale gelir. Böylelerinin kalpleri üzerine mühür konmuştur ve bunlar için uyarı, korkutma hiç bir etki yapacak değildir: “Andolsun, elçilerimiz onlara açık deliller getirmişlerdi. Fakat, önceden yalanladıklarından ötürü inanmaya, yanaşmadılar. Allah kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler” (A'raf: 101). “Kalpleri vardır, onlarla anlayıp kühnüne ermezler; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. Hayvanlar gibidir onlar, hattâ daha da yoldan çıkmış..” (A'raf:179). “Allah katında bütün hayvanların en şerrlisi akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir” (Enfal; 22). Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan Küfr'ün ana niteliğinin aydınlığa kavuştuğunu sanıyoruz. Gerçi, İslâm alimleri bizim anlattıklarımıza 'nimetlere küfr' diyerek, bunu 'küfr'ün çeşitlerinden biri saymışlardır. Bu doğrudur; şu kadar ki 'nimetlere küfr (nankörlük)' 'Küfr'ün temelini oluşturduğu gibi, Nimet kelimesinin kapsamı içine mal, mülk, göz, kulak gibi maddî ve yetenek, beceri, düşünce, akıl gibi manevî varlıklardan daha çok, risalet, din, hidayet vb. girer. Şu halde, Allah'a ve O'ndan gelen herhangi bir şeye yönelen 'örtme, gizleme, tanımama' işi küfr kavramının kapsamı içindedir. Küfr önce ikiye ayrılır: Fıkhen küfr, hakikî küfr. Bir hadis-i şerifte “Ben insanlarla 'Lâ ilahe illallah' diyene kadar savaşmakla emrölundum; bunun söylediklerinde canlarını ve malarını benden kurtarırlar, içleriyse Allah'a kalmıştır”[282] buyurulmaktadır. İşte, bu hadis-i şerif 'Fıkhen küfr' ve aşağıda geleceği gibi, 'fıkhen iman'ın sahasını çizmektedir. Bir kişi diliyle 'Lâ ilahe illallah' deyip İslâm toplumunun içine girse ve bu toplumun içinde yaşasa 'mü'min ve müslüman’ sayılır. Bu bakımdan, İslâm toplumunda, bu toplumun içinde kaldıkları, fiilî bir isyan hareketinde bulunmadıkları ve üzerlerine düşen hukukî görevleri yerine getirdikleri sürece münafıklar da müslüman muamelesi görürler. Fıkhen küfr'ün bir diğer yanı da vardır ki, 'Lâ ilahe illallah' deyip İslâm toplumunun içinde kalan ve herhangi bir isyan ve karşı koyma hareketinde bulunmayan kişilere, özelikle namaz da kılıyorlarsa 'kâfir' denmez ve böyleleri 'tekfir' edilmez. Allah münafıkların niteliklerini Kur'an'da tanıtmıştır. Bu niteliklere sahip birisine de İslâm toplumu içinde kaldığı sürece 'münafık' denmez; çünkü bu durumda herkes bir diğerini münafık olmakla suçlayabilir. Asr-ı Saadet'te bu tür olaylar cereyan etmiştir. Bir defasında Hz. Ali'nin Yemen'den getirdiği ganimetleri Rasûlüllah'ın bölüştürmesine ashab'dan biri “biz bunları almaya daha lâyıkız. Allah'tan kork ya Rasûlallah” diye karşı çıkmış; Halid b. Velid boynunu vurmak istemiş, Rasûlüllah (S.A.V.), “hayır, belki namaz kılmaktadır” karşılığını vermiş. H. b. Velid, “nice namaz kılan vardır ki, kalbinde olmayanı diliyle söyler” deyince Rasûlüllah “ben insanların kalbini açmak ve karınlarını yarmakla emr olunmadım” şeklinde mukabelede bulunmuştur. [283] İmanda, ve Küfr'de 'tebliğ (bk. Tebliğ) esastır; tebliğin özelliği ise 'belağ', yani