Konu Başlığı: İnzal Tenzil Tebliğ Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 18 Şubat 2011, 17:59:59 İnzal - Tenzil- Tebliğ İnzal ve Tenzil, 'Ne-Ze-Le' fiil kökünden gelirler. 'Ne-ze-le' 'indi' demektir; masdarı 'nüzul' veya 'nezleten' dir ki, her ikisi de Kur'an-ı Kerim'de geçer. 'İnzal', 'if'âl' babından masdar, tenzil de 'tef'îl' babından masdardır. İnzal 'indirmek' demektir; bir binekten indirmek anlamında da kullanılır. Ragıp el-İsfahanî'nin açıklamasına göre, “benî bereketli bir inişle indir, sen indirenlerin en hayırlısısın” (Mü'minûn: 29) ayetinde ifade olunan indirme eylemi, hem Mekke'den Medine'ye hicrette bir yurda indirme anlamında, hem de bu yurda binekten indirme anlamında kullanılmaktadır. Aynı şekilde, yolculuktan dönen birinin geri memleketine varmasını ifade etmek için de 'ne-ze-le' fiili kullanılır; 'nezele bidarihi’ denilir. [77] Kur'an'da Allah'ın kitap, ayetler, nimet, su, ceza, azap, sofra vs. indirdiğini belirten ayetler çoktur: “Hamd Allah'adır ki, kuluna kitabı indirdi” (Kehf: 1); “Demiri indirdik” (Hadîd: 25); “Beraberlerinde Kitabî ve mizam indirdik” (Hadîd: 25); “Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirdi”(Zümer: 6); “Sıkışan bulutlardan şarıl şarıl su indirdik” (Nebe': 14); “Size çirkin yerlerinizi örtecek elbise indirdik” (A'raf: 26); “Bize gökten bir sofra indir” (Maide: 114). Bütün bu ve bunlar gibi ayetlerde “indirme” kelimesinin, dolaylı tümleç olarak aldığı nesnenin, yani kendisine indirilenin başında, “üzerine” anlamına gelen 'alâ' bulunur. Bu kullanım, “yukardan indirme” gibi bir mekândan çok, Allah'la ilgili kullanıldığında nitelik yönünden bir yükseklik ifade eder. Çünkü, Allah mekân olarak insanların üstündedir diyemeyiz, altındadır veya şurasındadır da diyemeyiz. Bunun yanısıra, indirilen şeyin bir nimet olduğu anlamı da vardır bu kullanımın içinde. Tenzil, “tef’il” babından masdardır ki, o da 'indirmek’ anlamına gelir. İnzal'le Tenzil arasındaki fark müfessirleri nisbeten yormuştur. Tenzîl'in, İnzal'in işaret ettiği yere birbiri peşisıra inişi ifade ettiği, inzalinse genellik belirttiği söylenmiştir. İnzal'in Kur'an'ın bir defada indiğini, tenzilinse yere, şartlara, zamana ve duruma göre 23 yılda bölüm bölüm indiğini ifade ettiği belirtilmiş; İ. Kemal, enzelnâ yerine nezzelnâ'run, birincideki 'elif-e' yerine, ikincide 'şedde-zz' kullanılmasının, ikincinin belli vakitlerde peyderpeylik ifade etmesi için olduğunu söylemiş, inzal'in Cebrail aracılığıyla, tenzilin, ise aracısız olduğunu ileri sürenler de bulunmuştur.