๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 14:03:44



Konu Başlığı: Hüda Hidayet ve Dalâl Dalâlet
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 14:03:44
Hüda/Hidayet, Dalâl/Dalâlet

 Gerek Kur'an'ın, gerek Kâinat'ın, gerek İnsan'ın ve gerekse Kâinat'taki varlıkların, biri kendi yönlerin­den, diğeri de Allah'a olan yönlerinden kaynaklanan İki özellikleri vardır. 'Hakk' kelimesini anlatırken açıkla­maya çalıştığımız gibi, vücudu mutlak, ezelî ve ebedî ve hakk olan tek varlık Allah'tır; Allah'ın açısından başka hakk olan varlık yoktur ve her varlığın varlığı izafîdir. Özellikle bu nokta, “Hidayet – Dalâlet” ve “Ka­za – Kader” konuları için oldukça önemlidir. Kur'an'a dikkatle baktığımızda, bir yandan “ancak Allah'ın hi­dayet ve dalâlete yönelttiğinin okurken, bir yandan da, “hidayet” veya “dalâlet”i seçmenin insan elinde oldu­ğunun vurgulandığına tanık oluruz. Aynı şekilde, bir ayette “sizden dileyen doğrulur” denirken, hemen ar­dından  “Allah dilemedikçe dileyemezsiniz” buyrulur. “Hidayet'i, dalâlet'i, irade'yi, kâinattaki bütün olup bi­tenleri, insanların yaptıklarını bile ancak Allah'ın yap­tığını” ifade eden ayetleri 'Allah'tan insanlara doğru' bir seyir içinde ele almak gerekir ve bunun nasıl oldu­ğunu bizim gibi 'gayb'da duran ve 'gayb'ı 'şehadet' (bk. Şehid) haline getiremeyen insanların kavrayabil­mesi çok zordur. Bu nedenle, biz bu tür olguları 'kul­dan Allah'a doğru' bir seyir içinde ele alacağız.

Allah, öncelikle 'dilediğini dilediği şekilde yapan'dır. Bu nokta, her sorunda kalkış noktamız olmak durumundadır. Böyle bir inancı 'kör kader - fatalizm' ka­bul edenler, insanın doğmasını, ölmesini, renginin, ırkının, fizikî yapısının türünü, doğum ve ölüm tarihlerini, Güneş'in, Ay'ın, yıldızların hareketlerini, günlerin gecelerin birbiri ardınca gelişini, mevsimlerin oluşumu­mu vb. hiç bir şekilde etkilemek şöyle dursun, bir Allah fikrini kabul etmek işlediklerine gelmediğinden, bu tür olayları 'fatalizm'den daha kör bir 'otomasyon'a bağlamakta ve bir kasırga, görünmez bir kaza, deprem gibi olaylar karşısında da acizliklerini ortaya koymaktan başka bir şey yapamamaktadırlar. O halde, her şeyden önce, 'dilediğini dilediği şekilde' yapan Mutlak Bir Varlığın bulunduğu, biz kabul etsek de, etmesek de orta­dadır ve en açık bir gerçektir.

İşte, 'dilediğini dilediği şekilde' yapan Allah-ü Tealâ (C.C.) kâinatı yaratıp, insanları ve cinleri belli bir alanda eylemlerinde serbest bıraktığında, Cennet'i ve Cehennem'i bu insanlar ve cinlerle doldurma hükmünü de vermiştir. İşte, Allah'ın 'kimlerin Cennet'e, kimlerin de Cehennem'e gireceğini bilmesi', O'nun meşietiyle bütünlük içindedir. Allah meşiet veya kazasından yeryü­zü hayatında insanları sorumlu tutmaz onlara birtakım emir ve nehiylerde bulunur ve ahirette “kaza ve meşietinden değil emir ve nehiylerinden sorar” 'Mutlak hida­yet ve mutlak dalâletin Allah'tan olmasının anlamını bizim bunun dışında ifade edebilmemiz zordur.

