๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 14:02:00



Konu Başlığı: İlâh Rabb Melik
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 14:02:00
İlâh - Rabb - Melik

 'İlâhlık, (Ulûhiyyet) Rabblık (Rubübiyyet) ve Meliklik (Mülûkiyyet) Allah-ü Tealâ'nın üç önemli fonk­siyonunu oluşturur.

Rabblık, İlâhlık ve Meliklik birbirini tamamlayan ve biri diğerinin iç içe sonucu ve sebebi olan üç önemli niteliktir. Bu üç kelime zaman zaman Kur'an'da aynı ayette veya arka arkaya gelir: İşte Allah, rabbiniz, mülk O'nun içindir, ilâh yok, yalnız O var (Zümer: 6); Ne yücedir Hakk Melik olan Allah, ilâh yok, yalnız O var, Kerim Arş'ın Rabbi’dir (Mü'minûn: 116); De: “Sığını­rım İnsanların Rabbi'ne, İnsanların Meliki'ne, İnsanlar' ın İlâhı'na” (Nâs: 1-3).

İLÂH, 'E-Le(Li)-He' fiilinden gelir. Bu fiilin 'kul­luk etmek, tutkun ve düşkün olmak, yönelmek, ısınmak, alışmak' gibi anlamları vardır. [132]

İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yal­varma ve tapınma ihtiyacı yatar. Çevresinde olup bi­tenler, gücünün yetmediği olaylar, kasırgalar, depremler onda bir haşyet, bir korku uyandırır. Bütün sebep ka­bul edilen şeylerin ortadan kalktığı bir anda, sözgelimi fırtınalı bir denizde veya ölüm anında tıbbın, bilimin veya sebeplerin aciz kaldığı bir sırada insanın sığınaca­ğı, el açacağı bir varlık ihtiyacı ve duygusu her zaman varolagelmiştir. İnsan evrendeki çok şeyin kendi gücü­nün ötesinde cereyan ettiğini görmektedir. Güneş, Ay, yıldızlar bütünüyle insanın iradesinin dışında doğup batmakta, günler, mevsimler ve yıllar yine insanın gü­cünün ve isteğinin dışında gelip geçmekte, yağmur, kar, dolu insanın dileğinin dışında yağmakta ve hattâ öy­le ki, kuraklığın son derece zararlı hale geldiği bir za­manda insanlar kendilerinden üstün bir varlığa el aç­ma gereği duymaktadırlar. İşte, bunlar ve bunlar gibi daha pek çok durumlarda insan ister istemez sığınaca­ğı bir melce' arar; bu melce' öyle olmalıdır ki, onun ih­tiyaçlarına cevap versin, onu rahatlatsın, sıkıntılarını gidersin, gönlüne ferahlık versin.. [133]

Tek ilâh, yani Allah inancına sahip olmayanlar, yaratılışlarındaki 'iâh'a tapınma ihtiyaçlarını çok çeşit­li biçimlerde giderirler. Bazıları için salt 'madde’, bazılan için 'tesadüfler', bazıları için yaratıklardaki 'di­yalektik çelişki', bazıları içinse şu veya budur bu in­sanın üzerindeki kudret. Sonra, böylesi İlâhlar kabul eden insanlar, bu ilâhları çeşitli biçimlerde somutlaştırarak, putlar icat ederler ve diğer insanları bu putla­ra tapındırırlar. Çok zor kaldıkları anlarda ise ne put­lara el açarlar, ne 'madde'ye ne de 'tesadüfler'e el açar­lar; çünkü, aslında böylesi ilâhları yaratanlar kendile­ridir.

