Konu Başlığı: Halk Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 13:56:38 Halk 'Ha-Le-Ka' fiil kökünden masdardır. 'Doğru takdir etmek, bir şeyi yokken ortaya koymak, bir şeyi bir şeyden meydana getirmek' demektir; Türkçe'de genellikle 'yaratmak' sözcüğüyle karşılanır. Halk kelimesi, özellikle evrenin ve insanın yaratılışıyla ilgili olarak Kur'an'da önemli bir yer tutar ve tek başına ele alınması zordur. Kur'an'da evrenin yaratılışıyla ilgili olarak, ‘ca'l, siva/istiva, savr/tasvîr, inşâ', bed'a/ibda', fatr, ber', bina, rafa, medd, best, vüs'a, mehd, seth, fetk, ilka, vaz'a, adl, inbat, ihraç' gibi daha başka kelimeler de kullanılır ki, bazılarına aşağıda kısa kısa değineceğiz. Yukarıda verdiğimiz tüm kelimeler temelde 'halk' kelimesinin çeşitli yönlerini ifade etmektedir. Bu kelime, 'yokken icat etmek' anlamında yalnızca Allah için kullanılır. 'Bir şeyden meydana getirmek' anlamında ise, insanlar için de kullanılması caizdir. Sözgelimi, Kur'an-ı Kerim'de, Hz. İsa'ya, “Benim iznimle çamurdan bîr kuş şekli halk ediyor, içine üflüyor ve kuş oluyordu (Maide: 110)” denmektedir. Ragıp el-İsfahanî 'halk' kelimesinin insanlarla ilgili olarak şu iki şekilde kullanılabileceğini belirtir: 1. 'Takdir, belirleme' anlamında; şairin şu beytinde olduğu gibi: “Sen düzenlersin halk ettiğin şeyi Bazılarıysa halkeder, ama düzenlemez.” , 2. Yalan ve ortada olmayan bir şeyi ortaya atmak (uydurmak, iftira) ile ilgili durumlarda; nitekim Kur'an-ı Kerim'de “Siz ancak Allah'tan başka bir takım putlara tapıyor ve yalan/iftira halk ediyorsunuz Ankebut: 17)” Duyurulmaktadır. Halk bazen, aşağıda ifade edeceğimiz gibi fıtrat anlamında kullanılır; daha doğrusu, 'fıtrat’ 'halk'ın bir yönünü ifade eder. Kur'an'da, “Allah'ın halkı için değiştirme yoktur (Rum:30) buyurulurken, îblis'in, “Onlara emredeceğim..Allah'ın halkını değiştirecekler (Nisa: 119)” dediği de anlatılır. Görünürde çelişkili gelen bu ifade, aslında herhangi bir çelişki ortaya koymaz. Birinci ayette ifade edilen, “Allah'ın halkı'nın değiştirilemeyeceği', başka bir duruma çevrilemeyeceği (tebdil), onun takdir ve meşietinin önüne geçilemeyeceği belirtilirken, ikinci ayette ise, “Allah'ın verdiği temel şekilde, fıtratta, surette” İblis'e uyanların bir takım değişiklikler (tağyir) de bulunacakları ifade olunmaktadır. Bu 'tağyir'i müfessirler genellikle, Allah'ın erkeklere verip kadınlara vermediği, yani, erkeklerin 'halk'ında. bulunan sakalın kesilmesi, kadının erkeğe erkeğin kadına benzemesi, yüzlerin boyanması, erkeklerin hadımlaştırılması, vücut organlarının fıtrî fonksiyonlarının dışında kullanılması, temizin bırakılıp pisliklere koşulması, kaşların yolunup dişlerin değiştirilmesi., şeklinde tefsir etmişlerdir. [158] Ayrıca, 'lâ tebdüe lihalk'ıllâh' ayetinin, ‘Allah'ın yarattığında değişiklik yapılmaz' anlamında bir yasak ifade ettiği de belirtilmiştir. Kur'an'da 'halk'la ilgili olarak, “göklerin ve yerin hakk'la yaratıldığı (bk. Hakk); hakkla yaratılan kâinatın bilen bir topluluk için Allah'ın açıklanmış ayetleri olduğu (bk. Ayet); her canlının (dabbe) sudan yaratıldığı (Nur: 45); Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yarattığı ve Arş'ının su üzerinde bulunduğu(Ka'd: 7) anlatılır(bk. Yevm). Özelikle, “Gökler ve yer bitişik haldeydi, biz onları yardık ve her canlı şeyi sudan kıldık” (Enbiya: 30) ayeti bu konuda önemli bir ayet olarak karşımıza çıkar. Yerlerin ve göklerin bitişik olması da değişik yorumlara yol açmıştır. Son zamanlarda bilimin ulaştığı bir sonuçla, bazı müslüman bilginler, “bir gaz kütlesi halinde gökler ve yer bitişikti, milyarlarca yıl süren hareket sonucunda göklerle yer, güneş, ay ayrıldı ve