๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 16 Şubat 2011, 12:50:08



Konu Başlığı: İnsan Hayatında Önderlik Kurumuyla İlgili Kavramlar
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 16 Şubat 2011, 12:50:08
İNSANIN HAYATINDA ÖNDERLİK KURUMUYLA İLGİLİ KAVRAMLAR

 İstifa Nebi - Rasûl

 Lûgatta bir şeyin safisini, yani en safî, en katışık­sız özünü almak demektir. Tasfiye, bir şeyin karışığını, bulanığını yok edip, temiz olan yanını çıkarmak, safî olanı karışık olandan ayırmak, istifa da en saf olanı çekip almaktır. Bir madeni tasfiye edip cevherini al­mak bir ıstıfa, o cevherlerin arasından herhangi bir şeye en elverişli olanını seçmek de bir istıfadır. Şu hal­de istıfa'da hem bir temizleme, saf ve halis olanı katı­şık olandan ayırıp alma, hem de belli bir işte kullanmak üzere en saf ve katışıksız olanı seçme anlamı vardır.

İstıfa daha baştan saf ve temiz olarak yaratmayı ifade ettiği gibi, kötü niteliklerden ve kirlerden temiz­leyerek, saf olanı ortaya çıkarıp almayı da ifade eder. Kâinat'a baktığımızda mertebe mertebe yayılmış var­lık türlerini görürüz. Sözgelimi, yeryüzünde 'mevalid-i selâse' denilen madenler, bitkiler ve hayvanlar vardır; ve bunların her birini diğerinden ayıran belli özellikler söz konusudur. Öyle ki, maden cevherleri çeşitli maden­leri oluşturmuş, sonra madenler belli bir süzülmeye ta­bî tutularak bitkileri, bitkiler yine süzüle süzüle hay­vanları, hayvanlar da süzüle süzüle insanı meydâna ge­tirmiş gibidir. [422] Fakat burada 'evrim' teorisindeki gi­bi türden türe bir atlama değil, kendi içlerinde kendi­lerine özgü nitelikleri olan türler arasında safilik dere­celeri vardır. Yeryüzündeki varlıkların ana kaynağı su, sonra da toprak olarak kabul edilmektedir. Gerek ma­denlerin, gerek bitkilerin, gerekse hayvanların ve in­sanın maddî kökeni topraktır. İşte, topraktaki maden­lere vücut veren maddi öz süzülerek bitkileri, bitkiler­de yeniden istifaya, tabi tutularak hayvanları ve hay­vanda yeniden istıfa'dan geçirilerek insani meydana getirmiştir. Bu bakımdan, bitkilerde madensel, hayvan­larda madensel ve bitkisel, insanda ise madensel, bitki­sel ve hayvansal nitelikler vardır. Varlığın istıfa'dan. geçirilen maddî özü bitkilerde belli bir hayat kazanır­ken, hayvanlarda bütünüyle organik bir hayata kavuş­muştur. Kur'an'da insanın yaratılışından söz edilirken 'toprak, tın tın eden kuru çamur, cıvık balçık, şekil ve­rilmiş çamur, çamurdan bir öz ve hakir bir su' gibi maddî kökenlerin adı geçer. Bu köken ilk insan Hz. Adem için söz konusu olduğu gibi, bütün insanlar için de söz konusudur. Adem'e gelinceye değin onun yapı­sal kökenini oluşturan 'madde' 'toprak, kuru çamur, cıvık balçık, şekil kabul eden çamur' gibi istifa aşamalarından geçtikten sonra Hz. Adem'e Hz. İsa'da olduğu gibi babasız olarak vücut kazandırmıştır. Her insanın çekirdeği durumundaki baba ersuyu da bitki ve hayvanlardan alınan besinlerden meydana gelmekte, şu kadar ki, Hz. Adem'den farklı olarak bir erkeğin belin­den bir kadının rahmine ilka edilmek suretiyle insanın maddî kökenini oluşturmaktadır. Bu ersuyunun ana kay­nağı yine topraktır; çünkü o bitkilerden ve hayvanlar­dan alınan besinlerden meydana gelmektedir; bunların temel kaynağı ise topraktır. Şu halde, her insanın mad­dî kökeni madenlerden bitkilere ve bitkilerden hay­vanlara belli aşamalardan geçmekte ve istıfaya, tabi tu­tulmaktadır.