Kur'an'da, Allah'ın öncelikle 'ilâhlığı' üzerinde önemle durulur. Allah kelimesi de, 'ilâh'ın belirlenmiş halidir; yani, Allah 'bir' ve 'kendinden başka hakk ilâh olmayan' ilâh'tır; ama, batıl ilâhlar pek çok olduğu için, 'ilâh', başına belirlilik takısı getirilerek 'Allah' ya­pılmıştır. Kur'an'ın ifadeleriyle, ancak' her şeyi yara­tan, insanları bir gün toplayacak olan, öldüren ve di­rilten, kendisine dayanılan, güvenilen, yalvarılan, sığı­nılan, ilmi her şeyi kaplayan, kendisi için zaman ve mekân gibi hiç bir sınır olmayan, varlıkların eksiklikle­rinden bütünüyle uzak bulunan' ilâh olabilir. O halde, bütün bunlara gücü yeten 'ilâh'tır; böyle bir ilâh da birden fazla olamaz. Çünkü, olacak olursa “Her ilâh kendi yarattığıyla gider ve bazısı bazısı üzerinde bü­yüklenir (Mü'minün: 91). Yani, her ilâh bir başka şey diler; hepsi de ilâh olarak dilediğini dilediği gibi yapma gücüne sahip olduğu için, evrende tam bir bozukluk egemen olur. Oysa, evrende her şey muazzam bir den­ge halindedir; en ufak bir bozulmaya tanık olmak müm­kün değildir. Öyleyse, evrene hükmeden ilâh tektir ki, o da Allah'tır.

Kur'an'da 'ilâh'ın fonksiyonları şu ayetlerde peşpeşe izah edilir;

“De: “Hamd Allah içindir ve selâm seçtiği kulla­rına.! Allah mı hayırlı, yoksa ortak koştukları mı?

Gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su in­diren mi? Onunla sizin bir ağacını bile bitireme­yeceğiniz gönül açan bahçeler bitirdik. Allah'tan başka bir ilâh ha? Siz sapan bir kavimsiniz. Yeryü­zünü durulacak sağlam bir yer yapan ve araların­dan ırmaklar çıkaran, kendisi için sağlam dağlar vareden ve iki deniz arasına bir perde koyan mı? Allah'tan başka bir ilâh ha? Ne kadar da az hatır­layıp düşünmeniz var! Sizi karanın ve denizin karanlıklarında götüren ve rahmetinin önünde rüz­gârları müjde olarak gönderen mi? Allah'tan baş­ka ilâh ha? Allah koştukları ortaklardan ne kadar da yücedir! Yaratılışa başlayıp, sonra onu döndü­ren ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran. mı? Al­lah'tan başka ilâh haa?” Eğer doğrular sanız, geti­rin delilinizi!” de. (Nemi: 59-64), Görülüyor ki, gökleri, yeri ve arasındakileri, evren­deki bütün varlıkları yaratan, gökten su indirip, onun­la türlü türlü bahçeler, ağaçlar, otlar, çiçekler bitiren, insanların ve hayvanların tüm yiyeceklerini vareden, yeryüzünü üzerinde yaşanacak şekilde yapan, onu sağ­lam kazıklarla (dağlar) destekleyip, içinde ırmaklar akı­tan, karanlıklarda insana yolunu bulduran ve insanı bu yeryüzünde yaşayabilecek nitelikte yaratan, öldü­ren ve yeniden diriltecek olan, işte ancak ilâh odur ve tek bir ilâh'tır bu, yani Allah'ta.

Yine Kur'an, Allah'ın tek ilâh olması konusunda daha başka deliller de zikreder. Sözgelimi, eğer Allah insanları kör edecek olsa, sağırlaştıracak olsa, insana kim göz ve kulak verebilir? Gökten taş yağdırıp, yerdekileri helak edecek olsa, bunu engeleyebilecek kim­dir? Depremler, kasırgalar, tayfunlar, dondurucu so­ğuklar ve çıdırtıcı sıcaklar karşısında acaba insanın ve­ya bir başka varlığın en küçük bir hükmü var mıdır?

