๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 16 Şubat 2011, 15:46:56



Konu Başlığı: İlim
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 16 Şubat 2011, 15:46:56
İlim

 'A-Li-Me' fiil kökündendir. Ragıp el-İsfahanî'nin tanımına göre “bir şeyin hakikatini idrak etmek” de­mektir; bu da ya zatını idrak, ya da bir şeyin kendisi için mevcut olan vücuduna veya kendinden yok olan şeyin uzaklığına hükmetme şeklinde olur. Bir diğer açı­dan 'nazarî' ve 'amelî’ olur. 'Nazarî' bilgi, bilinenin idrakiyle kemale ulaşır; varlıkları bilmek gibi. Amelî olansa, ancak amelle tamam olur, ibadetler ilmi gibi.

'Alleme’ ve 'Aleme’ 'öğretti' demektir. 'Aleme' 'se­rî ve anî bir bildirmeyle ve haber vermeyle öğretmek', 'aileme ise 'öğrenilen şey nefiste bir eser meydana ge­tirinceye değin tekrarlama ve ısrar yoluyla' öğretmek ifade eder. Masdarlan i'lâm’ ve 'ta'lîm'dir. 'Ta'lîm' ba­zılarına göre, 'nefsin anlamlan tasavvur etmesi için uyarılması'dır: “Kalemle ta'lîm ettt”(Alak: 4); “Kur'an'ı öğretti (ta'lîm etti)”(Rahman: 2); “Bilmedikleri­niz ta'lîm edildi”(En'am: 91).. 'Teallüm' 'tasavvurlar için nefsin uyanması'dir ki, Türkçe'de buna 'öğrenmek' diyoruz. [341]

İlim' 'Allah'ın en önemli sıfatlarından biri olup, bazılarına göre 'meşiet'le birliktedir. Müslüman filozof ve kevniyatçılar varlıkların asıllarının ilm-i İlâhî'de bu­lunduğunu ve 'mutlak yokluk'(Adem-i mutlak) söz ko­kusu olamayacağından, Allah'ın ilmindeki bu varlık köklerine (a'yan-ı sabite) 'ol’ demesiyle varlıkların ‘ete kemiğe bürünüp' dışlaştıklarını ve kâinatın sürekli bir oluş halinde 'İlm-i İlâhî'nin Meşiet ve İrade-i İlâhî ile tecellisi sonucu meydana gelen 'şeyler'in bütünü oldu­ğunu (mükevvenat) belirtmektediler. Bu bakımdan, İs­lâm'ın temelini ilim oluşturur ve ilim mutlak olarak Allah'tandır:

“Sana Kitabı ve Hikmet-i öğretti ve sana 'bilmedi­ğini öğretti” (Nisa: 113).

“Hatibim ilimce her şeyi kuşatmıştır” (En'am: 80, A'raf: 89, Tana: 98).

“İlim ancak Allah katındadır” (Ahkaf: 28).

“O evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır ve O her şeye alîm’dir (Hadid: 3).

Elmalılı Hamdi Yazır'ın tanımı üzere, ilim nefsin anlama ulaşmasıdır.” [342] Şu halde, 'şey’lerin ana özle­rini oluşturan bir anlamları vardır ve bu anlam şey­lere görünür varlıklarını kazandıran gerçektir. Bu ger­çekler (hakikat'ül-eşya) Hakk olana dayanır ve O'ndandır. İnsanın içindeki, nefsîndeki anlamları lâfızlar ha­linde ' kelimeleştirmesi gibi, eşya da - kâinat 'nefes'û'r-Rahman' olarak - Hakk'tan aldığı gerçeğin madde üze­rinde kelime kelime bölünmesi ve bu kelimelerin top­lanıp meydana getirdiği 'kelâm'dır. Nasıl insan içinde­ki anlamları kelimeleştiriyor, yani harflerden oluştur­duğu kelimelerle sunuyor ve kelimelerin harflerine ba­kılarak, görünür yanlarından kalkılarak anlamlarına varılıyorsa, eşyanın da zahiri taşıdığı anlamı - gerçeği -hem saklayan, hem de açıklayan (ayet) bir gerçeklik­tir. Bu bakımdan, İslâm ne idealistler gibi eşyanın gö­rüngülerini yok sayıp inkâr ve nisyan yoluna gider, ne de materyalistler gibi temel ve tek gerçek kabul eder. Eşyanın zahiri batınındaki gerçeği (hakikat) gizleyen ve açıklayan bir gerçeklik(realite)tir; fanidir, geçicidir, kendine takılıp kalındığında gerçeğe en büyük en­geldir; ama, gerçeğe ulaşmaya basamak yapıldığında bir işaret taşıdır (alem) ve insanın yeryüzündeki hilâ­fetinde mutlaka kullanması gereken bir araçtır, çünkü emrine teshir edilmiştir.

