๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 30 Nisan 2011, 13:35:00



Konu Başlığı: İslam Zuhurunda Melein Tutum ve Davranışları 1
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 30 Nisan 2011, 13:35:00
İSLÂMIN ZUHURUNDA MELE'İN TUTUM VE DAVRANIŞLARI 1

A-Hicaz ve Civarında Siyâsî Durum:
 
Peygamber gönderilen kavmin içtimaî durumu bahsinde, İslâm'ın doğduğu ortam olan Mekke ve civarının ahlâkî durumu hakkında kısmen bilgi vermiştik. Mekke Mele'inin peygamberimize karşı takındığı tavır konusuna geçmeden önce de anılan bilgilere ek olarak içtimaî hayatın siyâsî yönü hakkında bazı açıklamalarda bulunmak gerekir. Böylece Mekke mele'inin, o günün toplumundaki yerini, İslâm'a karşı mukavemetlerinin şiddet derecesini ve kısmen de sebeplerini anlamak için gereken ön bilgileri vermeye çalışacağız.

Hicaz'da, daha çoğu medenî (yerleşik) olarak yaşayan Araplar, küçükten büyüğe doğru; üsre, fasile, ‘aşîre, fahiz, batın, 'imâre, kabile ve şa'b gibi içtimaî guruplara ayrılıyordu.[284] Aileden kabileye kadar bütün bu içtimaî gurupların birer reîsi vardı. Çoğunlukla bunlara "seyyid" veya "şeyh" denir; "vücuh", "ze'îm" ve "emir" ifâdeleri de kullanılırdı. Ekseriyetle babadan oğula geçen bu başkanlık, her el değiştirdiğinde ona sahip olan kimsenin, o günün örfünde oluşan değer ölçülerine göre riyasetin şartlarını kendisinde bulundurduğunu ispat etmesi gerekirdi. Bunu ispat edemezse, riyaset başka aileye geçebilirdi.[285] İçte ve dışta emniyet ve asayişi sağlamak için kabile başkanlarına bağlı olan bir kolluk kuvveti yoktu. Fakat reisin kabile üstündeki manevî nüfuzu çok büyüktü. Bir ganîmet elde edildiği zaman, taksîme tâbi tutulmadan önce, hoşuna giden câriye, at, kılıç vs.'den birisinin, reisin olması özel imtiyazı dâhilinde idi ki buna, "safayâ" veya "safıyy" denirdi. Ayrıca "mirba" adı verilen, ganîmetlerin dörtte birini alması ve işgal edilen bölgenin en güzel ve verimli topraklarını "himâ" adı ile şahsına ayırması da sadece kendisine ait haklar cümlesindendi.[286] Buna karşılık hazarda ve seferde başkanlık ve kumandanlık görevini yürütür, isterse sefer anları için bir kumandan da tayin edebilirdi. Reis aynı zamanda kabilesinin hâkimi ve dinî lideri sayılırdı. Ancak çoğunlukla bu yetkilerini tecrübeli, yetkili ve kavmi tarafından sevilen, sayılan başka birine devrederdi. Halkın arasındaki ihtilâfları çözmeye yetkili kılınan kimseye "hâkim", dinî işleri yürütmede yetkili kılınan kimseye de "kâhin veya " arrâf' adı verilirdi.[287] Fert ve aileler arasında beliren her hangi bir anlaşmazlıkta; reîs, hâkim veya kâhinlerden birine müracaat edilirdi.

Fakat mezkûr mercilerden hiç birinin, suçluya cezayı verebilecek kolluk kuvvetleri olmadığı için davacının, davalıyı ve bağlı olduğu aile veya kabilesini ikna etmesi gerekirdi. Bu takdirde suçlunun cezasını, bağlı olduğu kabile verir veya tazmin ederdi.

Taraflar ikna edilmediği zaman ise, iş kaba kuvvete dökülür ve öyle halledilmeye çalışılırdı. Bu yüzden aileler arasında beliren bir kan davasını söndürmeye kalkışanlar anlaşamayınca birçok yeni kan davalarının başlamasına sebep olduklarından, güçlendiklerini hissedenler hemen eski veya yeni bir kan davasının intikamını almak için silaha sarılırlardı. Bunda başarılı olmak için de o aile veya kabilede güçlü, kuvvetli ve bahadır silahşörlerin bulunması gerekirdi. Bu gibi kimselerin kabiledeki nüfuzları da bu sebepten dolayı büyük olurdu.

Araplardaki bu içtimâi keşmekeşliği Hz. Ca'fer (8/629) r.a.'ın Necâşî (9/630) karşısında; "güçlü olanımız zayıf olanlarımızı yerdi." İfadesi açıkça ortaya koymaktadır.

Yukarıda belirtildiği gibi haklı ve haksızı ayırmada, sözle karşı tarafı ikna etmenin bu derece önemli oluşu, tevârüsen gelen üstünlüklerin muhafazası ve güzel bir üslup ile anlatılmasının, kabilenin diğerlerine karşı üstünlük sağlamada gerekli oluşu, reislerin birer şâir ve nessâb edinmelerine yol açmıştır. Şu halde; şâir, kâhin, nessâb, hâkim ve benzerleri reisin birer organı sayılırlardı. Bu sebeple de onların, içinde bulundukları toplumda diğerlerine karşı imtiyazlı bir durumları vardı. Kabile içindeki mele'i de işte bunlar oluşturuyordu. Bütün bu organların temini için, nüfusun çok olması ve bunların aksatılmadan hizmete sevk edilmesi için de bazı mâlî imkânlara ihtiyaç vardır ki bu da kabiledeki zenginlerin çokluğu ile mümkündür. Yine mezkûr organları kabiliyetli ve dirayetli olan kabileler, diğerlerine karşı üstün sayılırdı.

Ayrıca Mekke'de kabile ve aileleri aşan mesele ve anlaşmazlıkları çözmek, şehre yönelik tehlikeleri bertaraf etmek ve alınacak tedbirleri belirlemek için bir üst istişare meclisi de vardı. Bu meclis, büyük aile ve kabilelerin oluşturduğu mele' yani idarî ve istişârî organlardan birinin veya bir kaçının katılması ile oluşur ve Dâru'n-Nedve denilen yerde toplanırdı. İşte Mekke'nin beyleri, ileri gelenleri, eşrafı ve idarî işleri yürütenlerden oluşan asıl mele'i bunlardı.[288]

Dâru'n-Nedve'de toplanan mele'in her birinin yetkileri aynı idi. Yani aralarından birini başkan seçmiş değillerdi. Bu duruma göre Hicaz'daki Arap toplumunun bütünü (eş-şa'b) için merkezî bir hükümet yoktu.

Aile ve kabilelerde olduğu gibi Dâru'n-Nedve mele'inin de uyacağı yazılı bir kanun, belli bir teşrî' kaynağı ve buna karşı gelenlere, ceza verecek belli bir kuvveti yoktu.[289] Fakat bu boşluğu, atalarından tevârüsen edindikleri örf ve âdetlerle dolduruyorlardı. Bu durum mele'in işine de geliyordu. Çünkü kanunlarını oluşturan örf ve adetlerini yorumlamak, yürütmek, bazı yeni yasaklar koymak, karşı gelenleri te'dîb etmek sadece onların hakkı idi.

Dolayısıyla bunlara karşı gelmeye kimsenin gücü yetmezdi. Eğer böyle biri çıkarsa, bağlı olduğu boyun ileri gelenlerinin onu cezalandırması gerekir, böyle yapılmadığı takdîrde ise, o boyun değeri düşer, akitleri feshedilerek maddî ve manevî baskılar altında tutulurdu. Mekke'nin reisleri sayılan mele'; toplumun hâkimi, âlimi, makam ve mevki yönünden en üstünüdürler. Bu sebeple isabetli görüşleri sadece onlar beyân edebilirdi.[290] Bunun için Mekke mele'i atalarından tevârüsen edindikleri örf ve âdetlerini muhafazada çok aşın bir hassasiyet göstermişler, kimden gelirse gelsin, fayda veya zararını tartışmaya bile yanaşmadan, her türlü yeniliğin karşısına dikilmişlerdir. Çünkü müşterek menfaatleri böyle hareket, etmelerini gerektiriyordu. Yine bunun içindir ki onlar ALLAH Te'âlâ'nın indirdiği Kur'ân'a uymaya davet edildikleri zaman, peygamberimizle aralarında şöyle bir muhavere geçmiştir:

"Biz babalarımızı bir ümmet (din ve nizâm) üzerinde bulduk. Biz de hakikaten onların izlerine uymuşuz.' dediler. (Peygamber de) dedi ki: '-Ben size, atalarınızı üzerinde bulduğunuz (din ve nizâm)dan daha doğrusunu getirdiysem de mi (onların dinini tutacaksınız.)?' (İnkarcı kodamanlar da) dediler ki: '-Doğrusu biz sana gönderileni inkâr ediyoruz.' "[291]

Siyâsî yönden böylesine karmaşık bir manzara arz eden Mekke ve civarı, dinî yönden de bundan farklı değildi. Melek, cin, rûlı ve benzerlerini kendilerine tanrı edinip onların timsallerini dikerek ALLAH'a şirk koşuyorlardı. Mele'in, bu şirki de muhafaza etmeleri kendi menfaatleri gereği idi. Çünkü atalarından aldıkları örf ve âdetlere göre bu tanrıların, beşer ilişkileri hakkındaki irâdelerinin ne olduğunu beyân etmek mele'den birinin veya reîsin organları sayılan puthâne bekçilerinin görevi idi. Bunlar verdikleri kararlarında hür oldukları halde, mele'in menfaatleri doğrultusunda oluşturulan, örf ve âdetler dışına çıkamadıklarından aynı menfaate hizmet etmiş sayılırlardı.

İşte böylesine siyâsî bir ortam içinde Peygamberimiz, ilâhî daveti açıklayınca,  ilk anda O'nun karşısına kimlerin dikildiği sorusunu aklımızdan çıkarmadan mübarek hayatını okuduğumuzda, her sahîfede, kavminin mele'i olduğu cevabını alabiliriz.