her biri soğumaya yüz tuttu” şeklinde açıklamalarda bulunmaktadırlar. Bu doğru da olabilir, yanlış da. Şu var ki, gökler ve yerden kâinatın bütününü anlarsak, bu bütünlük, sufîlerin ifade ettiği şekilde Ceberrut veya melekût alemi de olabilir; bu alemde varlıklar mutlak 'ruh' veya 'emr' halindeyken, tabiî ki ışık veya nur şeklinde bulunabilirler. Daha önce de belirttiğimiz gibi, varlığın özü ışıktır, nurdur. Bu konuda daha geniş bilgi edinebilmek için, yukardaki ayetin devamındaki ayetleri de vermemiz gerekiyor: “Küfredenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan kıldık; halâ inanmıyorlar mı? Yer onları sarsmasın diye, üstünde dağlar varettik ve gidebilsinler diye orada geniş yollar açtık. Göğü korunmuş bir tavan yaptık; onlarsa halâ O'nun ayetlerinden yüz çevirip, geçip gitmektedirler. O’dur geceyi ve gündüzü, geceyi ve ayı yaratan; her biri bir yörüngede yüzmektedir (Enbiya,: 30-3)” Bilimin verilerine dayanan bilginler bu konuda şu açıklamada bulunuyorlar: “Bütün kâinat baştanbaşa bir gaz bulutu halindeydi. Sonra, bundan küreler şeklinde cisimler fırladı. Yeryüzü de bu cisimlerden biridir. Güneşten ateş bulutu halinde kopan yeryüzü, kendi ekseni çevresinde dönerken, yavaş yavaş soğuyup kabuk bağladı. Oluşumu sırasında, yeryüzünden yükselen gazlar ve buharlar yağmur şeklinde tekrar yeryüzüne döküldü; denizler, okyanuslar meydana geldi. Önce denizlerde yosun şeklinde bitkisel hayat başladı ve nihayet gelişe’ gelişe insana kadar varan canlılar ortaya çıktı.” Bu açıklamalar, doğru da yanlış da olabilecek bugünkü araştırmaların sonucundan başka birşey değildir. Yalnız, şu kadarını belirtmeliyiz ki, bu açıklamalar önce varlığın özünü, esasını dikkate almamakta ve doğrudan bir maddî oluşumdan sözetmektedir. İkinci olarak, Allah'ı 'ilk neden' olarak kabullenip, tabiat kanunları denilen şeyleri 'mutlak kanunlar' haline getirerek, Allah'ı evrenin dışına itme tehlikesini de barındırmaktadır. Oysa, ne kâinat yalnızca dış görünümünden, biçim ve cisimlerden ibarettir; ne de tabiat kanunları denilen mutlak kanunlar vardır. Bu kanunların adına İslâm'da 'adetler' denir; bunlar 'küllî' değil, geneldir. Allah evreni yaratıp bırakmış değil, daima evreni 'yed-i kabzası'nda tutmaktadır; yevm. konusunda da belirteceğimiz gibi, yaratma olayı bitmiş değildir; evren sürekli 'yaratma' olayından ibarettir. Allah her an evreni yaratmaktadır. O'nun sıfatlarından biri de 'Vasî' (genişletici, geniş)' oluşudur ve O, “muhakkak biz genişleticileriz” buyurmaktadır. Aynı konuyla ilgili olarak, hemen hemen aynı şeyleri söyleyen Hz. Ali ile, Abdülkerim el-Ceylî'nin açıklamalarına bir göz atalım: “Allah-ü Tealâ 'âmâ'daydı; ne altında hava vardı, ne üstünde. Yaratmadan önce O Kendi Zatı'nda vardı, varlıklar ise O'nda tükenmiş haldeydi. O yaratmayı dilediği zaman Hakikatler Hakikati'ne (Kendi Kendi'nde) tecelli etti. Hakikatler Hakikati o zaman eridi, su oldu (Buraya kadar Hz. Ali'de bu şekilde değildir ve herhangi bir açıklama da yoktur.). Tekrar, o hakikatler hakikatine nazar eyledi; bu nazar üzerine dalgalandı, tıpkı rüzgârla denizin dalgalandığı gibi, Bu dalgalanma sonunda kabaran köpükler birbirine girdi. İşte, bu köpüklerden Allah-ü Tealâ yedi kat yeri yarattı. Bundan sonra her tabaka arzının cinsine göre, oranın sakinlerni yarattı. (Nitekim, Kur'an'da, yerin yaratılışı gökten önce anılmakta ve “De ki: Siz mi yeryüzünü iki günde yaratana küfrediyor ve O'na denkler koşuyorsunuz? Ona üstünden ağır baskılar yaptı. Onda bereketler yarattı ve onda isteyenler için gıdalarını (veya” bitkilerini, ağaçlarını) dört günde takdir etti” buyurulduktan sonra, “sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi;”isteyerek geldik” dediler. Böylece onları iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini vahyetti” (Fussılet: 9-12) denmektedir ki, belki de göklerle yerin ayrı ayrı yaratıldıktan sonra birleştirildiği, göklerin bir gökken yedi kat hale getirildiği ifade olunmaktadır.) Bundan sonra, kemal bakışı ile eriyen hakikatler hakikati suyu yükseldi, tıpkı, deniz buharının yükseldiği gibi. Allah-ü Tealâ onlara yedi kat gökleri açtı.. Bundan sonra o sudan yedi denizi yarattı.”