Allah, cinlere ve insanlara belli bir 'dileme' gücü vermiştir. 'Cinler', ateşten yaratılmış ve topraktan ya­ratılan insanlara görülmeyen, çeşitli biçimler alabilen ve 'hem mü'mini, hem kâfiri' bulunan varlıklardır. Bu­rada, 'cinler' konumuzun dışında olduğundan, sadece in­san üzerinde yürüyeceğiz.

'Sebil' ve 'Sırat' kelimelerini anlatırken de belirtti­ğimiz gibi, insana verilen irade, iki zıt kutup arasında bir seçimi gerektireceğinden, insanın yeryüzündeki ha­yatına başlamasıyla birlikte, 'hayr'la. 'şerr’, veya, 'küfr'le 'iman', 'Allah'ın Yolu'yla, 'İblis'in Yolu' arasındaki, mücadele de başlamıştır. Allah, bu mücadele ve imtihan için gerekli her türlü şartı yaratmıştır; bir yanda, in­sana sonu gelmez arzular, tutkular, unutkanlık, ceha­let, saldırganlık, kibr, haset gibi özellikler verir ve bu özellikler üzerinde onu sürekli Allah Yolu'ndan sapma­ya, Cehennem'e çağıracak İblis'i varederken, bir yandan da, yine insana, Kendi Yolu'na gidebilecek yete­nekler, akıl, düşünme, muhakeme etme, öğrenme, ha­tırlama gibi yetiler bahsetmiştir. İşte, bu iki zıt kutup arasında insan iradesini kullanmak durumuyla karşı karşıyadır: Bu durum, Kur'an-i Kerim'de şu ayetlerde ifadesini bulmaktadır:

“Rabbimiz. her şeye yaratılışını verip, sonra hida­yet edendir (Taha: 50)”.

“Yüce Rabbi'nin adını teşbih et; O yarattı ve dü­zene koydu; ve, takdir edip, yola koydu (hidayet et­ti) (A'lâ:1-3)” Demek ki, hidayetin ikinci derecesi, Allah'ın her şeyi yerli yerine koymasıdır. Bu, yalnızca insanlar için değil, Kainatın tüm işleyişi için geçerlidir. Yani, Allah her varlığı yoluna koymuştur ve onları bu yolda yü­rütür.

Allah, Adem'i yeryüzündeki hayatına indirdiği za­man şöyle demişti:

“Hepiniz ordan inin; artık, ne zaman benden bir hüda gelir de, kim benim hüda'ma uyarsa, böyleleri için korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir (Bakara: 38)”.

Yeryüzündeki hayatına başlayan insanın önüne iki yol açılmış bulunuyordu artık. Bu yollardan birisi, Al­lah'a giden Yol, diğeri ise, Allah'ın Yolu dışındaki sayı­sız yollar. Allah, Kendi yarattığı kullarına karşı son de­rece merhametli olduğu için, insanlara sürekli olarak hüdasını göndermiştir. Aslında, hüdasınıı gönderiş, Allah'ın rahmetindendir, merhametindendir. Çünkü, Al­lah daha önce insanı bütünüyle yetkin bir halde yaratmış, onu acımak, susamak, üşümek, yanmak gibi her türlü ihtiyaçtan uzak tutmuştu. Fakat, İnsan, Allah kendisini İblis'in 'azdırması - iğvasına karşı uyarmış olmasına rağmen, İblis'e uyarak, iradesiyle kendi kade­rini bir yerde kendi çizmiştir. Bundan sonra, Allah'ın insana tekrar hidayet göndermesi, bütünüyle O'nun rah­metidir. Nitekim, hidayet kelimesinin bir anlamı hedi­yedir. 'He-Dâ' 'doğru yolu bulmak, yola girmek, yol gös­termek' anlamına gelirken, 'eh-da' 'hediye vermek’, 'ha-dâ', 'hediyeleşmek' demektir. Artık, yeryüzüne indikten sonra, Allah'ın insanlara yol göstermesi, onlara 'hüda' sını göndermesi, bütünüyle O'nun hediyesidir.