[78] Kur'an'da gerçekten inzal, ya daha önce indirilmiş kitaplar veya bir başka şey için her zaman değilse de çoğunlukla kullanılırken, tenzil, inmekte olan şeylerle ilgili olarak geçmektedir. Şunu da belirtmek gerekiyor ki, sözgelimi, su için bazan 'inzal', bazan da 'tenzil' kullanılmaktadır; bu iki kullanım arasında pek fark yoktur; her İkisinde de indirme söz konusu olmakla birlikte, birincide, bir gerçek, hem geçmişi, hem hali, hem de geleceği içine alan bir gerçek ifade edilirken, ikincide, suyun indirilme olayı bir delil olarak gözler önüne serilmektedir. Aynı durum, diğer kullanımlar için de söz konusu olabilir. Bu konuda müfessirlerin üzerinde en çok durdukları nokta “Biz onu Kadr gecesinde indirdik (enzelnâ) (Kadr: 1); “Biz onu mübarek bir gecede indirdik (enzelnâ)” (Duhan: 3); ve “Ramazan Ayı ki, Kur'an onda indirildi (ünzile)”(Bakara: 185) ayetlerinde ifade olunan Kur'an'ın bir gecede inzal olunması keyfiyetidir. İsra Suresi'nin 106'ıncı ayetinde ise “Onu bir Kur'an olarak ayırdık ki, onu insanlara dura dura okuyasın ve onu parça parça indirdik (nezzelnâhü tenzîlâ)” buyurumaktadır. Ayetlerin ifade ettiği gerçek, Kur'an'ın bir inzalinin bir de tenzilinin olduğudur. 'İnzal', 'toptan, bir defada ve tek bir inişle indirme', tenzil ise 'derece derece, olaylara, zamana ve şartlara göre bölüm bölüm, ayet ayet indirme'dir. Kur'an'ın tenzili 23 yıl sürmüştür ve bunun nasıl olduğu açıktır; oysa bir gecede olan inzali konusunda çok söz söylenmiştir. Süyutî, Zerkeşî ve t. Hacer gibi alimlerle, müfessirlerin çoğunluğu Kur'an'ın üç inişinin bulunduğu, birincide Levh-ı Mahfuz'a, ikincide dünya semasında bulunan Beyt'ül-Izze'ye, üçüncüde ise, olaylara göre bölüm bölüm Peygamber'in kalbine indirildiği görüşündedirler.[79] Bu görüşe göre, inzal Levh-i Mahfuz'a ve oradan da Beyt'u Izze'ye toplu olarak indirilmeye verilen addır. Suphi es-Salih bu görüşün ğayb alemini ilgilendirdiğini, dolayısıyle bu konuda ayet ve mütevatir hadis olmadıkça ileri sürülen görüşlerin kabul edilemeyeceğini belirterek, inzal'den kasdın Kur'an'ın Kadr gecesinde inmeğe başlaması olduğunu kabul eden daha başka alimlerin görüşüne katılmaktadır. [80] Bu görüşlerden ikisi de bir takım eksik ve yanlışlıkları barındırmaktadır. Birinci görüş İnzaVin Levh-i Mahfuz ve Beyt'u Izze'ye olduğunu ileri sürmekte, oysa Kur'an inzal'in de Peygamber'e olduğunu çoğu ayetlerde açıkça ortaya koymaktadır (A. İmran; 7, Nisa: 113, Kehf: 1, Maide: 48, Nahl: 44, Zümer: 2, 41...) İkinci görüş, yukarda belirttiğimiz gibi, ikra' ile Kur'an'ın bütününü kastederse belki doğru olabilir; oysa bu görüşü savunanlar böyle bir tez ileri sürmemektedirler. İkinci olarak, Kur'an daha Mekke'de inen surelerde bile “Sana Kitab'ı hakkla inzal ettik” (Zümer: 2) “Sana insanlar için Kitab'ı inzal ettik” (Zümer: 41) şeklinde ifadeler kullanarak adeta Kur'an'ın bütünüyle inzalinin tamamlandığını ortaya koymaktadır. Üçüncü olarak, Rasûl-i Ekrem'e tenzilin başlamasıyla birlikte 'oku' denmiş ve daha ilginci ne okuması gerektiği belirtilmeden “Rabbinin adıyla oku” Duyurulmuştur. Yani, bu emirde sanki Rasulüllah neyi okuyacağını, yani emrin nesnesini biliyor gibidir; oysa, Kur'an'da daha başka ayetlerde 'oku' fiilinin nesnesi de belirtilir; Örneğin, hesap günü amel defterleri dağıtıldığında insanlara “ikra' kitabek kitabını oku” denileceği