๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 07 Şubat 2011, 14:45:15



Konu Başlığı: İptal Metodları
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 07 Şubat 2011, 14:45:15
2- İptal Metodları:


Kur’ân’ın tartışırken kullandığı metodlardan biri de iptal metodlarıdır. Bu metodla muarızın görüşleri red ve iptal edilir. Bu red ve iptalin de haklı bir sebebe, geçerli bir delile dayanması gerekir. Kur'ân'daki red ve iptal yollarını maddeler halinde şöylece sıralayibiliriz:

1- İddiaya delil isteme [1333];

2-  İddianın gereğini isteme [1334];

3- İddianın realite ile çeliştiğini gösterme [1335];

4- İddianın gereğinin realite ile çeliştiğini göster­me [1336];

5- İhtimalleri tartışma [1337];

6- Muarızı şüpheye düşürme [1338];

7- İddia edilmeyen isnadı reddetme [1339];

8- One sürülen iddiayı yalanlama [1340];

9- Muarızı tehdit etme [1341];

10- Soru - cevap yoluyla reddetme [1342];

11- Diyalog [1343];

12- Kesin bir ifade kullanma [1344]

13-  Bilginin izafiliğine dayanarak reddetme [1345];

14- Lânetleşmeye çağırma [1346];

15- Darb-ı mesel getirme [1347];

16- Muarızı karşı tarafa almadan reddetme [1348];

17- Muarızı kıssalarla karşı karşıya getirme.[1349]

 b- Kur'ânî Tartışmanın Kuralları:

 1- Delil Kur'ân'ın en önemli ilkelerinden biri delile daya­narak tartışmaktır. O, tartışırken kendisi delil getirdi­ği gibi muarızından da delil getirmesini ister. Bunun örneklerini vermeden önce delil hakkında birazcık bilgi vermede fayda var sanırım. Delil nedir?

"Delâlet, bir şeyin, kendisi bilindiği takdirde, di­ğer bir şeyin de bilinmesine yol açacak bir durumda ol­masıdır." Delâletin ilk unsuruna "dâll" yani "delâlet eden", ikinci unsuruna "medlul" yani "delâlet edilen" adı verilir. Meseleyi (kaziyye) desdeklemek amacıyla delil getirmeye de "istidlal" denir. Delâlet işinin faili durumunda olan unsur ise "delil"dir. [1350] Başka bir ifadeyle delil, herhangi bir meselede bizi olumlu veya olumsuz bir karara zorlayan şeydir. [1351]

Delil, kat'î ve zannî delil olmak üzere iki kısımda incelenmektedir. Kat'î delil, "Hükmün bildirdiği şey­den muhalif, yani aykırı görünen, münâkaşa götürür bütün ihtimalleri kaldıran, seksiz ve tereddütsüz ka­bul edilen deliller"dir. Zannî delil ise bunun aksine "Hükmün bildirdiği şeyden akla gelen her türlü ihti­mali ortadan kaldırmayan, ancak kat'î bir esasa daya­nırsa o takdirde belki kabul edilebilen delillerdir." [1352]

Kur'ân terminolojisinde ilim, sultan, burhan, âyet, beyyine ve hüccet gibi değişik terimlerle ifade edilen delil, herhangi bir hükmün isbat veya reddinde Kur’ân’ın şart koştuğu en önemli unsurlardan biridir.

O, tartışma konusu olan bir meselede kendisi kesin de­lillere başvurduğu gibi muarızından da kesin deliller istemektedir. [1353] Suyûtî, Kitabu'l-İtkan'da konuyla il­gili olarak şunları söylüyor:

"Kur'ân, her çeşit delili ve belgeyi içerisinde bulundurmaktadır. Aklî ve naklî ge­nel bilgilerden kurulu olan hiçbir delil, belge, sakındır­ma ve taksim yoktur ki Kur'ân onu dile getirmiş olmasın "[1354] Eimaırye göre de Kur'ân, insanın dikkatini doğadaki olaylara çeviriyor; bu da onu çürütecek bir şeyin ortaya çıkma ihtimalini ortadan kaldırıyor; onu nakzedici herhangi bir şeyin varlığına imkan vermi­yor. [1355]

"Allah'ın beyanından öte bir beyan yoktur. İnsa­nın yaratılışına uygun olarak Kur'ân'da zikredilen de­liller, başka burhan getirmeye ihtiyaç hissettirmezler" [1356] diyen Gazzali, Kur'ân delillerini bir gıdaya benzeterek şöyle değerlendirmektedir:

"Kur'ân'ın delil­leri gıdaya benzer. Herkes ondan faydalanır. Kelâmcıların delilleri ise ilâç gibidir. Sayılı kimseler yararlanıp çoğu zarar görür. Hatta Kur'ân'ın delilleri su gibidir. Hem emzikteki çocuk, hem de yetişkin bir insan faydalanır. Diğer deliller ise yemeklere benzer. Yetişkinler onlardan kimi zaman faydalanırlar, kimi zaman da midelerine oturur. Küçük çocuklar ise asla istifade edemezler." [1357]

İbn Teymiye Kur'ân delillerini bırakarak kelâm ve felsefecilerin delillerine yönelen kimselere saldır­mış, onlara karşı şiddetli hücumlarda bulunmuştur. O, böyle bir telakkinin insanlar üzerinde, İslâm’î ilimlerin anlaşılabilmesi için Aristo mantığına ihtiyaç olduğu şeklinde yanlış bir kanaatin oluşması sonucunu doğuracağını söylemiştir.[1358] Muhammed Reşid Rıdâ, Muhammed Hamdi Yazır, Abbas Mahmud el-Akkad, Seyyid Kutup ve Ebu'l-Hasan Ali en-Nedvi gibi İslâm âlimleri, Kur'ân delillerinin zannî olduğunu kabul et­menin İslâm'a aykırı bir düşünce tarzı olduğunu, Kur'ân delillerinin tamamının aklî zaruretlere dayan­dıklarını, bu itibarla hiçbir akıllının şüphe edemeyece­ği, hiçbir inkarcının defedemeyeceği cevaplarla müeyyed olduklarını savunmuşlardır. [1359]

Dedik ki: Kur'ân herhangi bir konuda tartışma ya­parken kendisi delil getirdiği gibi muarızından da delil ister. Şimdi bunun örneklerine geçebiliriz. Önce birinci şıkla yani Kur'ân'ın kendi delilleriyle ilgili örnekler üzerinde duralım. Buyuruluyor ki:

"And olsun ki biz, senden önce birçok peygamberleri kavimlerine gönder­dik de onlara açık deliller getirdiler..."[1360]

"(Habibim) de ki: "Ben, sizin Allah'dan başka yaşardıklarınıza ibâdet etmekten kesinlikle menolundum. Bana Rabbimden kesin deliller geldi ve ben, âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum. " [1361]

“And olsun, Mu­sa'yı da âyetlerimizle ve açık bir delil ile gönderdik.” [1362]

"Musa dedi: "Sana (peygamberliğimi) apa­çık ispat edecek bir şey getirmiş olsam da mı?” [1363]

"De ki "Üstün delil Allah'ın delilidir. O dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi." [1364]

"De ki: "Ben Rabbimden açık bir delil üzereyim. Siz ise O'nu yalanladı­nız..," [1365]

Kur'ân, kendilerine delil getirildiği halde hâlâ muhalefet eden kimseleri eleştiriyor hatta büyük bir azapla tehdid ediyor:

"Ve şunlar, şu kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılıp ihtilaf edenler gibi olmayın. İşte böyle yapanlar için büyük bir azap vardır." [1366]

Bir başka âyette böyle insanların zâlim oldukları, Allah'ın bunlara hidâyet etmeyeceği bildiril­mektedir. Hele bunlar daha önceden gerçeği kabullenmişlerse...

"İnandıktan, peygamberin hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir. Allah zâlimleri doğru yola eriştirmez.” [1367]

Allah, in­sanlara soruyor:

“Allah'ın âyetleri, size okunur, ara­nızda da peygamber bulunurken nasıl inkâr edersiniz?.." [1368]

Ve müminler uyarılıyor:

"Kendilerine belge­ler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın..." [1369]

Bütün uyarılara, bütün bilgi ve belgelere rağmen sapıklıkta inad ve ısrar eden kimselere Kur'ân şöyle sesleniyor: "Yoksa biz onlara bir delil indirdik de O'na ortak koşmalarını o mu söylüyor.” [1370]

"...Be ki: "Eğer sözünüzde doğru iseniz delillerinizi getiriniz." [1371]

"Yahudi veya hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek" dediler. Bu onların kuruntularıdır. Ey Muhammed, de ki: "Sözünüz doğru ise delillerinizi getirin." [1372]

"Yoksa O'ndan başka ilâhlar mı edindiler? Deki: "Haydi delillerinizi getirin. İşte benimle beraber onların kitabı ve benden evvelkilerin kitabı..." Fakat onların çoğu hakkı bilmezler de onun için yüz çevirirler." [1373]

Kur'ânın, delil getirmeleri için meydan oku­duğu kimselerin cehaletin kurbanı olduklarını yine Kur'ân'dan öğreniyoruz. "Cehalet bir marazdır kim ona asla ilâç olmaz." Şu âyette delilin sıhhatine, kabul edilebilir olmasına dikkat çekilmektedir:

"Onun dinine uyduktan sonra Allah hakkında (veya O'nun dini hak­kında) münâkaşaya kalkışacak olanların delilleri Rableri katında bâtıldır. Hem aleyhlerinde bir gazap, hem de şiddetli bir azap vardır." [1374]

Delil, olağan olabileceği gibi olağanüstü de olabi­lir. Peygamberlerin gösterdiği mucizeler olağanüstü delillerdendir.

