๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mart 2011, 18:53:23



Konu Başlığı: Hak ve Batıl Mücadelesinde Sünnetullah 1
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mart 2011, 18:53:23
HAK-BÂTIL MÜCADELESİNDE SÜNNETULLÂH (MÜCADELE KÂNUNU) 1
Hakk'ın Lügat Mânâsı

 İbn Manz'ur (711/1311)'un Lisânul Arabı'nda [1] "Hakk, bâtıl'ın zıddıdır. (Hakka'l emru): Bir iş doğru ve sabit oldu", denilmiştir. Ezherî de "Bunun mânâsı, vâcib ve gerekli oldu" der. Âyette de "sabit oldu" mânâsına gelmektedir:

"(Azâb) söz(ü) üzerlerine hak olanlar dedilerki..." [2]

Şu âyette de "Hak" kelimesi "vacib ve sabit oldu, bir şeye müstahak oldu (hak kazandı, hak etti)" anlamına gelir.

"Ama kâfirlere azab sözü hak oldu." [3]

Şu âyette de "Hıyanetleri sebebiyle günahı hak ettiler" anlammadır:

"Eğer onların bir günah işledikleri anlaşılırsa..." [4]

Bu kelime Mu'cemul Vasît'te [5]: (Hakka'l- emru): Yâni sabit, doğru ve kusursuz oldu. (Tahakkaka'l emru): Yâni kusursuz ve sahih oldu, meydana geldi, gerçekleşti. (Hakkaka'l emru): Tasdik etti, gerçekleştirdi isbât etti, sağlamlaştırdı." şeklinde incelenir.

Anlaşılıyor ki, "el hakk" kelimesi, lugatta subût, vücûb ve sıhhat mânâlarına geliyor. Öyle ise hak: Sabit, vâcib (gerekli), doğru ve kusursuz olandır.[6]
 
Bâtıl'ın Lügat Mânâsı:

 Bu kelime, Lisânu'l Arab'da [7] Zayi olan, zarar eden ve hükümsüz kalan birşey bâtıldır. Bâtıl, Hakk'ın zıddıdır. (Mütercim bks.) Çoğulu (Ebâtıl)'dır şeklinde incelenirken,

Muc'emul Vasît'te [8] Bozuldu, hükmü düştü (hükümsüz kaldı), (Ebtala'ş Şey'e): hükümsüz bıraktı, ibtal etti, bozdu" şeklinde incelenmiştir.

El-Müfredât'ta ise bu kelime şu tarzda ele alınmıştır:

"Bâtıl, hakkın zıddıdır. İyi bir araştırıcıya göre, sübûtu, doğruluk ve gerçekliği olmayan demektir. [9]

"Bu, böyledir. Çünkü Allah Hak'tır. O'ndan başka yalvardıkları ise bâtıldır. "[10]

 Terim Olarak Hak Ve Bâtıl:

 Fıkıh Alimleri "hakk" kelimesinin lügat manâsıyla yetinerek terim (istilahi) mânâsına ehemmiyet vermemişlerdir. Onu, fıkıh bahislerinde "Hak, şeriatın hükmü ile sabit ve vacib olan birşeydir; başka şeyle sabit olan ise, doğru olmadığı gibi, şer'an doğru ve sabit olana lazım gelen, ona lazım gelmez (terettüb etmez)." şeklinde kullanmışlardır. [11]

 Tedâfu'un Mânâsı:

 Bu kelime, Lisânu'l Arab'ta [12] (ed-Defu): "Kuvvetle geri çevirmek, itmek; (Dafea anhu): Ondan uzaklaştırmak. Zaten biz de "Allah senden kötü şeyleri def etsin" diyoruz. (Tedâfea'l Kavmu): Müdafaalaştılar, taraf tuttular; (el-Mudâfaa): Savmak; (el-İndifa): İşe koyuldu" şeklinde ele alınırken, Mu'cemu'l Vasıt'ta [13] ise:"Bir şeyi kuvvetle uzaklaştırıp ortadan kaldırınca (Defaa'ş Şey'e) denilir. Kur'an-ı Kerim'de:

"Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savmasaydı, dünyâ bozulurdu" [14] buyrulmuştur. [15]
 
Hak İle Bâtıl Arasındaki Mücâdeleden Maksat:

 İncelememizde (Hak) ile "yapılması vâcib, doğru ve sabit; itikat, söz ve fiil olarak da sürekliliği şeriatın hükmü ile kaim olan şey"i (Bâtıl) ile de, "hakkın zıddını, yâni, gerçekliği, geçerliliği ve sürekliliği olmayan,, doğrulukla vasıflanmayan, yapılmaması gereken, hatta kökten kazıyıp yok edilmesi şeriatın hükmüyle gerekli kılınan şey"i kasdediyoruz. Buna göre "Hak", Allah'ın bütün emirlerini, "Bâtıl" ise, bütün yasaklarını içerir.