Bundan sonraki incelememizde mümkün olduğu kadar Kur'ân'a bağlı kalarak, fakat yeri geldikçe siyerden de örnekler vererek İslam'ın zuhurunda mele'in tutum ve davranışlarını gözler önüne sermeye çalışacağız.[292]

 B- İlk İnkarcılar:
 
Peygamberimiz s.a.v., risâletin ilk üç senesini gizli davet ile geçirdikten sonra Mekke'de tevhit dinini duymayan kalmamıştı. Bu safhada Mekke'nin elebaşıları, inanmamakla beraber aşırı bir mukavemet içine girmemişler, hatta hüsn ü kabule yakın bîr tavırla peygamberin sözlerini dinlemekte bir beis görmemişlerdi. Sadece, O'nu gördükleri zaman, söylediklerini küçümseyen bir ifade ile: "-İşte! Abdülmuttalib Oğullarından kendisine gökten

konuşulan çocuk!" diyerek işaret edip geçerlerdi. Fakat müşriklerin tâğût (putlaştırılmış lider ve put)larını yerip atalarının, inkarcılık ve sapıklık içinde öldüklerini ve cehenneme gireceklerini haber verince iş değişti.[293] "Bu esnada Taiften dönen Kureyş'li zenginlerden bir gurup peygamberimizin davetini şiddetle reddetmekle kalmayıp kendilerine itaat edenleri O'nun aleyhine kışkırttılar. Böylece (O'nu tebessümle karşılayan diğer ileri gelenler açıkça aleyhine dönmüş), ancak ALLAH'ın muhafaza ettiği pek azı müstesna olmak üzere (Mekke'nin) avamı da bu propagandaların tesiri altında kalarak çevresinden ayrılıp dağılmışlardı. Bu hal bir müddet böyle devam etti. Fakat müslümanların arttığını gören Kureyş'in ileri gelenleri Hz. Muhammed s.a.v.'e uyan oğul ve kardeşleri ile kendi kabile mensuplarını ALLAH Te'âlâ'nın dininden ayırmak için bir çok fitne ve belalara maruz bıraktılar. Bu fitneler, Peygamberimize uyanları şiddetle sarsmış ve Müslümanların artışındaki ilk hızını kesmiş oldu.[294]

Peygamberimize ilk karşı çıkanların ve O'nu engellemeye çalışanların zenginlerle o günün idarecileri olduğuna dair belirttiğimiz bu kanaati sadece Taberî (310/922)'den aldığımız anılan rivayete dayandırmadık. Esas bizi bu kanaate sevk eden şey, Mekke'de ilk inen âyet ve sûrelerdeki, lanete varan bir ifade ile, yerilen muhatapların onlar olmasıdır. Bu ilk âyetlerin bir yerinde ismen[295] aşağıdaki örneklerde de görülebileceği gibi birçok yerde vasfen inkarcılıkta öncülük edenlerin zenginler ve toplumun ehliyetsiz ve zorba liderleri olduğu belirtilmekte, nüzul sebeplerini nakleden kaynaklarda ise bu husus olanca açıklığı ile sergilenmektedir. Vahiy sırasına göre tertip edilmiş Kur'an'da[296] sadece ilk dört sırayı alan sûrelerden birer örnek verip tefsirlerdeki açıklamalara kısaca işaret edelim:

"Doğrusu, (zengin olup) kendisini (ALLAH'a muhtaç olmaktan) müstağni görmekle, insan muhakkak azar. (Ey insan!) Muhakkak ki dönüş(ün) Rabb'inedir. (Elçimiz Muhammed gibi) bir kulu namaz kılarken men eden (Ebû Cehil)i (n nasıl azdığını) gördün mü?"[297] Nüzulün birinci sırasında yer alan " 'Alak Sûre'sindeki bu âyetlerin Ebu Cehil (2/624) hakkında indiğinde ittifak vardır.[298]

"(Doğruya da eğriye de) alabildiğine yemin eden, izzet-i nefsi bulunmayan, (ötekini berikini) daima ayıplayan, (gammazlıkla) laf getirip götürmeye koşan, (insanları) devamlı olarak hayır yapmaktan men eden, aşırı zâlim, çok günahkar, zorba; bütün bunlardan başka da soysuz olan (Velîd b. Muğîre ve bu vasıfta olanlar)a itaat etme! Mal sahibidir ve oğulları vardır diye (böylelerine boyun eğip uyma!)"[299] İkinci olarak nazil olduğu gösterilen Kalem Sûresi'ndeki anılan âyetlerin Velîd b. Muğîre (1/623), Ebû Cehil, Esved b. 'Abdi Yeğûs (H.Ö. 1/621) ve Ahnes b. Şerîk gibi İslâm'a düşmanlıklarda ön sırayı almalarıyla meşhur, aynı zamanda zenginlik ve oğullarının çokluğu ile kavmin içinde sayılı kişilerden olan şahıslardan biri hakkında inmiş olduğunda farklı rivayetler vardır.[300]

"(Şimdilik) o inkarcıların (yalan ve iftira kabilinden) söyleyeceklerine sabredip (bu hareketlerini tasvip etmemekle beraber) onlardan güzel bir şekilde ayrıl! (Ey Rasülüm! Risâletin önünde duran bu engeli nasıl aşarım diye hiç tasalanma! Seni) yalanlayan o refah sahiplerini bana bırak ve onlara biraz mühlet,[301] ver!"

"Bir tek (yani nev'i salısına münhasır özelliklere sahip) olarak yarattığım; kendisine uzun boylu mal ve (yanında dâima) hazır bulunmak üzere oğullar vererek (yaşayışını, ömrünü, çocuklarını) bol bol ihsan edip yaydığım (o Velîd b. Mugîre denen adam)ı bana bırak!"[302] Dördüncü olarak nazil olduğu kaydedilen Müddessir Sûresi'ndeki anılan âyetlerin Velîd b. Muğîre hakkında indiğinde ittifak vardır.[303]

İlk inen dört sûreden aldığımız bu örneklere, nüzul sebebini açıkladıktan sonra, bi'setin onuncu yılında nazil olan bir âyet-i kerîme daha ilâve edelim:

Ebû Talib (H.Ö 3/620) ölüm döşeğinde iken içlerinde; 'Utbe b. Rabî'a (2/624), Şeybe b. Rabî'a (2/624), Ebû Cehil b. Hişâm (2/624), Ümeyye b. Halef (2/624) ve Ebû Süfyân b. Harb (31/ 652)'in bulunduğu Kureyş eşrafı toplanıp yanına gittiler. Ölümünden önce; kendilerini, ilâhlarını, uymakta oldukları örf ve âdetlerini kötülemekten vaz geçmesi için, yeğeni Hz. Muhammed ile aralarını bulmasını istediler. Bunun karşılığında ise O'nu, inandığı dava ile baş başa bırakacaklarını belirttiler. Bilahare meclise katılan Hz. Muhammed s.a.v.'e mesele anlatıldıktan sonra cevap olarak: "-Bütün Araplara sahip olacakları ve Acemlerin de kendilerine boyun eğeceği bir sözü söylemeleri şartı ile anlaşabiliriz." dedi. Bunu duyan Ebû Cehil, alelacele: "-Kurbanın olayım, bir değil, on mislini söyleyelim, o nedir?" deyince Peygamber efendimiz: "-Lâ ilahe illallah deyin" cevabını verdi.[304] Hiç hoşlanmadıkları bu cevabı aldıklarında; onların bu hallerini tasvîreden şu âyet-i kerîme indi:

" '-O, (bütün) tanrıları bir tek Tanrı mı yapmış? Bu, cidden şaşılacak bir şey!' (diyerek hayretlerini açıklayan Küreyş'in) ileri gelenleri : '-Haydi yürüyün, tanrılarınıza (ibâdette) sebat edin, şüphesiz ki arzu edilecek olan budur.' diye söylenerek (meclisten) ayrılıp gittiler."[305]

Bütün bu örneklerde görüldüğü gibi, o gün riyaset için ön şart olan malı ve oğulları çok olanlar, herkesten önce, İslâm'a büyük bir inatla karşı çıkmışlardır. Bunların dışında, İslâm'ın zuhuruna kadar, idarî, siyâsî ve mâlî çevrede isimleri pek duyulmamış kimselerin de zikredildiğini görüyoruz ki bunlar da fıkır babaları olan ileri gelenlerinin maşaları durumunda olan kimselerdir.

Yeni doğan İslâmî harekete, Mekke ileri gelenlerinin aşırı bir inatla karşı çıkmaları ile toplum üç guruba ayrılmış oldu:

Bunlardan birincisi; O güne kadar kavmi tarafından tenkit edilecek bir harekette bulunmak bir yana, daima tasvip ve takdir edildiği gibi hiç yalan söylemeyen, isabetsiz bir karar ve hükmü duyulmayan; şimdi de insanları kendi aralarındaki dünya ve âhirete dâir iş ve ilişkilerini düzenlemeye ALLAH tarafından gönderilmiş olduğunu söyleyen Hz. Muhammed s.a.v.'e uyan gurup idi. Bu mütevâzi gurubun çoğunluğunu da fakir ve köleler oluşturuyordu. Bu gurupta olanlar Hz. Muhammed s.a.v.'e uyarken O'nu siyâsî bir lider olarak görmüyorlardı. Zaten Peygamberimiz de bu iddia ile çıkmış değildi. Eğer O, mücerret bir riyaset peşinde koşsaydı, risâlet davasından vaz geçmesi karşılığında, kendisine yapılan mal-mülk, şan-şeref ve bütün Araplara hükümdar olma teklifini[306] hemen kabul etmesi gerekirdi. Böyle olmadığına göre kesinlikle O riyaset peşinde koşan biri değildi. Fakat Peygamberimize inananlar O'na bey'at ederken: "Bollukta da darlıkta da... uyacaklarına dair kesin söz verip O'na bağlanıyorlardı."[307] Çünkü müspet bir kanaate varmak için yeterli bir zaman olan kırk sene zarfında O'ndan hayra muhalif bir şey görmemiş ve duymam ıslardı.

