๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 19 Şubat 2011, 22:25:14



Konu Başlığı: Hüsün ve Kubh Meselesi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 19 Şubat 2011, 22:25:14
HÜSÜN VE KUBH MESELESİ

 Şer probleminde mühim mevzulardan biri de “husün-kubh meselesi”dir. Bu mesele islâm mez­heplerini çok uğraştıran hususlardan biridir. Ah­lak probleminin temelleri de bu mesele üstündedir. Fiilleri, şer problemi açısından bir kritiğe tâbi tut­mak için, evvela bu kritiğin mihenk taşı olabilecek bir hükmün ortaya konulması gerekir. Bu hüküm, hüsün-kubh meselesinde ulaşacağımız netice ola­caktır.

Hüsün-kubh meselesi; eşyaya ve fiillere, iyi ve­ya kötü, güzel veya çirkin, fâideli veya zararlı, ma­ruf veya münker, helal veya haram gibi iki zıt va­sıftan birisini verme meselesidir. Bu hususta ölçü­müz ne olmalıdır? Bir şeyi överken ve zemmeder­ken, bir fikrin veya davranışın karşısına çıkarken veya yanında yeralırken, bir harekete mükâfaat verirken veya onu cezalandırırken, bir şeyi sever­ken veya ondan nefret ederken ve benzeri durum­lardan sırtımızı hep, bu meseledeki kanaatımıza dayamaktayız.

İnsanların müşterek bir ölçüleri olmadığı için, kanaatları da farklı farklıdır. Kiminin “hayır” de­diğine başkası “şer” diyor. Bazan aynı şahıs, bir zaman “hayır” dediğine başka bir zaman “şer” di­yebiliyor.[1596] Öyle ise insanların müşterek ola­bilecekleri bir ölçü bulunabilir mi? Bu ölçü lezzet mi, menfaat mi,, vicdan mı, cemiyet mi, heves mi, akıl mı yoksa din mi olmalıdır?

Bazılarına göre bu ölçü, lezzet ve zevktir. Bize lezzet veren her şey hayır, elem ve zahmet veren herşeyde şerdir. Bu fikrin batıllığı ortadadır.[1597] Fakat şunu beyan etmeli ki, kötü alışkanlıklarla fıtratı ve ahlakı bozulmamış kimselerin zevk ve takdirlerine dinimiz kıymet verir, nitekim

“tayyibât size helal kılındı” [1598] ayetindeki tayyibât ile, hoşa giden ve iştihâ hissedilen her temiz şey[1599] in kastedilmesi buna delildir.

Bazılarına göre ölçü, menfaattir. Bunun da but­lanını isbatla uğraşmak lüzumsuz olur.[1600] Ba­zılarına göre ise ölçü cemiyetin kendisidir. Cemi­yetin âdetlerinde ne iyi ise hayır odur, ne kötüyse şer de odur.[1601] Bu fikrin mesnetsizliği husu­sunda sadece şunu söyleyebiliriz; bir cemiyette ya­pılması gereken şeyler, başka bir cemiyette yapıl­maması gereken şeylerdir.[1602]

Bazı filozoflara göre ölçü, insanların içlerinde gizli olan hislerdir. Bunlara göre insanların; biri, şahsî ve gayr-i hasbi, diğeri gayr-i şahsî, hasbî ve içtimaî olmak üzere, iki türlü his ve temayülü var­dır. Ahlak, insandaki ikinci neviden hisler üzerine bina edilmiştir. Bu hislere göre iyi olanlar  “hayır”dır.[1603] Hem sonra bu bâtını hisler asırlara ve çevrelere göre öyle fazla farklılıklar göstermezler, însan bu his ile bir şeye baktığında, içinde onun kıymetini bildiren bir ilham doğar ve hükmünü ona göre verir. Doğruluğun, keremin, cesaretin bi­rer fazilet, yalancılığın, cimriliğin, korkaklığın bi­rer kötülük olduğunu bütün insanlar bu hisle bi­lirler.[1604] Bir kısım filozoflar, bu hissi “akıl” ka­bul ettiler, bazıları da “vicdan” dediler.[1605] Vic­danla aklı aynı kabul edenler de vardır.[1606] Ev­velâ, vicdanı ele alalım. Dinimize göre de, insanda Allah'ın vergisi olan bir, hayır ve hakka muhab­bet, şer ve batıldan nefret hisleri ile bunların biribirinden ayıran istidad vardır.[1607] Resulullah (a.s.)'ın “Bir (iyilik) gönlüne inşirah veren şeydir, insanlar aksini söylese de..[1608] ve “Yâ Vabısa, nefsine danış, nefsine danış. Hayır, nefsiyin ken­disine ısındığı şeydir. Günah ise, vicdanını rahat­sız edip, kalbinde ıztırab husule getiren şey­dir...” [1609] Hadisleri bu manadadır. “Seni şüphelendireni bırak, şüphelendirmeyene bak”[1610] da bu husustadır. Bütün bunlara rağmen vicdanın hü­kümlerinin esas ölçü olduğunu iddia etmek müm­kün değildir. Vicdanın doğru hüküm verebilmesi için fıtratını muhafazası şarttır. Yoksa onun tak­dir ve tevbihleri isabetli olmaz. Batıl, itikadlar, fe­na adetler, cehalet, kötü alışkanlıklar, fena arka­daş ve muhitlerin zararlı tesirleriyle zayıflayan ve körleşen vicdanların verdiği hükümlere kim doğ­ru diyebilir.[1611]