"Hak ile Bâtıl arasındaki mücadele" den kastımız da, birinin diğerini uzlaştırması, gerektiğinde kuvvet kullanmak suretiyle yok etmesidir. [16]

 Ehl-i Hak İle Ehl-i Bâtıl Arasındaki Mücâdele:

 Hak ile Bâtıl arasındaki mücâdele, gerçekte taraftarları, yâni mü'minlerle onların dışında kalanlar arasındaki mücâdeledir. Çünkü taraftarlar Hak ile bâtılın ilkelerini tatbik etmekte ve o ilkeleri hayâtın her alanında ortaya koymak ve ikame etmek hususunda gayret sarfetmektedirler. Böylece iki grup, yâni hak ile bâtıl arasında bir mücadele, çatışma ve rekabet baş göstermektedir. [17]

 Hak Ve Bâtıl Arasındaki Mücâdelenin Gerekliliği:

 Hak ve Bâtılın, yâni taraftarlarının mücâdelesi, gerekli ve kaçınılmazdır. Çünkü birbirinin zıddıdırlar. Zıdlar ise bir arada bulunmazlar. Sonra, birinin hüküm sürmesi, diğerinin mücadelesini, yok etme ve ortadan kaldırma gayretini gerektirir. Hiç olmasa güçsüz bırakma ve yaşantısında kendisine yapacağı tesir ve müdâhaleden men etme durumunda olmasını gerektirir. Bu takdirde hak ve bâtılın birbirine üstün gelmeden barışık yaşaması tasavvur olunamaz. Ne varki, her iki tarafın da zayıf kalması, hak ve bâtılın kural ve ilkelerini bilmeme ve etkinlik zafiyeti gibi sebeplerden dolayı barışık kalmaları düşünülebilir. [18]

 Bâtılı Zorba Kılan Gücü Vardır:

 "Tedafu" kelimesinin lügatta "kuvvetle yok etmek" mânâsına geldiğini söyledik. Öyle ise, ehl-i hak ve ehl-i bâtılın mücadelesi de, biri diğerini kuvvet kullanarak yerinden sürgün etmek ve galebe çalmak şeklinde bir gayrettir. Ehli bâtıl, bâtılları üzere bulmakla kalmazlar, hakka ve hakkı savunanlara üstün gelme, hakkı yok etmeye, savaşarak ve kuvvet kullanarak, mal dağıtarak (bağışlar yaparak) insanları ondan alıkoymaya ve arzularını gerçekleştirmek için, gerek duydukları her bir güçle gayret sarfederler.

Bâtılın ve onun gücünün durumu budur. Bu güç, onu zorba kılar, hakkı ve hak ehlini, velevki güç kullanarak olsun yok etmeye iter. Allah teala şöyle buyurmaktadır:

"İnkar edenler, Allah yolundan (insanları) menetmek için mallarını harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu kendilerine yürek acısı olacak, nihayet yenilecekler"   [19]

"Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler,”[20]

Kâfirlerin mü'minlerle savaşmaları, tâğûtun yolunda bâtıllarına yardım için savaşmaları demektir.

'''Mü''mirilerin Allah yolunda, kafirlerin ise tâğût (şeytan)  yolunda savaşırlar."  [21]

 Hakkın Koruyucu Gücü Olmalıdır:

 Dediğimiz gibi, bâtılın kendini ve taraftarlarını zorba kılan gücü olunca, hakkın da, bâtılın ve yanlılarının zorbalığından koruyacak, hakka ve hak ehline galibiyet imkânı verecek gücünün olması lazımdır. Bu sebeple Allah (c.c), bâtıl ehlini korkutmak ve onları ehl-i hak ile uğraşmaktan vaz geçirmek için kuvvet hazırlamayı ehl-i hakka emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin' bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız."  [22]

Allah (c.c), hak ehline, bâtıla üstün gelerek Allah'ın dîni yücelip kâfirler zelîl ve perişan olsunlar diye, kendi yolunda mal, can ve bütün imkânlarla cihat yapmayı emretmiştir. Bütün çeşitleriyle cihâd-ki savaşmak ta bir cihâddır- hakkında âyetler çoktur. İşte onlardan bir kaçı:

"Gerek hafif, gerek ağır olarak (hangi halde bulunursanız bulunun) hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla cihâd edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır." [23]

"Gerçi hoşunuza gitmez ama, size savaş yazıldı (farz kılındı). Bazan hoşunuza gitmeyen birşey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden birşey kötü olabilir. Allah bilir siz bilemezsiniz."  [24]

"Fitne kalmayınacaya ve dîn tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vaz geçerlerse muhakkak ki Allah ne yaptıklarını görmektedir."[25]

 Hak Ve Bâtıl Mücadelesinde Sünnetullâh:

 Sünnetullâh, hak ve bâtıl mücadelesinde hakkın ve hak ehlinin galibiyetini; bâtılın ve bâtıl ehlinin yok edilmesi ve kovulmasını hükme bağlamıştır.