İkincisi ise, İslam'a karşı dikilen Mekke hâkim sınıfının ve yardakçılarının oluşturduğu guruptur ki her şeyin en iyisini ve doğrusunu ancak kendilerinin bildiğini iddia ediyor, her konuda sadece kendilerine uyulmasını istiyorlardı. Çünkü Mekke'nin ileri gelenlerini barındıran Kureyş, kendilerini "İlâhî sülâleye mensup, O'nun komşuları ve O'nun hareminde mukimleri" olarak görüyordu.[308] Toplum da bunu kabullenmiş ve onları her konuda yetkili kimseler olarak görüyordu. Gerçi Hz. Muhammed s.a.v. de asil Kureyş soyuna mensup idi ama O, atalarından aldıklarını iddia ettikleri sakat örf ve âdetlerine karşı çıkmıştı. Onlara göre bu yüzden O'na uyulamazdı. Aslında ise kendileri, ilk ataları sayılan Hz. İbrahim a.s.'ın yolundan, 'Amr b. Luhay gibi sahte liderlerine uyarak ayrılmışlardı.

Üçüncüsü; çoğunluğu oluşturan guruptur ki bunlar, kesin tercihlerini yapmadıkları için, eski statüye göre ikinci guruptanmış gibi görünüyor fakat, birinci guruba karşı da fiilen menfî bir tavır içine girmiyorlardı. Şimdilik bunlar, kesin çizgilerle bir birinden ayrılan bu iki gurubun mücadelelerini uzaktan seyretmekle yetiniyorlardı. Bu arada kendisine hidâyet nasip olanlar hemen birinci guruba katılmaktan da geri kalmıyordu. Risâletin devamınca gören gözler ve anlayan kalpler için, türlü vesilelerle hidâyet sebepleri zuhur ediyordu. Bu hidâyet sebepleri içinde, Hudeybiye Antlaşması ve son olarak da Mekke'nin fethi en büyüklerini oluşturmakta idi.

"ALLAH'ın zaferi ve (Mekke'nin) fethi gelip de; insanları, ALLAH'ın dinine girerken gördüğün zaman, hemen Rabbini hamd ile tesbîh et ve O'ndan mağfiret iste. Şüphesiz ki O, tövbeleri çok kabul edendir."[309]

Bu âyet-i kerîmelerde de görüldüğü gibi, İslâm'ın Mekke ve civarına tamamen hâkim olması ile insanlar bölük bölük gelip Hz. Muhammed s.a.v.'e siyâsî, idarî, dinî ve diğer konularda uyduklarını bildirmişlerdir. Böylece tarafsız gibi görünen üçüncü gurup çok azalmış ve tamamen tükenecek duruma gelmişti. Fakat bundan sonra bu üçüncü guruptan boş kalan yeri; müslümanların içine, birinci gurubu oluşturan inatçı guruptan çaresiz kalarak kopup gelen ve inanmış gibi görünen münafıklar doldurmuştu.

Peygamber Efendimiz s.a.v. risâletin başlamasıyla toplumda oluşan bu üç gurubu bir meselle şöyle tanıtıyor:

"ALLAH'ın benim (elçiliğim)le gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmurun isabet ettiği toprağın bir kısmı münbit olup suyu kabul eder de çayır olup bol ot yetiştirir. Bir kısmı da çorak olur, suyu (üstünde) tutar da ALLAH Te'âlâ halkı onunla faydalandırır.  Ondan  (hem  kendileri)  içerler,  (hem  de hayvanlarını) suvarırlar, ekin ekerler. (Bu yağmur) diğer (bir çeşit) toprağa da isabet eder ki düz ve kaypaktır, ne suyu (üstünde) tutar, ne de çayır bitirir. ALLAH'ın dinini anlayıp da, ALLAH'ın benim (elçiliğim)le gönderdiği (hidâyet ve ilimden) faydalanan, bunu anlayıp (başkalarına) anlatan kimse ile (bunu duyduğu vakit kibrinden) başını (bile) kaldırmayan ve ALLAH'ın benimle gönderdiği hidâyetini kabul etmeyen kimseler böyledir."[310]

Mübarek hadis-i şeriflerinde görüldüğü gibi "Hz. Muhammed s.a.v., insan cemiyetlerinin basiretli bir müşahidi olarak beşeriyetin hakikatte gayr-i müsâvî üç sınıfa ayrıldığını keşfetmişti: Her zaman doğru yolda yürümek ve vazifelerini yerine getirmek için ne ikna ne de zorlamaya ihtiyacı olmayan asîl ruhlar; hiç bir zaman hiç bir şey öğrenmek istemeyen, adaletin çiğnenmesi pahasına dahî kendi menfaatlerinden başka bir şey tanımayan gayr-ı  kâbil-i ıslâh insanlar; ve vasat insan; bu sonuncu şayet nezâret altında olursa aşağı yukarı iyi hareket eder ve şayet meşru bir müeyyideden kendisini âzâde hissederse fırsatı kötüye kullanmakta tereddüt etmez. Bir Peygamber olarak Hz. Muhammed s.a.v.'in arzusu birinci sınıfı irşat etmek, ikinci sınıfı zararsız hale getirmek ve bilhassa herhangi bir kavimde ekseriyeti teşkil eden üçüncü kategori ile meşgul idi."[311] Böyle hareket edilmekle, ilâhî hidâyet sebeplerinin sık sık oluşmasına ve insanlar tarafından görülüp anlaşılmasına zemin hazırlanmış oluyordu. Böylece ikinci gurubu oluşturan inatçı ileri gelenlerin prestiji sarsılıp üçüncü gurubun gözünden düştükten sonra ilâhî hükümlerin vaz'edilmesine sıra gelecekti. Mekke mele'i de bunu önlemek için türlü tuzaklar kurup çeşitli oyunlar sergiliyorlardı.[312]

 C- Sözlü Mukavemet Başlıyor
 
Mekke mele'i Hz. Muhammed s.a.v.'e uyan fakir ve himayesiz halkı caydırmak için sözlü ve fiilî her türlü çareye baş vuruyordu.

Her kabile, içindeki yeni müslüman olanları tespit eder etmez önce onları kandırmaya çalışıyor, bunu başaramadıkları takdirde onlarla alay ediyor ve gerekirse her türlü işkencelere baş vuruyordu.

Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620) ve Hz. Hatice (H.Ö. 3/620)'nin himayesinde olan Hz. Muhammed s.a.v.'e henüz fiilî müdâhale yapamıyor fakat O'nunla da alay edip çirkin bir üslup ile dillerine doluyorlardı.

"Şimdi sen ne ile emr olunuyorsan apaçık bildir. Müşrikler(in alay ve tehditlerine) aldırma! ALLAH'la beraber başka bir tanrı daha tanıyan ve alay edenlere biz yeteriz. Onlar yakında (uğrayacakları) akıbetleri bileceklerdir."[313]   "Sen (önce) en yakın akrabanı uyar!"[314]

Bu âyet-i kerîmelerin inmesiyle de İslâm dâvası önce Peygamberimizin yakın çevresinden başlayarak dışa açılmaya yönelmiş, böylece yeni bir hareket ve canlılık kazanmıştır. Buna karşılık Mekke mele'inin de yeni ve zecrî tedbîrler almasına sebep olmuştur. Bu tedbîrler; alaydan inkâra kadar, mantıklı veya mantıksız oluşuna bakılmaksızın her çeşit metotları içinde bulunduruyordu.

"(Ey Resulüm!), Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. "[315] Bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki diğer peygamberlere, karşı koymada kullanılan her türlü şifahî metotlar Peygamber Efendimize de kullanılmıştır. Bu sebeple O'na karşı kullanılan bu şifahî metotları anlatmak, birinci bölümdeki; "Meie'in peygamberlere karşı koymalarmdaki metotları" bahsini tekrar etmek olur. Bunun yerine Siyer-i Nebî'den dikkatimizi çeken bir kaç örnek vermekle yetineceğiz:

Mekke mele'i; bir taraftan Peygamber Efendimizi, O'na uyanların gözünde küçük düşürmeye ve O'na îmândan caydırmaya uğraşırken öbür taraftan, O'nu himaye edenleri de vaz geçirmeye gayret ediyorlardı. Bunu gerçekleştirmek için amcası Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620)'e üç defa müracaat etmişlerdi. Bu müracaatlarında dâima Ebû Tâlib'in; atalarına, örf ve âdetlerine karşı beslediği saygıyı; bağlılığını ve toplum içinde işgal ettiği mevkisini istismar ederek Hz. Muhammed s.a.v.'in, bunları yıkmak istediğini, böylece toplum içinde ayrılık ve fesat tohumlarını saçan zararlı bir unsur olduğunu iddia etmişler ve O'ndan bu durumu önlemeye çalışmasını, eğer bunu başaramazsa himayeden vaz geçmesini istemişlerdi. Hatta bir seferinde Velîd b. Muğîre (l/622)'nin oğlu Umâre'yi evlat edinmesi için O'na teklîf edip karşılığında öldürmek için Hz. Muhammed s.a.v.'i istemek cüretinde bile bulunmuşlardı. Bütün bu tekliflerin reddedildiğini gören Kureyş mele'i; "O halde iki taraftan biri yok oluncaya kadar O'nunla da, seninle de dövüşürüz" tehdidini savurup ayrılmışlardı.[316]

Bu tehditlerden sonra Ebû Tâlib (H.Ö. 3/622) de, karşı tedbîrler cümlesinden olarak Hâşim ve Muttalib Oğullarını toplayıp Peygamber Efendimizi korumak üzere söz aldı. Bu davete Ebû Leheb (2/624) hâriç hepsi icabet etmişti.[317] Fakat bütün bu tedbirler sadece Peygamber Efendimizi koruyabiliyordu. Her kabile, aralarındaki müslüman olmuş himayesiz kimselere akla gelebilecek her türlü işkenceyi uygulamaktan geri durmuyordu. Bu konuda, bütün siyer kitaplarının Mekke Devrine ait bölümlerinde bir çok örnek bulmak mümkündür.  Buna rağmen biz yine bir örnek verelim:

Müslümanlara maddî ve manevî baskıları başlatmada ön ayak olan "Ebû Cehil (2/624), şerefli ve arkalı bir adamın îmân ettiğini duyunca onu azarlar ve hakaret ederek şöyle derdi: "- Senden çok daha hayırlı olan babanın dinini terk ettin ha! Ant olsun ki seni rezil-rüsva edecek, fikir ve görüşlerini kötüleyerek şerefini al çakacağız." Eğer o adam tüccar ise: "-ALLAH'a yemin olsun ki senin ticâretini baltalayacak, malını yok edeceğiz." dermiş. Kimsesiz ve fakir biri ise: Ebû Cehil onu döver ve başkalarının da ona işkence etmesini temin edermiş."[318]

Müminlere yapılan bu baskılar öyle bir safhaya vardı ki müslüman olmadan önce de Kureyş arasında sayılı kişilerden biri olan Ebû Bekir (13/634) r.a., Ehabiş Kabîlesi'nin reîsi İbnü Düğünne'nin himayesine girme ihtiyacını hissetmişti.[319] Buna benzer bir himaye temîn edemeyenler ise Peygamber Efendimiz s.a.v.'in tavsiyesi üzerine Mekke'deki evini-barkını terk ederek Habeşistan'a sığınmışlardı. Fakat Kureyş ileri gelenleri rüşvet ve benzeri türlü hilelere baş vurarak müslümanları geri getirmek istemişlerse de, Habeş Meliki Necâşî (9/630), işin farkına varıp taleplerini reddetmiş ve hatta onları huzurundan kovmuştu.[320]

Bütün bu sıkı tedbirlere rağmen müslüman olanlar gün be gün artmaya devam edince Kureyş'in tüm eşrafı meseleyi görüşmek üzere toplandı: İçlerinde " 'Utbe b. Rabî'a (2/624), Şeybe b. Rabî'a (2/624), Ebû Süfyân b. Harb (31/652); 'Abdüddâr Oğullarından: Nadr b. Haris (2/624), Ebû'l-Buhteri b. Hişâm (2/624), Esved b. 'Abdilmuttalib (2/624), Zem'a b. el-Esved (?), Velîd b. Muğîre (1/622), Ebû Cehil b. Hişâm (2/624), 'Abdullah b. Ebî Ümeyye (8/629), 'Âs b. Vâil (1/622), Haccâc'ın iki oğlu: Nübye (2/624) ve Münebbih (2/624), Ümeyye b. Halef (2/624) ve diğerleri vardı."[321] Hz. Muhammed s.a.v.'i meclise davet edip O'nu dâvasından vazgeçirmeyi deneyecek ve böylece kendilerini rahatsız eden hareketi kaynağından kesmiş olacaklardı. Bunun için de Hz. Muhammed s.a.v.'e bir defa daha topluca; riyaset, zenginlik vb. bütün dünyevî imkânları teklîf etmişler, fakat: "-Bu söyledikleriniz ile benim getirdiğim dâva arasında hiç bir ilgi yok." cevabını almışlardı. Bundan sonra da "Memleketlerini, Irak ve Şam gibi arazisi geniş, akarsuları bol, mümbit bir hale getirmesi, Safa tepesini altın yapması, ataları Kusay'i diriltmesi ve kendisine tasvip edecek bir melek indirmesi için Rabbine Dua etmesi"ni teklif ettiler. Bu istediklerini yerine getirdiği takdirde ALLAH indindeki mevkisini ve O'nu peygamber olarak gönderdiğini anlayıp tasdik edeceklerini söylediler. "Kur'ân bu durumu şöyle açıklıyor: "(Mekke ileri gelenleri şöyle) dediler:

"-Biz, sana asla inanmayız, tâ ki bizim için (ikâmet etmekte olduğumuz şu) yerden bir pınar aktasın. Yahut hurmalık(lar)dan üzümlük(ler)den bir bahçen olsun da aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gök yüzünü üstümüze parça parça düşüresin veya ALLAH'ı ve melekleri (karşımıza) kefil olarak getir esin. Yahut altından bir evin olsun, yahut semâya çıkasın. Ona çıktığına da asla inanmayız yat Tâ ki üstümüze okuyacağımız bir kitap indiresin!" (Ey Resulüm', şöyle) de: "-Rabbimin sânı yücedir. Ben (ALLAH'ın) resûl(ü) bir beşerden başkası mıyım ki (bütün bu istediklerinizi yapayım)? "[322]

Bu âyet-i kerîmede okuduğumuz ve daha bir çok çeşitten mucizeler istemelerine karşı da Peygamber Efendimiz s.a.v. şöyle cevap veriyordu: "-Bu söylediklerinizden hiç birini yapacak değilim, Rabb' imden de istemem. Çünkü ben size bunun için gönderilmedim. ALLAH beni müjdelemek ve uyarmak için gönderdi. Benim size getirdiklerimi kabul ederseniz, dünya ve âhirette sayısız faydalar sağlamış olursunuz. Yok eğer reddederseniz, ben, ALLAH sizinle benim aramda kesin hükmü verinceye kadar sabırla tebliğe devam edeceğim."[323]

Peygamber Efendimiz s.a.v. bu cevaplarıyla mucizelerin, ALLAH'ın tayin edeceği yer ve zamanda olabileceğini, herkesin arzu ve isteğine göre bunu tahakkuk ettirmenin tebliğ kanunlarına uygun düşmediğini belirtmiş oluyor.

Kureyş ileri gelenleri Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620)'i, himayeden; Hz, Muhammed s.a.v.'i de dâvasından vaz geçiremeyince O'na uyanları, Mekke'de veya civarından gelip O'na uymak isteyenleri de caydırmada bas vuracakları hile ve desiseleri tespit için toplanıp şu karara vardılar:

"Şüphesiz Muhammed tatlı dilli birisidir. İnsan O'nunla konuşunca hayretler içinde kalıyor. Bu sebeple içimizden eşrafa mensup, sayılı ve nesebi meşhur kimselerden bir grup oluşturup bir veya iki gecelik mesafedeki Mekke'nin varoşlarına gönderelim, Muhammed'i görmek ve maksadını öğrenmek için kim gelirse onu kandırıp geri çevirsin. Bunun üzerine bir çok kimseler yollara döküldüler. Kavmi adına Muhammed'in davetini araştırmak isteyen biri gelip, yanlarında mola verince: '-Ben, falan oğlu falancayım.' diye başlayarak nesebini ona tanıtır ve devamla: '-Sana, yanına gitmeye gerek kalmayacak bir şekilde Muhammed'in halini haber vereyim: O çok yalancı biridir, dâvasına uyanlar ise ayak takımı, köle ve topluma faydasız kimselerden başkaları değildir. Kavmin ileri gelenleri ve seçkinleri ise O'ndan ayrılıp alakayı büsbütün kesmiş durumdadırlar.' Bu sözleri işiten elçi de maksadından döner (Mekke'ye gitse bile Hz. Muhammed s.a.v. ile görüşmeye lüzum hissetmez)di."[324]

Siyer kitaplarında ise anılan meselenin halli ve yaklaşan hacc mevsiminde Hz. Muhammed s.a.v.'in aleyhinde söz birliği edebilmeleri için Kureyş'in Velîd b. Muğîr (l/622)'ye müracaat edip O'nun başkanlığında fikir alış-verişinde bulundukları anlatılıyor. Bu görüşmede Hz. Muhammed s.a.v. için: "-Sihirbaz, kâhin, büyücü, yalancı, deli, şâir..." diyelim, tekliflerini uygun bulmayan Velîd, sonunda şu itirafta bulunuyor:

"ALLAH'a yemîn ederim ki O'nun sözlerinde ayrı bir parlaklık ve ayrı bir tatlılık var, bu sözler, kökü çok derinlere inmiş, dalları ise olgun meyvelerle dolu bir hurma ağacına benziyor. O sözlerin üstüne hiç çıkılamayacak ve dâima yükselecektir. Sizin, bu sözler hakkında söyleyeceğiniz her şeyin bâtıl olduğu da er veya geç anlaşılacaktır. Fakat bütün bunlara rağmen söylenebilecek en uygun söz '-Bu sihirbazdır.' demenizdir."[325]

Bu itiraf ve tespitten sonra, beşten on altıya kadar, değişen isim ve sayıdaki ileri gelen kimseler, civardan gelecek olan hacılara Hz. Muhammed s.a.v.'in aleyhinde propaganda yapmak maksadıyla, Mekke'nin giriş yollarını aralarında taksim ettiler. Hz. Muhammed s.a.v.'in daveti, Arabistan'ın en ücra köşelerinde bile yankılar yapmış olduğundan hacc için gelenler merakla O'nu sordukları zaman "-O sihirbazdır." veya onlara "Rabb'iniz ne indirdi?" diye sorulduğunda: "-Eskilerin masallarını..." derlerdi."[326] Vahyin bütünü bu iftiraya uygun düşmeyeceği için, Kur'ân'ı, "Sihir, kehânet, şiir, büyü" vs. gibi kısımlara ayırarak bununla ilgili soru soranları, yalanlarına inandırmaya çalışırlardı. Müfessirlerin bazıları bu olayları, aşağıdaki âyetin nüzul sebebi olarak zikrederler.[327]  :

"(Habibim! Yine) de ki: 'Gerçekten ben, ancak apaçık bir uyarıcıyım'. ( Ve siz, Ey inatçılar! Resulümün bu ikazlarına kulak asmazsanız, haccetmeye gelenleri inanmaktan caydırmak için, Mekke'nin yollarını) aralarında taksim edip Kur'ân'ı da; (şiir, sihir, eskilerin masalları gibi) bölümlere ayıranlara indireceğimize benzer (bir azabı size de tattıracağım!) ve Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine yapmakta olduklarının hesabını) mutlaka soracağız. O halde (Ey Muhammed!) şimdi sen, sana emrolunanı açıkça ortaya koy ve ALLAH'a ortak koşanların alayların)a aldırış etme. (Seninle) alay edenlere karşı biz sana yeteriz.""[328]

