Konu Başlığı: Hasene Husn ve Seyyie Sû Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 13:02:36 Hasene/Husn - Seyyie/Sû' Kur'an terminolojisinde çok önemli yeri olan ve İslâm tarihinde itikadı mezhepler arasındaki tartışmanın odak noktalarından birini oluşturan iki kavram hasene ve seyyie kavramlarıdır. 'Ha-Sü-Ne' 'iyi olmak, güzel olmak’ demektir. Bu anlamda Kur'an-ı Kerim'de “Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse onlar nebilerden, sıddıklar, şehidler ve salihlerden Allah'ın kendilerine nimet verdiği kişilerle beraberdir; ne güzel arkadaştır onlar(onlar arkadaş olarak güzel oldu) (Nisa: 69); “Onlar sabretmeleri nedeniyle odayla ödüllendirilir ve orada tahıyyet ve selâmla karşılanır; orada ebedîdirler; durulacak yer ve ikamet yeri olarak güzeldir orası(güzel oldu)”[257] (Fürkan: 75-76) gibi ayetlerde geçer. 'Ha-Sü-Ne'nin zıddı olarak 'Sâ’ E' 'kötü oldu' demektir. Bu da Kur'an-ı Kerim'de çeşitli ayetlerde geçer. Örnek olarak, “Geçenler dışında, kadınlardan babalarınızın nikahladıklarını nikahlamayın; çirkin ve çok kötüydü bu; kötü bir yol(yol bakımından kötü oldu) (Nisa: 22) ”; “Kim ki şeytan kendisine yakın olursa, ne kötü yakındır o (yakın olarak kötü oldu) (Nisa: 38)”; “Onlardır varacakları yer Cehennem olan; ne kötü dönülecek yer dönülecek yer bakımından kötü oldu) (Nisa: 97)”; “Ne kötü oldu uyarılanların yağmuru! (Nemi: 58)”ayetlerini verebiliriz. İnsan organlarının birbirine göre oranı, yaratılışındaki ve görünüşündeki düzgünlük, yüzündeki özellikleri ve daha başka tabiatındaki nitelikleriyle kendisine, bilhassa bakışına hoş gelen şeylere 'güzel' der; bunun Arapça karşılığı da 'Ha-Sü-Ne’ fiilinden gelen 'husn'dür. İnsanın yüzünün güzelliği burnunun, ağzının, gözlerinin, saçlarının ve diğer özelliklerinin karşıdakine hoş gelmesi ve başkalarının nefsinde bir çekicilik, kendine karşı bir eğilim uyandırmasıdır. Bu niteliklerin zıddı olan duruma da 'sû', müsâat’ veya 'kubh' denilir. 'Sû', veya Türkçe karşılığıyla 'kötülük veya çirkinlik’ bir bakıma 'güzelliğin bulunmamasıdır'[258] ki, güzellik varlık belirtirken, çirkinlik yokluk ifade eder. Bu bakımdan 'husn' ve 'sû" öncelikle duygu, duyu ve nefs işidir. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de “Sana bundan sonra kadınlar helâl değildir, sağ elinin malik oldukları dışında husnleri hoşuna gitse de zevcelerinden onlarla değiştirme yapman da (zevcelerinden boşayıp başka kadın alman da) (halâl) değildir (Ahzab: 52) buyurulurken, kadınların 'husn'ünden, yani güzelliklerinden söz edilmektedir. Sonra bu anlam hareketleri, toplumun ve insanın durumlarını, olayları vs. değerlendirecek bir kapsam kazanmıştır. Sözgelimi, mutluluk, geçimlik, adalet, iyilik, güzel davranış, öğrenim, terbiye, öğüt ve bu türden şeyler 'husn' olarak değerlendirilmiş ve bu kelime daha çok 'iyilik' anlamında ve çoğunlukla bir tamlayıcı olarak kullanılıp, 'iyi ve güzel şeylere' ise 'hasene' ve çoğul şekliyle de 'hasenat' denirken, 'sû" 'husn'ün zıddı olmuş ve zulm, düşmanlık gibi şeyler de 'seyyie' ve çoğul şekliyle 'seyyiat' olarak adlandırılmıştır. Öte yandan, 'hasene' ve 'seyyie' veya 'husn' ve 'sû’ inançlara, zamana ve yere ve değer yargılarına göre