Allah, gece ve gündüzü birleştirip, sürekli gündüz ve­ya sürekli gece' yapacak olsa, ay ile yeryüzü, veya gü­neşle ay ya da yeryüzü arasındaki ince mesafeyi uza­tıp kısaltacak olsa, yeryüzünün eksenindeki eğikliği ala­cak olsa, acaba kim buna karşı çıkabilir? İşte, insan da dahil olmak üzere bütün evren, içindeki varlıklarla birlikte gücü her şeye yeten, bilgisi her şeye ulaşan bir ilâh'ın kontrolü altındadır, insanlar, çaresiz kaldık­larında bu İlâh'a yönelirler; bir dilekleri olduğunda bu İlâh'a el açarlar. Korkuları bu İlâh'tandır, güvenleri de bu İlâh'adır. Yine, Kur'an'ın belirttiği gibi, bu İlâh'tan gelmişlerdir ve yine O'na dönmektedirler; bu yüzden de bu îlâh'a her şeyleriyle bağlıdırlar; sevgileri ancak O'nadır. Tapındıkları tüm başka şeyler, Kur'an'ın be­lirttiği gibi, bu İlâh'ı gerektiği gibi tanımamaktan kay­naklanır.

RABB kelimesi, Arapça'da r harfiyle, çift b (şed­deli b) harfinden oluşur. Asıl anlamı 'terbiye'dir; Nite­kim, Türkçe'de de çocukları yetiştirmek için tutulan ki­şilere 'mürebbî' denir. Kelime, aynı zamanda 'ıslah et­mek, üzerinde tasarrufta bulunmak, kemale erdirmek, efendisi olmak, kefil olmak, sorumluluğunu yüklenmek, toplamak-yığmak, başkanlık yapmak, sahip ve malik ol­mak' gibi anlamlara da gelir. [134]

Kur'an, Allah'ın rabb oluşundan sözederkeh, O'nun 'göklerin, yerin ve arasındakilerin, doğunun-batının, iki doğunun iki batının, doğuların ve batıların', en fazla olarak da 'alemlerin rabbi' olduğunu ısrarla vurgular. Yine, Hz. Musa Fir'avn'a, “Allah göklerin, yerin, sîzin ve atalarınızın Rabbî'dir” şeklinde 'Alemler'in Rabbi'ni tanıtmıştır.

Rabb kelimesi, Emr’i anlatırken de belirteceğimiz gibi, emr kelimesini gündeme getirir. Nitekim, Kur'an’da, “dikkat, yaratma ve emr O'nundur, Alemler'in Rab­bi Allah ne mübarektir (A'raf: 54)” Duyurulur. Allah hiç bir zaman evreni yaratmakla kalmamıştır, özellikle Aristo'dan etkilenen Farabî ve İ. Rüşd gibi bir takım müslüman filozoflar, Allah'ın 'muharrik-i evvel', yani 'ilk hareket ettirici' olduğunu ileri sürerek, yaratılıştan sonra evrenin içindeki varlıklarla birlikte fıtratında ta­şıdığı melekelerle hareket etmekte olduğunu ileri sür­müşler ve adeta, 'Allah evreni yarattı ve bıraktı' gibi yanlış bir anlayışa düşmüşlerdir. Bu yanlış anlayış, so­nunda, Peygamberler olmadan filozofların koyacakları kurallarla da yeryüzünde ilâhî bir hükümet kurulabilir düşüncesine varmıştır. Oysa, Kur'an 'muharrik-i evvel' şeklinde bir Allah anlayışına karşıdır. Bir kez, “sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah'tır” ayeti, yaratmanın ve emr'in Allah'a ait olduğunu belirten ayet, Allah'ın her an bir işte olduğunu ifade eden ayet ve hattâ dileme­nin yalnızca Allah'a ait bulunduğunu ve ancak insa­nın Allah'ın dilemesiyle dileyebileceğini belirten ayet­ler de, aynı şekilde Allah'ın evreni kendi haline bırak­madığının açık işaretleridir.