Açıkladığımız bu istıfa'dan ayrı olarak, insanlar içinde de manevî bir istıfa söz konusudur. Her insan maddî yönden birbirinin aynı olmadığı gibi, manevî yönden de birbirinin aynı değildir. Onların içinde ge­rek fizikî yetenek ve beceriler, gerekse manevî nitelikler açısından, belki insanlar sayısınca mertebeler bulun­maktadır. Bu mertebelerde insanın maddî kökeninin de etkisi yok değildir. Eğer insanın maddî kökenini oluş­turan 'nutfe' 'haram' gıdalardan oluşmuşsa, insanın manevî derecesine elbette etki edecektir. Şu kadar ki, bu da temelde kişinin manevî duyarlılığı ile alâkalıdır. O halde, İnsanlar arasında bazılarının seçilmesi bizzat Al­lah tarafından olmaktadır ve bunlar bizzat Allah tara­fından tathir edilip seçilmiş (ictiba) ve istıfaya tabi tu­tulmuş, yani doğuştan saf, temiz yaratılmış kişiler­dir:[423]

“Gerçekten Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim Ailesi'ni ve İmran Ailesi'ni alemler üzerine istıfa etti. Bir­birinden bir zürriyet olarak ve Allah işitendir, bi­lendir” (A. Îmran: 33-4).

İşte, Allah diğer insanların da temizlenmesi için Adem, Nuh, İmran ve İbrahim Ailesi'ni bizzat tathir edip saf, mutahher yaratmış ve onları alemler üzerine istıfa etmiştir. Haramlardan kaçman İnsanların zürriyetleri de belli ölçülerde temiz olup, bu yönleriyle baş­kalarına karşı daha farklıdırlar. Öyleyse, temiz sulp­lerden gelen ve bu temizliği devam ettiren zürriyetlerin karışık ve bulanık sulplerden gelen zürriyetlere nisbetle farklı olması son derece tabidir. Bu aynı zamanda çocuğun kişiliği üzerinde anne-babanın etki derecesini de gösterir.

Allah bizzat seçip mutahher ve tahîr yarattığı bir zürriyeti alemler üzerinde istıfa ederek, diğer insanla­rın da temizlenmesi için dupduru bir su niteliğindeki vahyini bu zürriyetten gelenlere emanet etmiş, onlar da aldıkları şekilde bu suyu başkalarına aktarmışlar­dır. Bu zürriyyet bütünüyle Mustafa (istıfa olunmuş) bir zürriyettir. Bu "bakımdan, bu özel olarak seçilmiş­lerin babaları gibi anneleri de istifa edilmiş olmak du­rumundadır; çünkü çocuğun maddî kökeninde annenin de etkisi vardır. Burada yeri gelmişken belirtmeliyiz ki, Kur'an'da Hz. İbrahim'in 'eb'i olarak geçen Azer onun öz babası değildir. Bu istıfa'ya ters düştüğü gibi, Kur’an da bu konuda gerçeği açık olarak ortaya koymakta­dır. Şöyle ki: Arapça'da ‘eb’'baba' anlamına geldiği gi­bi, 'amca, dede, babalık' gibi anlamlara da gelir. İş­te, Azer İbrahim için böyle biriydi. Allah müşrik ol­duğundan Azer'e istiğfarda bulunmasını İbrahim'e ya­saklamıştı. Fakat onun ömrünün sonlarında Kabe'yi yaparken “Rabbimiz, hesabın görüleceği gün beni, valideyn'imi ve mü’minleri bağışla” (İbrahim: 41) diye dua ettiğini Kur'an'da okuyoruz. Arapça'da 'valid' öz baba demektir. İşte, Azer İbrahim'in 'öz baba'sı değil, amcası veya annesinin babası olmak ihtimali vardır.