Yeryüzünde İnsan'a düşen, Allah'ın hediyesini ka­bul etmektir. Bu hediyeyi Allah, her insana doğrudan ', doğruya değil de, aralarından seçtiği elçieri vasıtasıyla gönderir. İnsanın nefsi üzerinde çalışan, dünya hayatı için gerekli olan yeme, içme, cinsel arzu, uyuma gibi ihtiyaçları saldırganlık, haset, kibr, bilgisizlik, unutkanlık gibi bütünüyle olumsuz niteliklerle birleştiren İblis böylece dünya hayatının geçimliğini insan'için yegâne amaç haline getirir. Bunun sonucunda, yalnızca tutku­ları peşinde koşan ve yeryüzünde fesat çıkaran insanın Doğru Yol'u bulması için, Allah elçilerini gönderir ve elçileriyle beraber Kitap indirir. İnsanın, saptığı yollar­dan ayrılıp, Allah'ın Yolu'na girebilmesi için, öncelikle böyle bir zorunluluğu duyması, yani, bu Yol'a girmek',için çabalaması gerekir. Bu çabalama 'Allah uğrunda cihad'dır. Böyle bir çabanın içinde olan, yani, ya kendilerinden, ya da Elçiler'in çağrısıyla böyle bir çabanın içine giren insanlara, Elçiler getirdikleri Kitab'ın ayet­lerini okurlar. Ne ilginçtir ki, Elçiler'e ilk inananlar, Şirk'in kirlerine bulaşmamış ve Şirk'in yarattığı ortamdan son derece rahatsızlık duyanlar olmuşlardır; yani, Kur'an'ın deyişiyle, kulakları bütünüyle sağır, gözleri bütünüyle kör olmamış, bunun sonucunda kalpleri hep­ten kararmamış, yani, ölmemiş insanlardır bunlar. İn­sanı öldüren, kalbi karartan günahlardır; Şirk'in her türlü kirlerinin içine bulaşarak, karanlıklar içinde ha­yaller ve kuruntular üzerinde bir 'bilgi' oluşturan ve bunu gerçek bilgi sanan insanların iman etmesi ko­lay olmaz. İblis, insanlara yaptıklarını bezer, onlara ‘va'd eder, içlerine kuruntular eker.

“Elbette senin kullarından belirlenmiş bir pay ala­cağım”   dedi;   “onları  mutlaka  saptıracağım,  boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim”.. Onlara va'd eder, ümit verir.. (Nisa:  118-120)”. İşte, Şeytan'ın va'dine, verdiği ümitlere ve emir­lerine bağlanıp, tutkularına kapılan insanlar 'ölmüş’ insanlardır; fasıktırlar, tacirdirler.. Elçiler'in getirdik'lerine inanmazlar, onları yalanlarlar, inananları da vazgeçirmeğe çalşırlar. Onların bu durumuna, Kur'an-ı Ke-rim'de “çok uzak bir dalâl” denir.                                  ;

İblis'in temelde insanlar üzerinde bir hükmü yok­tur. O sadece va'd eder, kuruntular ve ümitler verir. Ona uyanlar, aslında tutkularına, arzularına, nevaları­na uyanlardır. Böyleleri, kurdukları dünyalarını sürdü­rebilmek için bir takım putlar icat ederler. Bu putlar, bazı şekiller olabildiği gibi, özellikle günümüzde çok yaygın olduğu biçimiyle, aldatıcı bir takım 'bilgi'ler, eğ­lenceler, şarkıcılar, sporcular, bilim, teknik; sosyoloji, psikoloji, hattâ tıp ve biyoloji gibi bilimler; ilerleme, eği­tim, medeniyet, kültür, çağdaşlık gibi kelimeler de ola­bilir. Bunlar, Allah'ın Yolu'ndan sapmış, tutkularına kö­le olmuş insanların, başkalarını da saptırmak için icat ettikleri putlardır. Kur'an bu duruma şöyle değinir: “

Hani İbrahim demişti: “Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni ve oğlumu putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim, çünkü onlar, insanlardan çoğunu saptırır­lar (dalâlete düşürürler)..(İbrahim:  35-6).”