nihayetine kadar anlatmak, 'muttali' kılmak, 'ayetleri afakta ve enfüste ortaya koyup gerçeği iyice belli etmek (Fussılet: 53) tir; ki, kişi nefsiyle, iradesiyle başbaşa kalsın ve ahelâk olan açık delille helak olsun, yaşayan da açık delille yasasın” (Enfal: 42). Bu bakımdan, bu şekilde 'tebliğ’ gitmeyen ve kendilerinin de öğrenip anlamasına imkân bulunmayan kişileri hiç bir zaman 'tekfir etmemek İslâm'da vazgeçilmez bir kaidedir. Böyle kişilere, çocuklara ve aklî yetkinlik bakımından çocuk düzeyinde olan yetişkinlere 'müstaz'af adı verilir ve durumları Allah'a bırakılır. Onlar “hiç bir çareye gücü yetmeyen ve yol bulamayanlardır” ki (Nisa: 98), İmam Muhammed el-Bakır “yol bulamamayı” bu noktada (imana yol bulamama1 şeklinde tefsir ve te'vil etmiş, boylelerinin durumunun Allah'a bırakılması gerektiğini belirtmiştir. [284] Ehl-i Sünnet alimleri de aynı inançtadırlar. Şu kadar ki, kendilerine 'tebliğ' gitmeyen ve aklî yetiye sahip olanların Allah'ın varlığına inanmaları gerektiği de söylenmiştir. İslâm alimleri arasındaki asıl görüş ayrılığı hakikî küfr noktasındadır. Kişinin hangi durumlarda gerçekten kâfir olduğu uzun boylu tartışılmış, ortaya çok çeşitli görüşler ve farklı farklı küfr çeşitleri çıkmıştır. Eş'arî ve Maturidî kelâmcılarının çoğunluğuna göre küfr, ‘zarurat-ı diniyyeden olduğu kat'ıyyetle bilinen şeylerin tamamını veya bir kısmını kalben tasdik etmemektir.” Zarurat-ı Diniyye iman esaslarından ayrı olarak 'namazın, zekâtın, haccın orucun farzıyyeti, zinanın, adam öldürmenin, içki içmenin haram oluşu gibi emir ve yasaklar'dır. Bu şekilde, helâlların hellâ, farzların farz, haramların haram ve yasakların yasak olduğuna bilerek inanmayan kişi küffe girer. Kerramiye ve Mürcie mezheplerine göre, küfr, Allah'ı, peygamberleri ve peygamberlerin getirdiklerini kalben tasdik etmekle beraber, dille söylememektir. Mürcie ve Kerramiye küfr’ün karşısında iman'ı yalnızca 'dille ikrar' olarak kabul ettikleri için, küfr'ü de 'dille ikrar etmeme' şeklinde tanımlamışlardır ki, bunun 'fıkhen küfr’ sahasına girdiği açıktır. Onlar, 'fıkhen küfr'le 'hakikî küfr'ü bir saymış, dille ikrarda bulunan herkesin mü'min olduğunu benimsemişlerdir. Bazı kelâmcılara göre küfr, 'özürsüz tasdik edilmesi gereken şeyi tasdik etmemek, ikrar edilmesi gereken şeyi de ikrar etmemektir. Haricîler'e göre küfr, 'dille ikrar, kalple tasdik etmemek ve nafile olsun, farz olsun emir ve yasaklara riayette bulunmamaktır.' Haricîler bir emir ve yasağı çiğnemenin küfr olduğunu ileri sürerken, onlara yakın bir görüşü benimseyen Mutezile ise 'Allah'ı ve Peygamber'i bilmemeğe delâlet eden günahları işlemeği küfr saymış, zina, şarap içme, kasden adam öldürme gibi büyük günahların da kişiyi imandan çıkarmakla birlikte, küfr'e de düşürmediğini kabul etmişlerdir. [285] Küfr ve iman konusunda en çok tartışması yapılan konu 'büyük günah işlemek küfr müdür, değil midir’ sorunudur. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Haricîler her türlü günahın küfr olduğuna fetva verirken, Mutezile büyük günah işlemeği imanla küfr arasında saymış, bunların tam tersine Mürcie ise büyük günahın imana bile zarar vermeyeceğini, hattâ büyük günah işleyenin fasık bile sayılmayacağını ileri sürmüşlerdir. Ehl-i Sünnet'te ise farklı görüşler vardır. Fakat genelde kabul edilen görüşe göre, 'kişi hem mü'min hem günahkâr olabilir. Büyük günah işleyen kimse yaptığını helâl görerek, hafife alarak ve alay ederek yapmazsa (böyle yapanlar kâfir sayılmıştır) dünyada kâfir sayılmaz; kendisine mü'minler gibi muamele edilir; Ahiret'te ise dilediği takdirde Allah'ın günahını affedeceği umulur veya işlediği günah miktarı cezalandırılır. Fakat, kalbinde imanı bulunduğu için neticede Cennet'e girer. 'Ehl-i Sünnet kelâmcılar, büyük günah işleyen kimseye kendisinde iman bulunduğu için mü'min, büyük günah işlediği için fasık, dövene darib, öldürene katil, inkâr edene kâfir, tasdik edene musaddık derler. [286] İtikat noktasında kimlerin kâfir olduğu, kimlerin olmadığı konularında Ehl-i Sünnet mezhepleri ve kelâmcıları arasında da bir takım görüş ayrılıkları olduğu gibi, büyük günah noktasında da görüş ayrılıkları vardır. Bir takım aşırı noktalara vardırılan ihtilâflar, İmam-ı Gazalî'nin belirttiği gibi küfr'ü adeta “Eş'arî, Mutezile ve Hanbelî gibi muayyen bir mezhebe muhalefet etmektir” şeklinde tanımlamalara yol açmıştır. Namaz konusunda da bir takım görüş ayrılıkları vardır. Hadis Ehli namaz kılmayanın küfr'üne fetva vermişler, hattâ bu görüşte olmayan İmam-ı A'zam gibi mezhep büyüklerinden bile hadis rivayet etmemişlerdir. îmam Ahmed İ. Hanbel de tembellik sebebiyle bile olsa özürsüz namazı terketmenin küfr olduğu inancındaydı. Hanbelîler'e göre namaz kılmayan kişi üç gün namaz kılmaya davet edilir; üçüncü günün sonunda da kılmazsa öldürülür. Maliki ve Şafîler'e göre kâfir olduğu için değil, namazı terketmenin haddi olarak öldürülür. Hanefîler'e göre öldürülmez, fakat namaz kılıncaya kadar hapsedilerek uygun telkin ve öğütlerle kılması sağlanır. [287] Küfrü gerektiren durumlar, küfr sözleri gibi bu konuda pek çok ayrıntı varsa da bu çalışmanın hacmi dışında kaldığından buraya almıyoruz. İslâm alimleri meydana geliş, şekli, sebebi ve yeri itibariyle küfr'ü dörde ayırmışlardır: 1. Küfr-i İnkârı: Allah'ı, Peygamberi ve onun Allah'tan getirmiş olduğu esasları kalpten kabûllenmemek ve dille de inkâr etmek. 2. Küfr-i Cühud: Kalben Allah'ı bilip kabul etmek, fakat dille inkâr etmek. 3. Küfr-i İnadı: Kalben hakikati bilip dille de zaman zaman itiraf etmek, fakat haset, kin, şan, makam gibi endişelerle İslâm'ı bir din,olarak kabullenmemek. 4. Küfr-i Nifak: İnanılması gereken şeyleri dille ikrar etmek, fakat kalben inanmamak. [288] Küfr'ün temelde 'örtmek' demek olduğunu ve Allah'ın Zatı'nı ve/veya ayetlerini dille, kalben veya kasdî ve iradî hareketlerle gizlemek, açığa vurmamak, aktardığımız farklı görüşleri de göz önüne alarak ve herhangi bir mezhep taassubuna kapılıp da Kur'an ayetlerini te'vile gitmeden şu sonuçlara varabiliriz: Küfr iki türlüdür: 1 - İtikadı, 2 -Amelî. İtikadı küfr'se iki mertebedir; a) İslâm alimlerinin 'dehrî, zındık' dediği, bugünse daha çok 'materyalist' olarak adlandırılan kişilerin yaptığı gibi mutlak inkâr. 