Bu zürriyet içinde de pakın pakı olmaya doğru -daha çok manevî mertebeler yönünden- bir -istifa da­ha söz konusudur. Kur'an'da  “Andolsun ki, biz nebîlerin kimini kimine üstün kıldık” (İsra: 55); “O Rasûller ki, kimini kimine üstün kıldık”(Bakara: 253) buyurulurken, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) de, “Ben Abdülmüttalip oğlu Abdullah oğlu Muhammed'im. Allah yaratıkları yarattı ve beni onların en hayırlıları içinde kıldı; sonra onları iki gruba ayırdı ve beni onların ha­yırlısının içinde kıldı. Sonra onları kabilelere ayırdı ve beni en hayırlı kabile içinde kıldı. Sonra onları evlere ayırdı ve beni en hayırlı evin içinde ve onlann en ha­yırlısı kıldı”; “Allah İsmail Oğullarından Kinane'yi seç­ti, Kinaneden Kureyş'i seçti, Kureyş'ten Haşim Oğulları'nı seçti, Haşim Oğulları'ndan da beni seçti” buyur­maktadır. [424] Yine bir başka hadis-i şerifte, “Nebiler anaları ayrı, babaları bir evlâddırlar, kardeştirler” [425] buyurulurken, yine Buharî'nin “Ben devirden devre ve aileden aileye intikal eden Adem Oğulları soylarının en hayırlısından gönderildim. Nihayet, şu içinde bulundu­ğum soydan geldim” hadisinin açıklamasında Tecrid-i Sarih'te “Peygamberimiz temiz babaların sulbünden pak anaların rahmine intikal ederek gelmiştir. Peygam­ber Efendimiz'in nesep silsilesinde uzaktan yakına ge­lindikçe faziletin arttığı hadisin lâfzından anlaşılmakta­dır” denmektedir. [426]

İşte, insanlar, hattâ alemler üzerinde istifa edilen bu pak silsile nebiler silsilesidir. Nebi kelimesinin ken­disiyle ilim hasıl olan çok faydalı ve önemli haber an­lamındaki 'Nebe' sözcüğünden türediği belirtildiği gi­bi, 'yükseklik' demek olan 'nübüvvet'ten geldiğini söy­leyenler de vardır. [427] Her hal û kârda nebi, makamı yüksek ve insanlara Allah'tan önemli ve ilim hasıl eden haber getiren kişidir. Nebî doğuşundan temiz ve paktır; kendisinde taşı­dığı herhangi bir leke yoktur, çünkü o yaratılşıyla Al­lah tarafından temizlenip istifa edilmiştir. Bu bakım­dan nebîler daha doğuşlarında 'selâm' üzeredirler (bk. Selâm-İslâm):

“Doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kaldırılacağı gün ona(Yahya) selâm olsun”(Meryem: 15)

 “(İsa): “Doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak kaldırılacağım günde bana selâm var” (Mer­yem: 33).

Yine, aynı şekilde Hz. Musa'nın ve Hz. Yusuf'un çocukları da nebilerin daha doğuştan selâm üzere bulunduklarını ve Hz. Rasûl-i Ekrem'in çocukluğu ile il­gili bazı rivayetler onların -belki masum değilseler de'mahfuz’ olduklarını ortaya koymaktadır.

Hz. Adem'den, özellikle Hz. Nuh'tan Rasûl-i Ek­rem'e kadar -İsa ile arasındaki dönemde olduğu gibi- ba­zı istisnaî fetret dönemleri dışında yeryüzünde sürekli nebî var olagelmiştir. Özellikle İsrail Oğulları'nda bir­biri ardınca ve hattâ aynı zamanda değişik yerlerde ne­bîler vardı. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) ise son nebî olup, kendinden sonra nebî yoktur? Nitekim, bir hadis-i şerifte “İsrail Oğulları'nı nebiler idare ederdi. Bir nebi öldüğünde yerine bir başka nebî geçerdi; artık benden sonra nebî yoktur” buyurulmaktadır.[428]

Bakara Suresi 213'üncü ayette Allah (C.C.) şöyle buyurur:

“İnsanlar tek bîr ümmetti; Allah müjdeleyici ve korkutucu-uyarıcıar olarak nebîler seçip gönderdi ve İnsanlar arasında ihtilâf ettiklerinde hüküm versinler diye beraberlerinde Kitabı indirdi..”