Öyle ise, vicdanın, yolunu aydınlatacak ve kendisini irşad edip fıtratını muhafaza edecek bir ışığa ihtiyacı vardır. Bu ışık bazılarınca, hüsün -kubh meselesinin ölçüsü sayılan “akıl” dır. Bu fik­rin en mühim savunucusu Kant'tır.[1612] İslâm mezheplerinden bilhassa Mutezile bu görüştedir. Onlara göre “akıl” mutlak ölçüdür. Birşeyin kabîh olması hususunda “Bu şey akılın ermediği bir se­bepten kabîhtir.” demekle “Bu şey sebebsiz olarak kabîhtir.” demek arasında fark yoktur.[1613] “Şe­riat (sem') birşeyin huşun ve kubhunun sebebi değildir. O, ancak aklen hasen olanın güzelliğini, kabîh olanın çirkinliğini ortaya kor.” [1614] Zamanşerî, sâlihâtı, “Akıl, kitab ve sünnetin doğru gör­düğü her ameldir” [1615] diye tefsir ederken ve Kur'an'daki “münker”i “Aklın hoş görmediği­dir.” [1616] diye açıklarken Mutezilî tarafını göstermektedir.

Dinimiz akla çok büyük ehemmiyet vermiş­tir.[1617] Hiç şüphe yok ki nakli anlayacak olan akıldır. Akıl ve dirayeti bir tarafa atarsak ne akıl kalır ne nakil. Fakat şu unutulmamalıdır ki akıl, hakikî malumatın mucidi değil alıcısıdır. Nakilden aldığı şeyler benzeri geçmemiş bilgilerdir. Bunlar­dan bir kısmı tekerrür etmez, münferit vak'alar olarak kalırlar. Bir kısmı da tekerrür eder. Her te­kerrür edişlerinde, akıl onları ilk misalleriyle bir­leştirerek kıyas ve ölçü tesis eyler. Bunlar kendi hududları dahilinde bir tefekkür ve fehm miyarı olarak kalırlar. Ekseriyetle aklın kıyas faaliyeti na­zarı itibara alındığı için “makul olan şeyler” bu kı­yastan ibaret zannedilir ve aklın ilk temelleri olan nakil haberleri görülmezse İblis'in düştüğü hataya düşülür.[1618] İnsan aklının, insandaki hidayet ve marifet vasıtaları arasında bulunmasından dolayı kendine has bir değer ve ölçüsü vardır. Ancak çe­şitli tesirlerden fazlaca müteessir olan aklın mut­lak mana ifade eden bir medlul olduğu söylenemez. Herkesin kendisine göre bir aklı vardır. Bina­enaleyh o, âlemşümul bir ölçü olamaz.[1619]

İnsanlar, kâinattaki ilahî kanunların sırlarını keşfetmeye çalışırlarken iki önemli esasa istinad ederler; tefekkür ve tecrübe. Bu iki esas, mahiyet­leri yönünden cüzî  oldukları gibi, hem ebedî ol­maktan   uzaktırlar, hem de neticeleri itibariyîa mutlak olmaktan uzaktırlar,[1620] nakle muhtaç­tırlar. Allah Teala İsrail Oğulları'nı:

“İnsanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Hal­buki siz kitabı okuyorsunuz, akletmiyor musu­nuz?” [1621] diye tevbih ederken, akletmeyi, kitab okumadan sonra getirmiştir ki bu Mutezile'nin aleyhine bir delildir.[1622] Keza “Mîras taksimi hususunda “siz hangi taksimin sizler için daha hayırlı olduğunu bilmezsiniz.” [1623] buyururken insanın hatırına gelebilecek olan “Taksim başka türlü olsaydı daha faydalı, daha uygun olurdu.” gi­bi şüpheler karşısında, insan aklının, kendi masla­hatlarını dahî ihatadan âciz olduğunu  bildirmek­tedir.[1624]

Allah, insanlara, kendi üzerinde insanlar için bir hüccet ve itiraz sebebi olmasın diye peygam­berleri gönderdiğini bildirmektedir. [1625] Sa­dece akıl kâfi gelse idi, tarih boyunca beşeriyete peygamberler göndermek zarureti olmazdı. Allah, insana bahşettiği aklın kusurlu ve mahdud oldu­ğunu, risâlet müessesesinin yardımı olmadan hida­yete erişemeyeceklerini elbette herkesten iyi bilir. Yine bilir ki tebliğ ve risâlet olmadan insanları mu'âheze etmemek en tabiî bir adalet kâidesidir. Akıl için ancak, risâlet sağlam bir düşünce siste­mi ikâme eder.[1626] Tabiî ki Mutezile bu görüşe katılmıyor ve “peygamberler gönderilmeden evvel de insanlar için Allah üzerine bir hüccetleri ve ma­zeretleri yoktur, çünkü Allah onlara akıl vermiş­tir. Onunla Allah'ı bilebilirlerdi, tefekkür etmedik­leri için azabı hakettiler. 'Biz gafildik.' demesinler diye Allah, onları gaflet, uykusundan uyandırsın­lar ve ibret alması için uyarsınlar diye, peygam­berler göndermiş ve bunu hikmetinin gereği oldu­ğunu 'Biz hiçbir kavmi, peygamber göndermeden azab etmeyiz.’ [1627]diyerek beyan etmiş­tir.”[1628] diyor. Yine onlardan bir kısmı: “Pey­gamberlerin bi'setinden önce insanlar şeriat-ı akliyyeye bağlı olmada tek bir ümmetdiler. Bu şeriat-ı akliyye; yaratıcı Allah Teala'nın varlığını ve sıfatını itiraf, nimetlerine şükr, hizmetiyle meşgul olmak ve zulüm, tecavüz, yalan, cehalet gibi aklı kabullerden ictinâb esasına dayanır. Çünkü bunlar aklen idrâk olunabilirler. Akıl, peygamber­lerden evvel ilahî bir resuldü demişlerdir.[1629]

Bu görüşle onlar geçen ayetin [1630] zahirini çiğnemiş oluyorlar.[1631]

İbn Haldun, aklın değerini itiraf ettikten sonra şu izahla onun sahasını daraltıyor: “Fakat sen, ak­lınla, Tanrı'nın birliği, ahiret, peygamberlik ve ilâ­hî sıfatların mahiyetlerini ölçmek tamahına kapıl­ma. Bu mevzuların herbiri idrâkinin öte tarafındadır. Altın ölçmeğe mahsus ölçekle dağları ölçmeye kalkışan kimsenin hali bunun bir misalidir. O öl­çeğin dağları ölçmemesinden, doğru olmaması çıkarılamaz. Akıl ölçüsünün de bir sınırı vardır. Akıl bu sınırın ötesine geçemez, o varlıklar arasında bir toz hükmündedir. Bunu anladıktan sonra bu gibi meselelerde, aklı nakle takdim etmek isteyenlerin aldandıklarını ve fehimlerinin eksik, fikirlerinin düzensiz olduğunu görürsün.[1632]

Akıl sınırlı olduğuna göre ve sınırlarını aştı­ğında yolunu şaşırdığına ve çeşitli sebebler yüzün­den aslî saflığını herkeste muhafaza edemeyece­ğine göre, yalnız akıl ve felsefeye dayanan ahlâki hükümler kesin olmayıp, şahıslara, zamanlara ve muhitlere göre değişecektir. Halbuki gerçek ahla­kın hükümlerinin kesin olması gerekir.[1633] Öyle ise akıl bu meselede her zaman doğruyu gösteren bir ölçü olamaz. Fakat bazı hususlarda mihenk sa­yılabilir. Mesela Kur'an kelimelerinden “fahşâ” ve “münker” kelimeleri İbn Kayyım “Her akl-ı selim sahibinin kötü gördüğü şeydir[1634] diye açıklarken bunu göstermektedir.