Görüldüğü üzere, ilim hakikata ulaşmaktır. Bu da iki şekilde olur: Birincisi, birer 'ayet' ve 'alem' olan eşyanın zahirî duyularla kazanılan bilgisidir. Eşya'nın saçtığı işaretlerle, şualarla duyular arasında sürekli bir ilişki vardır; ama nasıl güneşin ışığı olmazsa göz, göz olmazsa güneşin ışığı bir fayda etmeyecekse, eşyanın zahirî duyularla algılanması da nefiste onları anlamlan­dıracak melekeler olmadığı sürece bir yanılgı olmaktan öte geçmeyeecktir. İşte, Allah bir küçük-evren(mikro-kosmos) olarak yarattığı insana eşyanın bilgisine ulaş­mak üzere isimleri vermiştir; isimler tek tek eşyayı ve onun hakikatini bilmeye yarayan manevî güçlerdir; bu bilme ise bu manevî güçlerin öldürülmemesiyle müm­kün olur. İsimlerin kaynağı kalptir; kalbinde insanda­ki zahirî duyulara tekabül eden 'sem', basar ve fuad' adıyla duyuları vardır. Eşyanın bilgisine ulaşmak için kalbin bu duyularının faal olması gerekir; bu da onun tezkiyesiyle mümkündür, işte, Allah insana ilim ver­mek için elçiler gönderir ve bu elçileri bizzat Kendisi temizleyerek (tathir) dilediği kadar ilmi onların kalbi­ne kor. Elçiler de kendilerine inanan insanların kalple­rini tezkiye eder ve tezkiye edilmiş kalplere ilim yerleş­tirir ki, bu isimler bilgisidir ve eşyanın bilgisinin anah­tarıdır:

“Size Rabbimin risaletlerini tebliğ ediyorum, size nasihat ediyorum ve Allah'tan sizin bilmediklerini­zi biliyorum” (A'raf: 62: benzer ayetler: Yusuf: 86, 96..).

 “... “Ey Meryem oğlu İsa!,. Sana Kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim..” (Maide: 110).

 “Nitekim, size kendi içinizden size ayetlerimizi oku­yan, sizi tezkiye eden, size Kitabı ve Hikmet'i öğ­reten ve size bilmediklerinizi öğreten bir elçi (rasûl) gönderdik” (Bakara: 151).

Her insanın yeryüzündeki görevi, rolü ve fonksiyo­nu farklı olduğundan yetenek ve kapasitesi de farklıdır. Bu bakımdan, herkes aynı şekilde tezkiye olamaz ve ay­nı şekilde ilim beleyemez. Allah bu noktada insanları derece derece kılmıştır; ve herkes kapasitesi ölçüsünde alır:

“Gökten bir su indirdi de, dereler kendi ölçüşünce çağlayıp aktı..” (Ra'd: 17).

“Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz; her ilim sa­hibinin üstünde bir alim vardır” (Yusuf: 76).

Şu halde, Allah'ın elçileri aracılığıyla gönderdiği ilme kimse aynı derecede varis değildir ve bu ilme, ka­lelerinde herhangi bir leke ve kaplarında tortu(rics) olmayanlar tam varis olabilirler; Allah bunlara mut­lak itaati emreder; bunlara itaatin Allah'a ve Rasûlü’ne itaattan kaynaklandığını ve bunların da Rasûl gibi merci (başvuru kaynağı) olduklarını belirtir. Bu kişile­rin adı Kur'an'da 'ülü'l-emr'dir:

“Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Rasûl'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Bir şeyde çekişecek olursanız, eğer Allah'a ve Ahiret Günü' ne inanıyorsanız bunu Allah'a ve Rasûlü'ne döndü­rün..,”(Nisa: 59).

“Eğer onu Rasûl'e ve kendilerinden olan ülü.l-emr’e götürselerdi içlerinden istinbat edenler onu bilir­lerdi..” (Nisa: 83).

Rasûlüllah ve O'nun ilmine tam varis olan ülü'l-emr'den başka, 'zikr ehli, tefakkuh ehli, istinbat ehli, ilimde rasih olanlar’ gibi ilimde çeşitli derece sahibi ki­şiler de vardır.

İlm'in kalbin tezkiyesiyle mümkün olabileceğini belirttik. Kalbin tezkiyesi de özellikle amelle, Allah'ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu ba­kımdan, ilm takva'sız olmaz ve alim'in ilmini yaşama­ması düşünülemez; yaşamazsa alim değildir, sadece bel­ki 'ma'lûmat' sahibidir; ikinci olarak amelsiz tezkiye olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur'an'ın buyurduğu gibi “Allah'tan kulları içinde ancak alim­ler korkar” (Fatır: 28). Malûmat sahipleri ise, hiç bir zaman alim değil, amelsiz de olduklarında belki 'kitap yüklü eşekler'dir.

İlim Allah'tan olduğuna göre, İslâm'ın tamamı ilimdir. Alim gerçek anlamıyla müslümandır. Bu ilim kesin olup, insanların zannına ve hevasına bırakılma­mış, kimseye ilim sahibi bulunmadığı konuda söz söy­leme yetkisi verilmemiş ve ilim'de ihtilâf yasaklanmış, ihtilafa düşenlerin ilim geldikten sonra işe nevalarını karıştırarak ve haksızlığa yönelerek ihtilâfa düştükle­ri ifade olunmuştur:

“Sana ilimden gelenden sonra onların hevalarına uyarsan, işte o zaman sen zalimlerden olursun” (Ba­kara: 145).