 İnsanlar ihtilâf edip de yeryüzünde fesat çıkarın­ca Allah nebîler göndermiştir. Burada ifade olunan gön­derme 'ba's'dır, yani, insanlar arasından seçip görevlendirme, yollama ifade etmektedir. Genelde, insanlar arasında hükmetmek için Allah'tan 'kitap' alan seçil­miş kişiler ‘nebi’ olarak adlandırılmaktadır. Şu halde, rasûller de öncelikle nebî olmak durumundadırlar. Fa­kat her nebî rasûl değildir. Nebî ve rasûl Kur'an'da eş anlamlı kullanıldığı gibi, ayrı bir kavram olarak Nebî Allah'tan vahy aldığı halde herhangi bir kitap ve şe­riatla gönderilip görevlendirilen değildir.

RASÛL 'risl’ kökünden gelir. 'Risl' 'yerine getirmek üzere gitme' demektir. 'Nâkatün risle' 'gidişi kolay de­ve', 'ibilün merasîl 'kolayca gönderilen, yürütülen de­veler' anlamındadır. Risl aynı zamanda bir yumuşaklık ve mülâyimlik de ifade eder. 'Alâ rislik' 'yavaş ol, müla­yim ol’ demektir.

Rasûl, şairin “Ebû Hafs'a mesajımı ilet' mısrasın­da olduğu gibi 'gönderilen mesaj, söz' anlamına geldiği gibi, 'sözü, mesajı yüklenip götüren' anlamına da ge­lir. [429] İşte, rasûl kelimesinin teknik anlamda Kur'an' da kullanılması bu ikinci şekildedir. Allah nebiler ara­sından bazılarını özel olarak görevlendirip bir mesajla insanlara gönderir. Kelimenin 'gönderme' ifade eden masdar şekli 'irsal’, bazı nebîler'in bu şekilde görevlendirilmesi, ve yüklendikleri görevin adı Risalet, gönderi­len nebî, 'rasûl’ ve bazen de 'mürsel' olarak geçer. Öte yandan, irsal salt nebilerle ilgili olmayıp, 'rüzgâr, azap, çekirge, tufan’ vs. için de kullanılır; “Görmedin mi, biz kâfirlere şeytanları irsal ettik, onları oynatıp sürüyorlar” (Meryem: 83) ayetinde de ifade olunduğu gibi, bu tür irsal 'salmak, anlamındadır. Aynı şekilde, “Firavun şehirlere toplayıcılar irsal etti” (Şuara: 53) ve “İsrail Oğulları'nı benimle irsal et”(Â'raf: 105) ayetlerinde ol­duğu gibi, irsal'in asıl sözcük anlamı 'özel bir görev ve mesajla göndermek, salmak, bırakmaktır. Burada gö­revlendiren, gönderen veya salanın kuşkusuz yetkisi söz konusudur.

İnsanlara rasul olarak yalnızca kendi içlerinden nebiler gönderilmez, melekler de gönderilir:

“Allah meleklerden de insanlardan da rasûller se­çer” (Hacc: 75).

Fakat, insanlar arasından istifa olunan rasûllerin görev ve fonksiyonları Kur'an'da anlatıldığı biçimiyle melek olan rasûllerden farklıdır:

“Nitekim, kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden, size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten bir rasûl gönder­dik”(Bakara: 151).

“Andolsun, rasûllerimizi açık delillerle gönderdik, ve insanlar kıstla ayakta dursun diye yanlarında Kitabı ve Mizan'ı indirdik; ve kendinde hem Şid­detli bir güç ve hem de insanlar için faydalar bu­lunan demiri indirdik, Allah görmeden Kendi'ne ve rasûllerine kimin yardım ettiğini bilsin diye..” (Hadid: 25).