Velîd b. Muğîre (1/622): "-Yapılan bütün bu iftiraların bâtıl olduğu anlaşılacaktır." Demekle Hz. Muhammed s.a.v.'in dâvasında haklı olduğunu açıkça itiraf ediyor ve kendi inkarlarının boşa gideceğim, er veya geç mağlup olacaklarını ilan ediyordu. Yine Mekke ileri gelenlerinin içinden "Utbe b. Rabî'a (2/624) ve Nadr b. Haris (2/624) de aynı kanâatlerini değişik ifadelerle açıklıyorlardı. Meselâ bir gün bazı dünyevî menfaatler karşılığında dâvasından vazgeçirmek niyeti ile Hz. Muhammed s.a.v.'in yanına giden "Utbe, cevap olarak Kur'ân'dan bir parça dinledikte sonra Kureyş'e gelip şöyle demişti:

"Ey Kureyş topluluğu! Söyleyeceklerime kulak verip gereğini yapın, bütün mesuliyet bana ait olsun: -Bu adamı dâvasında serbest bırakın! Vallahi, O'ndan işittiğim sözün muhakkak büyük yankıları olacaktır. Şayet Araplar O'nun hakkından gelirse, başkaları vasıtasıyla O'nu saf dışı etmiş olursunuz. Eğer O Araplara galip gelirse, O'nun saltanatı, sizin de saltanatınız, O'nun şerefi sizin de şerefiniz olacaktır. Aynı zamanda O'nunla en çok siz iftihar edersizin." O'nu dinleyenler: "-Ey Velîd'in babası! Vallahi O seni, diliyle büyülemiş." dediler. "Utbe ise: '-Ben bu kanâatteyim, siz hoşunuza gideni yapın.' diyerek sözü kesti."[329]

Nadr b. Haris ise: "-Ey Kureyşliler! ALLAH'a yemin olsun ki, hala çaresini bulamadığınız bir işle karşı karşıyasınız. Muhammed henüz delikanlı iken; O'nu aranızda en iyiniz, en doğru olanınız, en emîn adamınız sayardınız. Şimdi şakaklarına ak düşünce ve size, yeni bir din getirdiğini bildirince O'na büyücü, yalancı, kâhin, şâir, deli vs. dediniz. ALLAH'a yemin olsun ki O, bunlardan hiç biri değildir. Ey Kureyşliler, iyice düşünüp inceleyin."[330]

Nadr'ın bu uyarısından sonra, Peygamber Efendimiz s.a.v.'in getirdiği din konusunda sâdık mı, kâzib mi olduğunu tespit için Medine Yahudi bilginlerine danışmak maksadı ile bir heyet teşkil edildi. Nadr da bunların içinde vardı. Yahudiler onlara, bilâhare Kehf Sûresi ile cevaplandırılan üç soru sormalarını söylediler. Fakat Mekke mele'inin maksadı gerçeği tespit değil de, Hz. Muhammed s.a.v.'i şifahî olarak güç duruma düşürmek olduğu için yine inanmadılar.[331]

Mekke mele'inin Peygamberimiz hakkındaki bu kararsızlığı ve tereddütleri de O'na karşı başlatılan düşmanlığı durduramamıştı. Çünkü müteakip bölümde tafsilatı ile görüleceği gibi, gerçekte onların inanmalarına mâni olan şey; tereddütleri değil, dünyevî menfaatlerini kaybetme korkuları idi. O'nu kendi haline bıraktıkları takdirde, tüm Kureyşliler olarak kazanacakları şan ve şeref gibi manevî değerler onlara vız geliyordu. İşte bu sebeple sözlü mücadeleleri etkisiz kalmaya başlayınca ve bir müddet sonra da O'nu himaye eden amcası Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620) ve eşi Hz. Hatice (H.Ö. 3/620) vefat edince, yapmakta oldukları en ağır şifahî iftira ve yalanlarına, en acımasız işkencelerini de katarak düşmanlıklarını sürdürdüler.[332]

 D- Fiilî (Kaba Kuvvet Kullanarak) Mukavamet
 
"-Ey 'Abdülmuttalib oğulları! Vallahi bu kötü bir iştir. Sizden başkası O'na mâni olmadan, siz mâni olun! Çünkü o zaman siz O'nu teslim ederseniz, zelîl olursunuz; eğer teslim etmezseniz öldürülürsünüz."[333] Peygamber Efendimiz s.a.v.'in, akrabalarına İslâm'ı teblîğ için düzenlediği ikinci yemekli davette, o ana kadar mevcut olan samimi havayı bu sözleri ile bozan ve böylece daha ilk günlerde fiilî mukavemeti tavsiye eden Ebû Leheb   (2/624) olmuştur. Bu sözlere karşı Peygamberimizin öbür amcası Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620) ise: "Vallahi biz var oldukça O'nu teslim etmeyip koruyacağız." Cevabını vermişti. Bunun için Ebû Tâlib'in sağlığında Peygamber   Efendimiz s.a.v.'e yapılan düşmanca saldırılar; O'na uyan himayesiz müslümanlara yapılanlara nispetle hem az, hem de cana kast edici olmaktan ziyâde alay ve hakaret manasını taşıyan sözlü tecavüzler tarzında olmuştur. Evinin kapısı önüne ve civarına diken ve pisliklerin atılması da bu tür saldırılar arasına girebilir. Bu gibi tecavüzlere de -Ebû Tâlib'e saygısızlık sayılacağından,- kavmi içinde en az O'nun kadar makam sahibi olanlar ancak cüret edebilirdi.

Fakat müslümanlar arttıkça fiilî tecavüzler de şiddetleniyordu. Ebû Cehl (2/624)'in Peygamber Efendimiz s.a.v. secdede iken, başı üzerine bir taşı atmaya çalışması[334], bir müddet sonra da, "Utbe b. Ebî Mu'ayt (2/624)'ın, yine secdede iken O'nun ensesine şiddetle basıp[335] (diğer bir rivayete göre ise abasını ensesine dolayıp[336]) O'nu öldürmeye kalkışması bu cümledendir.

İbnü Hişâm (213/828)'m, İbnü İshâk(151/768)'tan naklen aldığı bir rivayete göre ise; Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620) sağ iken Kureyş'in yaptığı en büyük saldırı şu olmuştur:

"Bir gün Kabe civarında toplantı halinde olan Kureyş eşrafı arasında, Hz. Muhammed s.a.v.'in aleyhinde tartışmalar oluyordu. Bu tartışmalar sürüp giderken Hz. Muhammed s.a.v.'in çıkageldiğini görür görmez hep birden kalkışıp etrafını sardılar ve yakasına yapışıp O'na eziyet etmeye başladılar. O anda Ebû Bekir (13/634) r.a. yetişir ve ağlayarak: "-Bir adamı; 'Rabbim ALLAH'tır' dediği için nasıl öldürürsünüz? Deyip onlara mâni oldu. Bunun üzerine Kureyşliler de dağıldılar."[337]

 1- İktisadî Abluka:
 
Hz. Hamza (3/625) ve Hz. Ömer (23/644) r.a.'ların müslüman olmaları, himayesiz müslümanlarin Habeşistan'da emniyet içinde karar kılmaları, ayrıca İslâm'ın Mekke dışındaki kabîleler arasında da yavaş yavaş yayılmaya başlaması, Kureyş ileri gelenlerini düşmanca yeni bir harekete sevk etti.

Buna göre Hz. Muhammed s.a.v.'i öldürmek için açıkça planlar hazırlamaya başladılar. Bu sinsi plandan haberdar olan Ebû Tâlib de, Hâşim ve Muttalib Oğullarını kendi mahallesinde toplayıp müdafaaya çekildi. Bu tedbîr üzerine müşrikler de şeytanca yeni bir karara vardılar: Hz. Muhammed s.a.v. kendilerine teslim edilinceye kadar, Ebû Tâlib'in mahallesini kuşatıp onlara kız vermemek, onlardan kız almamak ve hiç bir alış-verişte bulunmamak üzere anlaştılar.[338] Ayrıca bu antlaşmayı örflerine göre bazı hareket ve sözlerle teyît edip bir sahifeye yazarak Kabe'nin duvarına astılar.