'Münker'i anlatırken de belirttiğimiz gibi, 'inkâr' 'tanımamak, yokluğa mahkûm etmek, yok saymak, demektir. İman gibi hakiki küfr de temelde kalbî tasdik olduğundan, eğer bir kişi Allah'ı yok sayar, O'nun kâinattaki tasarruflarını bir takım hayalî 'ilâhlar'a verir veya Hristiyanlar'ın yaptığı gibi O'na parçalar biçer, kayıt getirir, noksanlık ve acizlik izafe ederse, böyle biri mutlak kâfirdir. Aynı şekilde Nübüvvet'i ve Ahiret'i inkâr da mutlak küfr'ün sahası içindedir. b) Ayetleri inkâr: Ehl-i Kitab'ın küfrü daha çok bu türdendir. Allah'ın Zatı'na yönelik olan küfr'ün dışında peygamberlerden veya kitaplardan birini inkâr, haramların haramlığını, helâlların helâllığını inkâr, Allah'ın indirmediğini indirdi, indirdiğini indirmedi diyerek Allah'a yalan iftira atma bu ikinci tür küfr'ün içne girer. 2. Amelî küfr: Eğer bir kişi Allah'ın emir ve yasaklarını hafife alarak, küçümseyerek, onların karşısında kendince bir takım gerekçelerle kibirlenerek, zamansız veya yersiz görerek yerine getirmezse bu kişi de kâfirdir. Bunun en büyük delili İblis'in durumudur: “O zaman ki, meleklere “Adem'e secde edin” dediğimizde hemen secde ettüer. İblis hariç; kaçındı, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu” (Bakara: 34). Bunun dışında, büyük günahları işlemek de mü'minin değil, kâfir'in niteliğidir. Gerçi, Kur'an'da, sözgelimi iki mü'min topluluğun birbirleriyle savaşabileceği gibi (Hucurat: 9) “mü'mine sövmek fısk, onu öldürmek küfrdür” hadisine zıtmış gibi görünen bazı amellerin mü'minlerce de işlenebileceğini ima eden ayetler yok değildir. Fakat, İman konusunda da anlatacağımız üzere, Peygamber'in davetine 'evet' diyen bir kişi hemen 'mü'min' sayılır, münafıklar da İslâm toplumu içinde mü'min sayılırlar ve Kur'an-ı Kerim “ey iman edenler” derken İslâm toplumunun tüm üyelerine seslenir, ama “ey iman edenler, iman edin” diyerek iman içinde hakikî imanın bulunduğunu da belirtmekten geri kalmaz. İkinci olarak, önemli olan mü'minin büyük günahı işleyip işlemeyeceğinden çok, işlediği andaki durumudur. İşte, bu gerçeği şu hadis-i şerif çok güzel ortaya kor: “Kişi mü'minken çalmaz, mü'minken zina etmez; bunları yaptığı anda gömleğin bedenden çıktığı gibi, iman da o kişiden çıkar gider.” [289] Allah'ın farzlarını yerine getirmeyen ve haramlarını işleyen kişi amelî küfr'ün içine düşmüş olur. Bunun adı Kur'an'da fısk'tır; nitekim, fısk'ı anlatırken de belirttiğimiz gibi, fısk küfr'ün amelî yönüdür, daha doğrusu fiilî yönüdür; çünkü, küfr veya iman da tasdik açısından kalbin amelidir. Küfr'ün bu amelî yönüyle ilgili olarak Kur'an'da ayetler çoktur: “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız” diye sizden misak almıştık; göre göre bunu ikrar etmiştiniz. Ama, siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz, içinizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz; onlara karşı günah ve düşmanlıkta birbirinize arka çıkıyorsunuz. Onları çıkarmak üzerinize haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşiyorsunuz. Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp, bir kısmına küfr mü ediyorsunuz?”(Bakara.: 84-5), “Allah'a ve Rasûl'e itaat edin” de. Kim de yüz çevirirse, muhakkak Allah kâfirlere sevmez” (A. İmran: 32). (Bu ayetin öncesi kâfirleri velî edinmemek konusundadır. Burada, Allah'a ve Rasûl'e itaat etmeyip, kâfirleri veli edinenlerin kâfir oldukları açıklanmaktadır). “Her kim bir mü'mini kasden öldürürse, onun cezası içinde ebedî kalmak üzere Cehennem'dir. Allah ona gazap etmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır” (Nisa, 93). (Allah mü'mine gazap etmez ve onu ebedî Cehennemde tutmaz, hiç bir zaman mü'mine lanet de okumaz), “Yoluna gücü yeten herkesin o Ev'e haccetmesi Allah'ın bir hakkıdır. Kim küfrederse, muhakkak Allah alemlerden müstağnidir” (A. İmran: 97). “Bugün size tayyib olanlar helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Ve inananlardan namuslu - zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın namuslu bir biçimde karşılıklarını verdiğinizde - size halâldır. Kim iman'a küfrederse, muhakkak ameli boşa çıkmıştır ve o Ahiret'te kaybedenlerdendir” (Maide: 5). (îman'a küfr daha önce iman etmiş olmayı gerektirir. Bu iman salih amellerin kaynağıdır. Bu bakımdan, iman'a küfr imanın gerektirdiği amelleri yapmamak ve İslâm'ın gerçeğini bildiği halde namaz, oruç, hacc gibi dinî rükünleri yerine getirmemek ve yukardaki ayette belirtildiği üzere, Allah'ın çizdiği sınırları aşıp zina ve dost tutma yoluyla kadınlardan faydalanmak, haram kıldığını işlemek, halal yolda değil, haram yolda gitmek, böylece iman'ı örtmek demektir.) Bu konuda daha çok ayetler varsa da, bunları iman'ı anlatırken vereceğiz. Allah'ın haramlarını işleyip, farzlarını yerine getirmemek onları küçümsemekten, inanmamaktan kaynaklanıyorsa, bu itikadı küfr'e girer; amelî küfr bunları yapmamaktır. Amelî küfr kişiyi fikhen iman'ın dışına çıkarmadığı gibi, itikadı küfr'e de sokmaz. Dünyada ona mü'min muamelesi yapılır, Ahiret'te ise durumu Allah'a kalmıştır. Fakat, amelî küfr'ü gerektiren davranışlardan tevbe edilmezse Ahiret'te cezasının görüleceği Kur'an'da çok ayetlerde ifade edilmektedir.[290] Öte yandan, küfr 'örtmek' demek olduğundan, amelî küfr’ü gerektiren davranışlarda ısrar etmek kişiyi gerçekten küfr'e ve azaba, hattâ itikadı küfr'e dahi götürebilir. Bu konuda. Elmalılı Hamdi Yazır şöyle demektedir: “İmandaki tasdik gibi küfür de kalb' kavli veya fi’li olur... Tekzib-i fi'lî iman ile bir arada bulunması mümkün olmayan fi'li yapmaktır. Ancak, tekzib-i fi'lî ile adem-i fiil (gerekeni yapmamak) arasında büyük fark vardır. Meselâ, namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tapmak herhalde küfr olur. Amelin terkinin küfrü gerektirip gerektirmeyeceğinde ihtilâf edilmiştir... Terk-i amel iki türlüdür. Birisi terk-i cüz'î diğeri terk-i küllî'dir (bütünüyle terk). Terkri cüz'î (arada terk) küfr-olmayabilir. Lakin, terki alışkanlık haline getiren, (namaz) kılmayı