Demek ki, insanlar rasûller aracılığıyla imtihana çekilmektedirler.   Rasûller  onlara  Kitabı  öğretmekte, hikmeti  ve bilmediklerini  öğretmekte,  onları  tezkiye ederek salih amellerin kaynağı yapmaktadırlar. Tabiî ki, her rasûl'e ayrıca kitap verilmiş değildir. Bütün ra­sûller aynı dinle, yani İslâm'la., onun temel esaslarıyla gönderilmiş, idarî- toplumsal yasalar bütünü olan Şe­riat ise 'ülü'l-azm' denilen rasûllerle gönderilmiştir: “Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiğimizi ve ve İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimiz dini ikame edin ve onda tefrikaya düşmeyin diye sizin için dinden Şeriat kıldık..” (Şura: 13). İşte, Şuayb, Salih, Lût, Hud gibi diğer rasûller de İslâm'ın temel ilkeleriyle gelmişlerse de, kendilerine hü­kümet oluşturacak kadar bir topluluk inanmadığından herhangi bir Şeriat'la memur edilmemişlerdir. Öte yan­dan, rasûller mutlaka bir şeriat veya kitap getirecek diye şart yoktur; onlara gelen vahy ile, rasûl olmayan nebilere gelen vahy arasında ufak bir nitelik farkı var­dır, îşte, meleklerden olan rasûller insanlara değil, in­sandan rasûller'e Allah'tan vahy ve mesaj getirmekte­dirler. Nebiler ise daha çok rasûllerin tebliğ ettiği dini korumak, şeriatını uygulamakla sorumlu olup kendile­rine açıkça melek  gelmez:

“Rasûllerimiz İbrahim'e müjdeyle geldiklerinde “selâma dediler... “Korkma, biz Lût Kavmi'ne irsal olurduk” dediler... Rasûllerimiz Lût'a gelince on­ların yüzünden kaygılandı... “Ey Lût dediler, “Biz Rabbi'nin resulleriyiz, onlar sana asla dokunamaz­lar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizde ka­rından başka kimse geri kalmasın. Çünkü, ötekilere isabet eden ona da isabet edecektir. Onlara va'd edilenin zamanı sabahtır, sabah da yakın değil mi?” (Hud: 69-70, 77, 81).

“Gerçekten biz Tevrat'ı indirdik, onda hidayet ve nur vardır. İslâm olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi; Rabbaniler ve ahbar da Allah'ın Kitabı'nı korumakla görevlendirilmiş olmaları dolayısıyle hükmederlerdi ve onun üzerine şahittiler. İnsanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetle­rimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte kâfirler onlardır” (Maide: 44).

Allah her nebiden kendinden öncekini doğrulama­sı ve kendinden sonra gelecek (rasûl)ü de müjdelemesi ve yetiştiğinde ona yardım etmesi ümmetini de bu ko­nuda uyarması için söz almıştır. Bu bakımdan, bütün nebilere -rasûller dahil- inanmak farzdır ve bu nokta­da aralarında hiç bir ayırım yapılmaz; birine İnanmayan hepsine inanmamış olur:

“Allah nebilerden söyle söz almıştı: “Bakın size ki­tap ve hikmet verdim, sonra yanınızdakini doğru­layıcı bir rasûl geldiğinde ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul et­tiniz mi ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize al­dınız mı?” demişti. “Kabul ettik” dediler, “o hal­de şahit olun, ben de sizinle birlikte şahit olanlar­danım”dedi” (A. İmran: 81).

“Rasûl Rabbinden kendine indirilene inandı, müz­minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve rasûllerine inandı, “O'nun resullerinden hiç bi­rini diğerlerinden ayırmayız.” (Bakam: 285),