Hakk kelimesini anlatırken de belirttiğimiz gibi, Allah açısından evrendeki her hareket Allah'a aittir; her varlığın varlığı O'ndandır ve dolayısıyle mutlak bir varlık yoktur, bütün varlıklar izafîdir. Varlıklar cisimleriyle değil, kendilerini cisim şeklinde gösteren iç­lerindeki varlık özüyle vardırlar; bu öz de bütünüyle Allah'tandır; yani, hiç bir varlık kendi halinde bir ha­reket yeteneğine sahip olmadığı gibi, böyle bir yetkiyle de donatılmış değildir. İşte izafi olarak varlıkların fıt­ratlarında varmış gibi görünen ve adına bugün 'tabiat kanunları' veya 'iç güdü' denilen bir takım sebepler, gerçekte Allah'ın sürekli olarak evreni yeniden yarat­ması ve yenilemesinden başka bir şey değildir ve Allah açısından 'sebep-müsebbip (sebep ve sebebin sebebi)' şeklinde bir ikilem asla sözkonusu olamaz; yani, sesep de, müsebbip de Allah'tır; fakat, soruna izafî olarak varlıklar açısından yaklaşıldığında karşımıza bir 'sebep-sonuç' ilişkisi çıkmaktadır; ne var ki, bu ilişki ba­zıları tarafından mutlaklaştırılıp, adeta Allah'ın 'İlâh ve rabb' olarak yerini almaktadır ki, bugün Batı'nın ve bazı müslümanların bilmeden vardıkları nokta burası­dır. [135]

Allah'ı salt ilk yaratıcı veya hareket ettirici olarak görmek, O'nu evrenden çekip çıkarmak ve sonuçta O’ nun 'rdbb'lığını inkâr etmek demektir. Oysa, Kur'an'ın ısrarla vurguladığı gibi, Allah evreni içindeki bütün varlıklarla birlikte 'kudret eli'nde tutmakta olup, dile­diği biçimde yönetmektedir. Doğularda da Batılarda da, yerde de göklerde de idare yalnızca Allah'a aittir; her şey O'nun iradesi, hükmü ve bilgisi altındadır. Hiç bir varlık kendiliğinden bir hareket, yaşama ve davran­ma gücüne sahip değildir. Besleyen, büyüten, yediren, rızıklandıran, öldüren, dirilten, üreten hep O'dur.

İnsana yeryüzünde hiç bir varlığa verilmeyen üç önemli Özellik verilmiştir: İrade, konuşma ve bilgi. Ke­lime bahsinde de belirttiğimiz gibi, konuşma yalnızca dilin değil, bütün organların faaliyetlerini içerir; yani, bütün organların zikri bir kelime olarak kayda geç­mektedir. Demek ki, insan başka varlıklara verilmeyen üç yetenekle yeryüzüne gönderilmiştir; çünkü o, yer­yüzünün halifesidir. Allah adına bazı tasarruflarda bu­lunması gereken bir halife. Kur'an'da görürüz ki Al­lah'ın tasarrufuyla ilgili olarak da, çoğunlukla irade, ilim ve kelâm sıfatları kullanılır; yani, Allah istediği biçimde diler, dilemesi ilimîndendir, yani ilmi her şeyi kuşatır ve dileyince, dilediği şeye “ol” der, o da oluve­rir; yani, Allah'ın tasarrufu sadece “ol” demektir, böylece 'ol' denilen şey de olur. Nitekim, biz evrene 'kâinat', yani 'olanlar' demekteyiz. İşte, insan da bilgisi çerçevesinde diler ve dilediğini yapar.

Allah'ın ilmi, iradesi ve kelâmı mutlakken ve in­san dahil herşeyi kuşatmışken, insanın ilim, irade ve kelâm'ı izafîdir, Allah'ınkileree tabî olmak zorundadır. Çünkü, o yeryüzünde halife olarak vardır; Allah'ın ira­desi çerçevesinde dileyecek, O'nun ilminden bilgisini ala­cak ve O'nun kelâm'ı çerçevesinde davranacaktır. Ama, eğer insan Allah'ın ilâh olduğunu kabul etmezse, bu kez kendi dileme ve bilgisini mutlaklaştırır ve sonunda dilediği biçimde eylemde bulunur; yeryüzüne dilediği biçimde tasarruf etmeğe kalkar, iradesini kendi arzu­ları doğrultusunda kullanır ve işte bu da, Allah'ın rabblığını kabul etmemek, O'na bu noktada ortak koş­mak demek olur.