"O şundan idi ki, onlara peygamberleri açık mucizelerle geliyorlardı; ama onlar inkâr ettiler. Allah da tuttu kendilerini alıverdi. Çünkü Allah, güçlü ve azabı şiddetlidir." [1375]

Kur'ân-ı Kerim, hiçbir bilgi ve belgeye dayanma­dan tartışmaya kalkan ehl-i kitaba şöyle sesleniyor:

"Siz, hadi bilginiz olan şey üzerinde tartışanlarsınız. Ama bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışırsınız. Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz." [1376]

İslâm bilginleri arasında münazara ilmiyle ilgili olarak şöhret yapmış iki metod vardır:

"Bezdevî metodu", "Amtdî metodu". Birinci metodda tartışma yapı­lırken sadece nass, icmâ ve kıyastan ibaret olan delil­ler kullanılırken ikinci metodda hangi ilim dalına ait olursa olsun, delil olabilecek bütün deliller kullanılabi­lir. Bu netiliği dolayısıyle ikinci metod daha çok revaç bulmuştur. Şu var ki, bu metod demogojiye, muarızı yanıltmaya daha müsaittir. [1377]

 2- Kur'ân'a Göre Tartışma Kurallarının Bir Diğeri Amaçtır:

 Kur'ân, tartışmayı bir amaca yani'hakikatin bu­lunmasına bir vasıta olarak kabul eder. Başka faydala­rı da olmakla beraber tartışmanın en büyük yararı ger­çeğin bulunmasında yardımcı olmasıdır. Kendisi bir amaç değildir. Binâenaleyh bu vasıtanın kullanılması sonucunda hakkın ortaya çıkmasına rağmen inkârda direnen kimselerle tartışmaya devam etmenin bir anlamı yoktur. Amaca vâsıl olunması, hakkın ortaya çık­ması halinde her iki tarafın da susması gerekir. Kur'ân'da inatçılarla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:

"Her ümmete, yerine getirmeleri gerekli ibâdetler koyduk. Öyleyse ey Muhammed, bu konuda seninle çekişmelerine fırsat verme. Rabbine davet et. Sen, şüphe­siz doğru yol üzerindesin. Seninle tartışırlarsa, "Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilir; ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında, kıyamet günü aranızda Allah hükmedecek­tir" de." [1378]

"Ayetlerimizi çekişmeye dalanları görün­ce, başka bir bahse geçmelerine kadar onlardan yüz çe­vir. Şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber oturma." [1379]

Ayetlerde de gö­rüldüğü gibi Kur'ân, amacı hakkın zuhuru olmayan, aksine hakkın gölgelenmesine yönelik inatçı tartışma­lara iltifat etmiyor. Çünkü taassubun bulunduğu yerde tartışmanın faydası yoktur.[1380]

 3- Üzerinde Tartışılacak Konunun Tartışmayı Gerektiren Bir Konu Ol­ması Lâzımdır.

 Başka bir ifadeyle her konu tartışılmaz. Gereksiz, faydasız, mâlâyânî denebilecek konular üzerinde tar­tışmanın bir anlamı olmadığı gibi, tartışmayı gerektir­meyecek kadar net ve açık olan konular üzerinde de tartışmanın bir anlamı yoktur. Güneş altında cayır ca­yır yanan insanların güneşin varlığını tartışmaları abesle iştigalden başka bir şey değildir. Kur'ân'da, Al­lah'ın varlığı ile ilgili bir tartışma açılmamıştır.

Elmaî, Kur'ân'da geçen ifadelerin, hiçbir zaman Allah'ın varlığını isbatlamayı hedeflemediklerini, çün­kü Allah'ın varlığına inanmanın açık ve kesin bir zo­runluluktan kaynaklandığını söylemektedir. [1381]

Kur'ân, kendisiyle Allah'ın varlığını tartışmak isteyen mukadder bir arzuya,

"Allah hakkında şüphe mi var?" [1382] cevabını veriyor. Âl-i İmrân sûresinin 65. âyetinde kitap ehlinin Hz. İbrahim'le ilgili yersiz ve temelsiz tartışması kınanmaktadır.

 4- Kur'ân'ın Öngördüğü Tartışmada Ke­sin Bilgi Esastır.

 Kulaktan dolma, aslı astarı olmayan haber veya bilgilerle tartışmanın zararından başka bir şeyi yok­tur. Kur'ân, yalan ve asılsız bilgiler bir tarafa özellikle imanla ilgili konularda zannı bile reddetmiştir. [1383] O, tartışma yapmak isteyen herkesin bilgi sahibi olmasını şart koşar. Allah, bilgi sahibi olmadığı halde tartışan kimseleri şu ifadelerle kınamaktadır:

“Allah hakkında bilmeden tartışan ve her azılı şeytana uyan insanlar vardır." [1384]  Şu âyette

"Sen af yolunu tut; bağışla; uy­gun olanı emret; bilgisizlere aldırış etme." [1385] buyurulmaktadır. Mevdudî, son talimatla ilgili olarak şunları söylemektedir:

"İslâm'ın neşri konusunda verilmiş olan üçüncü tâlîmât da, cahil kimselerle faydasız tartışma­lara girmekten kaçınmak hakkındadır. Hakka davet eden kişinin, art niyetli ve bozguncu insanlarla yapa­cağı konuşmaların faydasız münakaşa ve tartışmaları içermemesine çok dikkat etmesi gerekir..." [1386]  İbn Teymiye,  "Hikmet nasıl ilimle olursa aynı şekilde tar­tışma da ilimle olur" [1387] diyerek bilgisiz tartışmanın olamayacağına dikkat çekiyor. Daha önce naklettiği­miz bir âyet mealini burada da verelim:

"Siz, hadi bil­giniz olan şey üzerinde tartışanlarsınız. Ama bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışırsınız? Oysa Allah bilir; sizler bilmezsiniz." [1388]
 
5- Kur'ân'a Göre Tartışmada Kul­lanılan Dil Ve Üslûbun Çok Büyük Öne­mi Vardır.

 Tartışma, hikmetle, iyi niyetle, tatlı dil ve güler yüzle yapılmalıdır. Atalarımız, "Tatlı dil yılanı deliğin­den çıkarır" derken bu gerçeğe tercüman olmuşlardır. "İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırlar" atasözü bunun başka bir ifadesidir. Kur'ân tartışmada doğru yolu bulabilmek için iyi niyet ve an­laşmayı önermiş, insanları tartışırlarken duygusal, ni­za ve çekişmeye dayalı bir tavırdan uzak durmaya ça­ğırmıştır. [1389]

Tartışma yaparken her iki taraf da terbiye kural­larına uygun olarak konuşmalı, ayıplama, yaralama, alay etme, küçük görme gibi davranışlardan uzak dur­malıdır. Allah Kur'ân'da şöyle buyuruyor:

"Ey Muhammed, Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle ça­ğır; onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O doğru yol­da olanları da en iyi bilir. [1390] Kelâmcıların büyük bir çoğunluğu bu âyette geçen üç yolun mantık kurallarına uygun olduğunu söylemişler, bu üç yoldan kastedilen şeyin delil, hitabet ve tartışma olduğunu savunmuş­lardır. İbn Teymiye ise davetin sadece hikmet ve gü­zel öğütle yapılabileceğini ileri sürmektedir. [1391]

Kur'ân, tartışırken şahsiyet yapmaktan, tahkir et­mekten uzak durmuştur. Ona göre münazara karşılıklı bir düello veya sövüşme değildir. Allah, en büyük düş­manlarından Firavun'a bile Hz. Musa ve kardeşi Ha­run'u gönderirken onlardan Firavun'a yumuşak ko­nuşmalarını istemiştir. Şöyle buyuruluyor:

"Firavun'a gidin; doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt dinler veya korkar." [1392]

Demek ki, insanla­rın öğüt dinlemeleri için onlara yumuşak söz söylemek en akılcı yoldur. Evet, Kur'ân seksiz ve şüphesiz olarak biliyor ki, insan ilişkilerinde esas olan etki-tepki ka­nunudur. İnsanlar, tepkilerini, aldıkları etkinin tür ve şiddetine göre ayarlarlar. Makul bir etkiye karşı ge­nelde verilecek cevap makûldür. Kötü ve şiddetli bir etki, karşısında kötü ve şiddetli bir tepki bulur. Bu cümleden olarak Kur'ân'da Allah Teâlâ şöyle buyur­maktadır:

"Onların Allah'dan başka yalvarıp yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah'a söverler... " [1393]

Bu âyet-i kerimeyle "Hz. Peygamberin ashabı, gayrimüs­limlerin tapındıkları şeylere, liderlerine ve akidelerine karşı kötü dil kullanmaktan kaçınmaları için uyarıl­maktadır. Onlarla tartışmaya girdiklerinde uygun sınırlar içinde kalmaları ve müslim olmayanların ger­çekten daha çok uzaklaşmamaları için kutsal nesne ve kişilerini  kötülememeleri tavsiye olunmakta­dır." [1394] Bu tavsiye aynı zamanda bütün müminlere­dir. Elmaî, bazan gerçeklerin silinip gitmesine sebep olan sözlü çekişmelerin Kur'ân tarafından hafifletildiğini, Kur’ân’ın bütün delil getirişlerinde, yumuşaklık ve tatlılıkla insanlara yol gösterme, onları hak yola da­vet etme ve yönlendirme bulunduğunu ifade etmekte­dir. [1395]