Bütün bunlardan sonra geriye tek ölçü kalı­yor, o da “din”, ilâhî beyandır. Ulûhiyyetin en ba­riz vasıflarından biri de, değerler ve ölçüler koy­ma vasfıdır.[1635] Bunlar, cemiyetlerin değişme­siyle değişmeyen gerçek ölçülerdir.[1636] Peygam­berimiz bir hadiste:

“Allah Teala eşyanın güzel­lerini ve kötülerini takdir etti, yazdı. Sonra gü­zellerin güzelliğini, fenaların da çirkinliğini açık­ladı.”[1637] buyurur. Bu hadis Ehl-i Sünnet'in “Eş­yadaki güzellik ve çirkinlik zâti değildir. Allah'ın takdiriyle hâsıl olan arızî bir vasıftır.” tezini teyîd etmektedir, Mutezile'nin itikadını yıkıyor.[1638] Hz. Âdem (a.s.) zamanında, kardeşlerin birbirileriyle nikahları helâl olduğu halde, bunun sonra­dan haram edilmesi de aynı teyidi yapmaktadır.[1639]

Kur'an'da, Davud (a.s.) hakkında:

“O'na hik­met ve faslu'l - hitâb verdik.” [1640] buyurulur. Bu, Allahın ona, hak ile batılı tefrik edecek, sahîh olanı fâsid olandan ayıracak, doğru ile hatalıyı karıştırmayacak bir kaabiliyet verdiğini,[1641] insan­ların bu gibi hususlarda yanılmamaları için ilâhî bir istinada muhtaç olduklarını beyan etmektedir. Keza Allah: “Hani Musa'ya kitabı ve furkanı ver­miştik” buyururken, O'na da böyle bir kaabiliyet verdiğini beyan etmektedir. Râzî bu ayyetteki “fur-kân” hususunda birçok ihtimaller saymıştır[1642] ama bunun Davud (a.s.)'a verilen “faslu'l-hitâb” gibi birşey olabileceğini söylememiştir. Bu da uzak bir ihtimal değil. Kur'an'da geçen bu mahiyetteki “furkan” kelimesi, hüsün-kuhb meselesinde câlib-i dikkattir. İbn Abbas'dan gelen bir habere göre, furkan, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'an'ın müşterek is­midir, tefrik etmek manasına “ferreka” fiilinden, hak ile batılın arasını ayıran manasında, furkân ilâhî kitabların cins ismi olmuştur.[1643] Demek ki eşyayı vasıf yönünden ayırmak için ilâhî bir öl­çü şartır. Bu ölçü olmazsa şaşırırız. Allah:

“Na­mazda yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürme­niz bir (taat) değildir.” [1644] ve

“Evlere arkasından gelmeniz, iyilik ve taat değildir.”[1645] buyururken, görünüşe bakarak iyiliğin anlaşılmayacağını, bunun için Allah'ın haberine gerek olduğunu bildirmektedir.[1646]

İnsanlar ne kadar bildiklerini iddia etseler de bilmedikleri daha çoktur. Uzun bir istikbâl ile alakadar olan bütün hayır ve şerleri bilemezler. Bunu ancak Allah bilir. İnsan evvel emirde hislerine bağ­lıdır. Hoşluk veya nâhoşlukla hislerine çarpan şey­lere kapılıverirler. Halbuki bunların hayır veya şer olması, ilerde bunlar üzerine teerttüb eden fay­dalara ve zararlara göredir, his anında bu bilinemez:[1647] Onun için Allah Teala buyuruyor ki:

“Olur ki birşey hoşunuza gitmezken o, sizin için hayırlı olur. Birşeyi de sevdiğiniz halde o da hakkınızda şer olur. Allah bilir siz bilemezsiniz.” [1648] Şüphe yok ki hakkı Hak bilir, başkaları bilemezler. İnsanoğlu örtülmüş perdenin gerisin­deki, nevaya, cehalete ve kusura boyun eğmeyen hakikatleri nereden bilsin.[1649] Onlar ancak zahir olan şeyleri bilirler.[1650]

“Günahın açığa çıkanın da gizli kalanını da bırakın.” [1651] denilir­ken, umûmî olarak haram hükümler hakkında küllî bir asıl beyan edilmektedir; Allah'ın haram kıldığı şeyler açıkça herkesin anlayabileceği zahiri fiillerden ibaret değildir. Öyle gizli ve batıni fena­lıklar vardır ki herkes için anlaşılması zor veya im­kansızdır. Bunlar ancak Allah'ın beyanıyla biline­bilir.[1652] Mal, mülk insanlara hayır olarak gö­rüldüğü halde, Allah Teala şu ayette onların bu zanlarını zemmetmektedir:[1653]

“Gerçek o insan hayır (mal)  sevgisinden dolayı pek katı (cimri) dir.” [1654] Halbuki gerçek mümin Allah'a “Ey rabbimiz. bize dünyada da ahirette de hasene ver.” [1655] diye dua ederken, hasenenin şeklini tayin et­meyip, mutlak olarak ister, tayinini Allah'a bıra­kır. Bilirki Allah'ın onlar için seçeceği şey gerçek hasenedir.[1656]


[1596] A. Emin, Ahlak, 86.