Demek ki, rabb olarak Allah evrende mutlak tasar­ruf sahibidir; yalnızca insan teşriî olamaz bu Rabb'lığa karşı çıkabilir; yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın de­ğil, kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir; yani, yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendir­meğe kalkar. Bunun için kendinden kurallar kor; böy­lece o kendi arzularını ilâhlaştırmış olur; arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rabbleşmiş olur; bunun sonucunda, böylesi insanlara itaat edenler de, Allah'ı değil, bu insanları rabb kabul etmiş olurlar.

Kur'an, Allah'ın mutlak Rabb olduğunu belirtirken, bazı insanların bilginlerini, rahiplerini, hahamlarını, büyük kabul ettikleri bir takım kimseleri, yöneticilerini rabb edindiklerini, yani onların kendi nevalarından uydurdukları ve yeryüzündeki hayatı düzenleyici ku­rallara bağlı kaldıklarını da vurgular. Sözgelimi, Hz. Musa, Allah'ın mutlak anlamda Rabb olduğunu ilân ederken, Fir'avn kavmine karşı, “en büyük rabbiniz be­nim” diye seslenir. Yine Kur'an, insanları birbirlerini 'rabblar’ edinmeği bırakıp, yalnızca Allah'ı rabb edin­meğe çağırır. [136]

İnsanlarla ilgili olarak, Alah'ın Rabb'ın yanısıra bir diğer önemli sıfatı, melik oluşudur. Bu kelime hem doğrudan yönetimi, hem de mülkiyeti içine alması gi­bi insanın dünya hayatındaki en değer verdiği iki yönü kuşatmış olmasından dolayı oldukça önemlidir. Nite­kim, Kur'an'da rabb ve melik sıfatları, insanla ilgili kullanıldığında ilâh'tan önce gelmektedir: “De; “Sığı­nırım İnsanların Rabbi'ne, insanların Melikime, İnsan­ların İlahı'na.” Bunun nedeni oldukça basittir. İnsan­ların birinci derecede Allah'ın Yolu'ndan ayrılmalarının nedeni rabblık ve mejikliği kendilerine özgü kılma, ya­ni, Allah'ı yeryüzünden kaldırma sevdalarıdır. Eğer, Al­lah Rabb ve Melik olarak insanların hayatına müdaha­le etmeyecek olursa, bu durumda rabblık ve meliklik güçlü, kurnaz ve zengin insanların eline geçecek, bun­lar da diğer insanlar üzerinde kolaylıkla rabb ve me­lik olabileceklerdir. İlginçtir ki, Kur'an, insanların .ne­valarını ilâh kabul ettiklerini, arzuları doğrultusunda zanlarından kurdukları ilim üzerinde sapıttıklarını ve insanlar üzerinde rabbleşip, melik kesildiklerini belirtir. Yani, insan arzularına, tutkularına kurban olmakta, ar­zularını dilediği gibi gidermek ve dolayısıyle yeryüzü­ne ve yeryüzündeki gelir kaynaklarına dilediği ölçüde sahip olmak istemekte, bu da kendiliğinden daha baş­ka insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmayı gerektir­mektedir. İşte, böylece hevalarını ilâh kabul ederek, yeryüzünde ilâhlarının emirleri doğrultusunda tasarruf edebilecekleri kuralları koyan, yani rabblesen in­sanlar, sonra bu kuralları da uygulayan birer melik durumuna geçmektedirler. Böylesi melikleri ise, Kur'an çok güzel tanımlamaktadır:                                    '

“Muhakkak, melikler bir ülkeye girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının onurlularını zelil kılar­lar; yaparlar mı, böyle yaparlar (Nemi: 34)”.