Yine Elmaî'nin ifadesine göre, "Kur'ân, tartışır­ken hasma karşı sert davranıp, ağır ifadeler kullan­mışsa, bu onun mücadelede izlediği genel metoduyla ve davet üslubuyla ilgili bir şey değildir. Sadece tartışan kişinin zatıyla ilgili bir meseledir." [1396]

Tartışırken Kur'ân'ın dayandığı genel üslûp, "değişik hitap türleri, çeşit çeşit olaylar, değişik tarihi ha­berler, kişiler ve düşünen uyanık zekâların anlayacağı, ümitvâr olan ve korkan kalblerin idrâk edeceği bilgi­lerdir." [1397] Kur'ân, sadece geçmişe uzanarak tarihî ha­berler vermez; zaman zaman geleceğe de uzanır. Kur'ân'ın genel karekterinde olduğu gibi bu konuda da çeşitlilik egemendir. Muarızını uyarıp ikaz eden Kur'ân, birden korkutmaya başlar; bunun arkasından teşvik edici ifadeler gelebilir. Güzel bir va'din arkasın­dan birden bir tehdit sağanağı altında kalabilirsi­niz. [1398]

Kur'ân; tartışırken kelime oyunlarına, lâf ebeliği­ne, demagojiye tenezzül etmez. Edenleri de kınar. Şöy­le buyuruluyor:

"Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya gireni görme­din mi? Hani İbrahim, "Benim Rabbim diriltir ve öl­dürür." demişti; o da, "Ben de öldürür ve diriltirim." demişti..." [1399]

Meudûdî, bu zâtın İbrahim'in doğduğu ülke olan Irak'ın kralı Nemrud olduğunu söylemektedir. [1400]

Kur'ân-ı Kerim'in diğer bir üslûp özelliği tartışma­da kısa ve net cevapları esas almasıdır. [1401] Ölümden sonra dirilmeyi kabul etmeyen müşriklere verdiği ce­vap çok kesin ve kısa;

"...Sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz." [1402]
 
6- Kur'ân, İyi Niyete, Dayanmayan Tartışmalara Katılmaz.

 Rasûlullahı âciz bırakmak, susturmak ve zora sokmak için istenen delillere cevap verilmemiştir.[1403]
 
7- Tartışmaya Giren Kimsenin Sa­mimi Olması, Yani İsbatlamaya Çalış­tığı İddiaya Zıt Bir Şeyi
Benimseme­mesi Gerekir. [1404]

 Aksi halde çelişkiye düşer, tutarlı insanlar savun­dukları fikre ihanet etmezler. Hayatları pahasına da olsa inandıkları ve benimsedikleri şeyleri savunurlar. Hz. Muhammed, bunun en güzel örneklerini vermiştir. Bir eline ay, bir eline güneş konsa bile inanç ve düşün­celerinden asla vazgeçmeyeceğini söylemiştir.

 8- Kur'ân, Tartışırken Muhatabın Durumunu Da Dikkate Alır; Onun Du­rumuna Uygun Olan Bir Tartışmayı Esas Alır. [1405]

 9-  Kur'ân'ın Tartışmada Esas Aldı­ğı Kurallardan Biri De Yeri Geldikçe Allah'ı Anmaktır.

 Allah, Firavunla tartışmaya giden Hz. Musa ve kardeşi Harun'a bu kuralı hatırlatmış, "Sen ve karde­şin, âyetlerimle gidin, beni anmakta gevşek davranma­yın" [1406] buyurmuştur. Bu kuralın önemli faydaların­dan biri, amacın sapmamasını temin etmek, nefsin devreye girmesini engellemektir. Zira tartışma her an sen-ben kavgasına dönüşebilir; tartışmadan beklenen amaç da kaybolabilir. Tartışmada delilin önemini bili­yoruz. Bu delillerin, kaynaklarından sağlıklı bir şekil­de elde edilebilmesi uyanık bir kalbe, selim bir akla ih­tiyaç gösterir. Uyanık bir kalbi ve selim bir aklı besle­yen en önemli kaynak ise Allah'ı her fırsatta anmaktır. Çünkü kalbler ancak Allah'ı anmakla itmînân bulabilir. [1407]

Münazara kurallarından diğerlerini sa­tırbaşları halinde şöylece sıralamak mümkündür.

“Tartışmada muhatabın aklına hitabedilmesi kadar duygularına hitabedilmesi de önem taşır.

“Sözü gereğinden fazla veya az söylememek lâzımdır.

“Tartışmada konunun sınırları iyi tesbit edilme­li, onun dışına çıkılmamalıdır;

“Tartışma esnasında, gülme, kızma ve benzeri beğenilmeyen tavırlar sergilenmemelidir.

“Tartışmada muarızı dinlemek, onun sözünü kesmemek ona ve düşünceye saygının gereğidir. Eğitil­miş insan dinlemesini de bilen insandır.

“İyi bir tartışma için onun kurallarını bilmek gerekir. "Münazara kural ve âdabını bilmeyen veya uygulamayan kimselerle tartışma yapılmamalıdır."[1408]

 f- Kıyas Ve Mukayese

 Kıyas da mukayese de Kur'ân'a göre bilgi edinme yol ve metodlarındandır. Her ikisine de "Tar­tışma" konusunda temas etmemiz dolayısiyle burada detaya girmeyecek, kısa bir açıklamayla yetineceğiz.

Kıyas, lügatta bir şeyi diğer bir şeyle değerlendir­mek; eşitlik anlamlarına gelmektedir. [1409] Hukukî bir terim olarak kıyas, herhangi bir konuda açık ve kesin hüküm bildiren âyet ve hadis bulunmaması halinde, hakkında âyet ve hadis bulunan benzeri konulardan hüküm çıkarma işlemidir. [1410]

Kıyasın mantıktaki anlamı ise iki doğru hüküm­den üçüncü bir hüküm çıkarmak olarak açıklanabilir.[1411]

Muhammed Hamdi Yazır, ibret, kelimesini açıklarken onu, "müşahede edileni marifetten, henüz müşahede edilmeyeni marifete vesile tutulan halet olarak açıklamaktadır. Onun verdiği bilgiye göre "ib­ret" kelimesinin aslı olan "abr" kelimesi bir halden bir hale geçmek anlamındadır. Ubur, gerek yüzerek gerek diğer vasıtalarla suyu ve dereyi geçmek demektir. Söy­leyenden dinleyene geçen söze ibare dendiği gibi, rüya­nın zahirinden batınına geçmeye de tabir denmekte­dir. Yani kelimenin bütün kullanılışlarında "geçmek, intikal" ağırlık taşımaktadır. Yazar, buradan kıyasa intikal ederek şunları söylüyor:

"Binâenaleyh ibret al­mak diye hülâsa ettiğimiz i'tibâr, meşhûd olan bir malûma dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeğe inti­kal eylemek demek olur. Bu da usûl-i fıkıhta kıyas de­nilen istinbat usûlünün ta kendisidir." [1412]

Bu bilgiler ışığında kıyas için bilinenden bilinmeyeni çıkarma işle­midir, diyebiliriz.

Kur'ân, kıyası birçok konularda, özellikle öldükten sonra dirilme konusunda kendine has şekiller içinde kullanmıştır. Meselâ şöyle buyurulmaktadır:

"Ey in­sanlar, eğer öldükten sonra dirilme hususunda şüphe­de iseniz şu muhakkak ki, size (kudret ve hikmetimizi) beyan edelim diye sizi (önce) bir topraktan, sonra in­san tohumundan, sonra pıhtılaşmış bir kan ve sonra da yaratılışı belli belirsiz bir et parçasından yarattık. Hem (sizi) dilediğimiz bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz. Ve daha sonra da olgunluk çağınıza erdiriyoruz. Bu­nunla beraber içinizden kiminiz öldürülüyor ve kiminiz de (önceki) bilgisinden sonra hiçbir şey bilmemek üzere ömrünün pek kötürüm ve yaşlı devresine itiliyor. Yeryüzünü de kurumuş ve ölmüş görürsün fakat biz ona suyu indirdiğimizde harekete geçer, kabarır da her güzel çiftten nice nebat bitirir." [1413]

Buradaki problem öldükten sonra yeniden dirilmeyle ilgili. İnsanlardan bir kısmı inanıp kabul ederken, bir kısmı tereddüt ve­ya reddetmek durumunda. Kur'ân, problemi çözmek üzere insanın dikkatini önce kesin olarak bildiği bir konuya yani Allah tarafından ilk yaratılışına çekiyor. Ve diyor ki:

Seni böylece yoktan var eden Allah, neden ikinci kez var edemesin? İkinci, yeryüzü örneğiyle bu­nu daha tartışmasız biçimde isbat ediyor. Hâlâ tered­düt içinde bulunan insana doğayı gösteriyor, "Bak, bu­nu ölümünden sonra Allah yeniden diriltiyor; seni ne­den diriltmesin veya diriltemesin?" diyor. Bir başka âyette inkarcılar, "...Bir yığın kemik olduğumuz ve ufalanıp toz haline geldiğimiz vakit mi, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz" diyorlar. Allah bunlara şu cevabı veriyor:

"Gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'ın, kendilerinin aynını yaratmaya kadir ol­duğunu da görmediler mi?..." [1414] Bu âyette, insana göre yaratılması daha zor gibi görünen göklere ve yere dikkat çekiliyor.