hiç hatırına getirmeyen, ömründe hiç kılmayanların ehl-i kıble olduklarına, Allah'a Peygamber'e... îmanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir?” [291] Zaten küfr kelimesinin muhtevasında 'süreklilik, alışkanlık’ anlamları vardır. Çünkü, 'örtmek' birden olmaz. Nasıl, günahlar kalbi nokta nokta örterse, elbette bu şekilde örtülen kalpte iman değil, küfr var demektir. Bu konuda namaz'ın ayrı bir yeri olduğunu belirtmeliyiz. Kur'an'da namaz iki yerde iman olarak geçer: “Biz Peygamberce uyanı ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye yöneldiğin Kabe'yi kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet ettiklerinin dışındakilere ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir” (Bakara: 143). Bu yatette geçen iman kelimesinin namaz olduğunda müfessirler ittifak halindedir. Çünkü, ayet, sahabeden bazılarının Rasûlüllah'a “daha önce Kudüs'e karşı kıldığımız namazlar ne olacak?” diye sormaları üzerine inmiştir.) “Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu vermez. Ancak, namaz kılanlar bunun dışındadır. Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bîr pay vardır, isteyene ve yoksun bulunana. Dîn gününü tasdik ederler. Rabblerinin azabından korkarlar... Irzlarını korurlar; yalnız, eşlerine ve ellerinin altında bulunanlar dışında.. Emanetlerini ve ahdlerini gözetirler. Şahitliklerini yaparlar. Namazlarını korurlar. îşte onlar cennetlerde ağırlanırlar” (Mearic: 19-35), (Bu ayetlerde nitelikleri belirtilen namaz kılanlarla Mü'minûn Suresinde nitelikleri belirtilen mu'minler aynı kişilerdir ve aşağı yukarı aynı ifadeler kullanılmaktadır.) İmam Ca'fer es-Sadık “kişinin bir şehvet ve lezzetle zina edebileceğini, namazı terketmekte ise herhangi bir lezzet olmadığını, dolayısıyle ancak namaza önem vermeyip, onu adeta küçümseyenin namaz kılmayacağını ve dolayısıyle küfr'e düşeceğini, yine gerekçeli bir sebebi olmaksızın terkedenin de kâfir olacağını” belirtir. Bu konuya, yine Cafer es-Sadık'ın şu öz ve kapsamlı sözüyle son veriyoruz: “Allah'ın Kitabı'nda küfr beş yönlüdür: îkisi küfr-i cühud, Allah'ın emrettiğini terk ederek küfr, küfrü'ül-berae ve nimetlere küfr. “Küfr'i cühud Allah'ın Rabblığına karşı ayak diremek, karşı çıkmaktır; “Rabb, Cennet, Cehennem yoktur” diyenin sözü bu kısımdandır. Bu da zındıklardan iki grubun sözüdür ki, bunlara 'dehrî, adı verilir ve şöyle derler: “Bizi ancak dehr helak eder”(Casiye: 24). Bu, kendilerinin kendileri için uydurdukları ve hiç bir gerçeğe dayanmayan dinleridir. Allah “onlar ancak zannederler” der ve bunlar hakkında şöyle buyurur: “Muhakkak küfredenler, onları uyarsan da uyarmasan da birdir, inanmazlar.” “İkinci tür-küfrr-i cühud bilerektir, karşı çıktığı şeyin gerçek olduğunu bilir. Allah bu konuda şöyle buyurur: “Nefisleri kanaat getirdiği halde sırf zulm ve böbürlenmeyle ona karşı direndiler.” Yine, Allah şöyle buyurur: “Önceden küfredenlere karşı fetih diliyorlardı. Bildikleri kendilerine geldiği zaman ona küfrettiler. Allah'ın laneti kâfirleredir.” Küfr’ün üçüncü