MELİK, 'Me-Le-Ke' fiilinden gelir. 'Me-Le-Ke' 'malik ve sahip olmak' demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de 'kuvvet'li olmayı çağrıştırır. 'Sahip ve malik' anlamında 'melik, malik, melik' kelimeleri kullanılır. Masdarı olan mülk veya milk, hem, üzerinde sahip ve tasarrufta bulunulan 'şey'i ifade ettiği gibi, hem de tasarrufta bulunmayı ifade eder. [137] Bu tasar­ruf, hem insanlar, öncelikle insanlar, hem de 'mallar' üzerinde tasarruftur. Nitekim, Allah için 'insanların meliki' denirken, 'insanlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi' olduğu anlatılmak istenir. Fakat, yukarıda be­lirttiğimiz gibi, şirk koşan insanlar, Allah'ın melikliğini, yeryüzünde ve dolayısıyle insanlar üzerinde tasar­ruf sahibi olmak ve yeryüzündeki servetleri, yani, yer­yüzü mülkünü diledikleri gibi kullanmak için gasbederler. İblis de, Adem'i önce bu noktada kandırmıştır:

“Dedi: “Ey Adem! Seni sonsuzluk ağacına ve tü­kenmez bir mülke götüreyim mi? (Taha: 120).” Demek ki, insan Alah'ın rabbliği altında değil, ar­zuları doğrultusunda sınırsızca yeryüzünün meliki ol­mak isteğindedir. Nitekim, tüm diğer Fir'avnlar gibi, Hz. Musa'nın Allah'ı rabb, ilâh ve melik olarak kabul etmeğe çağırdığı Mısır Fir'avnı da 'Mısır mülkünün kendisine ait olduğu' iddiası içindeydi (Zuhruf: 51). Me­lik ya da malik olma, malik olunan şey üzerinde istenildiği biçimde tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bu an­lamda, mutlak melik ancak ve ancak Allah'tır; çünkü, Kur'an'da mülkün yalnızca Allah'a ait olduğu defalar­ca tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat Allah'ın mülküdür ve Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Ama, Allah adl, hakk ve tek ilâh' olduğu için, kâinatta dengesizlik ve haksızlık olmaz, tabu ki, insanın gücü­nün uzanabildiği alanlar dışında.

İnsan yeryüzünde halife olduğu, yani Allah adına yeryüzünde tasarrufta bulunacağı için, kendisine yer­yüzü mülkü üzerinde izafî bir meliklik. yetkisi tanınmış­tır. Bu yetki, hiç bir zaman mutlak anlamda olmadığı ve insanın keyfine bırakılmadığı gibi, Allah'ın yeryü­zündeki hayatın gereği olarak çeşitli biçimlerde” renk­lerde, yeteneklerde ve mesleklere sahip olacak şekilde yarattığı insanlar da, önce bütün olarak bu meliklik yet­kisine sahiptirler; yani, herkesin belli bîr tasarruf sa­hası vardır; ama bu tasarruf, hiç bir zaman mutlak de­ğil, sınırlı ve Allah'ın tanıdığı alanda sadece bir ema­nettir. Öte yandan, tek tek insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve mülklerinde nasıl tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allah her insana ayrı ayrı bildir­memiş, insanlar arasından seçtiği elçiler vasıtasıyla bil­dirmiş ve genel anlamda yeryüzündeki mülkiyetini bu elçiler aracılığıyla yürütmeği dilemiştir. Bu durum, Kur'an'da oldukça açıktır:

“Göklerin ve yerin ve ikisi arasmdakilerin mülkü’ Allah içindir (Maide:  18)”.

De:  “Allah'ım, mülkün sahibi; mülkü dilediğine verir, mülkü dilediğinden alırsın (A. İmran: 26)”.

Allah, gerek meliklik, gerekse maliklik olarak mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır. O, yeryüzün­de insanlar üzerindeki tasarruf, yani meliklik, yöneti­cilik olarak mülkü, yukarıda da söylediğimiz gibi, elçile­rine vermiştir: Aynı zamanda, mülk ile bilgi, hikmet bir arada bulunmak durumundadır. Bunlar da en faz­la Allah'ın elçilerinde mevcuttur; öyleyse, ilim ve hik­met melikliğin şartlarındandır:

“(Yusuf dedi:)  “Rabbim, bana gerçekten mülkten verdin ve bana hadiselerin te'vilini öğrettin (Yusuf; 101)”.