[159] Hz. Ali' nin tasvirinde şunlar da vardır: “En alttaki göğü sabit bir dalga, en üsttekini de korunur bir tavan ve yükseltilmiş bir çatı yaptı.. Sonra süsledi onları yıldızlarla ve ışık saçanların ışığıyla; astı oraya ışık saçan bir kandil ve nur saçan bir ay dönen felekte, yürüyen tavanda ve geçen bir yörüngede..” [160] Halk kelimesi Kur'an'da, “bu uydurmadan başka bir şey değildir (Sad: 7)” ayetinde olduğu gibi, 'ihtilâk' şeklinde 'uydurma ve yalan' anlamında ve halk ve hulûk olarak, ilki 'görünüş, hey'et, suret, şekil, tavır', ikincisi de 'kuvvet, seciye, ahlâk, davranış biçimi' anlamlarında da kullanılır, Bütün bu kullanımların yaratmayla da ilişkisi vardır. İnsanların yalanı, iftirası 'olmayan bir şeyi ileri sürme, kendinden çıkarma'dır ki, yukarıda da açıklamaya çalıştığımız üzere, 'yaratma' anlamındaki halk da böyledir; şu kadar ki, Allah'ın 'halk'ı 'hakk'tan, gerçek'ten kaynaklanırken, insanların halkı gerçekten kaynaklanmaz; hem gerçeği, aslı, hem görüntüsü itibariyle batıldır. Bu anlam, Allah'ın halkıyla, ortaya çıkan varlıkların gerçek ve özlerinin değil de, görünüş ve şekillerinin birer yalandan ibaret bulunduğunu çağrıştırmaktadır; yani, varlıklar bir nev'î yalandırlar, gölgedirler, aldatıcı ve hayaldirler. Necip Fazıl'ın diliyle: “Hey gidi gölgeler ülkesi dünya! Bir görünmez şeyin gölgesi dünya! Boşlukta ayrılık bölgesi dünya! Bu dünya yeme, içme ve dövün!”[161] Demek ki, Kur'an görünen evrenle ilgili olarak 'halk' kelimesini kullanırken, onun adeta bir yalan, bir gölge olduğunu, gerçeğin aldatıcı bir görüntüsü, ama aynı zamanda bir aynası ve gerçeğin, hakikatin bu görüntülerin ötesinde bulunduğunu belirtiyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, hulule, insanın davranış biçimini, yaşayışını, seciye ve tavırlarını ifade eder; kısaca onun yaşantısını belirtir. Ve, yine halk kökünden gelen halâk ise, insanın hulûk'u sonucu kazandığını ifade eder; sözgelimi, Kur'an'da “kâfirler için Ahiret'te halâk olmadığı”, yani, onların hulûk'unun hep yanlış olduğu ve kendilerine günahtan başka bir şey kazandırmadığı açıklanır. Şimdi, kısaca aşağıda ele alacağımız kavramlar halk'la. doğrudan ilgisi bulunan ve onun çeşitli yönlerini ifade eden kavramlardır. [162] [158] Hak Dini Kur'an Dili, III, 1472-3. [159] Abdülkerim el-Cîli, İnsan-ı Kâmil, çev. A. Kadir Akçicek. Üçdal neşr. II, 255-7. [160] Nehc'ül-Belâga, Beyrut 1387, 1. hutbe, s: 40-1. [161] “Kuşkusuz Necip Fazıl gibi, biz de, aslında bir hal ve zevk meselesi olduğu halde, ifadesinin zorluğundan dolayı sık sık Batı panteizmi ve monizmiyle karıştırılan İslâmî Vahdet-i Vücud anlayışı iğinde, varlıkların bir "serap' ve 'hayal’ olduğunu söylemek istemiyoruz. Böyle bir iddia, alem-i şehadette yaşayan ve 'istidlâl'lerle sonuca giden bizler için bir 'Su-i edeb' olur. Belirtmek istediğimiz, kâinat'ın, varlıkların asıl varlığının 'fiziki' şekilleri olmadığı, 'alem-i şehadet'in fizik alemin 'hakikat alemi' ni hem gizleyen, hem ortaya koyan bir perde olduğunu ve hakikat'ın fizik değil, 'metafizik alem'de yattığını ifade etmektir. Bk. Hakk-Batıl bahsi." [162] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 188-194. |