değişiklik göstermektedir. Sözgelimi, kadınlarla serbest ilişki ve içki içmek İslâm'ın gözünde 'sû" ve birer 'seyyie' iken, bugün Batılılar yanında 'husn' ve birer ‘hasene'dir. Aynı şekilde, adaletin uygulanması, örneğin zina edene sopa vurulması İslâm'a göre 'husnken cezalandırılana veya İslâm'a inanmayanlara göre 'sû" olabilir. Bunlardan ayrı olarak, husn ve sû'un veya kubh' un kapsamı daha da geniştir. İnsanın bireysel veya toplumsal hayatı boyunca karşılaştığı olaylar, başına gelenler de hasene ve seyyie içine girmektedir; sözgelimi, sıhhat, afiyet saadet, galibiyet, başarı gibi şeyler hasene olarak değerlendirilirken, yenilgiler, hastalıklar, belâ ve musibetler, yoksulluk, zillet, tutsaklık gibi şeyler de seyyie olarak görülmektedir. Öte yandan, duruma göre bir hareket husn veya sû' da olabilmektedir; sözgelimi, hak edene infakta bulunmak bir hasene iken, yerine yapılmayan infaksa bir seyyiedir. Zelzele, su baskını, yangın gibi afetler birer seyyie olduğu halde, düşmanın başına geldiğinde karşı taraf için hasene görülür; inatçı kâfirlere inen her musibet İslâm açısından bir seyyie değil, belki bir hasenedir'. Yemek yemek mubahtır ve husndür, fakat kişinin kendi malından ve helâldan olduğu zaman! fakat haramdan veya başkasının malından olduğunda, veya gereğinden fazla yendiğinde sû' halini alır. Nikâhla düzenlenen kadın-erkek ilişkisi hasene olduğu halde, gayr-ı meşru ilişkiler seyyie'dir. Kısaca, husn ve sû', veya hasene ve seyyie kelimeleri insan hayatındaki her şeyi kuşatıcı bir özelliğe sahiptir. Nitekim, saydığımız durumların hemen hepsi Kur'an'da geçer. Varılacak yerin husn olanı Allah yanındadır(A. İmran: 14); insanlara bağırmadan, onları incitmeden, tatlı, hoş ve güzel, yani husn söz söylemek gerekir; “Şüphe ettiğini bırak” hadis-i şerifi gereğince hakkında yakîn ve tam bir bilgi sahibi olunan sözü söylemek gerekir, husn söz budur ve böylesi söze uymak lâzımdır(Bakara; 83, Zümer: 18); karşılığında insanı Allah'a giden yolda yücelten ve mesafe aldıran her imtihan hasen'dir(Enfal: 17); Allah Kendisi'ne tevbeyle yönelip salih amelerde bulunanlara halâl ve 'tayyib’, yani hasen geçimlik verir (Hud: 3); peygamberlik hasen bir rızktır (Hud: 88); Allah yolunda öldürülenlerin Rabbleri katında buldukları rızk da hasen bir rızktır (Hacc: 58); Allah'ın inanıp salih amelde bulunan kullarına dünyada ve Ahiret'te va'di hasendir, (dünya hayatında onları yeryüzünde yerleştirir, korkularından sonra onları emin kılar ve onları yeryüzünün halifeleri yapar. Ahiret'te de onları Cennet'ine kor) (Taha: 86)... Allah'ın mü'min kulları da dünyada ve Ahiret'te Allah'tan hasene isterler (Bakara: 201.) Boyası en güzel (ahsen) olan Allah'tır, dinin ahsen'i İslâm'dır; kim ahsen amelde bulunacak diye Allah hayatı ve ölümü yaratmıştır; kişinin kendisine yapılan kötülükleri, özellikle tebliğde başına gelen ve karşılığında hasen bir ecir alacağı seyyieleri ahsen olan davranışla savması gerekir... (Bakara: 138, Nisa: 125, Mülk: 2, Mü'minûn: 96...) Babaların evlendiği kadınlarla evlenmek, yeryüzünde hesat çıkarmak ve Allah'a yalan iftirada bulunup helâlini haram, haramını helâl saymak, O'nun emretmediğini emretti, emrettiğini emretmedi