anlatılır. Dördüncü olarak, gerçi bazı siyer ve tarih yazarları Rasûl-i Ekrem'e ilk “oku” vahyinin Ramazan'da (ve, tabiî Kadr gecesinde) geldiğini belirtiyorlarsa da, bu ilk vahyin Recep Ayı'nda geldiğini ileri sürenler de vardır. O halde 'oku' emri tenzil'in başlangıcıdır, halbuki, Kur'an inzal'in açıkça Kadr gecesi meydana geldiğini ifade ederken (Kadr: 1), bu gecenin Ramazanda olduğunu da açıklamaktadır (Duhan: 3, Bakara: 185). Bir diğer üzerinde düşünülmesi gereken nokta da, Kadr gecesinde meleklerin yanısıra Ruh da inmekte ve bu iniş her Kadr gecesinde olmaktadır (Kur'an burada her zamanı içine alan muzari-geniş zaman kipi kullanmaktadır: tenezzel'ül-Melâiketü ve'r-Ruh). (Bu konu uzun boylu açıklama gerektirdiğinden, değinmeden geçeceğiz.) Bütün bu açıklamalardan sonra, şimdi de şu ayetlere bakalım: “Onu Ruh'ul'Emin indirdi kalbine, uyarıcılardan olasın diye” (Şuara: 193). “Ve sana Kitab'ı ve Hıkmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti” (Nisa: 113). “Sana, kendilerine indirilmekte olanı (mâ nüzzile ileyhim) insanlara açıklayasın diye Zikr'i inzal ettik”(Nahl: 44). Bu ayetlerin de ifade ettiği gerçek, inzal konusunda Sufiyye'nin benimsediği görüşü güçlendirmektedir. Rasûl ve Nebi konusunda da anlatacağımız gibi, rasûller bir bakıma nebiler arasından seçilirler ve doğuşlarından itibaren, pak bir nesilden geldiklerinden, mahfuzdurlar, yani günahlardan korunurlar. Fakat, her insan gibi onlar da manevî, tekâmül geçirirler; din ikmal edildikçe onlar da olgunlaşır ki, bunun sonu “makam-ı mahmud”dur: “Gece senin için nafile olarak teheccüdde bulun; umulur ki, Rabbin seni makam-ı mahmud'a ulaştırır” (İsra: 79). Bu makam 'övülme, hamd edilme, makamıdır ki, bütün iş ve amellerin nihaî noktası hamd' dir: “Dava (dua) larının sonu 'elhamdü lillâhi Rabb'il Alemîn'dir” (Yunus: 10). İşte,. Risalet'e göre nübüvvet ve tekâmül silsilesinde bir sonraki hale göre bir önceki hal 'dalâlet' kabul edilebilir ve Kur'an'da Peygamber'in Risalet öncesi dönemi için “seni dalâlette bulup da, hidayet etmedi mi?” (Duna: 7) şeklinde gelen ayet ihtimal böyle bir delâleti ifade etmektedir. İnsanın Rasûlün bütünüyle 'tathir' edildiği makamda 'alimle ilim, imanla mü'min, zikrle zikreden' bir olur (bk. Zikr, Birr). Bu da, kalbin bütünüyle İlâhî Vahy'le dolması demektir. Kalbe yalnızca İlâhî Vahy hakim olunca, o kişinin her türlü davranışı Vahy'in egemenliğinde olur, ondan ancak Vahy'in gereği söz ve davranışlar zuhur eder; göğsün yarılması olayı da bir bakıma buna işaret eder. Yani, rasul, Hz. Ayşe'den gelen bir haberde de belirtildiği gibi “yaşayan Kur'an” [81] konuşan, davranan, savaşan... Kur'an' haline gelir, 'Kelâm et olur'. Bu da, Kur'anın Kitab'ın Peygamberin kalbine birden, toplu halde, bir ruh olarak inmesidir ki bunun adı inzal’dir Bu ruh Hz. İsa'da Ruh'ul-Kuds (Kudsî Ruh) olarak özelleşirken, Hz. Muhammed'de 'Ruh-ul-Emîn' (Emin Ruh) olarak meydana çıkar. Kitab'ı bu şekilde bir ruh