Oysa, gerek İblis'in, gerekse putların insanlar üze­rinde etkileri yoktur, dalâlete düşen insanın kendisidir:

“Onlan ve Allah'tan başka taptıklarını topladığı gün der ki: “kullarımı siz mi dalâlete sürüklediniz, yoksa kendileri mi yolu sapıttılar?» Derler: «Teşbih ederiz seni, senden başka veliler edinmek bize ya­raşmaz. Fakat sen onlara ve babalarına geçimlik verdin de, zikri unuttular ve helaki hak eden bir topluluk oldular (Furkan: 17-18).”

Demek ki, insanların sapmasına neden olan, dün­ya hayâtının geçimliğidir; bu geçimliği dünya hayatı­nın amacı haline getirip, Ahiret'i unutmaktır.

“İnsanlar için, kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, ekinlere ve hayvanlara karşı aşırı tutku bezenip süslendi; oysa bunlar, dünya hayatının geçimliğidir..” (A. İmran: 14).

Öte yandan, yukarıda belirttiğimiz gibi, Şirk'in yol açtığı ortamdan memnun olmayan ve çıkış yolu ara­yan insanlar, gerçi hüda üzere değillerse de, uzak bir sapıklık içinde de değillerdir, onların sapıklığı, hüdanın dışında, ama ona yakın olma durumundaki bir sa­pıklıktır, dalâldir. Elçiler bunlara Allah'ın ayetlerini okuduğu zaman, onlar hemen kalplerindeki kirleri gi­dermeğe girişirler, yani tezkiyeye başlarlar:

“Andolsun nefse ve onu düzenleyene; fücurunu da ilham etti ona, takvasını da. Kuşku yok, onu tez­kiye eden kurtuldu; alabildiğine örtense kaybetti (Şems: 10).”

Görülüyor ki, hidayetin birinci basamağı tezkiye­dir. Nitekim, Hz. Musa da Fir'avn'a geldiği zaman, önce şunu söylemiştir:                                              .

“Var mısın tezkiyeye (arınmaya); seni Rabbi'ne hi­dayet edeyim de, huşu bulasın (Naziat: 18-9).”

İşte, bu şekilde arınmaya koyularak, hüdaya tabî olmak isteyenlerin bu çabasına ihtida denilir. İhtida'nın başlangıcı Elçiler'e ve Allah'tan getirdiklerine inanmak ve okudukları ayetlerle kalplerini arıtma uğraşısı içine girmektir. İman ve İslâm konusunda da açıklayacağı­mız gibi, İman ve İslâm'ın birinci aşaması da budur; yani, Elçiler'e ve getirdiklerinin doğruluğunu kabul et­mek ve teslim olmak. Böyle bir kabul ve teslimiyetin içine giren insan, ihtida etmiş olan insandır:

“Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ettilerse, şüp­he yok, ihtida etmişlerdir (Bakara: 137).”

“Eğer teslim olmuşlarsa, şüphe yok, ihtida etmiş­lerdir (A. İmran: 20).”

Beri taraftan, Elçiler'in çağrılarına kulak vermeyip, uzak bir dalâlin içinde olanların peşinden gidenlerin, kendilerini dalâlete sürükleyenlerle Ahiret'teki karşılaş­malarıysa Kur'an'da şöyle anlatılır:

“Sizden önce, insanlardan ve cinlerden geçen üm­metlerle birlikte girin ateşe” dedi. Bir ümmet gir­dikçe kardeşine lanet eder. Hepsi, birbiri ardınca orada toplanınca, sonrakileri öncekiler için, “Rabbimiz, bunlardır bizi dalâlete sürükleyenler, onlara iki kat ateş azabı ver” derler.,. Öncekileri de son­rakileri için, “sizin bize bir üstünlüğünüz, fazlalı­ğınız yok, kazandıklarınızdan dolayı tadın azabı” derler (A'raf: 38-9”. ve, “Rabbimiz, doğrusu biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de, onlar yolu sapıttılar. (Ahzab: 66-7).”