Hâşimoğultarı'ndan Ebû Leheb (2/624)'in, müşrikler safında yer aldığı bu içtimaî tecrit ve iktisadî abluka tam üç yıl sürdü. Ebû Leheb ve Ebû Cehil (2/624), bu hareketin en acımasız bir şekilde devamı için olanca güçlerini sarf ediyorlardı. Ama, müslümanlann en tabii ihtiyaçlarından mahrum kalması karşısında, akrabalık/asbiyet duygularının manevî baskılarına daha fazla dayanamayan bazı Kureyş ileri gelenleri Ebû Cehil' in aşırı gayretlerine aldırmadan anılan antlaşmayı tanımayıp feshettiklerini ilan ettiler. Bunların başında; 'Adiyy (2/624), Ebû’l-Buhteri b. 'As b. Hişâm (2/624) ve Zem'a b. Esved (2/624) vardı.[339]

İktisadî ablukanın kaldırılmasından kısa bir süre sonra Peygamber Efendimiz s.a.v.'in maddî ve manevî destekleyicileri olan Ebû Tâlib ve Hz. Hatice (H.Ö. 3/620) kısa aralıklarla art arda vefat ettiler. Bu kayıpların verdiği üzüntü ile müşriklerin sözlü ve fiilî saldırılarına mâni olacak bir kuvvetin kalmamasından dolayı Peygamberimiz, evinden pek çıkamaz oldu. Bu durum Ebû Leheb'in gururuna dokunduğundan, Hz. Muhammed s.a.v.'in yanına gelip O'nu himayesine aldığını belirterek Ebû Tâlib sağ iken nasıl hareket ettiyse yine öyle yapmasını söyledi. Fakat 'Ukbe b. Ebî Mu'ayt (2/624) ile Ebû Cehil şeytanca bir hile tertip edip Ebû Leheb'in yanına gelerek babasının, cennette mi, cehennemde mi olduğunu Hz. Muhammed'den sormasını istediler. O da dediklerini yapıp menfî cevap alınca, Hz. Muhdtnmed'i himayeden vaz geçtiğini ilan etti.[340] Böylece akrabalık duyguları ile başlayan himaye, yine akrabalık duyguları ve atalarına olan saygının istismarı ile kısa bir zamanda son bulmuştu.[341]

 2- Hicrete Zorlama
 
Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620)'in ölümünden ve Ebû Leheb (2/624)'in bu kısa süren himayesinden sonra Hz. Muhammed s.a.v., Mekke'deki ayak takımı dâhil bütün müşriklerin fiilî ve sözlü saldırılarına maruz kalmaya başladığından teblîğ yapılamaz hale geldi. Bu yüzden Peygamberimiz bu baskılardan kurtulup huzurlu bir ortamda tebliğe devam edebilmek için, kavmine söz geçirebilen yeni bir himayeci bulmayı umarak Tâifteki Sakîf kabilesinin reislerinden; 'Abdi Yaleyl b. 'Amr, Mes'ûd b. 'Amr ve Habîb b. 'Amr ile görüşmeye gitti. Dayıları tarafından kendisine akraba.[342] olan bu üç kardeşin diğer eşraf üzerinde sözü geçtiğinden ikna edildikleri takdirde, bütün Tâifin desteği sağlanacaktı. Fakat peygamberlere ilk karşı çıkanların, çoğunlukla toplum içindeki mal ve mevki sahibi kimseler olduğu gerçeği burada da kendini gösterdi. Anılan liderler Peygamberimize, inanmadıkları, himayesini de kabul etmedikleri gibi "-Bu görüşme, aramızda sır kalsın.." teklifini de reddederek yaygara yapıp ayak takımını aleyhine teşvik ettiler.[343] Ve siyer kitaplarında tafsilatıyla anlatıldığı şekilde Taiften güçlükle çıkabilen Peygamberimiz, kendisini civarındaki bağlık ve hurmalıklardan birine zor atabildi.

İlâhî davete başladığı ilk günlerden beri Mekke ve şimdi de Tâif rüesâ ve eğniyâsindan gördüğü bunca eziyetlere rağmen, Peygamberimizin, elleri ve ayakları kan revân içinde iken, yaptığı şu feragat ve samimiyet dolu Duası çok dikkat çekicidir:

"ALLAHım! (Bana emânet ettiğin teblîğ görevini yapmaktaki bu) güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, insanlara söz geçiremeyişimi sana arz ve şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Toplumdaki fakir ve himayesiz kimselerin Rabb'isin. (Ve ancak Sen onların elinden tutabilirsin) Benim de Rabbim Sen olduğun halde, benî kimlere terk ediyorsun? Benî asık bir suratla karşılayan bu uzak akrabalara mı yoksa (Mekke'nin ve) benim işlerimi kendilerine verdiğin düşmana mı? Eğer senin bana bir kızgınlığın yoksa (bütün bu çektiklerime) aldıracak değilim. Fakat senin af ve merhametin bana (bunları da çektirmeyecek kadar) geniştir..."[344]

Duayı baştan sona tekrar tekrar okusak bile, Peygamberimize envai çeşit hakaret ve eziyetlerde bulunan bu hâkim tabakaya, beddua mânâsı taşıyan bir kelime bulamayız. Çünkü O, bu ileri gelenler taifesinden olmasa bile, onların neslinden hayırlı bir ümmet çıkacağından ümitli idi.

Tâiften çok üzgün dönen Hz. Muhanımed s.a.v., doğup büyüdüğü şehir olan Mekke'ye girebilmek için düşmanları olan Kureyş liderlerinden birinin himayesine girmek mecburiyetinde idi. Çünkü Ebû Leheb O'nu kanun dışı ilan etmişti.[345] Mekke'ye girip Kabe'yi tavaf etmek ve teblîğ yapabilmek için Kureyş liderlerinden bir kaçına, kendisini himayelerine almaları için teklif gönderdi ise de ancak Mut'im b. Adiyy (2/624)'den olumlu cevap alabildi. Mut'im b. Adiyy, pek aşın olmamakla beraber Peygamberimizin düşmanlarından biri idi. Fakat câhiliye devri Arap ananelerine göre, yapılan bir himaye teklifini geri çevirmek, kişinin prestijini azaltacağından Mut'im, çocuklarını silahlandırıp Mekke dışından Hz.Muhammedi alarak Kabe'yi tavaf ettirdi ve O'nu himayesine aldığını ilân etti."[346]

Bi'setin onuncu senesindeki bu zor günler bir biri ardınca akıp gidiyordu. Bu arada Peygamberimiz de boş durmuyor, İslâm'ı teblîğ ve himaye için kabileler arasında Hz. Ebû Bekir (13/634) ile dolaşıyordu. Bu kabile liderlerinin hiç birinden müspet bir cevap alamıyor, fakat İslâm'ın sesini en ücra köşelere kadar duyurmuş oluyordu.

İşte hacc mevsimlerinde yankılar yapan bu sese, Medine'den küçük bir grup kulak kabartıp müspet bir cevap verdiler. Bu müspet cevap ikinci ve üçüncü görüşmelerle daha da çoğaldı ve pekişti. Artık Peygamberimiz ve O'na inanan müslüman cemâat, emîn bir ortam bulacaklar ve tebliğlerini korkusuzca yapıp arzu ettikleri hayatı yaşayabilecek ve bir birleri ile olan ilişkilerini ilâhî adalet esasına göre düzenleyebileceklerdi. Çünkü Medineliler bütün müslümanları kendi şehirlerine davet ediyor, onları koruyacaklarına dair garanti veriyordu. Bu dönemde aşağıdaki âyetler de nazil olup hicretin yakında vuku bulacağı haber veriliyordu:

"Yakında seni, neredeyse, bu (doğup büyüdüğün) yerden çıkarmak için her halde rahatsız edecekler, (fakat) o takdirde kendileri de senin (Mekke'den çıkışının) ardından pek az (bir süre) kalacaklardır. (Bu), senden önce        gönderdiğimiz peygamberlerimizin de kanunudur. (ki, peygamberlerini aralarından çıkaran her millete aynı kanunu uygulayıp mahvetmişizdir). Bizim kanunumuzda bir değişiklik bulamazsın."[347]

Bu âyet-i kerîme, hicretin yakında olacağını haber verdiği gibi Peygamber Efendimiz s.a.v. ve O'na inananlara baskı yaparak onların yurtlarından çıkmasına sebep olanların başlarına beklenmedik belâların geleceğini de sezdiriyordu. Nitekim hicretten kısa bir süre sonra Bedir'de Mekke ileri gelenlerinin leşleri yerlere seriliyor. Peygamber Efendimiz s.a.v.'e karşı tertip edilen sözlü ve fiilî saldırılarda ismi geçenlerin ölüm tarihlerine dikkat edersek tamamına yakın hepsinin Bedir'in vuku bulduğu hicretin ikinci yılını gösterdiğini tespit ederiz.[348]

 3- Öldürme Teşebbüsü
 
Peygamberimiz s.a.v., kendisini inananlarla beraber yurtlarına davet eden bu Medineli cemâatten bey'atler alarak işi oluruna bırakmayıp sağlam esaslara bağlıyordu. Karşılıklı olarak tam bir güven ortamı oluşturulduktan sonra hicret izni verildi ve müslümanlar da kısa bir zamanda birer ikişer göç edip Medine'ye yerleşmeye başladı.

Geç de olsa bu durumu fark eden Mekke mele'i, ticâret kervanlarının yolu üzerindeki Medine'de müslümanların toplanmalarının ilerde kendileri için tehdit unsuru olabileceğini düşünerek buna mâni olmaya karar verdiler. Ama artık çok geç kaldıklarını fark ettiler. Çünkü Mekke'de Hz. Muhammed s.a.v. ve bir kaç yakın arkadaşından başka hiçbir müslüman kalmamıştı. Bu sefer ortaya çıkan bu yeni durumdan nasıl istifade edeceklerine dair istişareye koyuldular:

Bu istişârî toplantıda Kureyş Eşrafından şunlar bulunuyordu: 'Abdüşşems Oğullarından 'Utbe b. Rabî'a (2/624), Şeybe b. Rabî'a (2/624), Ebû Süfyân b. Harb (31/652), Cübeyr b. Mut'im (?), Hars b. Âmir b. Nevfel (2/624); 'Abddüddâr Oğullarından: Nadr b. Haris b. Kelde (2/624), Esed b. 'Abdüluzza Oğullarından: Ebû'l-Buhterî

b. Hişâm (2/624), Zem'a b. Esved b. 'Abdilmuttalib (2/624), Hâkim b. Hizam; Mahzûm Oğullarından: Ebû Cehil b. Hişâm (2/624); Sehm Oğullarından: Haccâc'ın iki oğlu Nübye (2/624) ve Münebbih (2/624); Cuman Oğullarından: Ümeyye b. Halef. Ayrıca Kureyş'ten sayılmadığı halde himayelerine giren diğerleri.

