Konu Başlığı: İptal Metodları Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 07 Şubat 2011, 14:45:15 2- İptal Metodları: Kur’ân’ın tartışırken kullandığı metodlardan biri de iptal metodlarıdır. Bu metodla muarızın görüşleri red ve iptal edilir. Bu red ve iptalin de haklı bir sebebe, geçerli bir delile dayanması gerekir. Kur'ân'daki red ve iptal yollarını maddeler halinde şöylece sıralayibiliriz: 1- İddiaya delil isteme [1333]; 2- İddianın gereğini isteme [1334]; 3- İddianın realite ile çeliştiğini gösterme [1335]; 4- İddianın gereğinin realite ile çeliştiğini gösterme [1336]; 5- İhtimalleri tartışma [1337]; 6- Muarızı şüpheye düşürme [1338]; 7- İddia edilmeyen isnadı reddetme [1339]; 8- One sürülen iddiayı yalanlama [1340]; 9- Muarızı tehdit etme [1341]; 10- Soru - cevap yoluyla reddetme [1342]; 11- Diyalog [1343]; 12- Kesin bir ifade kullanma [1344] 13- Bilginin izafiliğine dayanarak reddetme [1345]; 14- Lânetleşmeye çağırma [1346]; 15- Darb-ı mesel getirme [1347]; 16- Muarızı karşı tarafa almadan reddetme [1348]; 17- Muarızı kıssalarla karşı karşıya getirme.[1349] b- Kur'ânî Tartışmanın Kuralları: 1- Delil Kur'ân'ın en önemli ilkelerinden biri delile dayanarak tartışmaktır. O, tartışırken kendisi delil getirdiği gibi muarızından da delil getirmesini ister. Bunun örneklerini vermeden önce delil hakkında birazcık bilgi vermede fayda var sanırım. Delil nedir? "Delâlet, bir şeyin, kendisi bilindiği takdirde, diğer bir şeyin de bilinmesine yol açacak bir durumda olmasıdır." Delâletin ilk unsuruna "dâll" yani "delâlet eden", ikinci unsuruna "medlul" yani "delâlet edilen" adı verilir. Meseleyi (kaziyye) desdeklemek amacıyla delil getirmeye de "istidlal" denir. Delâlet işinin faili durumunda olan unsur ise "delil"dir. [1350] Başka bir ifadeyle delil, herhangi bir meselede bizi olumlu veya olumsuz bir karara zorlayan şeydir. [1351] Delil, kat'î ve zannî delil olmak üzere iki kısımda incelenmektedir. Kat'î delil, "Hükmün bildirdiği şeyden muhalif, yani aykırı görünen, münâkaşa götürür bütün ihtimalleri kaldıran, seksiz ve tereddütsüz kabul edilen deliller"dir. Zannî delil ise bunun aksine "Hükmün bildirdiği şeyden akla gelen her türlü ihtimali ortadan kaldırmayan, ancak kat'î bir esasa dayanırsa o takdirde belki kabul edilebilen delillerdir." [1352] Kur'ân terminolojisinde ilim, sultan, burhan, âyet, beyyine ve hüccet gibi değişik terimlerle ifade edilen delil, herhangi bir hükmün isbat veya reddinde Kur’ân’ın şart koştuğu en önemli unsurlardan biridir. O, tartışma konusu olan bir meselede kendisi kesin delillere başvurduğu gibi muarızından da kesin deliller istemektedir. [1353] Suyûtî, Kitabu'l-İtkan'da konuyla ilgili olarak şunları söylüyor: "Kur'ân, her çeşit delili ve belgeyi içerisinde bulundurmaktadır. Aklî ve naklî genel bilgilerden kurulu olan hiçbir delil, belge, sakındırma ve taksim yoktur ki Kur'ân onu dile getirmiş olmasın "[1354] Eimaırye göre de Kur'ân, insanın dikkatini doğadaki olaylara çeviriyor; bu da onu çürütecek bir şeyin ortaya çıkma ihtimalini ortadan kaldırıyor; onu nakzedici herhangi bir şeyin varlığına imkan vermiyor. [1355] "Allah'ın beyanından öte bir beyan yoktur. İnsanın yaratılışına uygun olarak Kur'ân'da zikredilen deliller, başka burhan getirmeye ihtiyaç hissettirmezler" [1356] diyen Gazzali, Kur'ân delillerini bir gıdaya benzeterek şöyle değerlendirmektedir: "Kur'ân'ın delilleri gıdaya benzer. Herkes ondan faydalanır. Kelâmcıların delilleri ise ilâç gibidir. Sayılı kimseler yararlanıp çoğu zarar görür. Hatta Kur'ân'ın delilleri su gibidir. Hem emzikteki çocuk, hem de yetişkin bir insan faydalanır. Diğer deliller ise yemeklere benzer. Yetişkinler onlardan kimi zaman faydalanırlar, kimi zaman da midelerine oturur. Küçük çocuklar ise asla istifade edemezler." [1357] İbn Teymiye Kur'ân delillerini bırakarak kelâm ve felsefecilerin delillerine yönelen kimselere saldırmış, onlara karşı şiddetli hücumlarda bulunmuştur. O, böyle bir telakkinin insanlar üzerinde, İslâm’î ilimlerin anlaşılabilmesi için Aristo mantığına ihtiyaç olduğu şeklinde yanlış bir kanaatin oluşması sonucunu doğuracağını söylemiştir.[1358] Muhammed Reşid Rıdâ, Muhammed Hamdi Yazır, Abbas Mahmud el-Akkad, Seyyid Kutup ve Ebu'l-Hasan Ali en-Nedvi gibi İslâm âlimleri, Kur'ân delillerinin zannî olduğunu kabul etmenin İslâm'a aykırı bir düşünce tarzı olduğunu, Kur'ân delillerinin tamamının aklî zaruretlere dayandıklarını, bu itibarla hiçbir akıllının şüphe edemeyeceği, hiçbir inkarcının defedemeyeceği cevaplarla müeyyed olduklarını savunmuşlardır. [1359] Dedik ki: Kur'ân herhangi bir konuda tartışma yaparken kendisi delil getirdiği gibi muarızından da delil ister. Şimdi bunun örneklerine geçebiliriz. Önce birinci şıkla yani Kur'ân'ın kendi delilleriyle ilgili örnekler üzerinde duralım. Buyuruluyor ki: "And olsun ki biz, senden önce birçok peygamberleri kavimlerine gönderdik de onlara açık deliller getirdiler..."[1360] "(Habibim) de ki: "Ben, sizin Allah'dan başka yaşardıklarınıza ibâdet etmekten kesinlikle menolundum. Bana Rabbimden kesin deliller geldi ve ben, âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum. " [1361] “And olsun, Musa'yı da âyetlerimizle ve açık bir delil ile gönderdik.” [1362] "Musa dedi: "Sana (peygamberliğimi) apaçık ispat edecek bir şey getirmiş olsam da mı?” [1363] "De ki "Üstün delil Allah'ın delilidir. O dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi." [1364] "De ki: "Ben Rabbimden açık bir delil üzereyim. Siz ise O'nu yalanladınız..," [1365] Kur'ân, kendilerine delil getirildiği halde hâlâ muhalefet eden kimseleri eleştiriyor hatta büyük bir azapla tehdid ediyor: "Ve şunlar, şu kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılıp ihtilaf edenler gibi olmayın. İşte böyle yapanlar için büyük bir azap vardır." [1366] Bir başka âyette böyle insanların zâlim oldukları, Allah'ın bunlara hidâyet etmeyeceği bildirilmektedir. Hele bunlar daha önceden gerçeği kabullenmişlerse... "İnandıktan, peygamberin hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir. Allah zâlimleri doğru yola eriştirmez.” [1367] Allah, insanlara soruyor: “Allah'ın âyetleri, size okunur, aranızda da peygamber bulunurken nasıl inkâr edersiniz?.." [1368] Ve müminler uyarılıyor: "Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın..." [1369] Bütün uyarılara, bütün bilgi ve belgelere rağmen sapıklıkta inad ve ısrar eden kimselere Kur'ân şöyle sesleniyor: "Yoksa biz onlara bir delil indirdik de O'na ortak koşmalarını o mu söylüyor.” [1370] "...Be ki: "Eğer sözünüzde doğru iseniz delillerinizi getiriniz." [1371] "Yahudi veya hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek" dediler. Bu onların kuruntularıdır. Ey Muhammed, de ki: "Sözünüz doğru ise delillerinizi getirin." [1372] "Yoksa O'ndan başka ilâhlar mı edindiler? Deki: "Haydi delillerinizi getirin. İşte benimle beraber onların kitabı ve benden evvelkilerin kitabı..." Fakat onların çoğu hakkı bilmezler de onun için yüz çevirirler." [1373] Kur'ânın, delil getirmeleri için meydan okuduğu kimselerin cehaletin kurbanı olduklarını yine Kur'ân'dan öğreniyoruz. "Cehalet bir marazdır kim ona asla ilâç olmaz." Şu âyette delilin sıhhatine, kabul edilebilir olmasına dikkat çekilmektedir: "Onun dinine uyduktan sonra Allah hakkında (veya O'nun dini hakkında) münâkaşaya kalkışacak olanların delilleri Rableri katında bâtıldır. Hem aleyhlerinde bir gazap, hem de şiddetli bir azap vardır." [1374] Delil, olağan olabileceği gibi olağanüstü de olabilir. Peygamberlerin gösterdiği mucizeler olağanüstü delillerdendir. "O şundan idi ki, onlara peygamberleri açık mucizelerle geliyorlardı; ama onlar inkâr ettiler. Allah da tuttu kendilerini alıverdi. Çünkü Allah, güçlü ve azabı şiddetlidir." [1375] Kur'ân-ı Kerim, hiçbir bilgi ve belgeye dayanmadan tartışmaya kalkan ehl-i kitaba şöyle sesleniyor: "Siz, hadi bilginiz olan şey üzerinde tartışanlarsınız. Ama bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışırsınız. Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz." [1376] İslâm bilginleri arasında münazara ilmiyle ilgili olarak şöhret yapmış iki metod vardır: "Bezdevî metodu", "Amtdî metodu". Birinci metodda tartışma yapılırken sadece nass, icmâ ve kıyastan ibaret olan deliller kullanılırken ikinci metodda hangi ilim dalına ait olursa olsun, delil olabilecek bütün deliller kullanılabilir. Bu netiliği dolayısıyle ikinci metod daha çok revaç bulmuştur. Şu var ki, bu metod demogojiye, muarızı yanıltmaya daha müsaittir. [1377] 2- Kur'ân'a Göre Tartışma Kurallarının Bir Diğeri Amaçtır: Kur'ân, tartışmayı bir amaca yani'hakikatin bulunmasına bir vasıta olarak kabul eder. Başka faydaları da olmakla beraber tartışmanın en büyük yararı gerçeğin bulunmasında yardımcı olmasıdır. Kendisi bir amaç değildir. Binâenaleyh bu vasıtanın kullanılması sonucunda hakkın ortaya çıkmasına rağmen inkârda direnen kimselerle tartışmaya devam etmenin bir anlamı yoktur. Amaca vâsıl olunması, hakkın ortaya çıkması halinde her iki tarafın da susması gerekir. Kur'ân'da inatçılarla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır: "Her ümmete, yerine getirmeleri gerekli ibâdetler koyduk. Öyleyse ey Muhammed, bu konuda seninle çekişmelerine fırsat verme. Rabbine davet et. Sen, şüphesiz doğru yol üzerindesin. Seninle tartışırlarsa, "Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilir; ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında, kıyamet günü aranızda Allah hükmedecektir" de." [1378] "Ayetlerimizi çekişmeye dalanları görünce, başka bir bahse geçmelerine kadar onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber oturma." [1379] Ayetlerde de görüldüğü gibi Kur'ân, amacı hakkın zuhuru olmayan, aksine hakkın gölgelenmesine yönelik inatçı tartışmalara iltifat etmiyor. Çünkü taassubun bulunduğu yerde tartışmanın faydası yoktur.[1380] 3- Üzerinde Tartışılacak Konunun Tartışmayı Gerektiren Bir Konu Olması Lâzımdır. Başka bir ifadeyle her konu tartışılmaz. Gereksiz, faydasız, mâlâyânî denebilecek konular üzerinde tartışmanın bir anlamı olmadığı gibi, tartışmayı gerektirmeyecek kadar net ve açık olan konular üzerinde de tartışmanın bir anlamı yoktur. Güneş altında cayır cayır yanan insanların güneşin varlığını tartışmaları abesle iştigalden başka bir şey değildir. Kur'ân'da, Allah'ın varlığı ile ilgili bir tartışma açılmamıştır. Elmaî, Kur'ân'da geçen ifadelerin, hiçbir zaman Allah'ın varlığını isbatlamayı hedeflemediklerini, çünkü Allah'ın varlığına inanmanın açık ve kesin bir zorunluluktan kaynaklandığını söylemektedir. [1381] Kur'ân, kendisiyle Allah'ın varlığını tartışmak isteyen mukadder bir arzuya, "Allah hakkında şüphe mi var?" [1382] cevabını veriyor. Âl-i İmrân sûresinin 65. âyetinde kitap ehlinin Hz. İbrahim'le ilgili yersiz ve temelsiz tartışması kınanmaktadır. 4- Kur'ân'ın Öngördüğü Tartışmada Kesin Bilgi Esastır. Kulaktan dolma, aslı astarı olmayan haber veya bilgilerle tartışmanın zararından başka bir şeyi yoktur. Kur'ân, yalan ve asılsız bilgiler bir tarafa özellikle imanla ilgili konularda zannı bile reddetmiştir. [1383] O, tartışma yapmak isteyen herkesin bilgi sahibi olmasını şart koşar. Allah, bilgi sahibi olmadığı halde tartışan kimseleri şu ifadelerle kınamaktadır: “Allah hakkında bilmeden tartışan ve her azılı şeytana uyan insanlar vardır." [1384] Şu âyette "Sen af yolunu tut; bağışla; uygun olanı emret; bilgisizlere aldırış etme." [1385] buyurulmaktadır. Mevdudî, son talimatla ilgili olarak şunları söylemektedir: "İslâm'ın neşri konusunda verilmiş olan üçüncü tâlîmât da, cahil kimselerle faydasız tartışmalara girmekten kaçınmak hakkındadır. Hakka davet eden kişinin, art niyetli ve bozguncu insanlarla yapacağı konuşmaların faydasız münakaşa ve tartışmaları içermemesine çok dikkat etmesi gerekir..." [1386] İbn Teymiye, "Hikmet nasıl ilimle olursa aynı şekilde tartışma da ilimle olur" [1387] diyerek bilgisiz tartışmanın olamayacağına dikkat çekiyor. Daha önce naklettiğimiz bir âyet mealini burada da verelim: "Siz, hadi bilginiz olan şey üzerinde tartışanlarsınız. Ama bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışırsınız? Oysa Allah bilir; sizler bilmezsiniz." [1388] 5- Kur'ân'a Göre Tartışmada Kullanılan Dil Ve Üslûbun Çok Büyük Önemi Vardır. Tartışma, hikmetle, iyi niyetle, tatlı dil ve güler yüzle yapılmalıdır. Atalarımız, "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır" derken bu gerçeğe tercüman olmuşlardır. "İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırlar" atasözü bunun başka bir ifadesidir. Kur'ân tartışmada doğru yolu bulabilmek için iyi niyet ve anlaşmayı önermiş, insanları tartışırlarken duygusal, niza ve çekişmeye dayalı bir tavırdan uzak durmaya çağırmıştır. [1389] Tartışma yaparken her iki taraf da terbiye kurallarına uygun olarak konuşmalı, ayıplama, yaralama, alay etme, küçük görme gibi davranışlardan uzak durmalıdır. Allah Kur'ân'da şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed, Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O doğru yolda olanları da en iyi bilir. [1390] Kelâmcıların büyük bir çoğunluğu bu âyette geçen üç yolun mantık kurallarına uygun olduğunu söylemişler, bu üç yoldan kastedilen şeyin delil, hitabet ve tartışma olduğunu savunmuşlardır. İbn Teymiye ise davetin sadece hikmet ve güzel öğütle yapılabileceğini ileri sürmektedir. [1391] Kur'ân, tartışırken şahsiyet yapmaktan, tahkir etmekten uzak durmuştur. Ona göre münazara karşılıklı bir düello veya sövüşme değildir. Allah, en büyük düşmanlarından Firavun'a bile Hz. Musa ve kardeşi Harun'u gönderirken onlardan Firavun'a yumuşak konuşmalarını istemiştir. Şöyle buyuruluyor: "Firavun'a gidin; doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt dinler veya korkar." [1392] Demek ki, insanların öğüt dinlemeleri için onlara yumuşak söz söylemek en akılcı yoldur. Evet, Kur'ân seksiz ve şüphesiz olarak biliyor ki, insan ilişkilerinde esas olan etki-tepki kanunudur. İnsanlar, tepkilerini, aldıkları etkinin tür ve şiddetine göre ayarlarlar. Makul bir etkiye karşı genelde verilecek cevap makûldür. Kötü ve şiddetli bir etki, karşısında kötü ve şiddetli bir tepki bulur. Bu cümleden olarak Kur'ân'da Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Onların Allah'dan başka yalvarıp yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah'a söverler... " [1393] Bu âyet-i kerimeyle "Hz. Peygamberin ashabı, gayrimüslimlerin tapındıkları şeylere, liderlerine ve akidelerine karşı kötü dil kullanmaktan kaçınmaları için uyarılmaktadır. Onlarla tartışmaya girdiklerinde uygun sınırlar içinde kalmaları ve müslim olmayanların gerçekten daha çok uzaklaşmamaları için kutsal nesne ve kişilerini kötülememeleri tavsiye olunmaktadır." [1394] Bu tavsiye aynı zamanda bütün müminleredir. Elmaî, bazan gerçeklerin silinip gitmesine sebep olan