“Allah ona (Davud'a) mülk ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti (Bakara,: 251)”. Madem ki, mutlak anlamda mülk Allah'ındır; öy­leyse, insanlar Allah'ın kendilerine mülkten verdiği ki­şileri kıskanmamalı, onların mülkünü gasbetmeğe kal­kışmamalı ve mülk sahipleri de üzerlerine düşeni yeri­ne getirmelidirler:

“Yoksa, Allah'ın fazlından insanlara vermesini kıs­kanıyorlar mı? Andolsun, İbrahim Ailesi'ne kitap ve hikmet verdik ve büyük bir mülk verdik (Nisa: 54)”.

Allah, bazen elçilerini hem rasûl, hem melik kılar, Davud'un durumunda olduğu gibi, Hz. Muhammedin durumunda olduğu gibi; bazen de, peygamberlerin yanısıra, başka melikler de var eder. Nitekim, İsrail Oğullan'nda aynı zamanda birden fazla ve birbiri peşisıra 'nebi'ler bulunabildiği gibi, bu nebilerin yanısıra, nebilerin emrinde 'melik'ler de bulunabiliyordu:

“Musa kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; O içinizde nebiler varetti, sizi melikler yaptı..” (Maide: 20). Bu ayette, İsrail Oğulları'nın hizmetçi, binek, ve kadın sahibi olmakla “melik” diye adlandınldıklan be­lirtilmişse de, İsrail Oğulları içinde nebilerin yanısırâ, meliklerin bulunduğu da açıktır.[138]

“Nebilerine, “bize bir melik gönder.” dediler.. Ne­bileri onlara,, “Allah Talût'u size melik gönderdi” dedi. “O bizim üzerimizde nasıl melik olabilir? Biz melikliğe ondan daha lâyikız, ona geniş mal da ve­rilmemiştir” dediler. (Nebileri de), “Allah onu si­zin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artır­dı” dedi.. (Bakara: 246-7).”

Buraya kadar açıkladığımız melik kelimesi, önce­likle yönetici ve tabiî olarak, Allah adına gerek insan­lar üzerinde gerekse yeryüzünde Allah'ın varettiği servet üzerinde tasarrufu elinde bulunduran kişi anlamın­da kullanılmıştır. Kur'an'da, dikkatimizi çeken bir di­ğer nokta, insanların mülkü olarak hemen hemen yal­nızca 'cariye'lerin zikredilmiş olmasıdır; yani, yalnızca cariyelere malik olunur, bunlar insanların 'mülk'üdür; başkalarıyla paylaşılmaz, belli ölçülerde dilenildiği bi­çimde kendileri üzerinde tasarrufta bulunulur. Ayrıca, 'kölelere de 'memlûk' denilir. Kur'an, 'dünya hayatının geçimliği' dediği servet için 'mülk' deyimini kullan­maz; yenilen, içilen, sahip olunulan, kısaca kendileriy­le dünya hayatı sürdürülen şeylere, emtiaya çoğunluk­la 'mal' veya 'meta' denir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Allah yeryüzündeki melikliğini, kendi seçtiği ve kendilerine 'ilim, hikmet' ve­rip, 'te'vil' öğrettiği kişiler aracılığıyla yerine getirir. Bunun dışında, bu melikliği gasbetmeğe çalışanlara ve diledikleri biçimde insanlar ve yeryüzünün servetleri üzerinde tasarrufta bulunanlara da melik denilir. Kur'­an, bunlara da 'mülk'ün Allah tarafından verildiğini vurgular. Ama, bu Allah'ın kendi melikliği için seçtiği insanlara verdiği gibi bir 'mülk veriş' değil, insanlar hak ettiği için gerekli gördüğü bir 'mülk veriş'tir. İn­sana belli bir 'irade' verildiğinden ve insan yaptıkların­dan sorumlu olduğundan, eylemlerinin sonucunu mut­laka görür. Temelde Allah'ın iradesi, yeryüzünde ken­di mülkünün, yani melikliğinin hakim olması şeklinde­dir ve bunun için dilediği insanları seçerek, onlar ara­cılığıyla melikliğini gerçekleştirmek ister ve seçimini de hiç bir zaman insanların keyfine bırakmaz; çünkü, O mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Ama, insan­lar Allah'ın iradesi doğrultusunda değil de, kendi keyfî iradeleri doğrultusunda gider ve Allah'ın seçtikleri­nin melikliğini kabul etmezlerse, bu kez Allah başları­na hak ettikleri meliği getirir. Nitekim, bu anlamda Fir'avn da, İbrahim'le Allah hakkında çekişen ve kay­naklarda Nemrut diye geçen kişi de meliktirler. [139]