İstişareye katılan herkes aklına gelen çözüm şekillerini dile getirdikten sonra Ebû Cehil'in görüşü kabul edildi. Buna göre her aileden seçkin birer genç katılarak Hz. Muhammed s.a.v,'in evi sarılacak ve sabahleyin çıkarken hep birden hücum edip O'nu öldüreceklerdi![349] Bedir savaşından sonra nazil olan şu âyet-i kerîmeler hicretten önceki bu sıkıntılı havayı şöyle açıklıyor:

"(-Ey Muhacirler!) Mekke'de az ve himayesiz olduğunuz zamanı hatırlayın. (O günlerde) kâfirlerin sizi tutup kapmasından korkuyordunuz. (İşte bu halde iken ALLAH) sîzi, ev-bark sahibi yaptı, yardımıyla kuvvetlendirdi, size en temiz ve en güzel şeylerden rızk verdi. Tâ ki şükredesiniz".[350]

"(-Ey Resulüm!) Hani bir zamanlar o küfredenler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, veyahut seni (yurdundan) zorla çıkarmaları için sana tuzak kuruyor(lar)dı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, ALLAH da (seni kurtarmakla) kurdukları bozuyordu. (Çünkü) ALLAH tuzak  kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır".[351]

Âyet-i kerîmede belirtildiği gibi ALLAH Te'âlâ, ilâhî nuru kaynağından söndürmek için, Mekke mele'i tarafından kurulan bu tuzağı bozunca Peygamberimiz ve müslümanlar onları eziyetlerinden tamamen kurtulmuşlardı.[352]

 4- Topyekün Savaş İlân Etme
 
Müslümanlar Medine'ye yerleşmekle oradaki kardeşleriyle birlikte birçok iktisadî ve mâlî güçlüklerle karşılaştılar ama, Mekkelilerin işkenceleri yanında bunlar pek önemli sayılmazdı. Fakat Mekke mele'i, müslümanları orada da rahat bırakmamaya karar vermiş ve daha büyük çapta, topyekün saldırılar için fırsat kollamaya başlamıştı. İşte onların beklediği bu fırsat hicretin ikinci senesinde gelip çattı. Ebû Süfyân (31/652)'ın başkanlığında Şam'dan gelen ticâret kervanlarının yolunun kesileceği haberini alan Kureyş, mallarını korumak bahanesiyle, bütün ileri gelenlerini toplayarak Medine'ye doğru yola çıktı. Fakat kervanın kurtulduğu haberini aldıkları halde, çokluklarına ve imkânlarına güvenerek şikârdılar ve büyük bir zafer kazanma sevdasına düştüler. Ebû Cehil (2/624)'in: "-ALLAH'a yemin olsun ki Bedir'de (kurulan panayırda) üç gün kalarak develer kesip yemeden, şaraplar içip cariyeler oynatmadan ve bütün Araplara orada yapacağımız şenliği duyurmadan buradan gidecek değiliz'"[353] demesi; bu şımarıklığın kibrin ve kendilerine güvenin açık bir delilidir.

Bu savaşta müşrik ordusunun iaşe ve ibate masraflarını karşılayanlar ise Mekke'de iken Hz. Muhammed s.a.v.'e karşı düşmanlıkta başı çekenlerden başkaları değildi. Siyer kitaplarında "Mut'imûn" diye meşhur olan bu grup şu isimlerde oluşuyor:

Hâşim Oğullarından: Abbas b. 'Abdilmuttalib b. Hâşim; 'Abdüşşems (Ümeyye) Oğullarından: 'Utbe b. Rabî'a b. 'Abdi Şems; Esed Oğullarından: Ebû'l-Buhterî b. Hişâm b. Haris b. Esed, ve Hâkim b. Hizam b. Huveylid b. Esed; 'Abdüddâr Oğullarından: Nadr b. Haris b. Kelde b. Alkame; Mahzûm Oğullarından Ebû Cehil b. Hişâm b. Muğîre; Sehm Oğullarından: Haccâc'ın iki oğlu Nübye ve Münebbih; Âmir b. Lüeyy Oğullarından: Süheym b. 'Amrb.'Abdi Şems.[354]

Listede görüldüğü gibi, Abbas b. 'Abdilmuttalib hâriç, bütün isimler Peygamber Efendimiz s.a.v.'e karşı Mekke döneminde düzenlenen saldırılarda yer almaktadır. İbnü Kesîr'in Stret'inde kaydedildiğine göre bunlar sıra ile, onar deve keserek müşrik ordusuna yedirmişlerdir.

Bedir savaşının neticesi, inatçı ve mütekebbir Mekke mele'inin umduğu gibi olmamış, bir kaçı müstesna tamamı savaş alanında kalmıştı. Geriye kalan Mekke mele'i ise bu hâdiseyi takip eden yıllarda Uhud ve Hendek savaşları ile topyekün fiilî tecâvüzlerini sürdürmüş, fakat bütün hile ve desiselerde olduğu gibi bu saldırılarda da zarara uğrayanlar yine kendileri olmuştur. Kendi kurdukları tuzaklardan zarara uğramalarına en açık örnek de Hudeybiye antlaşmasıdır. Bu antlaşma ile İslâm, tebliğe mâni olan bütün setleri yıkmış ve böylece ortada ona engel olacak mele'in hiç bir ferdi kalmamıştır. Artık hâkimiyet; yani idarî, içtimaî vb. her konuda üstünlük müslümanlara geçtiği için, kendilerine üstün ve her şeye rağmen hâkim olmayı gaye edinen kimseler İslâm'a karşı olmaktan vaz geçip müslüman olmuşlar veya öyle görünmüşlerdir. Bütün bu hâdiselerden kısa bir zaman sonra tarafsız görünen çoğunluk da, onları istismar eden mele' grubunun yok oluşu ile tamamen müslüman olmuştu.[355]

 E- Her İki Mücâdelenin Öncüleri Ve Toplumdaki Yerleri
 
İslâm'ın zuhurundan Mekke'nin fethine kadar, şifahî ve fiilî olarak inkârda öncülük ve bu konuda bir çok mukavemet usullerini tertip edenleri bir listede toplarsak bunların  kırka varmadığını görürüz.[356]

Bu listeyi de yeni bir taramadan geçirerek nispeten ılımlı hareket edenleri bir tarafa bırakıp Hz. Muhammed s.a.v.'e düşmanlık ve eziyette şöhret bulanları göz önüne alırsak, adı geçen sayıyı yirmiye indirmek mümkündür?[357]

Bu grubun, toplum içinde siyâsî ve mâlî yönden sayılı kişiler olduğu hakkındaki delillerimiz ise şunlardır: Bu bölümün "İlk İnkarcılar" kısmında[358] verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi. Kur'ân-ı Kerînrin daha birçok âyetlerinde Peygamber Efendimiz s.a.v.'e karşrçıkanların, "çok evlat sahibi, kendilerinden başka hiç bir kimseye muhtaç olmayacak kadar zengin, kibir vb. vasıflarının bulunması, ayrıca İslâm'ın ilk yıllarında, siyâsî ve mâlî bir desteğe kavuşmak için Peygamber Efendimiz s.a.v.'in: "Yâ Rabbî! İslâmiyet'i ya Ebû'l-Hakem b. Hişâm (Ebû Cehil)'la, ya da Ömer b. Hattâb (23/644) ile kuvvetlendir" diyerek Duâ etmesi[359], güçlülerin daha çok inanmayanların safında olduğunu gösterir. Yine inkâr ve Peygamberimize karşı düzenlenen tertipleri konu edinen âyet-i kerîmelerin nüzul sebeplerini açıklama sadedinde bir çok müfessir ve aynı konuları Siyer-i Nebî içinde değerlendiren tarihçiler; olayların tertipçileri olarak gösterdikleri isimler için: "Eşraf, vucûh, ze'emâ, meşâyih, küberâ, kâde ve rüesâ' " gibi, toplumda üstün mevki ifade eden tabirler kullanmaktadırlar.[360]

Bunlara ilâveten büyük müfessir Râzî (606/1209): "İnnâ kefeynâke'l-müstehzi'în.."[361] âyetini müteakip, bazı isimler verdikten sonra[362] şu notu ekleyerek bu konuda bize yeterli sayılabilecek bir delil serdetmiş oluyor:

"Müfessirler bu alaycıların sayısında, isimlerinde ve nasıl alay ettiklerinde ihtilâf edip çeşitli rivayetlerde bulunmuşlardır. Bunlardan kısa bir kısmını bile nakletmeye bile gerek yoktur. Fakat bu alaycıların toplum içinde; güç kuvvet ve riyaset sahibi kimseler olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü, ancak bu gibi şahıslar ALLAH'ın elçisi Hz. Muhammed s.a.v. gibi mevki ve değeri yüksek bir kimseye, böylesine âdiyâne bir şekilde sataşabilirlerdi"[363]

Bu tespitlerden sonra, çoğu Bedir savaşında maktul düşen ilk inkarcıların düşmanlıkta ön sırayı alanların kısa biyografilerini vermeye çalışarak, listesini takdim edebiliriz:[364]

[284] İbn 'Abdi Rabbih, 'İkdü'l-Ferîd, III, 335. Sosyoloji âlimlerimizden Hatit Ziya Ülgen bu içtimaî gurupların Türkçe karşılığı olabilecek şu terimleri gösteriyor: Budun, anar, ulus, boy, oymak, tire, ocak. Bkz.: Millet ve Tarih Şuuru, 351.

[285] İslâm Ansiklopedisi, I, 485: N. Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi, 99 vd.

[286] Ali Cevâd, el-Mufassal fi Târîhi'l-'Arab kable'l-İslâm, v. 264 vd.; Süleyman NEdvî, 'Asr-ı Saadet (Tere: Ali Gencali), I, 385.

[287] Ali Cevâd, a-g.e., V, 254.

[288] Ali Cevâd, a.g.e., IV, 47 vd.

[289] Yakûbî, Târih, I, 258.

[290] Ali Cevâd, a.g.e., IV, 49.

[291] Zuhruf: 43/23-24.

[292] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 86-90.

[293] İbnü Sa'd, Tabakât, I, 199; İbnü Hişâm, Sîret, I, 282; Belâzûrî, Ensâbu'l-Eşrâf, I, vr. 26b.

[294] Taberî, Târih, II, 221.

[295] Tebbet, 111/1-2. Bu sûre Ebû Leheb ile Ebû Süfyân'ın kız kardeşi olan karısı Ümmü Cemîl hakkında inmiştir.