Bu ayetlerde dikkatimizi çeken bir diğer nokta, in­sanlık tarihinde önceden gelenlerin sonradan gelenle­rin sapmasında veya doğruda gitmesinde etkili oldu­ğudur. Bu yüzdendir ki, Kur'an, geçmişlerin kazandık­larından sonra gelenlerin sorumlu olmayacaklarını vur­gular ama, öncekilerin sonrakilerin yaptıklarından so­rumlu olmayacakları konusunda bir değinide bulun­maz.

Kalplerini arıtanlar, Allah'a yapışır, Elçiler'in öğ­retilerine kulak verir ve bu öğretiler üzerinde gitmeğe, hayatlarını sürdürmeğe çalışırlarsa, Allah da yıların hidayetini artırır, onları Sırat-ı Müstekîm'de sabitleştirir:

“İhtida edenlerinse Allah hidayetlerini artırdı ve onlara takvalarını verdi (Muhammed: 17)”. İhtidalarında sabit olup, imanlarından dönmeyen­ler ve salih amellerde bulunanların sonunda kalpleri de hidayete erer; kalp hidayete erince, insan bütünüyle hüdaya, ulaşmış, yani artık tam anlamıyla hidayet bul­muş demektir:

“Kim Allah'a iman ederse, Allah kalbini hidayete erdirir (Teğabün: 11)”.

Allah'ın hidayete erdirdiği insanlar, yine İblis'in iğvalarına kapılıp, dalâlete düşebilirler. Valâl, Doğru Yol'dan her türlü sapmayı içine alır; ister bilerek, is­ter bilmeyerek, ister unutarak, ister kasden olsun. Sı­rat-ı Müştekimde olmamak veya Sırat-ı Müstekîm'i bil­memek de dalâldır.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan da anla­şıldığı gibi, hidayet öncelikle Allah'tandır ve tek hidayet edici O'dur. Fakat, rasûller Allah'ın hidayetiyle hi­dayet edici, yani, insanları Allah'ın Yolu'na yönelticidirler. Bu yönelişi tam bir hidayet üzerinde oluşa çevir­mek yine Allah'ın elindedir. Peygamber ne kadar ister­se istesin, insanlara hidayet veremez. Allah'ın izniyle insanlar hidayete erer veya sapıklıkta devam eder. Ay­nı şekilde İblis de insanlara vahyederek vesvese vere­rek emrederek kuruntular ve ümitler içinde yürüterek, onları dalâlete çağırır. Ama, yine, insanı sapıklığa iten Allah'tır; yani, nihaî belirleyici odur, insansa iradesini kullanarak sapar; yani Allah, İblis'in va'dlerine kana­rak, tutkularına esir olan insanları, kendileri istedikleri ve o yöne yöneldikleri için saptırır. İnsanları doğruya yönelten, yani hidayete götüren imamlar olarak elçiler göndermesi, temelde yine Allah'ın hidayet etmesi oldu­ğu gibi, İblis'le de saptırması, yine Allah'ın saptırmasıdır; yani, Allah insanın gerek hidayete ermesi, gerekse sapması için gerekli her türlü şartı yaratır; sonra, hida­yete ermeğe çabalayan insanları hidayete ulaştırır, sa­pıklıkta ısrar edenleri de kendi hallerine bırakır:

“Onları (elçileri) emrimizle hidayete götüren imamlar kıldık (Enbiya.: 73).”

“Muhakkak sen Sırat-ı Müstekîm'e ihtida ettirirsin (Şura: 52)” Buna karşılık,

“Muhakkak sen, sevdiğini hidayet edemezsin, an­cak Allah dilediğini hidayet eder (Kasas: 56).”

“Sen, görmüyorlarsa, körlere hidayet mi verecek­sin? (Yunus: 43).”