Şu örnek, dünya hayatının sınırlılığı ile ilgili:

"Bir de biz senden evvel hiçbir insana ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedî mi kalacaklar?" [1415]

Bü­tün insanlar ölümlüyse, onlar da insansa, onlar da öle­cekler demektir.

Mukayese de bir karşılaştırmadır. Kıyasta birbir­lerine benzer şeyler karşılaştırılırken mukayesede da­ha çok birbirlerine zıt olan şeyler karşılaştırılmakta­dır. Kur'ân’da bunun da çok örneği vardır. Şöyle buyuruluyor: "Muttakîlere va'dolunan cennetin durumu şu­dur: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değiş­meyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, saf baldan ırmaklar vardır. Ve orada onlar için her çeşit meyve ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç bunlar, ateşte ebedî kalan ve kaynar bir sıvıdan sulanıp da bağırsaklarını parçalamakta bulunan kim­selere benzerler mi?" [1416] sorunun cevabı içindedir:

Ha­yır, benzemezler. Böylece kıyasla ilk kez insanı yara­tan Allah'ın ikinci kez de yaratabileceğini, mukayese ile de kötünün iyi, çirkinin güzel, şerrin hayır, bâtılın hak gibi olamayacağını, ilmin cehaletle denk tutulama­yacağını öğrenmiş bulunuyoruz.

Kur'ân'da mukayese her zaman bir soru ve teşbih edatıyle yapılmaz. Daha doğrusu klişeleşmiş belli bir kalıbı yoktur. Kur'ân, değişik yerlerde değişik konular­da bilgi vermek suretiyle insandan o bilgiler ışığında mukayeseler yapmasını istediği gibi bazan da iki zıt olay veya varlığı bir arada yanyana tanıtarak karşılaştırılmasını insana bırakır. Şu âyetlerde azgınların atı­lacağı cehennemle muttakîlerin kendisiyle ödüllendiri­leceği cennet aynı surede yanyana tanıtılmakta, gerisi insana bırakılmaktadır:

“Şüphesiz ki cehennem gözet­leme yeri olmuştur. Azgınlar için son varılacak yer ol­muştur. Devirlerce ebedî kalacaklardır. Ne bir serinlik tadacaklar; ne de içecek bir şey. Ancak bir kaynar su ve irin. Bir ceza ki yaptıklarına uygun. Çünkü onlar hiç­bir hesap ummuyorlardı. Ayetlerimizi yalanlaya yalanlaya yalancı kesilmişlerdir..." [1417]

"Şüphesiz ki muttakîler için bir kurtuluş var. Bahçeler var, bağlar var. Tomurcuklaşmış göğüslü bir yaşıt kızlar var. Dop­dolu kadehler var. Orada ne boş bir laf işitirler, ne de bir yalan. Bütün bunlar Rabbinden yeter bir bağıştır..." [1418]

Bu cümleleri okuyan veya dinleyen selim bir akıl, hemen kendiliğinden düşünmeye, tasvir edilen iki sonuç arasında karşılaştırmalar yapmaya başlar, so­nunda da bir tercihte bulunur. Bu zihinsel işlemin tam olarak yürümesi için sonuçların kimler için olduğu hangi gerekçelere dayandığı da belirtilmiştir. Azgınlar, azgınlıkları sebebiyle cehenneme, muttakîler takvaları sebebiyle cennete gideceklerdir. Görüyoruz ki bu bir karşılaştırma, bize birçok şeyi aynı zamanda öğret­mektedir. Herşeye rağmen yanlış bir tercih yapmak mümkün müdür? Mümkündür ki Kur'ân bu yanlışı ya­panları uyarmaktadır:

"Fakat siz, dünya hayatını ter­cih ediyorsunuz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." [1419]

Şu âyette yanlış tercihlerin aklı kul­lanmamaktan kaynaklandığını görüyoruz:

"Hem size verilen her şey, dünya hayatının geçici nimeti ve zinetidir. Allah katındaki ise hem daha hayırlıdır; hem de ebedidir. Hâlâ akıllanmayacakmısınız?” [1420]

Kur'ân, tıpkı bir muallim gibi muhatabını aydınlatmakta, ter­cihi hususunda onu yönlendirmektedir. Ama zora baş­vurmadan...

 g- Soru- Cevap

 Soru, hem bir tartışma metodu, hem de bilgi edinme yoludur. [1421] İnsanlar bilmek istedikleri şeyleri sorarak öğrenirler. İnsan bilgisinin büyük bir kısmını sorarak öğrendikleri teşkil eder. Hz. Muhammed, güzel soru sormayı ilmin yarısı olarak kabul etmiştir. [1422]

Soru, sözlükte,

1- Bütün öğeleri tam olarak veril­meyen bir düşünceyi tamamlatmağa ve eksiksiz bir ifade halinde belirtmeğe yardım eden söz;

2- Bir arada verilen birkaç fikirden en doğru olanını seçmek için in­sanı zihin etkinliğine yönelten araç" olarak tanıtılmak­tadır. [1423]

Tanımda da ifade edildiği gibi soru insan zihnini etkinliğe yöneltmekte, konu üzerinde düşünmesini sağlamaktadır. Herbert Sorenson, soru sormanın öğ­rencide öğrenmeye matuf bir ruh halini hazırlayacağı­nı söylemektedir. [1424] Herhangi bir konuda kendisine soru yöneltilen zihin derhal faaliyete geçer, hafızanın derinliklerinde bulunan anılar uyandırılır, dikkatin so­ru sorulan konu üzerinde yoğunlaştığı görülür.

Soru sorma, insan zihnini çalışmaya zorlaması, onu anlaşılmış bilgilere götüren bir yol olması dolayısiyle sürekli kullanılmıştır. [1425]

Soru-cevap metodu insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü insanın bir özelliği de mütecessis olması, çevre­sinde olup bitenleri devamlı öğrenmek istemesidir. İn­san yavrusunun konuşmaya başlaması anlarındaki en belirgin özelliği durmadan sormasıdır. Her anne baba veya çocuğu gözleyen herkes, çocuğun biteviye "Bu ne? Bu ne? Bu ne? Bu ne?" diye mantıklı mantıksız herşeyi sorduğunu görmüş olmalıdır. O halde sormak, öğren­mek istemek insanın tabiatında vardır. Aksi halde ko­caman bir hayatı kısacık bir ömre nasıl sığdıracaktır? Onun hayattan öğreneceği veya öğrenmesi gereken o kadar çok şey vardır ki insan sormadan edemez.

İnsanın soru sorması, neyi öğrenmek istediğini, probleminin neler olduğunu göstermesi bakımından da önem taşır. Çünkü herkese herşeyi öğretmek hem imkânsız, hem de gereksizdir. İnsan, sormak suretiyle bilgi bakımından nelere muhtaç olduğunu bir ölçüde göstermiş olur. Bu da kuşkusuz, eğitimcinin işini ko­laylaştırır. Programını ona göre hazırlayan eğitimci, eğittiği kimselerin kafalarını lüzumsuz bilgilerle dol­durma yanlışlığından kurtulmuş olur.

Soru-cevap metodunun bir başka yararı, yaratıcı düşünmeye, ferdî teşebbüs kabiliyetini geliştirmeye, serbest konuşma ve tartışmaya imkân ve fırsat hazırlamasıdır. [1426] Bu suretle insan, kendine güven de ka­zanır.

"Bilim sorarak başlar" [1427] diyen M. Hans Aiberg'e, Wayne Old şunları ekliyor:

"Şurası muhakkak ki, bilgi basamaklarında ilerlemek, eşyanın meydana geliş keyfiyetini ve sebeplerini araştırıp soruşturmak, beşer zekâsını diğer varlıklardan ayıran en büyük ve en önemli niteliklerden birisidir. [1428]

Rasûlullah, sorma ve soruşturma olmasa ilmin yok olmaya yüz tutacağını vurgulamıştır. [1429] Bir hadis-i şeriflerinde "İlim definelerdir ve o definelerin anahtarı da sualdir." Buyurmaktadır.[1430] Hz. Ali, utanma ve çekinme dolayısıyle soru sormaktan uzak duran kimseleri, "Çekingenlik, ümitsizlik ve utangaç­lık ilimden mahrumiyetle sonuçlanır." diyerek uyarı­ya. [1431]

Sorular öğretmek amacıyle de sorulabilir. Eğitim­ciler, en iyi öğretmenin, en parlak hatip değil, en usta soru soran kimse olduğunu, aktif metodun her şeyden önce soru sormaya dayandığını ifade etmişlerdir. [1432]

Soru-cevap metodu Kur'ân-ı Kerimin de bolca kullandığı bir metoddur. Şöyle buyurulmaktadır:

"Biz ancak senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkek­lerden başkasını (peygamber) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız haydin ehl-i kitabın âlimlerine sorun." [1433] Kur'ân'da bu mealde bir âyet daha vardır. Bu âyette, "Biz senden evvel kendilerine vahyettiğimiz erkekler­den başka (peygamberler), göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun" [1434] buyurulmaktadır. Her iki âyette de insanlar öğrenmeye teşvik edilmekte, bu­nun için de bilen kimselerden sormaları istenmektedir. Mevdûdî, "zikir ehli'ni "Ehl-i kitabın âlimleri, tama­men olmasa da diğer semavî kitaplara vâkıf olanlar ve daha önceki peygamberlerin kıssalarını bilenler" ola­rak açıklamaktadır. [1435] Kur'ân ehline, yani bilenlere sorun demekle uzmanlığa verdiği önemi de göstermek­tedir. Ona göre sormak kadar, ehline sormak da önem­lidir. Ayette geçen "zikir ehli" ifadesiyle kimlerin kas­tedildiği hususunda başka görüşler de vardır. Bazıları­na göre "zikir ehli" Allah'ın kitabının mânâlarını bilen kitap ehlidir. Bazıları, bunların geçmişin haberlerini bilen ilim erbabı olduğunu söylemiştir. Razı, "zikir ehli"yle kastedilen kimselerin yahudî ve hıristiyanlar ol­duğunu, zira müşriklerin yahudî ve Hıristiyanların bil­gi ve kitap sahibi olduklarını kabul ettiklerini söyle­mektedir. Süleyman Ateş, âyetin genel hükmünün, her konuyu bilenlerden, mütehassıslarından sorup öğren­mek olduğunu zikretmektedir. [1436]

Kur'ân'da Allah tarafından sorulan hiçbir soru öğrenmeye yönelik değildir. Bunlardan büyük bir kısmı öğretmeye, bir kısmı tebkit, teskit, tevbih, tariz v.s. gi­bi hususlara yöneliktir. [1437]

Her ne amaçla olursa olsun Kur'ân'da belli bir ka­lıba sıkıştırılmış monoton soru şekilleri yoktur. Muhte­lif soru şekilleri vardır. [1438] Bazan verilmek istenen bil­gi bir soruyla başlar. Bu soruda bir soru edatı kullanı­labileceği gibi, soru ifade eden bir fiil de olabilir. Meselâ Saff sûresinde şöyle duyurulmaktadır:

"Ey ina­nanlar, sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazanç­lı bir yolu size göstereyim mi? Allah'a ve peygamberine inanırsınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz; bilseniz bu sizin için en iyi yol­dur. " [1439]

Burada ilk cümle insanı zihnen hazırlayan bir soru cümlesidir; soru edatıyla sorul­muştur. Şu âyette durum farklıdır:

"Sana içki ve ku­marı sorarlar; de ki: "ikisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları fayda­sından daha büyüktür... " [1440]

Görüldüğü gibi âyette bir soru edatı yoktur; fakat muhatap kumar ve içki hakkında bilgilendirilmeden önce "sana içki ve kumar­dan sorarlar" ifadesiyle zihnen hazırlanmaktadır. Bu ifadeyle dikkat, kumar ve içki üzerinde yoğunlaşmış, arkasından verilecek bilgi için hazır hale gelmiştir. Şu âyette bir som bir başka soruyla tekîd edilmektedir:

"Gerçekleşecek olan! Nedir o gerçekleşecek olan gün? Gerçekleşecek olanın ne olduğunu sana ne bildi­rir?..."[1441] Şu soru, muhatabın beğenilmeyen bir hare­ketine tevbihi ifade etmektedir:

"Ey inananlar, yap­madığınız şeyi niçin yaptığınızı söylersiniz?" [1442]

Yukarda da belirttiğimiz gibi Kur'ân'da, takrir, inkâr, emir, nehiy, tazım ifade eden birçok soru şekilleri var­dır. Bunların detayına inmiyoruz.

Kur'ân'da sorulan sorular sadece zihne yönelik, onu harekete geçiren sorular değildir; insan duygusu­na hitabeden sorular da vardır. Allah Teâlâ peygambe­rine hitaben şöyle buyuruyor:

"Kuşluk vaktine and ol­sun; sükûna erdiği zaman geceye and olsun ki, ey Muhammed, Rabbin seni ne bıraktı ve ne de sana darıldı. Doğrusu âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de hoşnud olacak­sın. Seni öksüz bulup da barındırmadı mı? Seni şaşır­mış bulup doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?" [1443]

Rasûlullah'a gelen vahyin bir süre kesilmesiyle düşmanları sevinmiş, onunla alay etmişlerdi. Tabiatiyle Hz. Muhammed bu duruma çok üzülmüştü. Çevre­sindeki müşrikler, "Rabbi ona darılmış ve onu terk et­miştir" derken o da bir kusuru nedeniyle Allah'ın darıldığını, bu yüzden hak-bâtıl mücadelesinde kendisi­ni yâlnız bıraktığını tahmin ediyor; üzülüyordu. Bu du­rumda ona teselli vermek için bu sûre nazil oldu. [1444] Şu âyetler de Rasûlullah'ı teselli amacına yöneliktir:

"Biz senin göğsünü yarıp genişletmedik mi? Ve yükünü indirip atmadık mı? ki o, senin belini bükmüştü. Senin zikrini (şanını) yüceltmedik mi?” [1445]

İslâm davetinin ilk anlarında Rasûlullah, içinde bulunduğu şartlar se­bebiyle sıkılmış, perişan hale gelmişti. Bu nedenle Rasûlullah'a teselli vermek için önce Duha sûresi, son­ra da bu sûre nazil olmuştur. [1446] İnsanın duygularına yönelik başka örnekler de vardır. [1447]

Kur'ân'da geçen soru-cevap cümlelerinde yer alan unsurlar da farklılık arzeder.

“Şöyle ki: Bazan so­ruyu başkaları sorar cevabı Kur'ân verir.” [1448]

Bazan Kur'ân soru sorar; başkalarından cevap ister; [1449] ba­zan da Kur'ân kendisi sorar ve kendisi cevaplandırır. [1450] Bazan sorular da cevaplar da peygambere ha­vale edilmektedir. [1451] Sadece cevabın peygambere bı­rakıldığı yerler de vardır. [1452]

Zihin eğitiminde soru-cevap metoduna geniş çap­ta yer veren Kur'ân-ı Kerîm bu konuda bazı kurallar da koymuştur. Bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Herkes her şeyi sormamalıdır: "Ey iman edenler, öyle şeylerden suâl etmeyin ki, size açıklanırsa fenanıza gidecektir. Halbuki Kur'ân indirilirken sorarsanız onlar size açıklanır. Allah on­lardan (şimdiye kadar olanları) affetti. Allah gafur ve halimdir. Sizden önceki bir topluluk onu sormuştu da sonra kâfirler olmuşlardı." [1453] Rasûlullah zamanında bazı kimseler yerli yersiz sorular sormayı sanki âdet haline getirmişlerdi. Bir defasında biri gelerek pey­gambere gerçek babasının kim olduğunu sormuştu. Ba­zıları, halkın iyiliği düşünülerek kasden açıklanma­yan, açıklanmaması gereken şeyleri soruyordu. Bir de­fasında bir adam gelerek peygambere "Her yıl haccet­mek zorunlu mudur?" diye sormuştu. O sırada hac zo­runlu kılınmış, fakat her yıl yapılıp yapılmayacağı açıklanmamıştı. Rasûlullah, adamın sorusuna cevap vermedi. Adam, soruyu üçüncü kez tekrarladı. Bunun üzerine Rasûlullah, "Yazıklar olsun sana! Eğer "evet" deseydim hac her yıl farz olacak ve senin gibileri, buna güç yetiremeyenler itaatsizlik suçu işlemiş olacaklardı" [1454] buyurdu. Ayet bu tür yersiz ve faydasız sorula­rı yasaklamaktadır.

Soru sormanın doğru olmadığı husus herhangi bir konu olabileceği gibi herhangi bir iş de olabilir. Hz. Musa ile Hızır (a.s.)ın seyahatleri önemli bir sabır ve soru eğitimi vermektedir. [1455] Orada da Hz. Musa yerli yersiz sorular sormuş, sonunda Hızır'dan çok güzel şeyler öğrenmişti. Şu âyette, yahûdilerin yönlendirilmesiyle Peygamberden gereksiz sorular soran insanlar eleştirilmektedir:

"Yoksa daha önce Musa'nın sorguya çekildiği gibi, siz de peygamberinizi sorguya mı çek­mek istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse artık o, dosdoğru yolu sapıtmış olur." [1456]

2- Sormada zamanlama çok önemli­dir: Mâide 5/101'de "Kur'ân indirilirken sorarsanız onlar size açıklanır" ifadesi zamanlamanın önemine dikkat çekmektedir. Rasûlullah, ne zaman soru sorula­cağını bilmeden rastgele soru soran kimselerin sorula­rını anında cevaplamamıştır. Bir defasında etrafında­kilere birşeyler anlatırken bir bedevi ondan kıyameti sordu. Peygamber ona cevap vermeden sözüne devam etti. Ne zaman sözünü bitirdi o zaman bedevinin soru­sunu cevaplandırdı. [1457] Hz. Hızır da Hz. Musa'nın zamansız sorularına anında değil yeri geldiği zaman cevap vermişti. Buradan, zamansız sorulara anında ce­vap vermek zorunda olmadığımız sonucunu da çıkartabiliriz.

3- Kur'ân'a göre soru, ehlinden, yani konunun mutahassısından so­rulmalıdır:

Bununla ilgili iki âyet konunun başında verilmiş­tir. Şair "Etme âr, öğren, oku ehlinden - Herşeyin ilmi güzeldir cehlinden" derken bu gerçeği dile getirmiştir. Bir şeyi uzmanından sorup öğrenmek aynı zamanda bilgiye ve bilgine gösterilen bir saygının gereğidir.

4- Kur'ân'a göre insan öğrenebile­ceği, aklî yetileriyle üstesinden ge­lebileceği şeyleri sormalıdır.