olarak kalbinde bulan Peygamber uyarıcılardan olur, her türlü bilginin sahibi haline gelir, Hikmet'i alır ve artık tenzil'le insanlara Kitab'ı açıklamaya, tebliğ etmeğe başlar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Rasûl-i Ekrem'e inzal Ramazan'da Kadr gecesi olmuş, tenzil ise Recep ayı içinde başlamıştır. Arada belli bir zaman vardır ki, bir yıldan az mı veya çok mudur, malûm değil. İnzalle birlikte Peygamber'in ağzından çıkan her söz, bulunduğu her davranış hakk olur. O hiç bir şekilde hata yapmaz, günah işlemez. Kur'an'da zaman zaman Peygambere yapılan uyanlar ve diğer peygamberlerin günahmış gibi verilen bazı davranışları (Hz. Yunus'ta, Hz. Musa'da olduğu gibi). Allah'ın emirlerini, yerine getirmeyip, yasağından kaçmama gibi haşa bir masiyet, bir günah değil, tebliğde en yiyiyi, en gerekeni bir takım mülâhazalarla yapmamaktan doğan 'görev hatalarıdır. Bunun yanısıra, Peygamber'in şahsındaki bazı uyarılar aslında ümmete yöneliktir. Öte yandan, Ümmet de Peygamber konusunda imtihana çekilir ve bir de rasûller yalnızca kendi dönemleri için değil, her dönem ve şartlar için 'iman'dır ve davranışları mutlak 'örnek'tir (üsvetün hasene) Bu bakımdan, bazı önemli durumlar onların şahsında vurgulanır. İnzal ve Kıraet'le ilgili olarak İslâm tarihinde tartışılmış önemli konulardan biri de, Kur'anın yedi harf üzere inmiş olmasıdır. Hemen hemen tüm hadis kitaplarında, “muhakkak bu Kur'an yedi harf üzerine inmiştir” [82]şeklinde bir hadis vardır. Bu konuda çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları “Kur'an'ın yedi ayrı kıraati vardır” demişler; bazıları yedi sayısıyle kesin olarak 7 rakamının kastedilmediğini ileri sürmüş; bazıları bunun lehçe ve lûgatlarla ilgili olduğunu belirtmiş; bazıları “lâfız ve anlamlardaki farklılıklardır” görüşünü savunmuş; bazıları bununla İnşa, İcat, Tenzih, Tevhid, Zat, Sıfat ve Fiilî sıfatlar şeklinde yedi ilmin, bazıları, mutlak kayıtlı, genel özel, nass te'vil edilen, nesheden neshedilen, toplu açıklanan, istisna ve yemin kastedildiğini ortaya atmışlardır. Süyutî bu konudaki görüşlerin kırka ulaştığını söyler. Suphi es-Salih, bu kadar görüşün içinde, ümmet için kolaylık olarak, Kur'an'ın yedi vecih üzere okunması seçeneğini benimsemekte ve bu konuda, “Cebrail bir harf üzere bana okuttu; ona müracaat ettim ve tekrar tekrar müracaatımı yeniledim, nihayet yedi harfe ulaştı” şeklinde bir hadis nakletmektedir. [83] Bu konu üzerinde, fazlaca kabul görmemiş olsa da belki, şu görüşün daha önemli ve yerinde olabileceğini belirtmek istiyoruz: Te'vil'i anlatırken de üzerinde durduğumuz gibi, Kur'an-ı Kerim iç içe anlam katmanlarıyla doludur ve tefekkür eden insanlardan, zikreden, tezekkür eden insanlardan, akleden insanlardan, fıkheden insanlardan, iman eden insanlardan, takva sahibi insanlardan, lübb sahiplerinden, yakın sahiplerinden, sözeder. Şu halde, insanlar anlayış, kavrayış ve duyuş yönünden çeşit çeşittirler ve her insan