sözlü çekişmelerin Kur'ân tarafından hafifletildiğini, Kur’ân’ın bütün delil getirişlerinde, yumuşaklık ve tatlılıkla insanlara yol gösterme, onları hak yola davet etme ve yönlendirme bulunduğunu ifade etmektedir. [1395] Yine Elmaî'nin ifadesine göre, "Kur'ân, tartışırken hasma karşı sert davranıp, ağır ifadeler kullanmışsa, bu onun mücadelede izlediği genel metoduyla ve davet üslubuyla ilgili bir şey değildir. Sadece tartışan kişinin zatıyla ilgili bir meseledir." [1396] Tartışırken Kur'ân'ın dayandığı genel üslûp, "değişik hitap türleri, çeşit çeşit olaylar, değişik tarihi haberler, kişiler ve düşünen uyanık zekâların anlayacağı, ümitvâr olan ve korkan kalblerin idrâk edeceği bilgilerdir." [1397] Kur'ân, sadece geçmişe uzanarak tarihî haberler vermez; zaman zaman geleceğe de uzanır. Kur'ân'ın genel karekterinde olduğu gibi bu konuda da çeşitlilik egemendir. Muarızını uyarıp ikaz eden Kur'ân, birden korkutmaya başlar; bunun arkasından teşvik edici ifadeler gelebilir. Güzel bir va'din arkasından birden bir tehdit sağanağı altında kalabilirsiniz. [1398] Kur'ân; tartışırken kelime oyunlarına, lâf ebeliğine, demagojiye tenezzül etmez. Edenleri de kınar. Şöyle buyuruluyor: "Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim, "Benim Rabbim diriltir ve öldürür." demişti; o da, "Ben de öldürür ve diriltirim." demişti..." [1399] Meudûdî, bu zâtın İbrahim'in doğduğu ülke olan Irak'ın kralı Nemrud olduğunu söylemektedir. [1400] Kur'ân-ı Kerim'in diğer bir üslûp özelliği tartışmada kısa ve net cevapları esas almasıdır. [1401] Ölümden sonra dirilmeyi kabul etmeyen müşriklere verdiği cevap çok kesin ve kısa; "...Sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz." [1402] 6- Kur'ân, İyi Niyete, Dayanmayan Tartışmalara Katılmaz. Rasûlullahı âciz bırakmak, susturmak ve zora sokmak için istenen delillere cevap verilmemiştir.[1403] 7- Tartışmaya Giren Kimsenin Samimi Olması, Yani İsbatlamaya Çalıştığı İddiaya Zıt Bir Şeyi Benimsememesi Gerekir. [1404] Aksi halde çelişkiye düşer, tutarlı insanlar savundukları fikre ihanet etmezler. Hayatları pahasına da olsa inandıkları ve benimsedikleri şeyleri savunurlar. Hz. Muhammed, bunun en güzel örneklerini vermiştir. Bir eline ay, bir eline güneş konsa bile inanç ve düşüncelerinden asla vazgeçmeyeceğini söylemiştir. 8- Kur'ân, Tartışırken Muhatabın Durumunu Da Dikkate Alır; Onun Durumuna Uygun Olan Bir Tartışmayı Esas Alır. [1405] 9- Kur'ân'ın Tartışmada Esas Aldığı Kurallardan Biri De Yeri Geldikçe Allah'ı Anmaktır. Allah, Firavunla tartışmaya giden Hz. Musa ve kardeşi Harun'a bu kuralı hatırlatmış, "Sen ve kardeşin, âyetlerimle gidin, beni anmakta gevşek davranmayın" [1406] buyurmuştur. Bu kuralın önemli faydalarından biri, amacın sapmamasını temin etmek, nefsin devreye girmesini engellemektir. Zira tartışma her an sen-ben kavgasına dönüşebilir; tartışmadan beklenen amaç da kaybolabilir. Tartışmada delilin önemini biliyoruz. Bu delillerin, kaynaklarından sağlıklı bir şekilde elde edilebilmesi uyanık bir kalbe, selim bir akla ihtiyaç gösterir. Uyanık bir kalbi ve selim bir aklı besleyen en önemli kaynak ise Allah'ı her fırsatta anmaktır. Çünkü kalbler ancak Allah'ı anmakla itmînân bulabilir. [1407] Münazara kurallarından diğerlerini satırbaşları halinde şöylece sıralamak mümkündür. “Tartışmada muhatabın aklına hitabedilmesi kadar duygularına hitabedilmesi de önem taşır. “Sözü gereğinden fazla veya az söylememek lâzımdır. “Tartışmada konunun sınırları iyi tesbit edilmeli, onun dışına çıkılmamalıdır; “Tartışma esnasında, gülme, kızma ve benzeri beğenilmeyen tavırlar sergilenmemelidir. “Tartışmada muarızı dinlemek, onun sözünü kesmemek ona ve düşünceye saygının gereğidir. Eğitilmiş insan dinlemesini de bilen insandır. “İyi bir tartışma için onun kurallarını bilmek gerekir. "Münazara kural ve âdabını bilmeyen veya uygulamayan kimselerle tartışma yapılmamalıdır."[1408] f- Kıyas Ve Mukayese Kıyas da mukayese de Kur'ân'a göre bilgi edinme yol ve metodlarındandır. Her ikisine de "Tartışma" konusunda temas etmemiz dolayısiyle burada detaya girmeyecek, kısa bir açıklamayla yetineceğiz. Kıyas, lügatta bir şeyi diğer bir şeyle değerlendirmek; eşitlik anlamlarına gelmektedir. [1409] Hukukî bir terim olarak kıyas, herhangi bir konuda açık ve kesin hüküm bildiren âyet ve hadis bulunmaması halinde, hakkında âyet ve hadis bulunan benzeri konulardan hüküm çıkarma işlemidir. [1410] Kıyasın mantıktaki anlamı ise iki doğru hükümden üçüncü bir hüküm çıkarmak olarak açıklanabilir.[1411] Muhammed Hamdi Yazır, ibret, kelimesini açıklarken onu, "müşahede edileni marifetten, henüz müşahede edilmeyeni marifete vesile tutulan halet olarak açıklamaktadır. Onun verdiği bilgiye göre "ibret" kelimesinin aslı olan "abr" kelimesi bir halden bir hale geçmek anlamındadır. Ubur, gerek yüzerek gerek diğer vasıtalarla suyu ve dereyi geçmek demektir. Söyleyenden dinleyene geçen söze ibare dendiği gibi, rüyanın zahirinden batınına geçmeye de tabir denmektedir. Yani kelimenin bütün kullanılışlarında "geçmek, intikal" ağırlık taşımaktadır. Yazar, buradan kıyasa intikal ederek şunları söylüyor: "Binâenaleyh ibret almak diye hülâsa ettiğimiz i'tibâr, meşhûd olan bir malûma dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeğe intikal eylemek demek olur. Bu da usûl-i fıkıhta kıyas denilen istinbat usûlünün ta kendisidir." [1412] Bu bilgiler ışığında kıyas için bilinenden bilinmeyeni çıkarma işlemidir, diyebiliriz. Kur'ân, kıyası birçok konularda, özellikle öldükten sonra dirilme konusunda kendine has şekiller içinde kullanmıştır. Meselâ şöyle buyurulmaktadır: "Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilme hususunda şüphede iseniz şu muhakkak ki, size (kudret ve hikmetimizi) beyan edelim diye sizi (önce) bir topraktan, sonra insan tohumundan, sonra pıhtılaşmış bir kan ve sonra da yaratılışı belli belirsiz bir et parçasından yarattık. Hem (sizi) dilediğimiz bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz. Ve daha sonra da olgunluk çağınıza erdiriyoruz. Bununla beraber içinizden kiminiz öldürülüyor ve kiminiz de (önceki) bilgisinden sonra hiçbir şey bilmemek üzere ömrünün pek kötürüm ve yaşlı devresine itiliyor. Yeryüzünü de kurumuş ve ölmüş görürsün fakat biz ona suyu indirdiğimizde harekete geçer, kabarır da her güzel çiftten nice nebat bitirir." [1413] Buradaki problem öldükten sonra yeniden dirilmeyle ilgili. İnsanlardan bir kısmı inanıp kabul ederken, bir kısmı tereddüt veya reddetmek durumunda. Kur'ân, problemi çözmek üzere insanın dikkatini önce kesin olarak bildiği bir konuya yani Allah tarafından ilk yaratılışına çekiyor. Ve diyor ki: Seni böylece yoktan var eden Allah, neden ikinci kez var edemesin? İkinci, yeryüzü örneğiyle bunu daha tartışmasız biçimde isbat ediyor. Hâlâ tereddüt içinde bulunan insana doğayı gösteriyor, "Bak, bunu ölümünden sonra Allah yeniden diriltiyor; seni neden diriltmesin veya diriltemesin?" diyor. Bir başka âyette inkarcılar, "...Bir yığın kemik olduğumuz ve ufalanıp toz haline geldiğimiz vakit mi, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz" diyorlar. Allah bunlara şu cevabı veriyor: "Gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'ın, kendilerinin aynını yaratmaya kadir olduğunu da görmediler mi?..." [1414] Bu âyette, insana göre yaratılması daha zor gibi görünen göklere ve yere dikkat çekiliyor. Şu örnek, dünya hayatının sınırlılığı