[1597] a. g. e., 89; A. H. Akseki, İslâm, 95; F. Kam, İlm-i Ah­lak, 51-58.

[1598] Mâide: 5/4.

[1599] RM., 2/38; 9/81.

[1600] A. Emin, a. g. e., 95 -102; A. H. Akseki, Ahlak Dersleri, 29 - 32; F. Kam. a. g. e., 50 - 61.

[1601] A. Emin, a. g. e., 86; Cemil Meriç, Saint - Simon, 130.

[1602] C. Tanyol, 47. Enteresan misaller için bkn. a. g. e., 42 - 47, 163 - 167.

[1603] A. Emin, a . g. e., 102-104; A. H. Akseki, İslâm, 104; Ahlak Dersleri, 33; F. Kâm, a. g. e., 61.

[1604] A. Emin, Ahlak, 102.

[1605] a. g. e., 103.

[1606] A. H. Akseki, İslâm, 109. Vicdan hakkında bkn, a. g. , e., 104-123

[1607] a. g. e., 115.

[1608] Müsned-i Ahmed, 4/227; Heysemî, 1/175.

[1609] Müsned-i Ahmed, 4/228; Heysemî, 1/175. Benzer hadis için bkn. Tirmizî, 4/597.

[1610] Buhari, Buyu', 3 (3/3); Tirmizî, Kıyame, 60 (4/688); Müsned, 3/153.

[1611] A. H. Akseki, İslâm, 105.

[1612] N. Cisr. Kıssatul-İman, 169 - 173. A. H. Akseki, Ahlak Dersleri, 90; F. Kâm, a. g. e., 71 - 73.

[1613] K. Abdulcebbâr, Muğnî, 6 -1/57.

[1614] a. g. e., 6- l/64; İbn Teymiyye, Mecmu'atu'r-Resâil 1/333.

[1615] Zamahşerî, 1/255.

[1616] a. g. e., 2/423.

[1617] Bu hususta bkn, A. H. Akseki, İslâm, 325, 330.

[1618] Elmalılı, 4/2238 - 2/239.

[1619] S. Kutub,  5/109.

[1620] a. g. e., 3/9

[1621] Bakara: 2/44.

[1622] RM., 1/2 48.

[1623] Nisa: 4/11.

[1624] Râzî, 9/218.

[1625] Nisa: 4/165.

[1626] S. Kutub, 6/24 -"26. krş. RM.. 6/18.

[1627] İsrâ: 17/15.

[1628] Zamahşeri, 2/441

[1629] Elmalılı, 2/748 - 749.

[1630] Nisa: 4/165.

[1631] Bu mesele  için bkn. K. Abdulcebbâr, Muğnî, 6-1. cüz'ün tamamı.

[1632] İbn Haldun, Mukaddime

[1633] A. H. Akseki, İslâm, 100

[1634] İbn Kayyim, 1/371.

[1635] S. Kutub, 3/189.

[1636] a. g. e., 3/199.

[1637] Buharı, Rikâk, 31 (4/87); Müslim, İman, 59 (1/118).

[1638] K. Miras-A. Naim, 12/197.

[1639] Râzî, 10/26.

[1640] Sâd: 37/20.

[1641] RM., 23/177.

[1642] Râzî, 3/77-78.

[1643] Taberî, 2/70-71; RM., 3/77. Bu hususta bkn. İbn Teymiyye, 2/5-23.

[1644] Bakara: 2/177.

[1645] Ba­kara: 2/89.

[1646] Kuşeyrî, Letâlf, 1/161.

[1647] Elmalılı, 2/756.

[1648] Ba­kara: 2/216.

[1649] S. Kutub. 2/152.

[1650] Tabatabaî, 2/165.

[1651] En'am: 6/120.

[1652] Elmalılı.3/2039-2040.

[1653] Şevkâni, 5/483.

[1654] Adiyât: 100/8.

[1655] Bakara: 2/201.

[1656] S. Kutub, 2/118.