Kur'ân, insan aklının alamayacağı konularda so­rulan sorulara cevap vermez. Ruh konusu bunun tipik misâlidir. Buyuruluyor ki:

"Ey Muhammed, sana ruhun ne olduğunu soruyorlar; de ki: "Ruh Rabbi’nin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi veril­miştir." [1458]

Bugünkü psikoloji bile ruhun mâhiyetini değil, tezahürlerini incelemektedir.

Kur'ân'da Allah, meleklerin, insanın yaratılacağı haberi üzerine sordukları soruya da cevap vermemiş­tir. Şöyle buyurulmaktadır:

"Hani Rabbin meleklere, "Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti. Onlar da biz seni övüp yüceltir ve (sürekli) takdis edip dururken, orada fesad çıkaracak ve orada kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" dediler. Al­lah, "şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim" dedi." [1459] Mevdûdî, Allah'ın meleklere cevap vermeyip sadece "sizin bilmediğinizi ben bilirim" buyurmasını "siz bir halife tayin edilmesinin hikmetini anlayamaz­sınız" gerekçesine dayandırmaktadır. [1460]

5-  Soru iyi niyete dayalı içten ve samimî olmalıdır.

Kur'ân bu şartlara uymayan sorulara da cevap vermemiştir. Şöyle buyurulmaktadır:

"Sana o kıyamet saatinden soruyorlar; ne zaman gelip çatacak diye. Onun zamanını bildirmek sana gerekmez. Onun nihâî ilmi Rabbine aittir." [1461]

Kıyametin ne zaman kopaca­ğını sık sık soran müşrikler samimi değillerdi. Asıl maksatları kıyamet tarihini tayin ve tesbit değil, pey­gamberle alay etmekti. [1462] Günümüzde de buna ben­zer sorularla karşılaşmak mümkündür. Bu itibarla eği­timci kendisine sorulan sorunun amacını çok iyi tesbit etmeli, içten, samimî ve öğrenmeye yönelik olmayan sorulara cevap vermemelidir.

6-  Kur'ân' ın ortaya koyduğu ku­rallara uygun olan sorulara cevap vermek zorunludur.

Çünkü Kur'ân, makul olan soruların hiçbirini geri çevirmemiştir. Peygambere verilen talimat da bu yön­dedir. Bakara-sûresinde bunun değişik örnekleri var­dır. Buyuruluyor ki:

"Ey Muhammed, sana ne 'infâk edeceklerini sorarlar; de ki: "İnfâk edeceğiniz mal, ana baba, yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular" içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz bilir." [1463]

Ayetin devamında hürmet edilen aydan ve bu ayda yapılacak savaştan, daha sonra içki ve kumardan, infâk edilecek şeylerden, yetimlerden, kadınların hallerinden suâl edildiği haber verilmekte, peygambere "kul = söyle" emriyle vereceği cevaplar sıralanmaktadır. [1464] Bunla­ra ve bunlara benzer bütün sorulara gereken cevap verilmiştir. Aynı sûredeki bir âyette "Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır?..." [1465] buyurulmaktadır. Kur'ân için aslolan hakkın gizlenmemesi, lâyık-ı veçhile açıklanmasıdır. "Allah, kitap verilenlerden, onu insanlara açıkla­yacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştı. On­lar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür." [1466]

Allah, bunlara şöyle bu­yuruyor:

"Ey kitap ehli, niçin hakkı bâtıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyor sunuz?” [1467]

Şu âyette ifade­nin daha da sertleştiğini görüyoruz:

"Gerçekten indir­diğimiz belgeleri ve doğru yolu kitapta insanlara açık­ladıktan sonra, gizleyen kimseler var ya, onlara hem Allah lanet eder; hem lânetçiler lanet eder." [1468]

Rasûlullah da kendisine bir şey sorulduğu halde cevap vermeyip hakkı gizleyen kimselerin kıyamet gününde ağızlarına ateşten gem vurulacağını haber vermiş­tir. [1469] Bu konuyu şu âyetle bitirelim:

"Gerçekten, Al­lah'ı,!, indirdiği Kitaptan bir şeyi gizlemede bulunup onu az bir değere değişenler var ya, onların karınları­na tıkındıkları ancak ateştir. Allah, kıyamet günü on­larla konuşmaz ve onları günahlardan arıtmaz. Onlara elem verici azap vardır." [1470]

O halde bilgili insana yakışan şey, kendisine içtenlikle sorulan soruları mümkün mertebe cevaplandırmaktır.

7- Kur’ân’ın, insan zihnini eğitirken ortaya koydu­ğu kurallardan biri de insanın, cevabını ke­sin olarak bilmediği sorular karşı­sında "bilmiyorum" diyebilmesidir.

Buna, "bilmediğini bilmek" de diyebiliriz. İyi eği­tilmiş kimseler, bilmedikleri herhangi bir konuda bir soru ile karşılaştıkları zaman hiçbir komplekse kapılmadan "bilmiyorum," diyebilirler. Aksine bir davranış muhataba saygısızlık olacağı gibi, cevap yetiştirmeye çalışan kimse için de çileden başka bir şey olmaz. Boşuboşuna çırpınır durur.

Kur'ân, insanlara "bilmiyorum" demeyi de öğreti­yor. Bunun ilk örneğini meleklerden verelim:

"Ve Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterdi; "Eğer sözünüzde samimî iseniz bunların isimlerini bana söyleyin" dedi. Cevap verdiler: "Sen münezzehsin; öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen hem bilensin; hem hakimsin." [1471]

Bir örnek de peygamberlerden:

"Allah, peygamberleri topladığı gün, "size ne cevap verildi?" der. Onlar, "Bi­zim bir bilgimiz yoktur; doğrusu görülmeyenleri bilen ancak sensin" derler." [1472]

Günümüz insanlarının en azından bir kısmı kendilerine yöneltilen bir soru karşı­sında "bilmiyorum" demeyi sanki küçültücü bir cevapmış gibi kabul ediyor; cevabını bilmediği bir soruya karşılkıla sıkıla birşeyler yetiştirmeye çalışıyor. Bun­lara anlatmalıyız ki, insanın bilmediği bir konuyu "bil­miyorum" demesi aynı zamanda bir erdemdir. Bu eğiti­min verilmediği toplumlarda hemen herkes herşeyi bil­mekte, yalnız bir şeyi bilmemektedir: Haddini.

Soru-cevap metodu modern eğitimin de üzerinde durduğu önemli bir konudur. O da Kur'ân gibi körükörüne ezber ve bellemeye dayanan soru-cevap teşkilini ideal bulmaz. Soruları,

1- Bellek düzeyindeki sorular;

2- Anlama-kavrama düzeyindeki sorular;

3- Yorum­lama düzeyindeki sorular;

4- Uygulama düzeyindeki sorular şeklinde birtakım kategorilere ayıran modern eğitim, hedeflenen amaca ulaşmak için sorunun belle­me dışındaki düzeylere yönelik olmasını öngörmekte­dir. [1473] Unutulmamalıdır ki, anlaşılıp yorumlanamayan bilgi, sahibine ait değildir, insan beyninin en bü­yük vasıflarından biri edindiği bilgileri, eşya ve olayla­rı yorumlayabilmesidir.

Kurallarına uyularak icra edilmeyen soru-cevap yönteminin eğitilen kimseleri ezbere ve bellemeye yö­neltmesi, otomatlığa, kitapçılığa ve hazırcılığa alıştır­ması ve buna benzer terbiyevî olmayan yollara sevketmesi gibi sakıncaları olmakla beraber kurallarına uyulduğu zaman büyük faydaları da vardır. Bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Dikkati daima uyanık tutar;

2- Öğrencinin öğrenme etkinliğine katılmasını ya­ni aktiuitesini sağlar;

3- İçine kapalı öğrencinin sosyalleşmesine katkıda bulunur;

4- Yardımlaşarak, birlikte öğrenmeyi, birlikte ka­zanmayı öğretir.

5- Dilini kullanmasına yardımcı olur.

6-  Sorması gerekirken, sormayan öğrencinin prob­lemini yansıtır. [1474]

7- Soru sorabilen veya kendisine sorulan sorulara cevap verebilen öğrencide kendine güven duygusunu geliştirir'.[1475]

8- Sorarak, sorgulayarak bilgi toplayan insanlar bilgi ve bilginin de değerini daha çok takdir ederler.

Bundan dolayı bu yolda çaba harcayan kimselere ellerinden geldiğince yardım ederler.

Soru sorarken nelere dikkat edil­melidir?

1- Modern eğitim de soru sorarken Kur'ân'ın ön­gördüğü kurallara uyulması gerektiğini kabul eder.

Onları birkaç madde halinde izah etmeye çalışmıştır. Onlara ek olarak şunları söyleyebiliriz:

2- Sorular öğrenme amacına yönelik olmalı;

3- Soru insanın kendi aklî düzeyine uygun olmalı;

4-  Soru net ve açık olmalı; birçok cevabı içerebile­cek nitelikte olmamalı.