[296] Nüzul sırasına göre tertip edilmiş Hz. Osman, İbn Abbas ve Ca'feru's-Sâdık'ın Mushaflarındaki sûrelerin sırasını bir tablo halinde görmek için bkz.:  İsmail Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, 86 vd.

[297] 'Alak: 96/6-10.

[298] Mukâtil, Tefsîr, vr. 275b vd.; Taberî, Tefsîr, XXX, 253 vd.; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 271; Beydavi, a.g.e., 804; Râzî, a.g.e., XXXII, 17; Kurtubî, a.g.e., XX, 113; Nesefi, a.g.e., IV, 368; İbnü Kesîr, Tefsîr, IV, 528; Vahidî; a.g.e., 257; Suyûtî, Lübâb, II, 101; İbnü Hişâm, a.g.e., 1, 333.

[299] Kalem: 68/10-14.

[300] Mukâtil, Tefsir, vr. 254b vd.; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 142; Beydavi, a.g.e., 752; Râzî, a.g.e., XXX, 83; Kurtubî, a.g.e., XVIII, 231; Nesefi, a.g.e.,: " 'inde'l-cumhûr, Velîd b. Muğire hakkında inmiştir." kaydı ile bkz.: IV, 280. Diğer kaynaklarda ise; içlerinde Velîd b. Muğîr zikredilmeden öbür şahısların bir kısmı sayılmaktadır. Bkz.: Taberî, Tefsir, XXIX, 25; İbnü Kesir, Tefsîr, IV, 404; Suyûtî, Lübâb, II, 177.

[301] Müzemmil: 73/10-11. Üçüncü olarak nâzil olduğu bildirilen bu sûredeki anılan âyetler Mukâtil'e göre Mugîre Oğulları hakkında inmiştir. Bkz.: vr. 259a. Fakat diğer kaynaklar anılan âyetlerin Medine'de Bedir savaşından kısa bir süre önce indiğini belirtmekledirler. Böyle olsa bile Mekke'deki ilk yıllara ait atmosferi güzel bir şekilde açıkladığı için buraya uygun düşmektedir.

[302] Müddessir: 74/11-14.

[303] Bkz.: Mukâtil, Tefek, vr. 259b vd.; Taberî, Tefsîr, XXIX, 152; Vahidî, a.g.e., 250 vd., Zemahşerî, Keşşaf, IV, 182; Beydavi, a.g.e., 769; Râzî, a.g.e., XXX, 198; Kurtubî, a.g.e., XIX, 71; Nesefi, a.g.e., IV, 308; İbnü Kesîr, Tefsîr, IV, 442 vd.; Suyutî, Lübâb, II, 186 vd. Yine bu rivayetlerde Velîd'in Taif’te yaz-kış meyvesi eksik olmayan çiftliklere ve büyük meblağlara varan nakdî sahip olduğu kaydedilmektedir. Böyle birisinin günlerini Mekke'den çok Tâifte geçirmesi gerekir. Bu rivayetlerle Taberî'nin sahîfe 96 vd.'da kaydettiğimiz: "Tâiften dönen zenginler..." rivayetini yan yana getirdiğimizde Mekke ulularının Hz. Muhammed s.a.v.'e ilk zamanlarda gösterdikleri sempatiyi düşmanlığa çevirenlerin başında bu mel'ûnun bulunabileceği şüphesini uyandırmaktadır.

[304] Mukâtil, Tefsîr, vr. 207a; Taberî, a.g.e., XXIII, 126 vd.; Vahidî, a.g.e., 209 vd.; Zemahşerî, Keşşaf, III, 360; Beydavi, a.g.e., 599; Râzî, a.g.e., XXVI, 177; Kurtubî, a.g.e., XV, 150; Nesefî, a.g.e., IV, 34; İbnü Kesîr, Tefsîr, IV, 27 vd.; Suyûtî, Lübâb, II, 92.

[305] Sâd: 38/6.

[306] İbnü Kesîr, Sîret, I, 509.

[307] İbnü Kesîr, Sîret, II,195.

[308] İbnü Kesir, Sîret, II, 195.

[309] Nasr: 110/1-3.

[310] Buhâri. İlim, 20; Müslim, Fedâil, 5; Şerh-i Nevevî, XV, 45 vd.

[311] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 281.

[312] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 90-96.

[313] Hicr, 15/94-95. Kaynaklar âyette geçen "müstehziin" = Alay edenlerin kimler olduğu hakkında bir veya iki ziyâde ve değişiklikle şu isimleri veriyor: Esved b. Muttalib (Ebû Zem'a), Esved b. 'Abdi Yeğûs, Velîd b. Muğire, 'Âs b. Vâil, Haris b. Tulâtile. Bunlar Mekke meleinin en azılıları idi. Bkz.; Mukâtil, Tefsir, vr., 126b; Taberî, Tefsir, XVI, 69 vdd.; Zemahşerî, Keşşaf, II, 399; Beydavi, a.g.e., 351; Kurtubî, a.g.e., X, 62 (Mekke'nin idarecilerinden beş kişidir kaydı ile); Ebû Hayyân el-Endelûsi, a.g.e., V, 470; İbnü Hişâm, a.g.e., II, 50 vd.; Ibn Kesir, Sîret, II, 85 vdd.; Suyûtî, Tefsir (Celâleyn), I, 218.

[314] eş-Şu'arâ: 26/214.

[315] Fussilet: 41/43.

[316] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 282 vdd.; İbnü Sa'd, Tabakât, I, 201 vd.; İbnü'1-Esîr, Kâmil, II, 63 vd.

[317] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 287; İbnü Kesîr, Sîret, I, 472 vdd.

[318] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 342; İbnü Kesîr, Sîret, I, 495; İbnü'1-Esîr, Kâmil, II, 70.

[319] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 11 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 63 vd.

[320] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 358; İbnü Kesîr, Sîret, II, 22 vd.

[321] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 315.

[322] İsrâ: 17/90-93.

[323] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 315; İbnü Kesîr, Sîret, I, 478 vdd. Diğer bir rivayette ise Kureyş Meclisi (Nâdî)den yetki alıp Hz. Muhammed s.a.v.'e makam, mal vs. teklif edenin sadece 'Utbe b. Rabi'a olduğu belirtiliyor. Bkz.: İbnü Hişâm, a.g.e., I, 313 vd. Bu duruma göre anılan tekliflerin bir kaç defa yapıldığını söyleyebiliriz.

[324] Suyûtî, Dürrü'l-Mensur, IV, 116. Ayrıca bkz.: Mukatil, w. 259b vd.

[325] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 288 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, I, 499.

[326] Nahl: 16/24.

[327] Mukâtil, Tefsîr, vr. 126b; Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XIV, 63 vd.; Zemahşerî, Keşşaf, II, 398; Râzî, a.g.e., XIX, 211; Beydavi, a.g.e., 350; Ebû Hayyân el- Endelüsî, a.g.e., V, 468; Âlüsî, a.g.e., XIV, 81.

[328] Hicr: 15/89-95. Âyette geçen "muktesimîn" = "...taksim edenlerin isimleri için beşten on altıya kadar değişik isimler verilmektedir. Bu isimleri topluca görmek için bkz.: Âlüsî, a.g.e., XIV, 81.

[329] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 314.

[330] İbnüHişâm, a.g.e., I, 320.

[331] Suyûtî, Lübâb, II, 1 ; İbnü Hişâm, a.g.e., I, 321; İbnü Kesîr, Sîret, I, 483 vdd.

[332] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 96-104.

[333] Belâzûrî, Ensâb, I, vr. 27a. Ayrıca bkz.: İbni’l-Esîr, Kâmil, II, 61.

[334] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 319 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, I, 465.

[335] Belâzûrî, a.g.e., I, 33b.

[336] İbnü Kesîr, Sîret, I, 470.

[337] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 309 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, I, 472. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 104-105.

[338] İbnü Kesîr, Sîret, II, 43 vd.

[339] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 375 vdd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 44 vdd. İsimler için bkz.: İbnü Hişâm, a.g.e., II, 14 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 46.

[340] İbnü Sa'd, a.g.e., I, 211; İbnü Kesîr, Sîret, II, 147vd.

[341] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 105-106.

[342] M. Hamîduilah, a.g.e., I, 96.

[343] İbnü Hişâm, a.g.e, II, 60 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 149 vd.

[344] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 61; İbnü Kesîr, Sîret, II, 150.

[345] M. Hamîdullah, a.g.e., 1, 96.

[346] İbnü Kesîr, Sîret, II, 154.

[347] İsrâ: 17/76-77.

[348] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 106-109.

[349] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 124 vdd.; İbnü Sa'd, a.g.e., I, 227; İbnü'1-Esîr, a.g.e., II, 102 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 227 vdd.; Suyûtî, Lübâb, I, 174. 317.

[350] Enfâl: 8/26.

[351] Enfâl, 8/30.

[352] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 109-110.

[353] İbnü Hişâm, a.g.e, II, 270; İbnü Kesîr, Sîret, II, 399.

[354] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 320 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 387.

[355] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 110-112.

[356] Bu isimleri, çok kısa hayat hikâyeleri ile, Belâzûri, Ensâbu'l-Eşrâf adlı eserinde görmek mümkündür. Bkz.: I, 28b-35b.

[357] Bu isimleri de yine çok kısa biyografileri ile İbnü'l-Esîr'in el-Kâmil fî't-Tâfîh, II. 70-76'da görebiliriz. Ayrıca sadece isimler için bkz.: İbnü Sa'd, Tabakât, I, 200.

[358] Bkz.: 96-104

[359] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 370; İbnü Kesîr, Sîret, II, 35.

[360] Bu ifadeleri tezimizde, melein Peygamberlere karşı verdiğimiz sözlü ve fiilî mukavemet örneklerini aldığımız kaynakların anılan sahîfelerinde görebiliriz.

[361] Hicr: 15/95.

[362] Bu isimler için bkz.: 105, dipnot 27.

[363] Râzî, a.g.e., XIX, 2151

[364] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 112-113.