“Hakkında ilmin olmayan bir şeyi Ben'den isteme; cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum” (Hud: 46).

“Kitap verilenler ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarında bağy nedeniyle ihtilâfa düştüler” ' (A. İmran: 19).

“Hakkında ilim sahibi olmadığın şeyin üzerinde durma; muhakkak sem', basar ve fuad hepsi on­dan sorumludur” (İsra: 36).

 “İnsanlar içinde ilimsiz olarak Allah hakkında tartışan ve her kaba şeytana tabı olan vardır” (Hq.cc: 3).

Akletmek de gerçek ilim sahibi olanların niteliği ve kalbin fonksiyonlarından olduğu halde, (Onu ancak alimler akleder - Ankebut: 43) bazıları duyularının eş­yanın zahirinden aldığı verileri mantıklarıyla analiz edip bir sonuca varmaya çalışırlar. Bu da insanı eşya­nın zahiri ve onu kullanma yöntemleri hakkında bir takım bilgilere götürür. Ne var ki, bu bilgiler mutlak ol­mayıp izafîdir ve yukarıda izah etmeğe çalıştığımız ilim olma niteliğine sahip değildir. Aslında, kalplerin­de gerçek akletme ve bilme güçlerine sahip bulunma­yıp, kalpleri mühürlenmiş ve rics'lerle kararmış olan­lar alim değillerdir; onların ilim dedikleri, mantıkları­nın eşyanın zahirinden dış duyularının aldığı veriler üzerinde 'tümevarım, tümdengelim, kıyas, analiz, sen­tez' gibi yollarla çalışarak edindiği bir takım 'adetullah' bilgisinden ibarettir; bu ilim gerçek ilim olmayıp, bel­ki en basit bir ilimdir. Ama, kalpleri mühürlenmiş olan­lar bu ilme mutlaklık vererek gerçek ilmi inkâr yoluna giderler; böylece nevalarının peşinde giderek hem sa­parlar, hem saptırırlar; ne yazık ki, insanların çoğu da bunlara uyar:

“Siz onu dillerinizle aldınız ve hakkında ilminiz ol­mayan şeyi dilerinizle söylediniz..” (Nur:  15).

“Zulmedenler  ilimsz  olarak- hevalarına  uydular; Allah'ın saptırdığını kim hidayet edebilir?” (Rum: 29).

“İnsanlar içinde ilimsiz olarak Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence türü sözleri satın alan vardır..” (Lokman: 6).

“Onların bu konuda ilmi yok, onlar ancak 'atıp tu­tuyorlar” (Zuhruf: 20).

 “Ancak bu dünya hayatı­mız var, ölürüz ve yaşarız, bizi ancak dehr helak eder” dediler. Onlar bu konuda ilim sahibi değiller, ancak zannediyorlar” (Casiye; 24).

“Hevâsını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilm üzere sa­pıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözü üzeri­ne de perde çektiği kimseyi gördün mü? (Casiye: 23).

“Onlar kalplerine mühür vurdu, artık bilmezler” (Tevbe: 93).

“Allah bilmeyenlerin kalpleri üzerine işte böyle mühür vurur” (Rum: 59).

“İnsanların çoğu bilmezler” (Lokman: 25, Sebe': 28, 36, Mü'min: 57, Duhan: 39..).

Hakikat'a ulaşmak ve hakikati idrak etmek olarak tanımladığımız ilmin ikinci türü de doğrudan doğruya Allah'tan alınan ilimdir. Peygamberler ilmi böyle aldık­ları gibi, peygamberlerin dışında da Allah'ın seçtiği ba­zı kullar Allah'ın kendilerine ledünn'ünden verdiği bir ilme sahiptirler:

“Kullarımızdan bir kul buldular ki, O'na yanımız­dan bir rahmet ve ledünnümüzden bir ilm verdik. Musa ona, “sana öğretilenden bana irşad için öğ­retmen üzere sana tabî olayım mı?” dedi. “Sen” de­di, “benim yanımda asla sabra güç yetiremezsin” (Kehf: 65-67).

Belki bütün peygamberlere değil de, Allah'ın özel olarak seçtiği rasûllere ve peygamberler dışındaki bazı kullara da verilen bu ilme bazen “kitap ilmi”, böyle kullara da “kitaptan ilim sahibi” denmektedir; bu kişi­ler Allah'tan ayrı olarak rasûllerle kavmleri arasında da şahittirler.

“(Süleyman), “Ey Mele'” dedi, “hanginiz bana tes­lim olarak gelmelerinden önce onun tahtını getire­bilir?” Cinlerden bir ifrit “sen makamından kalk­madan önce ben getiririm..” dedi. Yanında Kitap' tan ilm olan ise “sen gözünü yummadan onu sana getiririm” dedi..” (Nemi: 38-40).

“De: “Benimle aranızda şehid olarak Allah yeter ve yanında Kitabın ilmi olan” (Ra'd: 43). [343]


[341] Müfredat, 343.

[342] Hak Dini Kur'an Dili, I, 223.

[343] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 461-468.