Kur'an'dan kendi hissesini alır; yeter ki, ona selim bir kalple yaklaşılsın; insan duyma ve görme gücünü, anlayışını yitirmesin. Bu konuda, şu önemli noktaları hatırlatmak gerekiyor: Gökler ve yer yedi kattır. İmam Cafer es-Sadık da şöyle buyurmaktadır: “İmandan insanlara yedi derece verilmiştir. Bir verilenden iki beklemeyin, iki verilenden üç beklemeyin... “Yine, insanda yedi organ vardır; kalp, akıl, göz, kulak, dil, deri ve burun. İnsan yedi organı üzerine secde eder; iki el, iki ayak, iki diz ve alın burun..Cehennem yedi derecedir; Cehennem, Leza, Hutame, Saîr, Sekar, Cahîm, Haviye. Cennetse sekiz katmandır; Elmalılı bunu insanın azalarına cinsel organları da ekleyerek sekize çıkarmakla açıklar. Şu kadar ki, Elmalı'nın da açıkladığı gibi, kalp bütün organların başı durumundadır, nitekim bir hadis-i şerifte de, “insanda bir et parçası vardır ki, o iyi olursa insan da iyi, o kötü olursa insan da kötü olur” buyurulmustur. Bu balamdan, Kur'an'ın da 7, 70, 700... anlam katmanından oluşması, Kur'an'ın yedi harf üzerine indiği hadisinin, en güzel izahıdır. Tahrif ve Tebdili açıklarken de belirteceğimiz gibi, harf yan anlamına da gelmektedir. Nitekim, bir ayette “insanlardan Allah'a yalnızca bir harf üzere ibadet eden vardır” Duyurulmakta ve bununla, Allah'ın bazı emirlerinin kabul edilip bazılarının edilmediği, Allah'ın hakkıyla takdir edilmediği ve O'na şirk koşulduğu belirtilmektedir. Onüçüncü yüzyılın sonlarıyla Ondördüncü yüzyılın başlarında yaşamış ve zamanında çok büyük hürmet görmüş bulunan, aynı zamanda iyi huylu, yiğit, iyiliksever bir alim olmasının yanısıra, vahdet-i vücudu da kabul etmeyip, Abdürrezzak Kaşani ile mektuplaşmasında, “vahdet-i vücud eksik mertebedir, gerçek kemal ve tamlık kulluktadır” şeklinde bir açıklamada bulunan Alâüd-Devle Simnanî, “zahir tefsiri kabul edip enfüsî olan batını tefsiri kabul etmeyen kimsenin şüpheci ve şaşkın, zahir ve batını kabul edeninse sünnî müslüman olduğunu” söyler ve “Kur'an'ın batını, batınının da batını vardır, taa yedi batına kadar” der ve “Kur'an'ın yedi harf üzerine inmiş olmasını” buna delil olarak anar. “Ey iman edenler, sarhoşken namaza yaklaşmayın, ta ki ne dediğinizi bilinceye kadar; yolculuk dışında cünüpken de yıkanıncaya kadar..” ayetinin yedi iç içe anlamını özetle şöyle verir: 1. Zahirindeki anlam. 2. Kalıp lâtifesiyle bilinir: “Dünya sevgisi şarabıyla sarhoş olup Rabbinizin huzuruna gelmeyin. Münacat zamanında alış-veriş, kadınlar, çocuklar aklınıza gelmesin. Aldatıcı dünya sevgisiyle kalıp latifesinin gerçeğine dokunup cünüp olarak da gelmeyin. Ancak beden mescidinde oturan yolcu olarak kalıp latifesinin yaşayabileceği kadar bir miktar ona dokunup nasip alırsınız. Beden mescidinden geçmek için yıkanmak gerekir, zikr suyuyla yıkanın.” 3. Nefs lâtifesiyle bilinir: “Heva şarabıyla sarhoşken Rahîm mertebesine yaklaşmayın ki, münacâtınızda ne dediğinizi bilesiniz. Heva kendinize üstün gelmesin. Hevayî olan şurî nefs latifesinin gerçeğine dokunmaktan ötürü cünüp gelmeyin; göğün mescidinde zikir suyuyla yıkanın.” 