ile ilgili: "Bir de biz senden evvel hiçbir insana ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedî mi kalacaklar?" [1415] Bütün insanlar ölümlüyse, onlar da insansa, onlar da ölecekler demektir. Mukayese de bir karşılaştırmadır. Kıyasta birbirlerine benzer şeyler karşılaştırılırken mukayesede daha çok birbirlerine zıt olan şeyler karşılaştırılmaktadır. Kur'ân’da bunun da çok örneği vardır. Şöyle buyuruluyor: "Muttakîlere va'dolunan cennetin durumu şudur: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, saf baldan ırmaklar vardır. Ve orada onlar için her çeşit meyve ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç bunlar, ateşte ebedî kalan ve kaynar bir sıvıdan sulanıp da bağırsaklarını parçalamakta bulunan kimselere benzerler mi?" [1416] sorunun cevabı içindedir: Hayır, benzemezler. Böylece kıyasla ilk kez insanı yaratan Allah'ın ikinci kez de yaratabileceğini, mukayese ile de kötünün iyi, çirkinin güzel, şerrin hayır, bâtılın hak gibi olamayacağını, ilmin cehaletle denk tutulamayacağını öğrenmiş bulunuyoruz. Kur'ân'da mukayese her zaman bir soru ve teşbih edatıyle yapılmaz. Daha doğrusu klişeleşmiş belli bir kalıbı yoktur. Kur'ân, değişik yerlerde değişik konularda bilgi vermek suretiyle insandan o bilgiler ışığında mukayeseler yapmasını istediği gibi bazan da iki zıt olay veya varlığı bir arada yanyana tanıtarak karşılaştırılmasını insana bırakır. Şu âyetlerde azgınların atılacağı cehennemle muttakîlerin kendisiyle ödüllendirileceği cennet aynı surede yanyana tanıtılmakta, gerisi insana bırakılmaktadır: “Şüphesiz ki cehennem gözetleme yeri olmuştur. Azgınlar için son varılacak yer olmuştur. Devirlerce ebedî kalacaklardır. Ne bir serinlik tadacaklar; ne de içecek bir şey. Ancak bir kaynar su ve irin. Bir ceza ki yaptıklarına uygun. Çünkü onlar hiçbir hesap ummuyorlardı. Ayetlerimizi yalanlaya yalanlaya yalancı kesilmişlerdir..." [1417] "Şüphesiz ki muttakîler için bir kurtuluş var. Bahçeler var, bağlar var. Tomurcuklaşmış göğüslü bir yaşıt kızlar var. Dopdolu kadehler var. Orada ne boş bir laf işitirler, ne de bir yalan. Bütün bunlar Rabbinden yeter bir bağıştır..." [1418] Bu cümleleri okuyan veya dinleyen selim bir akıl, hemen kendiliğinden düşünmeye, tasvir edilen iki sonuç arasında karşılaştırmalar yapmaya başlar, sonunda da bir tercihte bulunur. Bu zihinsel işlemin tam olarak yürümesi için sonuçların kimler için olduğu hangi gerekçelere dayandığı da belirtilmiştir. Azgınlar, azgınlıkları sebebiyle cehenneme, muttakîler takvaları sebebiyle cennete gideceklerdir. Görüyoruz ki bu bir karşılaştırma, bize birçok şeyi aynı zamanda öğretmektedir. Herşeye rağmen yanlış bir tercih yapmak mümkün müdür? Mümkündür ki Kur'ân bu yanlışı yapanları uyarmaktadır: "Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." [1419] Şu âyette yanlış tercihlerin aklı kullanmamaktan kaynaklandığını görüyoruz: "Hem size verilen her şey, dünya hayatının geçici nimeti ve zinetidir. Allah katındaki ise hem daha hayırlıdır; hem de ebedidir. Hâlâ akıllanmayacakmısınız?” [1420] Kur'ân, tıpkı bir muallim gibi muhatabını aydınlatmakta, tercihi hususunda onu yönlendirmektedir. Ama zora başvurmadan... g- Soru- Cevap Soru, hem bir tartışma metodu, hem de bilgi edinme yoludur. [1421] İnsanlar bilmek istedikleri şeyleri sorarak öğrenirler. İnsan bilgisinin büyük bir kısmını sorarak öğrendikleri teşkil eder. Hz. Muhammed, güzel soru sormayı ilmin yarısı olarak kabul etmiştir. [1422] Soru, sözlükte, 1- Bütün öğeleri tam olarak verilmeyen bir düşünceyi tamamlatmağa ve eksiksiz bir ifade halinde belirtmeğe yardım eden söz; 2- Bir arada verilen birkaç fikirden en doğru olanını seçmek için insanı zihin etkinliğine yönelten araç" olarak tanıtılmaktadır. [1423] Tanımda da ifade edildiği gibi soru insan zihnini etkinliğe yöneltmekte, konu üzerinde düşünmesini sağlamaktadır. Herbert Sorenson, soru sormanın öğrencide öğrenmeye matuf bir ruh halini hazırlayacağını söylemektedir. [1424] Herhangi bir konuda kendisine soru yöneltilen zihin derhal faaliyete geçer, hafızanın derinliklerinde bulunan anılar uyandırılır, dikkatin soru sorulan konu üzerinde yoğunlaştığı görülür. Soru sorma, insan zihnini çalışmaya zorlaması, onu anlaşılmış bilgilere götüren bir yol olması dolayısiyle sürekli kullanılmıştır. [1425] Soru-cevap metodu insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü insanın bir özelliği de mütecessis olması, çevresinde olup bitenleri devamlı öğrenmek istemesidir. İnsan yavrusunun konuşmaya başlaması anlarındaki en belirgin özelliği durmadan sormasıdır. Her anne baba veya çocuğu gözleyen herkes, çocuğun biteviye "Bu ne? Bu ne? Bu ne? Bu ne?" diye mantıklı mantıksız herşeyi sorduğunu görmüş olmalıdır. O halde sormak, öğrenmek istemek insanın tabiatında vardır. Aksi halde kocaman bir hayatı kısacık bir ömre nasıl sığdıracaktır? Onun hayattan öğreneceği veya öğrenmesi gereken o kadar çok şey vardır ki insan sormadan edemez. İnsanın soru sorması, neyi öğrenmek istediğini, probleminin neler olduğunu göstermesi bakımından da önem taşır. Çünkü herkese herşeyi öğretmek hem imkânsız, hem de gereksizdir. İnsan, sormak suretiyle bilgi bakımından nelere muhtaç olduğunu bir ölçüde göstermiş olur. Bu da kuşkusuz, eğitimcinin işini kolaylaştırır. Programını ona göre hazırlayan eğitimci, eğittiği kimselerin kafalarını lüzumsuz bilgilerle doldurma yanlışlığından kurtulmuş olur. Soru-cevap metodunun bir başka yararı, yaratıcı düşünmeye, ferdî teşebbüs kabiliyetini geliştirmeye, serbest konuşma ve tartışmaya imkân ve fırsat hazırlamasıdır. [1426] Bu suretle insan, kendine güven de kazanır. "Bilim sorarak başlar" [1427] diyen M. Hans Aiberg'e, Wayne Old şunları ekliyor: "Şurası muhakkak ki, bilgi basamaklarında ilerlemek, eşyanın meydana geliş keyfiyetini ve sebeplerini araştırıp soruşturmak, beşer zekâsını diğer varlıklardan ayıran en büyük ve en önemli niteliklerden birisidir. [1428] Rasûlullah, sorma ve soruşturma olmasa ilmin yok olmaya yüz tutacağını vurgulamıştır. [1429] Bir hadis-i şeriflerinde "İlim definelerdir ve o definelerin anahtarı da sualdir." Buyurmaktadır.[1430] Hz. Ali, utanma ve çekinme dolayısıyle soru sormaktan uzak duran kimseleri, "Çekingenlik, ümitsizlik ve utangaçlık ilimden mahrumiyetle sonuçlanır." diyerek uyarıya. [1431] Sorular öğretmek amacıyle de sorulabilir. Eğitimciler, en iyi öğretmenin, en parlak hatip değil, en usta soru soran kimse olduğunu, aktif metodun her şeyden önce soru sormaya dayandığını ifade etmişlerdir. [1432] Soru-cevap metodu Kur'ân-ı Kerimin de bolca kullandığı bir metoddur. Şöyle buyurulmaktadır: "Biz ancak senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını (peygamber) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız haydin ehl-i kitabın âlimlerine sorun." [1433] Kur'ân'da bu mealde bir âyet daha vardır. Bu âyette, "Biz senden evvel kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka (peygamberler), göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun" [1434] buyurulmaktadır. Her iki âyette de insanlar öğrenmeye teşvik edilmekte, bunun için de bilen kimselerden sormaları istenmektedir. Mevdûdî, "zikir ehli'ni "Ehl-i kitabın âlimleri, tamamen olmasa da diğer semavî kitaplara vâkıf olanlar ve daha önceki peygamberlerin kıssalarını bilenler" olarak açıklamaktadır. [1435] Kur'ân ehline, yani bilenlere sorun demekle uzmanlığa verdiği önemi de göstermektedir. Ona