5- Sorular ezberciliğe teşvik etmemeli; incelemeye, araştırmaya, düşünmeye zorlamalıdır.[1476]

6- Sorarak öğrenmek istediğimiz şeyin bir ihtiyaca cevap vermesi bir ihtiyaçtan kaynaklanması gerekir. [1477]

7- Soru sormada aceleye gerek yoktur. İnsan her-şeyi bir anda öğrenemez. Onun aceleci bir yaratık oldu­ğunu çok iyi bilen Allah onu uyarıyor:

"İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim; bu­nu benden acele istemeyin." [1478]

Tabiî acele etmemek sözünden vakti gereksiz yere zayi etmek anlaşılmama­lıdır. Her konuda olduğu gibi burada da ifrat ve tefrit­ten sakınmak gerekir. Bir soru sormak için tam iki yıl bekleyen İbn Abbas'ı, Hz. Ömer (r.a.) şu sözlerle uyar­mıştır:

"Öyle yapma, sormak istediğin zaman hemen sor, şayet biliyorsam cevap veririm." [1479]

8- Sıkılmak, utanmak gibi sebeplerle soru sormak­tan vazgeçmemeli, edebe uygun bir ifadeyle soru sor­malıdır. Hz. Ali (k.v.) "Kişi bilmediğini sorarak öğren­mekten haya etmesin" buyurmuştur. [1480] Hz. Aişe de konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir:

"Ensar ha­nımları ne iyi hanımlardır. Haya, onları dinî meseleleri öğrenmelerine ve dinde bilgin olmalarına engel olma" [1481]

9- Soru soran kimse önyargılı olmamalı, ilmin kendisine gösterdiği hakikati, kibrin ve gururun sulta­sına boyun eğmeden kabullenmelidir.

10- Birtakım sorular zihni kurcalamıyor, bazı problemlere zihinde de bir cevap bulma mecburiyeti doğurmuyorsa zihin gücü zayıf kalır. [1482]

11- Soru metodunun beklenen faydayı sağlayabil­mesi için sezgi ve gözlem metoduyla birleşmesinin ge­reğini savunanlar da vardır.[1483]

12- İnsanın öğrenmek istediği bir şeyi sorabilmesi için iyi bir sosyal ortama da sahip olması gerekir. Bu nedenle İslâm eğitiminde âlimlerle düşüp kalkmak, bilge kişilerle arkadaşlık kurmak tavsiye edilmektedir. [1484]

Konuya, Allah'ın "Bilmiyorsanız bilenlerden soru­nuz" emriyle başlamıştık. O'nun peygamberinin şu sö­züyle bitirelim: "Cehaletin şifâsı sormaktır.[1485]

 h- Örnek Alma

 Kur'ân-ı Kerim'in gösterdiği bilgi edinme yöntem­lerinden biri de örnekleme yöntemidir. Bu yöntem, öğ­retme usûlü olarak kullanıldığı zaman "örnekleme", "örnek olma" olarak tanımlanırken, Öğrenme usûlü olarak kullanıldığı zaman ise "örnek alma" şek­linde tanımlanmaktadır. Biz, daha çok "örnek alma" üzerinde duracağız.

Öğrenmek durumunda olan bir kimse için öğreti­lecek veya öğrenilecek bir konunun örneğini görmek son derece önemlidir. Konu, onunla ayrı bir vuzuh ka­zanacak, öğrenme onunla kolaylaşacak, problem onun­la çözüme kavuşacaktır. Bilim adamları örneksiz eğiti­min tam olamayacağını söyleyerek konuya dikkat çek­mişlerdir. [1486] Muhammed Kutup, "Terbiyede örnek bütün vasıtaların en tesirlisi, başarıya en yakınıdır" [1487] diyor. Morgan'a göre, insanlar, kazandıkları davranış özelliklerini sadece "klâsik ve edimsel koşullama" yollarıyla değil, aynı zamanda "örnek alma" ve­ya "gözleme" yollarıyla da öğrenebilmektedirler. [1488]

Daha önce de söylediğimiz gibi insanın hayattan öğreneceği pek çok şey vardır. Bunları daha kolay, da­ha çok ve daha kalıcı olarak öğrenebilmesi için herşeyin kendine özgü numunelerini, çözüm örneklerini gör­mesi gerekir. Bir güzel davranışı, bir sanat eserini, bir problemin çözümünü öğrenmenin en çıkar yolu onlarla ilgili örnekleri görmektir. Okuması yazması olmayan bir köylü kızından bir nakış çalışması istediğimizde, onun da bizden isteyeceği ilk şey örnek olacaktır. O halde örnekler insanların en iyi öğretmenleridir. Bü­tün ders kitaplarında ilk olarak öğreneceğimiz konula­rın çözüm örnekleriyle karşılaşmamız örneğin öğren­medeki önemini gösterir.

İslâm eğitim sisteminde de örnek almanın önemli bir yeri vardır. Bir müslümanın eğitilmesinde örnek alma ve örnek olma usulleri zorunlu bir yol olarak gö­zükmektedir. [1489] Hem teorik hem pratik bir yapıya sa­hip olan Kur'ân eğitimi örneklemeyi zorunlu kılmakta­dır. Bu sebepledir ki Kur'ân-ı Kerim'de çok çeşitli ör­nekler bulunmaktadır. Zira Kur'ân, tanıtmak istediği bir zihniyeti, bir kavramı, bir olayı örnekler vererek ta­nıtmaktadır.

Şahıs olarak Kur'ân'ın verdiği en önemli örnekler peygamberlerdir. Bunlar içinde en çok dikkatimizi çe­ken iki örnek vardır:

Bunlardan birincisi Rasûlullah (s.a.), diğeri deHz. İbrahim'dir.

Kur'ân bu iki insanı örnek göstermekle insanlığın, bunlardan öğreneceği çok şeyin bulunduğunu göster­mek istemiştir. Meselâ Hz. Muhammed, "beşerî ba­kımdan bir insan, bir baba, bir koca, bir dost, bir hâmî, bir aile reisi, iş güç sahibi bir tüccar, ordu komutanı bir subay, bir vali, bir hâkim, kumanda sahibi bir ma­reşal, ülke idare eden bir padişah, üniversite rektörü, bir profesör, bir vaiz, bir âbid..." [1490] ve bütün bunların üstünde bir peygamber olarak karşımıza çıkmakta, bi­ze bunlar ve bunların ötesinde birçok konularda örnek teşkil etmektedir. O halde insanların onu örnek alma­sı, şuurlu olarak onu taklid etmesi gerekir. Onun, pey­gamberliğin dışında diğer insanlar gibi bir insan olma­sı taklid edilmesini kolaylaştırmaktadır. [1491] İslâm eği­timi onun şahsında pratiğe kavuştuğuna, hayatın bü­yük bir kısmı onun örnek kişiliğinde en güzel şekilde yerini bulduğuna göre insanlığın ondan öğreneceği pek çok şey var demektir. Kur'ân'da şöyle buyurulmaktadır:

"Ey inananlar, and olsun ki, sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasûlullah en güzel örnektir.” [1492]

Bu ne demektir? Bunu da Kur'ân'dan öğrenelim:

"...Peygam­ber size ne verirse onu alın; sizi neden menederse on­dan geri durun. Allah'dan sakının. Doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir.” [1493]

Kur'ân, inananlardan, öğretmenlerinin direktiflerine uymalarını istemekte­dir. Ayet, Beni Nadirin mallarının taksimi ile ilgilidir.

Bununla birlikte hükmü umûmîdir; sadece Fey'in taksimatı ile ilgili değildir. [1494] Nitekim Peygamber'in kendisi de Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadîsinde

"Size emrettiğim bir şeyi mümkün olduğunca uygula­maya çalışın, yasakladığım bir şeyden de kaçının" [1495] buyurmuştur.

İkinci örneğimiz Hz. İbrahim'dir. Hz. İbrahim de­ğişik yönlerden örnek olarak gösterilmektedir. Biz, ko­numuzu da düşünerek onun düşünme yönünü örnekle­mek istedik. Böylece hem bir örnek insanı, hem de ör­nek düşünceyi tanıtmış olacağız. Kur'ân'da onunla ilgi­li şöyle duyurulmaktadır, "İbrahim ve beraberindekilerde sizin için güzel bir örnek vardır. Vaktiyle onlar kavimlerine şöyle dediler:

"Biz sizlerden ve Allah'dan başka taptıklarınızdan uzağız ve sizi tanımıyoruz. Taki siz, Allah'ın birliğine iman edinceye kadar sizinle aramızda ebedî bir buğz ve düşmanlık başladı. Ancak İbrahim'in babasına, "Elbette senin için istiğfar edece­ğim; bununla beraber senin için Allah'dan hiçbir şeye gücüm yetmez" demesi müstesnadır." [1496]

Onun akıl yürütmesi ile ilgili ilginç bir örnek de Kur'ân'da şöyle anlatılmaktadır:

"Gece basınca bir yıldız gördü, "işte bu benim rabbim" dedi. Yıldız batınca "Batanları sev­mem" dedi. Ay'ı doğarken görünce "İşte bu benim rab­bim" dedi. Batınca "Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi and olsun ki, sapıklardan olurdum." dedi. Güneş'i doğarken görünce "işte bu benim rabbim, bu daha bü­yük" dedi. Batınca "Ey milletim, doğrusu ben, ortak kustuklarınızdan uzağım" dedi. Doğrusu ben, yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim; ben puta tapanlardan değilim." [1497]

Bu örnekte aklın basamak basamak nasıl yükseldiğini görüyoruz. Buradan insanlara şu mesaj verilmektedir: Olayları ve var­lıkları aklınla değerlendir; aslı esası olmayan şeylerde kilitlenme. Hz. İbrahim'in yaptığı gibi yap; düşün, ama sağlıklı düşün. Hz. İbrahim, yıldızlarda kilitlene­bilirdi kilitlenmedi, ay'a takılabilirdi takılmadı, güneş­te kalabilirdi kalmadı. Olayları çok iyi değerlendirdi, akl-ı selimi ile yargıladı. Bu yargı ve değerlendirme çok yönlü ve çok açılıdır. Hz. İbrahim yıldız, ay ve gü­neşe bakarken sadece pozitif, teslimiyetçi bir açıdan bakmamış; onlara tenkidçi bir düşünceyle de yaklaş­mıştır. Onun bir başka açısı da batan yani fâni bir var­lığın onun rabbi olamayacağıdır. Allah'dan başka var­lıklara tapan kimseler şayet taptıkları varlıkları bu kriterlerle değerlendirselerdi öyle bir çıkmaza düşmez­lerdi. Bu tür bir akıl yürütme sadece tapınmada değil bütün olaylarda aydınlatıcı, yol göstericidir.