4. Kalbi latifeyle bilinir: “Huri îyn sevgisi şarabıyla sarhoş olarak Rahman'ın huzuruna yaklaşmayın ki, münacatımzda ne dediğinizi bilesiniz. Huzur zamanında kafanız hurilere takılmasın. Güzel ölümsüz hurilere kalbiniz takılınca kalb mescidinde zikir suyuyla yıkanın.” 5. Sırrı latifeye aittir: “Sırra özgü mükâşefelerin şarabıyla sarhoş olarak Allah'ın huzuruna çıkmayın ki, münacaatınızda ne dediğinizi bilesiniz. Yöneliş vaktinde kendinize gelen mükâşefe sizi alıkoymasın. Sırr-ı lâtife nurlarına takılıp cünüp olmayın. Hemen sırr mescidinde müsbet zikir suyuyla yıkanıp geçin, şirki kaldırın.” 6. Ruhî latifeye aittir: “Tek nokta huzuruna gözünüzün sevinci şarabıyla sarhoş iken yaklaşmayın ki, sırrı hayatta ve ruhî münacatta ne dediğinizi bilesiniz. Gözün sevince kayması vaktinde ona yönelmekle kendinize galip gelmeyin. Nurlu tecellî sırasında açık suretler görmekle cünüp olmayın. Derhal Hû Allah penceresinden çıktıktan sonra Hû zikri suyuyla yıkanın.” 7. Hafi latifesine aittir: “Ma la aynün ra'd” (göz görmedik nimetler) şarabıyla sarhoş olarak ehadiyet noktasına yaklaşmayın ki, “Kabe kavseyni ev ednâ” (iki yay kadar sarktı veya daha aşağı) makamında ne dediğinizi bilesiniz. Hafi latifesinin suretlerine dokunup cünüp olanlar hafi mescidinde harf ve seslerin ötesinde kutsal zikir suyuyla yıkansınlar.” Simnanî her mertebeyle ilgili ayet ve hadisler de anıyor, ama, kısaltmak gereği duyduğumuz için buraya almadık. Zahiri ve zahirden içe doğru nefsin her türlü engellerini aşan insanlar ancak, “bütün kötülüklerden alıkoyan” namazı kılabilir ve imanın zevkine varabilirler. Ama, yeryüzü rakıyla, şarapla, birayla, eğlencelerle sarhoş insanların bile'Allah'ın divanına ayıldıktan sonra durduklarına şahit olsaydı, veya, insanların belli miktarının olsun hiç şarap içmeden iyi-kötü Rahman'a münacaatta bulunduklarına şahit olsaydı herhalde Allah'a olan şükrünü kat kat artırır, kendinden daha çok ve çeşitli' ürünler biter, göğünde bereketleri daha bir bol yağardı. Heyhat! Genellikle Sufî yaklaşmalarda görülen bu açıklamanın dışında, Kur'an'ın anlam derinliği ile ilgili olarak, iki küçük örnek daha vermek gerekiyor: Nisa Süresindeki şu ayetlere bakalım: “Öz nefislerinin zalimleri olarak melekler canlarını alırken, 'ne işteydiniz?' derler. 'Biz yeryüzünde zayıf düşürülmüştük' diye karşılık verirler, 'Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret edeydiniz?' derler. Onlardır durakları Cehennem olan. Ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan bir çareye güç yetiremeyen ve yol bulamayanlar hariç. Onlardır, Allah'ın günahlarından geçmesi umulan. Allah afvedicidir, bağışlayıcıdır.” (97-99). Bu ayetlerde, güç yetiremeyen ve yol bulamayanlar: 1. Hicrete güç yetiremeyip, hicret için herhangi bir yol bulamayanlardır; 2., Kendilerine tebliğ ulaşmayıp, gerçeği öğrenme konusunda yol bulamayanlardır; 3. Yaratılıştan gelen çeşitli sakatlıklar nedeniyle hem Hicret için, hem de iman için yol bulamayanlardır; 4. Bunların dışında daha değişik nedenlerle, yine gerek hicrete, gerekse imana ve tebliğe ulaşmaya yol bulamayanlardır. Bu şıklar yalnızca benim sıralayabildiklerim. Sayının çoğalması pekâlâ mümkündür. İnşikak Suresi'ndeki şu ayetlere bakalım bir de: “Hayır, andolsun akşam karanlığına; geceye ve toplayıp ürettiği şeylere; dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz.” (İnşikak: 16-19). Bu ayetler yedi değil, belki yetmiş anlam içermektedir. Yunusun,, Bir dem abit, bir dem zahit, bir dem asî, bir dem muti Bir dem gelir ki, ey gönül, ne dinde ne imandasın. deyişinde ifade ettiği akşam karanlıklı, geceli ve dolunaylı insanî durumları insanlığın yaşadığı geceleri, karanlıkları ve ışıklı günleri; mevsimlerdeki baharı, yazı ve kışı; ömürdeki çocukluğu, gençliği ve ihtiyarlığı; Cennet'i, Cehennem'i ve A'raf'ı; insanın hayatı boyunca karşılaştığı üzüntüleri, mutlulukları, galibiyetleri yenilgileri; bazı son dönem tefsircilerinin parmak bastığı şekilde, belki de insanın göklerde yapacağı seyahatleri; bir devletin doğuşunu, yükseliş ve düşüşünü, hattâ toplumdaki iyileri kötüleri ve ortadakileri; Kur'an'da tanımlanan önde gelenleri, kitapları sağ yanından verilenleri ve sol yanından verilenleri vb. bu ayetlerde görmemek mümkün mü? Ama, nedense müfessirler bir noktaya takılıp kalırlar ve Allah'ın Kitabı'ın kendi anlayışları içine sığdırmaya çalışırlar. 14 yüzyıldır her dönemde, her insana, her yerde, her iklimde kendisini bir başka açan anlam yüklü Kur'an'ı, hem geçmişlerin, hem yaşayanların, hem de geleceklerin haberlerini barındıran Kur'an'ı bir anlam zenginliği içinde sunmak daha güzel olmaz mı? Tebliğ, ‘Be-Le-Ğa’ fiilinden, 'tef’îl babında masdardır. ‘Be-le-ğa' 'gerek zaman, gerek yer, gerekse nitelik açısından amaca ulaşmak, sona varmak, nihayete ermek’ anlamlarına gelir.(9) “Vaktaki, 'eşüdde'sine (güç ve kuvvetine) erişti, o zaman ona hüküm ve ilim verdik” (Yusuf: 22); “Sonra sizi bebek olarak çıkarır, sonra ela 'eşüdde'nise erişirsiniz” (Hacc: 5); “Yetimin malına en güzel olanın dışında eşüddesi’ne erişinceye kadar yaklaşmayın” (En'am: 152) gibi ayetlerde, risalet için kullanıldığında, bazı rivayetlere göre '40 yaş', normal insanlar için kullanıldığında ise 'güç, kuvvet, insanın kendi işlerini eline alabileceği, iyiyi kötüden ayırabileceği zaman' anlamında reşüddeye erişmek' şeklinde geçer. Ama, îsa ve Yahya peygamberlerin durumunda olduğu gibi, risaletle görevlendirilmek için 40 yaşın mutlaka genel bir kural olmadığı anlaşılabilir. “Güneşin battığı yere varınca.” (Kehf: 86); “İkisinin birleştiği yere vardıklarında” (Kehf: 61); “Ne yeri delebilirsin, ne de dağların boyuna ulaşabilirsin” (îsra: 37); gibi ayetlerde, 'yer bakımından varma, ulaşma, yetişme' anlamlarına; “Vaktaki yanında koşacak vakte geldi” (Saffat: 102); “Kadınları boşadığınız zaman sürelerinin sonuna ulaşsınlar” (Bakara: 231); “Rabbim, benim nasıl oğlum olur, bana yaşlılık gelmişken” dedi” (A. İmran: 40) gibi ayetlerde 'zaman bakımından son noktaya ulaşma'; “Sizden çocuklar erginlik çağına ulaştıklarında” (Nur: 59) ayetinde nitelik yönünden bir ulaşma söz konusudur. 