göre sormak kadar, ehline sormak da önemlidir. Ayette geçen "zikir ehli" ifadesiyle kimlerin kastedildiği hususunda başka görüşler de vardır. Bazılarına göre "zikir ehli" Allah'ın kitabının mânâlarını bilen kitap ehlidir. Bazıları, bunların geçmişin haberlerini bilen ilim erbabı olduğunu söylemiştir. Razı, "zikir ehli"yle kastedilen kimselerin yahudî ve hıristiyanlar olduğunu, zira müşriklerin yahudî ve Hıristiyanların bilgi ve kitap sahibi olduklarını kabul ettiklerini söylemektedir. Süleyman Ateş, âyetin genel hükmünün, her konuyu bilenlerden, mütehassıslarından sorup öğrenmek olduğunu zikretmektedir. [1436] Kur'ân'da Allah tarafından sorulan hiçbir soru öğrenmeye yönelik değildir. Bunlardan büyük bir kısmı öğretmeye, bir kısmı tebkit, teskit, tevbih, tariz v.s. gibi hususlara yöneliktir. [1437] Her ne amaçla olursa olsun Kur'ân'da belli bir kalıba sıkıştırılmış monoton soru şekilleri yoktur. Muhtelif soru şekilleri vardır. [1438] Bazan verilmek istenen bilgi bir soruyla başlar. Bu soruda bir soru edatı kullanılabileceği gibi, soru ifade eden bir fiil de olabilir. Meselâ Saff sûresinde şöyle duyurulmaktadır: "Ey inananlar, sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazançlı bir yolu size göstereyim mi? Allah'a ve peygamberine inanırsınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz; bilseniz bu sizin için en iyi yoldur. " [1439] Burada ilk cümle insanı zihnen hazırlayan bir soru cümlesidir; soru edatıyla sorulmuştur. Şu âyette durum farklıdır: "Sana içki ve kumarı sorarlar; de ki: "ikisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür... " [1440] Görüldüğü gibi âyette bir soru edatı yoktur; fakat muhatap kumar ve içki hakkında bilgilendirilmeden önce "sana içki ve kumardan sorarlar" ifadesiyle zihnen hazırlanmaktadır. Bu ifadeyle dikkat, kumar ve içki üzerinde yoğunlaşmış, arkasından verilecek bilgi için hazır hale gelmiştir. Şu âyette bir som bir başka soruyla tekîd edilmektedir: "Gerçekleşecek olan! Nedir o gerçekleşecek olan gün? Gerçekleşecek olanın ne olduğunu sana ne bildirir?..."[1441] Şu soru, muhatabın beğenilmeyen bir hareketine tevbihi ifade etmektedir: "Ey inananlar, yapmadığınız şeyi niçin yaptığınızı söylersiniz?" [1442] Yukarda da belirttiğimiz gibi Kur'ân'da, takrir, inkâr, emir, nehiy, tazım ifade eden birçok soru şekilleri vardır. Bunların detayına inmiyoruz. Kur'ân'da sorulan sorular sadece zihne yönelik, onu harekete geçiren sorular değildir; insan duygusuna hitabeden sorular da vardır. Allah Teâlâ peygamberine hitaben şöyle buyuruyor: "Kuşluk vaktine and olsun; sükûna erdiği zaman geceye and olsun ki, ey Muhammed, Rabbin seni ne bıraktı ve ne de sana darıldı. Doğrusu âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de hoşnud olacaksın. Seni öksüz bulup da barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?" [1443] Rasûlullah'a gelen vahyin bir süre kesilmesiyle düşmanları sevinmiş, onunla alay etmişlerdi. Tabiatiyle Hz. Muhammed bu duruma çok üzülmüştü. Çevresindeki müşrikler, "Rabbi ona darılmış ve onu terk etmiştir" derken o da bir kusuru nedeniyle Allah'ın darıldığını, bu yüzden hak-bâtıl mücadelesinde kendisini yâlnız bıraktığını tahmin ediyor; üzülüyordu. Bu durumda ona teselli vermek için bu sûre nazil oldu. [1444] Şu âyetler de Rasûlullah'ı teselli amacına yöneliktir: "Biz senin göğsünü yarıp genişletmedik mi? Ve yükünü indirip atmadık mı? ki o, senin belini bükmüştü. Senin zikrini (şanını) yüceltmedik mi?” [1445] İslâm davetinin ilk anlarında Rasûlullah, içinde bulunduğu şartlar sebebiyle sıkılmış, perişan hale gelmişti. Bu nedenle Rasûlullah'a teselli vermek için önce Duha sûresi, sonra da bu sûre nazil olmuştur. [1446] İnsanın duygularına yönelik başka örnekler de vardır. [1447] Kur'ân'da geçen soru-cevap cümlelerinde yer alan unsurlar da farklılık arzeder. “Şöyle ki: Bazan soruyu başkaları sorar cevabı Kur'ân verir.” [1448] Bazan Kur'ân soru sorar; başkalarından cevap ister; [1449] bazan da Kur'ân kendisi sorar ve kendisi cevaplandırır. [1450] Bazan sorular da cevaplar da peygambere havale edilmektedir. [1451] Sadece cevabın peygambere bırakıldığı yerler de vardır. [1452] Zihin eğitiminde soru-cevap metoduna geniş çapta yer veren Kur'ân-ı Kerîm bu konuda bazı kurallar da koymuştur. Bunları şöylece sıralayabiliriz: 1- Herkes her şeyi sormamalıdır: "Ey iman edenler, öyle şeylerden suâl etmeyin ki, size açıklanırsa fenanıza gidecektir. Halbuki Kur'ân indirilirken sorarsanız onlar size açıklanır. Allah onlardan (şimdiye kadar olanları) affetti. Allah gafur ve halimdir. Sizden önceki bir topluluk onu sormuştu da sonra kâfirler olmuşlardı." [1453] Rasûlullah zamanında bazı kimseler yerli yersiz sorular sormayı sanki âdet haline getirmişlerdi. Bir defasında biri gelerek peygambere gerçek babasının kim olduğunu sormuştu. Bazıları, halkın iyiliği düşünülerek kasden açıklanmayan, açıklanmaması gereken şeyleri soruyordu. Bir defasında bir adam gelerek peygambere "Her yıl haccetmek zorunlu mudur?" diye sormuştu. O sırada hac zorunlu kılınmış, fakat her yıl yapılıp yapılmayacağı açıklanmamıştı. Rasûlullah, adamın sorusuna cevap vermedi. Adam, soruyu üçüncü kez tekrarladı. Bunun üzerine Rasûlullah, "Yazıklar olsun sana! Eğer "evet" deseydim hac her yıl farz olacak ve senin gibileri, buna güç yetiremeyenler itaatsizlik suçu işlemiş olacaklardı" [1454] buyurdu. Ayet bu tür yersiz ve faydasız soruları yasaklamaktadır. Soru sormanın doğru olmadığı husus herhangi bir konu olabileceği gibi herhangi bir iş de olabilir. Hz. Musa ile Hızır (a.s.)ın seyahatleri önemli bir sabır ve soru eğitimi vermektedir. [1455] Orada da Hz. Musa yerli yersiz sorular sormuş, sonunda Hızır'dan çok güzel şeyler öğrenmişti. Şu âyette, yahûdilerin yönlendirilmesiyle Peygamberden gereksiz sorular soran insanlar eleştirilmektedir: "Yoksa daha önce Musa'nın sorguya çekildiği gibi, siz de peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse artık o, dosdoğru yolu sapıtmış olur." [1456] 2- Sormada zamanlama çok önemlidir: Mâide 5/101'de "Kur'ân indirilirken sorarsanız onlar size açıklanır" ifadesi zamanlamanın önemine dikkat çekmektedir. Rasûlullah, ne zaman soru sorulacağını bilmeden rastgele soru soran kimselerin sorularını anında cevaplamamıştır. Bir defasında etrafındakilere birşeyler anlatırken bir bedevi ondan kıyameti sordu. Peygamber ona cevap vermeden sözüne devam etti. Ne zaman sözünü bitirdi o zaman bedevinin sorusunu cevaplandırdı. [1457] Hz. Hızır da Hz. Musa'nın zamansız sorularına anında değil yeri geldiği zaman cevap vermişti. Buradan, zamansız sorulara anında cevap vermek zorunda olmadığımız sonucunu da çıkartabiliriz. 3- Kur'ân'a göre soru, ehlinden, yani konunun mutahassısından sorulmalıdır: Bununla ilgili iki âyet konunun başında verilmiştir. Şair "Etme âr, öğren, oku ehlinden - Herşeyin ilmi güzeldir cehlinden" derken bu gerçeği dile getirmiştir. Bir şeyi uzmanından sorup öğrenmek aynı zamanda bilgiye ve bilgine gösterilen bir saygının gereğidir. 