demek, hükümlerinin ve indirdiklerinin bazısını gizlemek, Allah'ın koyduğu hükümlerin dışında hükümlerle hükmetmek, Alah'ın ayetlerini dünya geçimliği karşısında satmak ,değiştirmek gizlemek ve insanları Allah'ın yolundan alıkoymak, zinaya başvurmak, livatada bulunmak, bile bile yalan yere yemin etmek, nifak çıkarmak ve iki yüzlülük yapmak, Allah'ın ayetlerini yalanlayıp alaya almak, Allah'a ve Rasûlü'ne karşı Allah mü'minlere olan va'dinde durmaz, Rasûl'ün getirdikleri Allah" tan değildir, Allah onu rasûl göndermemiştir gibi ayetleri yalanlayıcı kötü zanlarda bulunmak, insanlara işkence yapmak, onları öldürmek, yurtlarından sürmek, kadınların ırzına geçmek gibi davranışlar birer seyyiedir (Nisa: 22, Maide: 66, En'am: 136, Tevbe: 9, İsra: 32, Mücadele: 15, Rum: 10, Meryem: 28, Enbiya: 74, Feth: 6, 12, Bakara: 49, Yusuf: 25). Yukarıda saydığımız seyyieler büyük günahlardır; daha doğrusu, seyyie her türlü günahı içine alacak bir özelliğe sahiptir. Fakat, bazı ayet-i kerimelerde, örneğin Nisa Suresi 31'inci ayette, “Nehy edildiklerinizin büyüklerinden kaçınırsanız, Allah sizden seyyieleri örter ve sizi kerim bir yere kor” buyurulmaktadır. Kur'an'da bu ayetin benzeri daha başka ayetler de vardır. Ayet'in zahirinden ve yine “Kitap kondu ve mücrimleri görürsün içindekilerden titrerler ve uvah bize, nedir ki bu kitap küçük büyük bırakmadan hepsini saymış” derler” (Kehf: 49) gibi ayetlerden günahların küçük ve büyük olmak üzere ikiye ayrıldığı anlaşılmaktadır. Öte yandan, yukarda verdiğimiz Nisa Suresi'nin 31'inci ayetinde 'seyyieler' küçük günahlar olarak sunulmakta, oysa daha önce sıraladığımız ayetlerdeki belirtilen seyyieler şirki de içine almakta ve “Yoksa seyyieleri işleyenler kendilerini iman edip salih amel işleyenlerle hayat ve ölümlerinde bir tutacağımızı mı sandılar?”(Casiye: 21) ayetinde bütün günahlara seyyie adı verilmektedir. İşte, bu konu İslâm tarihinde müfessirleri ve mezhep yanlısı kelâmcıları bir hayli yormuş, Mutezile büyük günah-küçük günah ayırımını kesinlikle yapar ve Eş'ariler temelde böyle bir ayırımı kabul etmediklerinden, Gazalî'nin İhyası'ndan bu konuda alıntıda bulunup reddeden ünlü Eş'arî müfessirlerden Fahrüddin-i Razî'nin bu tavrı Tefsir-i Menar'da şu şekilde eleştirilmektedir: “Eğer dedikleri doğruysa, illâ Mutezile'ye karşı çıkmak için ayetler ve hadisler te'vil mi edilecek? Mezhep bağnazlığı zekî alimlerin çoğunu meramlarını ifadeden alıkoymuş, kitaplarını müslümanlar için fitne haline getirmiş ve onları dinin hakikatından sapıp mücadeleye sevketmiştir. Razi'nin Gazalî'den yaptığı alıntıyı ve bu nedenle de nasıl reddettiğini görüyorsun? Nerede Razı nerede Gazali?” Gazali 'İhya'sında şöyle der: “Kebairden kaçınmanın seyyieleri örtmesi, kadının yanında ona varmaya gücü yeten kişinin iradesiyle bundan vazgeçip, sonunda kalbinde meydana gelen nurun kadına dokunmak ve bakmaktan da onu alıkoyması gibidir. Kadına varamayacak durumda olup da varmaması seyyieyi örtmez. Şaraba iştahı olmayanın, şaraba sürükleyici şarkı veya çalgı aletlerini dinlemekten kaçınması seyyieleri örtücü değildir. Ama, şaraba iştahı var, çalgıyı dinlemek istiyor, fakat nefsiyle mücahede edip bunlardan vazgeçiyor; bu