'Tebliğ', Kur'an'da Allah'ın vahyini insanlara ulaştırma anlamında kullanılır; bunun masdar yönünden isim şekli, yani 'ulaştın, ulaştırma' anlamında belağ kelimesi geçer, “Ey, Rasûl! Sana Rabbi'nden indirileni ulaştır” (Maide: 67) ayeti, Allah'tan indirileni insanlara ulaştırmaktan sözederken, “Rasûl'ün üzerine düşen yalnızca ulaştırmadır” (Maide: 99) ayetinde belâğ kullanılmaktadır. 'Belağ' ve 'tebliğ'in kuşkusuz 'belâğat'la. yakından ilgisi vardır; her ikisi de aynı kökten türemedir. “Tebliğ”de görevi en iyi şekilde yapma, “tebliğ” görevi neyi gerektiriyorsa, hepsini yerine getirme anlamları yatar. Bu bakımdan, Kur'an Rasûl-i Ekrem'e nasıl tebliğde bulunması gerektiğini de bildirir. Vahy öyle ulaştırılmalıdır ki, insanların yarın Ahiret'te Allah önünde herhangi bir özürleri kalmamalıdır. Artık, tebliğden sonra Rasûl'ün görevi bitmekte ve iman edip etmeme insanlara kalmaktadır. Rasûller'in dışında. tebliğle kendini görevli hisseden her insan, neyi, nasıl tebliğ edeceğini, hangi şartlarda nasıl davranması gerektiğini çok iyi bilmek zorundadır. Bazıları, tebliğden yalnızca sözle tebliği anlamaktadırlar. Oysa, insanlara bir düşünce veya dava yalnızca sözle ulaştırılmaz; Öyle olmuş olsaydı, insanda yalnızca kulak var edilirdi. Oysa, insanda göz de vardır ve diğer duyular da vardır. Şu halde, tebliğ hem kulağa, hem göze hitap edici olmalı; aynı zamanda doğrudan kalbe işlemelidir. “Hareketlerin sesi daima dilin sesinden daha güçlü ve daha etkileyicidir.” Dilin söylediğini davranışlar, yani vücudun diğer organları doğrulamazsa, bu hiç bir zaman tebliğ olmaz ve Kur'an'da belirtildiği gibi, Allah'ın en sevmediği bir eylem olur. İkinci olarak, tebliğin içine, gerektiğinde savaş da girer; nitekim, Rasûl-i Ekrem'in Medine dönemi hep savaşlarla geçmiş, ama, yine Kur'an, 'onun görevinin yalnızca tebliğ olduğunu sürekli vurgulamıştır. Kısaca tebliğ, bir düşünce veya davayı, karşıdaki insanlara, her şartlarda ve her zaman en iyi biçimde, tebliğ edenin gücü doğrultusunda en tam biçimde ulaştırma eylemidir. Peygamberin Tebliğinin içine Kur'an'ı tertip ettirmek, yazdırmak ve sonraki kuşaklara tam olarak bırakmak da girer ki uzun bir konu olduğundan bu çalışmanın sayfaları dışında kalmaktadır. [84] [77] Müfredat, 488. [78] Suphi es-Salih, a.?.e. 42, Hak Dini Kur'an DİIİ, I: 645. [79] Suat Yıldırım, a.g.e. s: 39. [80] Suphi es-Salih, a.g.e. 42-43. [81] İbn-i Sa'd, Et-Tabakat'ül-Kübra, Beyrut, c. I, s: 364. [82] Doç. Dr. Süleyman Ateş, İş'art Tefsir Okulu, Ank. Ün. İlahiyat Fak. y. Ank. 1974, s: 155-157. [83] Müfredat, 60. [84] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 73-87. |