Kur'ân hep olumlu örnekler vermiyor; olumsuz ör­nekler de gösteriyor. Düşünce şekliyle beraber böyle bir örnek şöyle tanıtılıyor:

"Ey Muhammed, tek olarak yaratıp, kendisine bol bol mal, çevresinde bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri yaydıkça yaydığım o kimseyi bana bırak! Bir de verdiğim nimetten artırma­mı umar. Hayır, hayır... Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı son derece inatçıdır. Onu sarp bir yokuşa sardı­racağım. Çünkü o, düşündü; ölçtü biçti. Canı çıkası; sonra yine ne biçim ölçüp biçti. Sonra baktı; sonra kaş­larını çattı; suratını astı sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı. "Bu sadece öğretilegelen bir sihirdir. Bu Kur'ân yalnızca bir insan sözüdür" dedi. İşte bu adamı yakıcı bir ateşe yaslayacağım." [1498]

Olay ve varlıkları doğru dürüst değerlendireme­yen, sağlıklı düşünemeyen, büyüklük psikozu içinde bocalayan bir insan tipiyle karşı karşıyayız. Bu tip, zi­hinsel açıdan başarısız olduğu gibi duygusal açıdan da yetersizdir. Kendisine verilen bütün nimetlere karşı nankör, aç gözlü ve inatçıdır. Böyle bir kimsenin haki­kate ulaşması tabiatiyle çok zordur. Mevdûdî, bu zâtın' Velid bin Muğire olduğunu, bildirmektedir. Onun ver­diği bilgiye göre Velid bin Muğire Kur'ân'ın ilâhî bir kelâm olduğuna kalben kâm olmasına rağmen toplum içindeki itibarını kaybetmemek için iman etmemişti. İmansızlığı ile de yetinmeyen bu adam, peygamberin aleyhinde propaganda yapmış, Mekkeye gelen hacılara Rasûlullah'ı büyücü olarak tanıtmıştı. [1499] Kur’ân’ın çizdiği bu portreden de öğrenebileceğimiz çok şeyler vardır. O halde bu inkarcı tipi tanıtmaya devam ede­lim:

"Ayetlerimiz kendilerine karşı apaçık okunduğu zaman o kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın. Karşılarında âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldı­racak gibi olurlar..." [1500]

"Onlar âyetlerimiz okunduğu zaman, "işittik; dilersek bunun gibisini biz de söyleriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir" di­yorlardı.” [1501]

"Kâfirler dediler ki: "Şu Kur'ân'ı dinle­meyin ve onun hakkında gürültü yapın; belki galip ge­lirsiniz. " [1502]

"Onlar yeryüzünde kibirlenmek ve kötü düzen kurmak istiyorlar. Halbuki kötü düzen ancak sahibinin başına geçer..." [1503]

"Karşılarında açık açık âyetlerimiz okunduğu vakit şöyle söylemekten başka delilleri yoktur: "Doğru söylemekte iseniz haydi atala­rımızı getirin." [1504]

"Karşılarında âyetlerimiz açık açık okunurken inkâr edenler, hak kendilerine gelince der­ler ki: "Bu apaçık bir sihirdir" yahut "Onu kendisi uy­durdu" diyorlar..." [1505]

"O Kur'ân aramızdan ona mı indirilmiş?" (dediler ve çekip gittiler.) Doğrusu onlar benim Kur'ân’ımdan bir kuşku içindeler." [1506]

Şu ifadeler gösteriyor ki, inkarcı zihniyet Kur'âna kapalı ve ondan bir şey öğrenmeye hazır değildir. Kur'ân, bu ka­palılığın temel sebebini kibre bağlamaktadır.

"Allah'ın âyetleri, karşısında okunurken işitir de sonra kibrin­den hiç işitmemiş gibi küfürde) ısrar eder..." [1507] Ken­di gerçeğini yeterince idrâk edemeyen, kendini oldu­ğundan, olması lazım gelenden çok yukarlarda gören insan, kendi gururunun kurbanı durumundadır. Kendi hevâ ve heveslerinin kulu durumundadır. Kur'ân bun­ları şöyle tanıtıyor:

"Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini ilâh edinmiş. Allah da bir ilim üzerine (ilmi olmakla beraber) onu şaşırtmış kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne de bir perde çekmiştir. Artık ona Allah'dan başka kim hidâyet edebilir? Hâlâ düşünme­yecek misiniz ?" [1508]

Görüyoruz ki, insan bilgili dahi ol­sa kibir engeline takıldığı zaman hakikate ulaşamıyor.

İnkarcı tipin peygambere karşı da tavrı müsbet değildir. Kur'ân'da şöyle buyuruluyor:

"Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse muhakkak oranın refahı ile şımartılmış olanları, "Biz sizinle gönderilen şeyleri tanımayız." dediler" [1509]

"Bir de "Bu peygambe­re ne oluyor? Yemek yiyor; çarşılarda yürüyor. Ona bir melek indirilse de beraberinde bir korkutucu olsa ya" dediler. "Yahut ona bir hazine bırakılıverse veya güzel bir bahçesi olsa da ondan yese ya." Hem o zâlimler, "siz sadece büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz" dediler." [1510]

"Seni dinlerken nasıl dinlediklerini ve fısıldaştıklarını ve zâlimlerin "siz ancak büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz" dediklerini de biz pekâlâ bi­liyoruz." [1511]

"Ey Muhammed, çok yemin eden, alçak, çok kınayan, daima koğuculuk eden, hayrı durmadan engelleyen, saldırgan, çok günahkâr, pek katı kalbli, bunlarla birlikte soysuz olan hiçbir kimseye mal ve çocukları var diye   sakın itaat etme. Karşısında âyetlerimiz okunurken "eskilerin masalları" demiştir." [1512]

"Gördün mü o nefis ve arzusunu ilâh edinen kimseyi? Artık ona sen mi vekil olacaksın." [1513]

"Çün­kü onlara "Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur" denil­diği zaman büyüklük taslarlardı." [1514] 

"Dediler ki: "Kalblerimiz senin bizi çağırdığın şeye karşı kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Seninle bizim aramızda bir perde çekilmiştir. Haydi yap yapacağını. Şüphesiz biz de yapacağımızı yapıcılarız." [1515] Mesele­yi eğitim kuralları açısından değerlendirdiğimizde va­racağımız sonuç şu olacaktır:

Bu tavrı sergileyen kim­seler peygamberden birşey öğrenmeye hazır olmadıkla­rını göstermektedirler. Hazır olmayan insanlara ise ne yapılırsa yapılsın bir şey öğretmenin imkânı yoktur. Nitekim Kur'ânda buna işaret etmektedir:

"Eğer sana kağıt üzerine yazılmış olarak bir kitap indirseydik de onu elleriyle tutmuş bulunsalardı, o inkâr edenler mu­hakkak yine şöyle diyeceklerdi: "Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir.” [1516]

“Bunu söylerken dayandık­ları bir şey var mıdır? Hayır. Kanıtlayıcı hiçbir bilgi ve belgeleri yoktur. Sadece kuruntu, zan ve heveslerine bağımlıdırlar. Kur'ân, bunların ne bir ilme, ne bir reh­bere ve ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmadıklarını haber veriyor.” [1517]

“O halde böyleleri için söylenecek bir­şey vardır: "Onları ha uyarmışsın, ha uyarmamışsın kendilerince eşittir."[1518]

“Bunlar, Kur'ân'a göre mucizeler karşısında bile duyarsızdırlar.” [1519]

"Onlara her ne mucize gösteriyorsak mutlaka birbirinden daha büyüktü. Belki (gerçeğe) dönerler diye onları azaba da çektik. Bu durumda dediler ki:  "Ey sihirbaz, sende olan ahdi hürmetine, bizim için Rabbine duâ et! Çünkü biz artık yola geleceğiz." Kendilerinden azabı kal­dırdığımız vakit de derhal (sözlerinden) caydılar.” [1520] Verilecek ceza karşısında acziyle başbaşa kalan insan, yola geleceğini söyleyerek aman ve af diliyor; kurtulun­ca da verdiği sözü unutarak hemen eski haline dönüve­riyor. Kur'ân’da bulun hayli örnekleri vardır.

Kur'ân, birçok konuda olduğu gibi insan ve insan­lık konusunda da değişik zihniyet örnekleri çizerek in­sanı insana öğretiyor. Bunlardan iki peygamber ve bir inkarcı insan tipi çizerek buraya kadar geldik. [1521] Şimdi de Kur'ân'a göre bir olumlu insan tipini genel çizgileriyle görmeye çalışalım. Kur'ân'a göre bu insan­lar akl-ı selimi olan, eşya ve olayları kalb gözüyle sey­reden basiretli, öğrenmeye h