durumda kalbindeki zulmet kalkar. Kalpdeki her türlü zulmet (karalık) ancak ona yol açan günahın zıddı bir haseneyle giderilir. Beyazın siyahı, soğuğun sıcağı giderdiği gibi seyyieyi de hasene giderir...” Gazalî'nin parmak bastığı gibi, seyyielerin örtülmesi hasenelerin işlenmesiyledir. Günahların bazısının büyük bazısının küçük olması, önceki bahiste karşılığında ceza va'd edilen bir takım ismlerin büyük ğünahlar olduğu belirtilmişse de, birbirlerine oranladır; sözgelimi, zulmen bir kişiyi öldürmek yabancıya bakmak karşılığında, helâl kabul edip şarabı içmek nefsine uyup içmek karşılığında daha büyük günahtır. Bu bakımdan, her günah seyyie olabildiği gibi, başkalarına oranla büyük sınıfına girenlerin karşısında kalanlarına da seyyie denmektedir. [259] işte, büyük günahları işlemek şöyle dursun, işleme gücüne sahip olduğu halde bunlara yaklaşmaktan kaçınanların işledikleri hasene ve daha başka hasenelerîn yanısıra, tevbe ve iman edip takva sahibi olmak seyyieleri giderir (Hud: 114, Tahrim: 8, Maide: 65). Seyyieleri örten ve gideren hasenelerdir, Tevbe edilmedikçe, günahlarda küçümsenip ısrar edildikçe, hasene işlenmeyip kebairûen kaçınılmadıkça, sonunda küfre varmak kaçınılmazdır. Hasene ve Seyyie konusuyla ilgili olarak, İslâm tarihinde büyük tartışmalar doğuran bir diğer noktada “Bakmaz mısın, kendilerine elinizi çekin, namazı kılıp zekâtı verin” denilenlere? Üzerlerine savaş yazıldığı zaman, içlerinden bir grup Allah'tan korkar gibi, hattâ daha fazla insanlardan korkar ve “Rabbimiz! Savaşı neden üzerimize yazdın? Yakın bir zamana değin erteleseydin keşke!” der. “Dünya geçimliği azdır” de; Ahiret ittika eden için hayırlıdır ve zerre, kadar zulme uğramazsınız. Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır, sağlam burçlar içinde bile olsanız. Başınıza bir hasene gelirse “Bu Allah'tandır derler; başınıza bir seyyie geldiğinde ise “bu sendendir” derler. De: “Hepsi Allah'tandır. Şu kavme ne oluyor ki, hiç bir sözü nerdeyse kavramıyorlar! Başına ne hasene gelirse Allah'tandır; ve başına ne seyyie gelirse kendindendir; seni insanlara rasûl gönderdik, şahit olarak Allah yeter” (Nisa: 77-79). Bu ayetlerde ifade olunan, “başa gelen kötülükler ve iyilikler Allah'tan mıdır kuldan mıdır” tartışması çoğu bilginleri meşgul etmiş, bir yandan Cebriyye iyilik kötülük her şeyi Allah'a verip kulun iradesini kabul etmez ve sevap-günah kavramını adeta ortadan kaldırırken, Mutezile Allah'ı tam bir tenzih endişesiyle kula tam ve mutlak bir irade verip, iyiliği de kötülüğü de ondan bilmiştir. 'Meşiet-İrade' konusunda da açıklamaya çalıştığımız gibi, bütün bu anlaşmazlıkların temel nedeni Kur’an'da gerek Hz. Musa ile Hızır olduğu rivayet edilen salih kulun kıssasında ve daha başka ayetlerde, gerekse bir takım hadis-i şeriflerde ifade olunan “meşiet'le irade'nin, bir başka deyişle 'tekvini' olanla 'teşriî' olanın birbirinden ayırt edilememesi, daha doğrusu her konunun tekvini (kevn, yaratılış) yönünün ihmal edilip, teşriî yönden incelenmesidir. Kur'an üzerinde meşiet'in cereyan ettiği ve Allah' ın dışında şey diye adlandırılan her varlık, her olay, kısaca her oluş ve olanın Allah'ın yaratması olduğunu açıkça belirtir: “Allah her şeyin yaratıcısıdır (Zümer: 62)”; “.Her şeyi yarattı ve ona belli bir takdir biçti (Furkan: 2)”. Bu iki ayet de her şeyde yaratmanın cereyan ettiğini belirtir. Bir de şu ayete bakalım: “Her şeyin yaratılışını güzel yaptı (Secâe: 7)”. Demek ki; her yaratılan güzeldir, yaratılış güzeldir, tekvini açıdan kâinatta çirkin veya kötü/çirkinlik, kötülük yoktur. Her şeyde, yaratılış ve vücuttan aldığı haz, ölçü nisbetinde, kendine biçilen miktar oranında husn vardır; bu husn onun yaratılışındaki amaç doğrultusunda ve bu amaca götürecek şekildedir. Haşa, Allah-ü Tealâ hiç bir yarattığında eksiklik, ikilik yaratmaz ve hiç bir yaratık O'nun takdirine karşı gelemez, O'nün çizdiği yoldan ayrılamaz (O yarattı ve tesviye etti, ve O takdir etti ve yol gösterdi (A'lâ: 2-3); hiç bir yaratık O'nu aciz bırakamaz; O yarattıkları üzerinde mutlak otoriyete sahip olandır (En’am: 18, Fatır: 44).. Varlık alanındaki her şey, her nimet Allah'a nisbetiyle hasenedir; öte yandan yaratılmışlar arasındaki ilişkilerde her şeye takdiri ve yolu çerçevesinde isabet eden kötülük seyredir, ama Allah'ın meşietinde olmakla bu da Allah'tandır, O'nun dilemesi ve mutlaka yerine gelen hükmüyledir; fakat buradaki seyyie Allah'a oranla değil, yaratılmışların kendi aralarındaki ilişkileri bakımındandır, yani sebepler aleminde, teşriî düzlemdedir. Yani Bediuzzaman'ın deyişiyle seyyie ve şerr mülk alemindedir; melekut aleminde her şey 'hayr' ve 'hasen'dir. Öte yandan, insanın başına gelen istemediği her seyyie kendindendir, kendi kazancıyladır, fakat Allah’ın meşieti dahilindedir: “Sana ne hasene gelirse Allah'tan, sana ne seyyie gelirse kendindendir.” Seyyie'nin insanın kendinden olması onun amelleri, Kur'an'ın bir diğer deyişiyle “elleriyle kazandığından” dolayıdır, yani 'kesb'dir: “Size ne musibet gelirse ellerinizin kazandığıyladır ve Allah çoğundan geçer (Şura:30)”. “Allah bir kavmin durumunu, o kavim nefislerindekini değiştirmedikçe değiştirmez (Ra'd: 11)”. “İşlediklerinin seyyileri başlarına geldi (Nahl: 34).” İnsanın başına gelen bütün s'eyyieler kendi ameliyledir; Allah hiç bir zaman onu kötü işe zorlamaz, doğru ve eğri yolu kendisine göstermiş ve kendisine istediği yolda gitme serbestisi vermiştir. İnsan eğri yolu tuttuğunda elbette bu yolun eğriliğinin cezasını çekecektir. Fakat, bu seyyieler de Allah'ın mahlûkudur, yaratılış yönünden seyyie değildir; çünkü adaletin eseridir, bu bakımdan hepsi hasendir ve Allah'tandır; fakat, insan açısından birer seyyie durumundadır. Şu noktayı da belirtmeliyiz ki, seyyie her zaman mutlaka günah karşılığı inmez. Sözgelimi, hiç günahı olmadığı halde, Uhud Savaşı'nda Hz. Pepgamber'in başına da seyyieler gelmiştir. Bu ise, O'nun derecesini yükselttiği gibi, risalet görevinde karşılaştığı tabiî zorluklardandır. Ayrıca, Allah kulun imanı arttıkça, ameleri düzeldikçe, belâ konusunda da açıkladığımız gibi, O'nu daha fazla Kendi'ne yaklaştırmak için üzerine bir takım seyyieler gönderir. Yine, insanın toplumsal hayatı kesintisiz olarak ilk insanla başlayıp devam ettiğinden kuşaklar arasında tam bir bağlantıyla sürüp gider. Bir önceki kuşağın seyyielerini onlarda hiç ortak olmadığı halde bir sonraki kuşak da