4- Kur'ân'a göre insan öğrenebileceği, aklî yetileriyle üstesinden gelebileceği şeyleri sormalıdır. Kur'ân, insan aklının alamayacağı konularda sorulan sorulara cevap vermez. Ruh konusu bunun tipik misâlidir. Buyuruluyor ki: "Ey Muhammed, sana ruhun ne olduğunu soruyorlar; de ki: "Ruh Rabbi’nin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir." [1458] Bugünkü psikoloji bile ruhun mâhiyetini değil, tezahürlerini incelemektedir. Kur'ân'da Allah, meleklerin, insanın yaratılacağı haberi üzerine sordukları soruya da cevap vermemiştir. Şöyle buyurulmaktadır: "Hani Rabbin meleklere, "Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti. Onlar da biz seni övüp yüceltir ve (sürekli) takdis edip dururken, orada fesad çıkaracak ve orada kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" dediler. Allah, "şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim" dedi." [1459] Mevdûdî, Allah'ın meleklere cevap vermeyip sadece "sizin bilmediğinizi ben bilirim" buyurmasını "siz bir halife tayin edilmesinin hikmetini anlayamazsınız" gerekçesine dayandırmaktadır. [1460] 5- Soru iyi niyete dayalı içten ve samimî olmalıdır. Kur'ân bu şartlara uymayan sorulara da cevap vermemiştir. Şöyle buyurulmaktadır: "Sana o kıyamet saatinden soruyorlar; ne zaman gelip çatacak diye. Onun zamanını bildirmek sana gerekmez. Onun nihâî ilmi Rabbine aittir." [1461] Kıyametin ne zaman kopacağını sık sık soran müşrikler samimi değillerdi. Asıl maksatları kıyamet tarihini tayin ve tesbit değil, peygamberle alay etmekti. [1462] Günümüzde de buna benzer sorularla karşılaşmak mümkündür. Bu itibarla eğitimci kendisine sorulan sorunun amacını çok iyi tesbit etmeli, içten, samimî ve öğrenmeye yönelik olmayan sorulara cevap vermemelidir. 6- Kur'ân' ın ortaya koyduğu kurallara uygun olan sorulara cevap vermek zorunludur. Çünkü Kur'ân, makul olan soruların hiçbirini geri çevirmemiştir. Peygambere verilen talimat da bu yöndedir. Bakara-sûresinde bunun değişik örnekleri vardır. Buyuruluyor ki: "Ey Muhammed, sana ne 'infâk edeceklerini sorarlar; de ki: "İnfâk edeceğiniz mal, ana baba, yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular" içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz bilir." [1463] Ayetin devamında hürmet edilen aydan ve bu ayda yapılacak savaştan, daha sonra içki ve kumardan, infâk edilecek şeylerden, yetimlerden, kadınların hallerinden suâl edildiği haber verilmekte, peygambere "kul = söyle" emriyle vereceği cevaplar sıralanmaktadır. [1464] Bunlara ve bunlara benzer bütün sorulara gereken cevap verilmiştir. Aynı sûredeki bir âyette "Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır?..." [1465] buyurulmaktadır. Kur'ân için aslolan hakkın gizlenmemesi, lâyık-ı veçhile açıklanmasıdır. "Allah, kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür." [1466] Allah, bunlara şöyle buyuruyor: "Ey kitap ehli, niçin hakkı bâtıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyor sunuz?” [1467] Şu âyette ifadenin daha da sertleştiğini görüyoruz: "Gerçekten indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu kitapta insanlara açıkladıktan sonra, gizleyen kimseler var ya, onlara hem Allah lanet eder; hem lânetçiler lanet eder." [1468] Rasûlullah da kendisine bir şey sorulduğu halde cevap vermeyip hakkı gizleyen kimselerin kıyamet gününde ağızlarına ateşten gem vurulacağını haber vermiştir. [1469] Bu konuyu şu âyetle bitirelim: "Gerçekten, Allah'ı,!, indirdiği Kitaptan bir şeyi gizlemede bulunup onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlardan arıtmaz. Onlara elem verici azap vardır." [1470] O halde bilgili insana yakışan şey, kendisine içtenlikle sorulan soruları mümkün mertebe cevaplandırmaktır. 7- Kur’ân’ın, insan zihnini eğitirken ortaya koyduğu kurallardan biri de insanın, cevabını kesin olarak bilmediği sorular karşısında "bilmiyorum" diyebilmesidir. Buna, "bilmediğini bilmek" de diyebiliriz. İyi eğitilmiş kimseler, bilmedikleri herhangi bir konuda bir soru ile karşılaştıkları zaman hiçbir komplekse kapılmadan "bilmiyorum," diyebilirler. Aksine bir davranış muhataba saygısızlık olacağı gibi, cevap yetiştirmeye çalışan kimse için de çileden başka bir şey olmaz. Boşuboşuna çırpınır durur. Kur'ân, insanlara "bilmiyorum" demeyi de öğretiyor. Bunun ilk örneğini meleklerden verelim: "Ve Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterdi; "Eğer sözünüzde samimî iseniz bunların isimlerini bana söyleyin" dedi. Cevap verdiler: "Sen münezzehsin; öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen hem bilensin; hem hakimsin." [1471] Bir örnek de peygamberlerden: "Allah, peygamberleri topladığı gün, "size ne cevap verildi?" der. Onlar, "Bizim bir bilgimiz yoktur; doğrusu görülmeyenleri bilen ancak sensin" derler." [1472] Günümüz insanlarının en azından bir kısmı kendilerine yöneltilen bir soru karşısında "bilmiyorum" demeyi sanki küçültücü bir cevapmış gibi kabul ediyor; cevabını bilmediği bir soruya karşılkıla sıkıla birşeyler yetiştirmeye çalışıyor. Bunlara anlatmalıyız ki, insanın bilmediği bir konuyu "bilmiyorum" demesi aynı zamanda bir erdemdir. Bu eğitimin verilmediği toplumlarda hemen herkes herşeyi bilmekte, yalnız bir şeyi bilmemektedir: Haddini. Soru-cevap metodu modern eğitimin de üzerinde durduğu önemli bir konudur. O da Kur'ân gibi körükörüne ezber ve bellemeye dayanan soru-cevap teşkilini ideal bulmaz. Soruları, 1- Bellek düzeyindeki sorular; 2- Anlama-kavrama düzeyindeki sorular; 3- Yorumlama düzeyindeki sorular; 4- Uygulama düzeyindeki sorular şeklinde birtakım kategorilere ayıran modern eğitim, hedeflenen amaca ulaşmak için sorunun belleme dışındaki düzeylere yönelik olmasını öngörmektedir. [1473] Unutulmamalıdır ki, anlaşılıp yorumlanamayan bilgi, sahibine ait değildir, insan beyninin en büyük vasıflarından biri edindiği bilgileri, eşya ve olayları yorumlayabilmesidir. Kurallarına uyularak icra edilmeyen soru-cevap yönteminin eğitilen kimseleri ezbere ve bellemeye yöneltmesi, otomatlığa, kitapçılığa ve hazırcılığa alıştırması ve buna benzer terbiyevî olmayan yollara sevketmesi gibi sakıncaları olmakla beraber kurallarına uyulduğu zaman büyük faydaları da vardır. Bunları şöylece sıralayabiliriz: 1- Dikkati daima uyanık tutar; 2- Öğrencinin öğrenme etkinliğine katılmasını yani aktiuitesini sağlar; 3- İçine kapalı öğrencinin sosyalleşmesine katkıda bulunur; 4- Yardımlaşarak, birlikte öğrenmeyi, birlikte kazanmayı öğretir. 5- Dilini kullanmasına yardımcı olur. 6- Sorması gerekirken, sormayan öğrencinin problemini yansıtır. [1474] 7- Soru sorabilen veya kendisine sorulan sorulara cevap verebilen öğrencide kendine güven duygusunu geliştirir'.[1475] 8- Sorarak, sorgulayarak bilgi toplayan insanlar bilgi ve bilginin de değerini daha çok takdir ederler. Bundan dolayı bu yolda çaba harcayan kimselere ellerinden geldiğince yardım ederler. Soru sorarken nelere dikkat edilmelidir? 1- Modern eğitim de soru sorarken Kur'ân'ın öngördüğü kurallara uyulması gerektiğini kabul eder. Onları birkaç madde halinde izah etmeye çalışmıştır. Onlara ek olarak şunları söyleyebiliriz: 2- Sorular öğrenme amacına yönelik olmalı; 3- Soru insanın kendi aklî düzeyine uygun olmalı; 4- Soru net ve açık olmalı; birçok cevabı içerebilecek nitelikte olmamalı. 5- Sorular ezberciliğe teşvik etmemeli; incelemeye, araştırmaya, düşünmeye zorlamalıdır.