Rasûl'lere itaat mutlak anlamda farzdır: “Allah'a itaat edin, Rasûl'e itaat edin” (Nisa: 59); “Biz rasûlleri ancak Alah'ın izniyle itaat olunsunlar diye gönderdik” (Nisa: 64). Bu itaat kayıtsız şartsız olup, onlar her­hangi bir konuda hüküm verdiklerinde mü'minlere dü­şen ancak “işittik ve itaat ettik”demek ve bu hüküm konusunda hiç bir şüphe taşımamaktır; zaten bu konu­da onların herhangi bir seçim hakkı yoktur (Nur: 51, Ahzab: 36). Mü'minler hiç bir şekilde Rasûllün önüne geçemezler. O'na hiç bir şekilde eziyet edemezler, de­diğinden ve emrinden dışarı çıkamazlar; birbirleri ara­sında  konuşup  birbirlerine seslendikleri  gibi  rasûle seslenemezler ve onu herhangi bir biçimde sorguya çekemezler(Tevbe: 61, Nur: 63, Bakaar: 108, Hucurat: 1). Allah'ın haram kıldığı gibi rasûl de haram kılar ve mü'minlerin onun haram kıldıklarını da haram kılmaları gerekir; onu neyi getirirse onu almaları, neyden ya­saklarsa ondan kaçınmaları üzerlerine borçtur. Ayrıca, o her bakımdan mü'minler için tam bir örnektir ve mü'­minler hayatlarında onu her yönden kendilerine örnek almalıdırlar; rasûl'e itaat Allah'a itaattir ve hattâ Allah'ı sevmek rasûl'e itaatla .kendini gösterir:

“Kim rasûl'e itaat ederse muhakkak Allah'a itaat etmiştir” (Nisa: 80).

“De; “Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Al­lah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” {A. İmran: 31).

“Muhakkak sizin için Allah'ın Rasûlü'nde güzel bir örnek vardır” (Ahzab: 21).

“Rasûl size neyi getirdiyse onu alın ve neyden yasakladıysa ondan kaçının” (Haşr: 7).

“Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmayan, Allah'ın ve Raaûlü'nün ha’ram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyenlerle küçülüp elleriyle cizye vermelerine değin savaşın” (Tevbe: 29).

Rasûl mü'minler için titrer; O'na itaat onun şahsı ve kendi yararı için değil, bizzat mü'minlerin kendi fay­daları içindir. Onun mü'minler için istiğfarı Allah ya­nında makbuldür (Nisa: 64). O olmasa ve hattâ çoğu işlerde kendlerine uysa mü'minlerin sıkıntıya düşme­leri kaçınılmazdır (Hucurat: 7). Mü'minlerin sıkıntıya uğraması ona ağır gelir ve o mü'minlere karşı son de­rece şefkatli ve merhametlidir. Çünkü, onların nübüv­vet ve risalette baş, gönderilmede sonuncusu, çekirdeği ve meyvesi olan Hz. Muhammed Mustafa yalnız insan­lar için değil, tüm alemler için rahmettir (Enbiya: 107); tüm varlıklar onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış ve onun için rızklanmaktadırlar.

Özetle, her rasûl nebi, fakat her nebi rasûl değildir. Rasûller'den 'ülü'l-azm’ olanlar 'Kitap ve Şeriat'la gönderilenler, nebiler ise bu kitap ve şeriat'ı koruyup onlar­la hükmetmekle yükümlü olanlar; diğer rasûllerse ye­ni bir şeriat getirmemekte birlikte Din'in özünü ihya ve yeni baştan tebliğle gönderilenlerdir. Kur'an'da nebi ve rasûl zaman zaman eş anlamlı olarak da kullanılmak­tadır. Aslolan Nübüvvet'tir, risalet açıklamaya çalıştı­ğımız gibi daha değişik yerlerde de kullanılmakta olup, nübüvvet'in belli bir şeklinden ibarettir; yani rasûller nebiler’in büyükleridir, fakat nebi olmadan rasûl olu­namaz. [430]

[422] Hak Dini Kur'an Dili, II:  1081-1084.

[423] Müfredat, 283, Hak Dini Kur'an Dili, a.y.

[424] Tirmizi, HN:   3848,  3849;  Müslim, Kitab'üI-Fezail, 1.

[425] Buharî, II:  255.

[426] Tecrid-i Sarih, IX:  273.       

[427] Müfredat,  482.                       

[428] Buhari, II:  257.

[429] Müfredat,  195.       

[430] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 555-566.