çeker, hasenelerini de hiç ortak olmadığı halde paylaşır. Bütün bunlar mutlak meşiet'in ve insanın tutulduğu imtihanın gereğidir. Bir şey seyyie gibi görünür, ama sonucu itibariyle hasene olabilir, hasene görünür, seyyie çıkabilir. Haseneler bütünüyle Allah'tandır. Allah her şeyi güzel yarattığı gibi, hasene işleme gücünü insana vermiş ve İnsanı hasenelere yöneltmektedir (tevfik); fakat, Allah hiç bir zaman seyyie'yi irade etmez ve kulunu seyyie işlemeğe yöneltmez. Fazladan, seyyieyi misliyle cezalandırır ve çoğunu bağışlarken, haseneyi on katıyla hattâ daha fazlasıyla ödüllendirir. Bunun yanısıra, hasenelerin gelmesinde de kulun iradesini iyi yönde kullanmasının sebep olarak rolü sözkonusudur: “Eğer memleketler halkı iman edip takva sahibi olsalardı, üzerlerine gökten bereketler açardık (A'raf: 96).” “Onlardan, sabredip, ayetlerimize yakinen inandıklarında yol gösteren imamlar kıldık (Secde: 24). “Uğrumuzda cihad edenleri yollarımıza götürürüz (Ankebut: 69).” Görülüyor ki, her halükârda insanın iradesini iyi veya kötü yolda kullanması önemlidir. Şurası da gözden uzak tutulmamalıdır ki, “Allah her şeye yaratılışını verdi ve sonra yol gösterdi (Taha: 50)” ve “Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, ebedî olarak içinizden kimse temize çıkamazdı (Nur: 21)” ayetlerinde de belirtildiği gibi, insan haseneye ancak Allah'ın vermesiyle sahip olabilir. Sözün özü, yaratılış yönüyle kâinatta seyyie yoktur ve her şey Allah'ın yaratmasıdır ve O'nun açısından basenedir ve her hasene Allah'tandır; haseneler hayırdır, hayır O'nun Elindedir ve başkası ona ancak Allah'ın vermesiyle sahip olur. Allah'a seyyie nisbet edilmez, çünkü seyyie insanın kazancıdır, yaratılış yönüyle hasenedir ve Allah'tandır; kulun eliyle kazanması, Allah'ın da hak ettiğini, yani kazandığını vermesidir. Kur'an'da 'sû" ve 'seyyie' kelimeleriyle bağlantılı ve aynı kökten gelen bir diğer kelime 'sev’at’tır; “başkalarına gösterilmekten hoşlanılmayan yer, ayıp yer, avret yeri” anlamlarına gelmektedir. “Ağacı tadınca çirkin yerleri (sev'ât) kendilerine göründü (A'raf: 22)”; “Ey Adem Oğulları! Size çirkin yerlerinizi (sev'ât) örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik (A'raf: 26)” ayetlerinde insanın başkasına göstermekten utandığı ve fıtraten örtme ihtiyacı duyduğu yerleri anlamında 'sev'ât' kullanılmaktadır; aynı kelime 'elif "harfi kısa olarak, yani 'sev’et' şeklindede geçmektedir ki, bu da 'ceset' anlamındadır: “Derken Allah bir karga gönderdi, ona kardeşinin cesedini (sev'et) nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeliyordu.. (Maide: 31)”. (Seyyie gerek dünyada, gerekse Ahiret'te başa gelen ve gelecek kötülükler, kötü amellerin hepsi için kullanılırken, genelde 'günah' anlamında ve yalnızca sözcüğün dar anlamıyla 'dinî' nitelikte kullanılan bir diğer kelime de 'zenb'dir). [260] [257] Arapça'da ve özellikle Kur'andaki çoğu kullanımıyla fil-i mazi kesinlik belirtir ve Türkçe'deki 'dili geçmiş zaman' kipiyle çevrilmesi gerekmez. [258] Müfredat, 118, 252-3; Külliyat, 19, 166. [259] Açıklama ve alıntılar için bk. Tabatabaî, el-Mizan, IV, 344-353. [260] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 331-341. |