[1476] 6- Sorarak öğrenmek istediğimiz şeyin bir ihtiyaca cevap vermesi bir ihtiyaçtan kaynaklanması gerekir. [1477] 7- Soru sormada aceleye gerek yoktur. İnsan her-şeyi bir anda öğrenemez. Onun aceleci bir yaratık olduğunu çok iyi bilen Allah onu uyarıyor: "İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim; bunu benden acele istemeyin." [1478] Tabiî acele etmemek sözünden vakti gereksiz yere zayi etmek anlaşılmamalıdır. Her konuda olduğu gibi burada da ifrat ve tefritten sakınmak gerekir. Bir soru sormak için tam iki yıl bekleyen İbn Abbas'ı, Hz. Ömer (r.a.) şu sözlerle uyarmıştır: "Öyle yapma, sormak istediğin zaman hemen sor, şayet biliyorsam cevap veririm." [1479] 8- Sıkılmak, utanmak gibi sebeplerle soru sormaktan vazgeçmemeli, edebe uygun bir ifadeyle soru sormalıdır. Hz. Ali (k.v.) "Kişi bilmediğini sorarak öğrenmekten haya etmesin" buyurmuştur. [1480] Hz. Aişe de konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: "Ensar hanımları ne iyi hanımlardır. Haya, onları dinî meseleleri öğrenmelerine ve dinde bilgin olmalarına engel olma" [1481] 9- Soru soran kimse önyargılı olmamalı, ilmin kendisine gösterdiği hakikati, kibrin ve gururun sultasına boyun eğmeden kabullenmelidir. 10- Birtakım sorular zihni kurcalamıyor, bazı problemlere zihinde de bir cevap bulma mecburiyeti doğurmuyorsa zihin gücü zayıf kalır. [1482] 11- Soru metodunun beklenen faydayı sağlayabilmesi için sezgi ve gözlem metoduyla birleşmesinin gereğini savunanlar da vardır.[1483] 12- İnsanın öğrenmek istediği bir şeyi sorabilmesi için iyi bir sosyal ortama da sahip olması gerekir. Bu nedenle İslâm eğitiminde âlimlerle düşüp kalkmak, bilge kişilerle arkadaşlık kurmak tavsiye edilmektedir. [1484] Konuya, Allah'ın "Bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz" emriyle başlamıştık. O'nun peygamberinin şu sözüyle bitirelim: "Cehaletin şifâsı sormaktır.[1485] h- Örnek Alma Kur'ân-ı Kerim'in gösterdiği bilgi edinme yöntemlerinden biri de örnekleme yöntemidir. Bu yöntem, öğretme usûlü olarak kullanıldığı zaman "örnekleme", "örnek olma" olarak tanımlanırken, Öğrenme usûlü olarak kullanıldığı zaman ise "örnek alma" şeklinde tanımlanmaktadır. Biz, daha çok "örnek alma" üzerinde duracağız. Öğrenmek durumunda olan bir kimse için öğretilecek veya öğrenilecek bir konunun örneğini görmek son derece önemlidir. Konu, onunla ayrı bir vuzuh kazanacak, öğrenme onunla kolaylaşacak, problem onunla çözüme kavuşacaktır. Bilim adamları örneksiz eğitimin tam olamayacağını söyleyerek konuya dikkat çekmişlerdir. [1486] Muhammed Kutup, "Terbiyede örnek bütün vasıtaların en tesirlisi, başarıya en yakınıdır" [1487] diyor. Morgan'a göre, insanlar, kazandıkları davranış özelliklerini sadece "klâsik ve edimsel koşullama" yollarıyla değil, aynı zamanda "örnek alma" veya "gözleme" yollarıyla da öğrenebilmektedirler. [1488] Daha önce de söylediğimiz gibi insanın hayattan öğreneceği pek çok şey vardır. Bunları daha kolay, daha çok ve daha kalıcı olarak öğrenebilmesi için herşeyin kendine özgü numunelerini, çözüm örneklerini görmesi gerekir. Bir güzel davranışı, bir sanat eserini, bir problemin çözümünü öğrenmenin en çıkar yolu onlarla ilgili örnekleri görmektir. Okuması yazması olmayan bir köylü kızından bir nakış çalışması istediğimizde, onun da bizden isteyeceği ilk şey örnek olacaktır. O halde örnekler insanların en iyi öğretmenleridir. Bütün ders kitaplarında ilk olarak öğreneceğimiz konuların çözüm örnekleriyle karşılaşmamız örneğin öğrenmedeki önemini gösterir. İslâm eğitim sisteminde de örnek almanın önemli bir yeri vardır. Bir müslümanın eğitilmesinde örnek alma ve örnek olma usulleri zorunlu bir yol olarak gözükmektedir. [1489] Hem teorik hem pratik bir yapıya sahip olan Kur'ân eğitimi örneklemeyi zorunlu kılmaktadır. Bu sebepledir ki Kur'ân-ı Kerim'de çok çeşitli örnekler bulunmaktadır. Zira Kur'ân, tanıtmak istediği bir zihniyeti, bir kavramı, bir olayı örnekler vererek tanıtmaktadır. Şahıs olarak Kur'ân'ın verdiği en önemli örnekler peygamberlerdir. Bunlar içinde en çok dikkatimizi çeken iki örnek vardır: Bunlardan birincisi Rasûlullah (s.a.), diğeri deHz. İbrahim'dir. Kur'ân bu iki insanı örnek göstermekle insanlığın, bunlardan öğreneceği çok şeyin bulunduğunu göstermek istemiştir. Meselâ Hz. Muhammed, "beşerî bakımdan bir insan, bir baba, bir koca, bir dost, bir hâmî, bir aile reisi, iş güç sahibi bir tüccar, ordu komutanı bir subay, bir vali, bir hâkim, kumanda sahibi bir mareşal, ülke idare eden bir padişah, üniversite rektörü, bir profesör, bir vaiz, bir âbid..." [1490] ve bütün bunların üstünde bir peygamber olarak karşımıza çıkmakta, bize bunlar ve bunların ötesinde birçok konularda örnek teşkil etmektedir. O halde insanların onu örnek alması, şuurlu olarak onu taklid etmesi gerekir. Onun, peygamberliğin dışında diğer insanlar gibi bir insan olması taklid edilmesini kolaylaştırmaktadır. [1491] İslâm eğitimi onun şahsında pratiğe kavuştuğuna, hayatın büyük bir kısmı onun örnek kişiliğinde en güzel şekilde yerini bulduğuna göre insanlığın ondan öğreneceği pek çok şey var demektir. Kur'ân'da şöyle buyurulmaktadır: "Ey inananlar, and olsun ki, sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasûlullah en güzel örnektir.” [1492] Bu ne demektir? Bunu da Kur'ân'dan öğrenelim: "...Peygamber size ne verirse onu alın; sizi neden menederse ondan geri durun. Allah'dan sakının. Doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir.” [1493] Kur'ân, inananlardan, öğretmenlerinin direktiflerine uymalarını istemektedir. Ayet, Beni Nadirin mallarının taksimi ile ilgilidir. Bununla birlikte hükmü umûmîdir; sadece Fey'in taksimatı ile ilgili değildir. [1494] Nitekim Peygamber'in kendisi de Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadîsinde "Size emrettiğim bir şeyi mümkün olduğunca uygulamaya çalışın, yasakladığım bir şeyden de kaçının" [1495] buyurmuştur. İkinci örneğimiz Hz. İbrahim'dir. Hz. İbrahim değişik yönlerden örnek olarak gösterilmektedir. Biz, konumuzu da düşünerek onun düşünme yönünü örneklemek istedik. Böylece hem bir örnek insanı, hem de örnek düşünceyi tanıtmış olacağız. Kur'ân'da onunla ilgili şöyle duyurulmaktadır, "İbrahim ve beraberindekilerde sizin için güzel bir örnek vardır. Vaktiyle onlar kavimlerine şöyle dediler: "Biz sizlerden ve Allah'dan başka taptıklarınızdan uzağız ve sizi tanımıyoruz. Taki siz, Allah'ın birliğine iman edinceye kadar sizinle aramızda ebedî bir buğz ve düşmanlık başladı. Ancak İbrahim'in babasına, "Elbette senin için istiğfar edeceğim; bununla beraber senin için Allah'dan hiçbir şeye gücüm yetmez" demesi müstesnadır." [1496] Onun akıl yürütmesi ile ilgili ilginç bir örnek de Kur'ân'da şöyle anlatılmaktadır: "Gece basınca bir yıldız gördü, "işte bu benim rabbim" dedi. Yıldız batınca "Batanları sevmem" dedi. Ay'ı doğarken görünce "İşte bu benim rabbim" dedi. Batınca "Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi and olsun ki, sapıklardan olurdum." dedi. Güneş'i doğarken görünce "işte bu benim rabbim, bu daha büyük" dedi. Batınca "Ey milletim, doğrusu ben, ortak kustuklarınızdan uzağım" dedi. Doğrusu ben, yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim; ben puta tapanlardan değilim." [1497] Bu örnekte aklın basamak basamak nasıl yükseldiğini görüyoruz. Buradan insanlara şu mesaj verilmektedir: Olayları ve varlıkları aklınla değerlendir; aslı esası olmayan şeylerde kilitlenme. Hz. İbrahim'in yaptığı gibi yap; düşün, ama sağlıklı düşün. Hz. İbrahim, yıldızlarda kilitlenebilirdi kilitlenmedi, ay'a takılabilirdi takılmadı, güneşte kalabilirdi kalmadı. Olayları çok iyi değerlendirdi, akl-ı selimi ile yargıladı. Bu yargı ve değerlendirme çok yönlü ve çok açılıdır. Hz. İbrahim yıldız, ay ve güneşe bakarken sadece pozitif, teslimiyetçi bir açıdan bakmamış; onlara tenkidçi bir düşünceyle de yaklaşmıştır. Onun bir başka açısı da batan yani fâni bir varlığın onun rabbi olamayacağıdır. Allah'dan başka varlıklara tapan kimseler şayet taptıkları varlıkları bu kriterlerle değerlendirselerdi öyle bir çıkmaza düşmezlerdi. Bu tür bir akıl yürütme sadece tapınmada değil bütün olaylarda aydınlatıcı, yol göstericidir. Kur'ân hep olumlu örnekler vermiyor; olumsuz örnekler de gösteriyor. Düşünce şekliyle beraber böyle bir örnek şöyle tanıtılıyor: "Ey Muhammed, tek olarak yaratıp, kendisine bol bol mal, çevresinde bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri yaydıkça yaydığım o kimseyi bana bırak! Bir de verdiğim nimetten artırmamı umar. Hayır, hayır... Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı son derece inatçıdır. Onu sarp bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o, düşündü; ölçtü biçti. Canı çıkası; sonra yine ne biçim ölçüp biçti. Sonra baktı; sonra kaşlarını çattı; suratını astı sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı. "Bu sadece öğretilegelen bir sihirdir. Bu Kur'ân yalnızca bir insan sözüdür" dedi. İşte bu adamı yakıcı bir ateşe yaslayacağım." [1498] Olay ve varlıkları doğru dürüst değerlendiremeyen, sağlıklı düşünemeyen, büyüklük psikozu içinde bocalayan bir insan tipiyle karşı karşıyayız. Bu tip, zihinsel açıdan başarısız olduğu gibi duygusal açıdan da yetersizdir. Kendisine verilen bütün nimetlere karşı nankör, aç gözlü ve inatçıdır. Böyle bir kimsenin hakikate ulaşması tabiatiyle çok zordur. Mevdûdî, bu zâtın' Velid bin Muğire olduğunu, bildirmektedir. Onun verdiği bilgiye göre Velid bin Muğire Kur'ân'ın ilâhî bir kelâm olduğuna kalben kâm olmasına rağmen toplum içindeki itibarını kaybetmemek için iman etmemişti. İmansızlığı ile de yetinmeyen bu adam, peygamberin aleyhinde propaganda yapmış, Mekkeye gelen hacılara Rasûlullah'ı büyücü olarak tanıtmıştı. [1499] Kur’ân’ın çizdiği bu portreden de öğrenebileceğimiz çok şeyler vardır. O halde bu inkarcı tipi tanıtmaya devam edelim: "Ayetlerimiz kendilerine karşı apaçık okunduğu zaman o kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın. Karşılarında âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldıracak gibi olurlar..." [1500] "Onlar âyetlerimiz okunduğu zaman, "işittik; dilersek bunun gibisini biz de söyleriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir" diyorlardı.” [1501] "Kâfirler dediler ki: "Şu Kur'ân'ı dinlemeyin ve onun hakkında gürültü yapın; belki galip gelirsiniz. " [1502] "Onlar yeryüzünde kibirlenmek ve kötü düzen kurmak istiyorlar. Halbuki kötü düzen ancak sahibinin başına geçer..." [1503] "Karşılarında açık açık âyetlerimiz okunduğu vakit şöyle söylemekten başka delilleri yoktur: "Doğru söylemekte iseniz haydi atalarımızı getirin." [1504] "Karşılarında âyetlerimiz açık açık okunurken inkâr edenler, hak kendilerine gelince derler ki: "Bu apaçık bir sihirdir" yahut "Onu kendisi uydurdu" diyorlar..." [1505] "O Kur'ân aramızdan ona mı indirilmiş?" (dediler ve çekip gittiler.) Doğrusu onlar benim Kur'ân’ımdan bir kuşku içindeler." [1506] Şu ifadeler gösteriyor ki, inkarcı zihniyet Kur'âna kapalı ve ondan bir şey öğrenmeye hazır değildir. Kur'ân, bu kapalılığın temel sebebini kibre bağlamaktadır. "Allah'ın âyetleri, karşısında okunurken işitir de sonra kibrinden hiç işitmemiş gibi küfürde) ısrar eder..." [1507] Kendi gerçeğini yeterince idrâk edemeyen, kendini olduğundan, olması lazım gelenden çok yukarlarda gören insan, kendi gururunun kurbanı durumundadır. Kendi hevâ ve heveslerinin kulu durumundadır. Kur'ân bunları şöyle tanıtıyor: "Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini ilâh edinmiş. Allah da bir ilim üzerine (ilmi olmakla beraber) onu şaşırtmış kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne de bir perde çekmiştir. Artık ona Allah'dan başka kim hidâyet edebilir? Hâlâ düşünmeyecek misiniz ?" [1508] Görüyoruz ki, insan bilgili dahi olsa kibir engeline takıldığı zaman hakikate ulaşamıyor. İnkarcı tipin peygambere karşı da tavrı müsbet değildir. Kur'ân'da şöyle buyuruluyor: "Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse muhakkak oranın refahı ile şımartılmış olanları, "Biz sizinle gönderilen şeyleri tanımayız." dediler" [1509] "Bir de "Bu peygambere ne oluyor? Yemek yiyor; çarşılarda yürüyor. Ona bir melek indirilse de beraberinde bir korkutucu olsa ya" dediler. "Yahut ona bir hazine bırakılıverse veya güzel bir bahçesi olsa da ondan yese ya." Hem o zâlimler, "siz sadece büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz" dediler." [1510] "Seni dinlerken nasıl dinlediklerini ve fısıldaştıklarını ve zâlimlerin "siz ancak büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz" dediklerini de biz pekâlâ biliyoruz." [1511] "Ey Muhammed, çok yemin eden, alçak, çok kınayan, daima koğuculuk eden, hayrı durmadan engelleyen, saldırgan, çok günahkâr, pek katı kalbli, bunlarla birlikte soysuz olan hiçbir kimseye mal ve çocukları var diye sakın itaat etme. Karşısında âyetlerimiz okunurken "eskilerin masalları" demiştir." [1512] "Gördün mü o nefis ve arzusunu ilâh edinen kimseyi? Artık ona sen mi vekil olacaksın." [1513] "Çünkü onlara "Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur" denildiği zaman büyüklük taslarlardı." [1514] "Dediler ki: "Kalblerimiz senin bizi çağırdığın şeye karşı kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Seninle bizim aramızda bir perde çekilmiştir. Haydi yap yapacağını. Şüphesiz biz de yapacağımızı yapıcılarız." [1515] Meseleyi eğitim kuralları açısından değerlendirdiğimizde varacağımız sonuç şu olacaktır: Bu tavrı sergileyen kimseler peygamberden birşey öğrenmeye hazır olmadıklarını göstermektedirler. Hazır olmayan insanlara ise ne yapılırsa yapılsın bir şey öğretmenin imkânı yoktur. Nitekim Kur'ânda buna işaret etmektedir: "Eğer sana kağıt üzerine yazılmış olarak bir kitap indirseydik de onu elleriyle tutmuş bulunsalardı, o inkâr edenler muhakkak yine şöyle diyeceklerdi: "Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir.” [1516] “Bunu söylerken dayandıkları bir şey var mıdır? Hayır. Kanıtlayıcı hiçbir bilgi ve belgeleri yoktur. Sadece kuruntu, zan ve heveslerine bağımlıdırlar. Kur'ân, bunların ne bir ilme, ne bir rehbere ve ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmadıklarını haber veriyor.” [1517] “O halde böyleleri için söylenecek birşey vardır: "Onları ha uyarmışsın, ha uyarmamışsın kendilerince eşittir."[1518] “Bunlar, Kur'ân'a göre mucizeler karşısında bile duyarsızdırlar.” [1519] "Onlara her ne mucize gösteriyorsak mutlaka birbirinden daha büyüktü. Belki (gerçeğe) dönerler diye onları azaba da çektik. Bu durumda dediler ki: "Ey sihirbaz, sende olan ahdi hürmetine, bizim için Rabbine duâ et! Çünkü biz artık yola geleceğiz." Kendilerinden azabı kaldırdığımız vakit de derhal (sözlerinden) caydılar.” [1520] Verilecek ceza karşısında acziyle başbaşa kalan insan, yola geleceğini söyleyerek aman ve af diliyor; kurtulunca da verdiği sözü unutarak hemen eski haline dönüveriyor. Kur'ân’da bulun hayli örnekleri vardır. Kur'ân, birçok konuda olduğu gibi insan ve insanlık konusunda da değişik zihniyet örnekleri çizerek insanı insana öğretiyor. Bunlardan iki peygamber ve bir inkarcı insan tipi çizerek buraya kadar geldik. [1521] Şimdi de Kur'ân'a göre bir olumlu insan tipini genel çizgileriyle görmeye çalışalım. Kur'ân'a göre bu insanlar akl-ı selimi olan, eşya ve olayları kalb gözüyle seyreden basiretli, öğrenmeye h |