yönü nimetlere küfr'dür; bu da Allah'ın anlattığı Süleyman'ın şu sözündeki şekildedir: “Bu Rabbimin fazlındandır; şükür mü edeceğim, yoksa küfr mü edeceğim diye beni denemek için. Kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse, muhakkak Rabbım müstağnidir, kerimdir.” Yine Allah şöyle buyurdu: “Beni anın ki, sizi anayım; ve bana şükr edin, küfr etmeyin.” Dördüncü küfr Allah'ın emrettiklerini terketmektir. Bu da Allah'ın şu sözündeki şekildedir: “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz... diye sizden misak almıştık; göre göre bunu ikrar etmiştiniz. Ama, siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz...Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmına küfr mü ediyorsunuz? Allah emrini yapmadıklarından onları tekfir etti ve onlardan hiç bir şeyi kabul etmedi, şöyle buyurdu: “Sizden bunu yapanın cezası ancak dünya hayatında alçalmadır ve Kıyamet günü de azabın şiddetli olanına sevkedilir. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.”[292] Küfrün beşinci yönü küfr'ül-berae'dir. Bu, Allah'ın İbrahim'den naklettiği şu sözündeki şekildedir: “Size küfrettik, bizimle aranızda siz yalnızca Allah'a inanıncaya kadar sonsuza değin buğz ve düşmanlık başlamıştır”. Yani, “sizden teberri ettik, uzaklaştık” demektir. Yine, Allah İblis'in Kıyamet günü insandan olan velilerinden uzaklaşacağını anarak şöyle diyeceğini belirtir: “Ben önceden sizin ortak koştuklarınıza küfr ettim.” Ve, Allah yine şöyle buyurur: “(İbrahim) dedi ki: “Siz dünya hayatında birbirinizi sevmek için Allah'ı bırakıp putlar edindiniz. Daha sonra Kıyamet Günü'nde birbirinize küfr eder ve birbirinizi lanetlersiniz.” Yani, “birbirinizden uzaklaşırsınız” demektir.” [293] [281] Müfredat, 433; Hak Dini Kur'an Dili, I, 237. [282] Tirmizî, HN: 2733, 2734; Müslim, HN: 33, 34, 35. İ. Mace, Buharî, Müslim ve Tirmizi'nin bazı rivayetlerinde “namazı kılıp zekâtı verinceye kadar” İlâvesi de vardır. Şu kadar ki, yine Müslim’in ve daha başkalarının rivayetlerinde Hz. Ebu Bekr'in zekât vermeyenlerle savaşma kararı üzerine Hz. Ömer' in kendisine “Rasûlüllah, “Allah'tan başka ilâh yok deyinceye kadar insanlarla savaşmam bana emr olundu. Her kim 'La ilahe illallah' derse İslâm hakkı müstesna, benden malını ve nefsini korumuştur, hesabı da Allah'a aiddir” dediği halde insanlarla nasıl savaşıyorsun?” diye başlangıçta karşı çıktığı da ifade olunmaktadır. Ör. Müslim, HN: 32. [283] Buharî, III: 74. [284] Usul-i Kâfi, HN: IV, 2880. [285] Ahmed S. Kılavuz, İman - Küfür Sınırı, marifet yay. s: 56-57. [286] a.g.e. s: 155. [287] a.g.e. s: 159. [288] a.g.e. s: 59. [289] Müslim, HN: 100-105; Usul-i Kâfi, HN: 1510. [290] Bu konuda uzun açıklamalarda bulunan ve sorunu bir hayli tartışan, Ehl-i Sünnet alimlerince de “alim, fazıl” biri olarak kabul edilen Seyyid Şerif Murtaza'nın Hakaik'ut-Tevü fî müteşabih'it-Tenzü adlı eserine bakılabilir, c. V, s: 361-76. [291] Hak Dini Kur'an Dili, I, 207-8. [292] Usul-i Kâfî, IV, HN: 2852. [293] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 376-391. |