“Sen ancak uyarıcısın ve her kavm için bir hida­yet edici vardırb (Ra'd: 7) (Bu ayette, Hz. Peygamber'in korkutucu olmasının yanısıra, ondan başka bir hidayet edicinin de olduğu belirtilmektedir. Bu ayetin çok çeşitli tefsirleri yapılmıştır. Kavmin “hi­dayet edicisinin de yine peygamberler olduğu söylendiği gibi, bundan Allah'ın kastedildiği belirtil­miş, bazıları da Peygamber'den sonra O'nun ye­rine geçen Veliyy'til-Emr'in kastedildiğini ileri sür­müşlerdir.)

“Yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, seni Al­lah'ın yolundan saptırırlar (En'am: 116).” Bazı insanlar, hidayeti bulduktan sonra da dalâ­lete düşerler. Tefrika ve bağy konularında inceleyeceği­miz gibi, bu sapmanın nedeni, yine tutkulara köle olup, dünya hayatını Ahiret'e tercih etmektir. Ve, bu sapma, Allah'ın apaçık delilleri ortaya koymasından sonradır ki, çok daha büyük ve tehlikeli bir sapmadır.

“Allah hidayet ettikten sonra, kaçınmaları gereken şeyleri açıklamadıkça bir kavmi saptıracak değildir Tevbe: 115)”.

Yeryüzünde hidayette ve dalâlette oluşlarına göre insanlar Ahirette ya Cennet'e, ya da Cehennem'e hi­dayet olunur.

“İnsanlardan, Allah hakkında ilimsiz mücadele eden ve her kaba şeytana uyan vardır. Onun aley­hine yazıldı ki, kim onu dost, velî edinirse, muhak­kak onu sapıtır ve alevli ateşe hidayet eder (Hacc:3-4).”

“Onları Cehîm'in yoluna hidayet edin” (Saffat:23).

Yukarıdaki iki ayette çok ince bir nükte vardır. Gerek İblis'e, gerek cinden, gerekse insandan şeytanla­ra uyanları, velî edinip peşinden gittiği şeytan, sonun­da onları alevli ateşe götürür, onun hidayeti alevli ateş­tir; bir başka şekilde, kendisine uymasının karşılığında, şeytanın vereceği hediye alevli ateştir. İkinci ayette de benzer bir anlam vardır. Zalimlerin Cehennem'e hida­yet olunacağını belirten ayet, bir yandan ince bir nükte taşırken, öte yandan, yaptıklarının karşılığında on­lara yakışan hediyenin Cehennem olacağını belirtmek­tedir.

Yine 'He-Da' kelimesinden gelen ve Hacc'da bir bakıma, yoksulların yemesi için ve aynı zamanda Al­lah'a bir hediye olarak, ayrıca, Hacc'da yerine getirile­meyen menasikten birinin karşılığı olarak kesilen kur­bana 'hedy' denilir.

“Allah İçin haccı ve umreyi tamamlayın; eğer bir engelle karşılaşmışsanız, kolayınıza gelen hedy vardır; hedy mahalline varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin.. Kim de hacca kadar umreyle fay­dalanmak isterse, ona da hedyin kolay geleni var­dır.. (Bakara: 196-).”

Dalâl, 'an' harf-i cerriyle kullanıldığında 'yitmek, yok olup gitmek, anlamlarına gelir. Kâfirlerin dünya hayatındaki amelleri, küfrleri, iftiraları, hepsi Ahiret' te kendilerinden sıyrılıp gidecektir. Böylece, onların hiç bir değerlerinin olmadığı anlaşılacak ve kendilerine hiç bir bakıma yarar getirmeyecek, tam tersine zarar ve­recektir. Dünya hayatında Allah'a koştukları eşler de, aynı şekilde kendilerinden kaybolup gidecektir:

“Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitti (En'am: 24, Yunus: 30..)”.[131]


[131] Bu bölümü yazarken M. P. Dahhak'ın ilgili 'va'z'indan geniş ölçüde yararlandık.

Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 148-158.