Mülk'le ilgili olarak Kur'an'da geçen bir diğer önemli kelime melekût'tur. Gerek meşîet, gerekse halk kelimelerini anlatırken de değineceğimiz gibi, aslında bütün varlıklar Allah'ın 'ol' emirleriyle meydana gelmişlerdir. Acaba Allah'ın 'ol' dediği şey nedir, neye 'ol' demektedir Allah? Demek ki, varlıkların gerek salt nuranî, gerekse cisimsel ve gerekse şeytan veya cinler gi­bi ateşten varlıklar olarak ortaya çıkmadan önce., bir asılları, bir kökleri vardır. Bu asıllar da nurdur, ışıktır. Bu nur veya ışık Allah'ın nurundandır.

Allah ise göklerin ve yerin Nur'udur. Şu halde, 'eş­yanın hakikati' denilen ve Hakk'tan kaynaklanan, Al­lah'ın Nur'uyla varlık kazanan ve İlm-i İlâhi'de ezelde var olan asıllara, varlık köklerine Allah “ol” deyince varlıklar ya maddesiz 'nurani' varlıklar, ya Güneş gibi maddî-nuranî, ya da maddî varlıklar haline gelmekte­dirler. [140] İşte, varlıkların 'biçim' giymeden 'ayan-ı sa­bite arketip'ler olarak bulundukları durum bir 'âlem' olarak tasavvur edilip, adına melekût alemi denilmiş­tir. [141] Bu aleme Allah'ın dilediği kulları bakabilir ve 'ayn'el-yakîn' halindeki imanlarını 'ayn-el-yakîn’ hali­ne getirebilirler; ğaybı şehadete çevirebilirler (bk. Şehid). Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de, “işte böyle, İbrahim'e gök­lerin ve yerin melekût'unu gösteriyoruz” buyurulmakta (En'am: 75); müşriklerin bu aleme bakmaları ve ib­ret almaları, Allah'ın birliğini görmeleri çağrısında bu­lunulmakta ve her şeyin melekût'unun Allah'ın elinde olduğu vurgulanmaktadır. [142]


[132] Mevdudî, Kur'an'a Göre Dört Terim, s:  15.

[133] a,g.e. 16-24.

[134] Müfredat, 184, a.g.e. 35-38.

[135] İ. Gazzalî, Filozofların Tutarsızlığı, çev. B. Karlığa, İst. 1981.

[136] Kur'an-ı Kerim, Tevbe: 31, A. İmran:  64.

[137] 'Mülk' daha çok 'malik' olunulan şey" anlamında kul­lanılırken, 'milk' 'tasarruf sahibi' olmayı ifade etmektedir. Da­ha geniş bilgi için bk. Tabatebaî, el-Mi zan, III, 138-9.

[138] Ayetin güzel bir açıklaması için bk. Hak Dini Kuran Dili, III, 1639-1641.

[139] De:  “Allah'ım, mülkün maliki,  mülkü dilediğine  ve­rir ve mülkü dilediğinden alırsın...”   (A. İmran: 26)  ayetinin güzel bir tefsiri için bk. Tabatabaî, ei-Mizan: IH:  136-146.

[140] S. Ateş, a.g.e. 263; Sözler, 202.

[141] S. Hüseyin Nasr, İslâm ve Modern İnsanın Çıkmazı çev. A. Ünal, İnsan yayınları, s:   123-4, 135-136  (ON: 4).

[142] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 158-171.