"Bâtılı mahveder, hakkı sözleriyle yerleştirir." [26]

Zemahşerî (538/1143), bu âyetin tefsirinde:

"Bâtılı yok etmek, kelimeleriyle, yâni, vahyi veya hükmü ile hakkı isbat etmek Allah'ın adetlerindendir" [27] demektedir.

"Hayır, biz hakkı bâtılın üstüne atarızda o onun beynini parçalar, derhal, (bâtılın) canı çıkar." [28]

Fahri Razi de Tefsirinde:

"Bâtılı hükümsüz bırakıp, hakkı yerleştirmek, Allah'ın adetindendir" [29]der.

Allah (c.c.), şöyle buyurmaktadır:

"Onlar (iplerini değeneklerini) atınca Musa:, Sizin getirdiğiniz şey, büyüdür, dedi, Allah, onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah bozguncuların işini düzeltmez!" [30]

Bu âyetin tefsirinde "Bu fesat/bozgunculuk ve anarşi ve sulh/düzen ve asayiş, hak ve bâtılın çekişmesinde Sünnetullâha dayalı genel bir kaidedir. Buna Firavun sihirbazlarının sihri de girer. Çünkü sihir, fesat ve bâtıldır. Yâni, bozguncuların (müfsit) yaptıklarını Allah faydalı kılmaz" [31] denilmektedir.

Zemahşerî de bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir:

"Sabit ve devamlı kılmaz, fakat ona helak ve ölümü musallat eder. [32] Âlûsi ise: "Bunun (amelin) ıslah olmamasından maksat, ilahî destekle takviye edilmemesi ve gerçekleştirilmemesidir. Yâni, Allah (c.c.) müfsidin amelini gerçekleştirmez ve devamlı kılmaz. Aksine, yok eder veya destekleyip takviye etmez. Bâtıllığını ortaya koyar ve onu yok sayar (hükümsüz kılar). [33]

 Sünnetullâh, Müminlere Yardımdan Geri Durmaz:

 Sünnetullah, müminlere yardım hususunda ebediyen geri durmaz. Çünkü bu, Allah'ın haberiyle sabittir. Allah söz söyleyenlerin en doğrusudur. Buna işaret eden Kur'anî delilleri hatırla.[34]

 Müminlere Yardım Etmede Sünnetullah Ve Bunun Delilleri:

 A- Allah (c.c), şöyle buyuruyor:

"Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı, sonra ne bir koruyucu, nede bir yardımcı bulamazlardı. Allah'ın, öteden beri süregelen kânunudur bu: (Allah, peygamberlerini ve inananları üstün getirmeyi takdir buyurmuştur). Allah'ın kânununa da bir değişme bulamazsınız." [35]

Kurtubî (671/1273), "Allah'ın öteden beri süregelen kânunudur bu" âyeti hakkında, "yâni Allah'ın yolu ve geçmiş düşmanlarına karşı dostlarına yardım etmektedir" [36] der. İbn-i Kesir de (774/1373) "Bu Allah'ın mahlukatı hakkındaki sünnet ve adetidir. Küfür ve îman nerede karşılaşmış ise, Allah, küfre kaşı imâna yardım etmiştir. Nitekim Bedir Savaşında da aynen böyle yapmıştır." [37] demektedir.

B- Allah Teâlâ Şöyle Buyurmaktadır:

"Senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler, nihayet onlara yardımımız yetişti. Allah'ın kelimelerini (yardım va'dini) değiştirebilecek kimse yoktur..." [38]

"Allah'ın kelimelerini değiştirecek kimse yoktur". Yâni, dünyâ ve âhirette mü'min kullarına takdir ettiği yardım  va'dinde değişiklik yapabilecek kimse yoktur. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: 'Mutlaka kendilerine yardım edilecektir." [39]

C- Allah Teâlâ Şöyle Buyurmaktadır:

"Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim ordumuzdur!" [40]

Zemahşerî (538/1143), bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir. "(Kelime), Allah'ın şu âyetteki sözüdür:

"Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." Âyette mü'minlerin, dünyâdaki mücadele ve savaşlarında düşmanlarına galip ve âhirette onlara üstün geleceklerine dâir ilâhî va'd anlatılmaktdır. [41]

D- Allah (c.c.) Buyuruyor ki:

"Allah: Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz" diye yazmıştır.”  [42]

Bu âyetin tefsirinde, "Allah, ilk kitabında (Levh-ı Mahfûz'unda) yazmış, hükmetmiş taktir buyurmuştur ki, dünyâ ve âhirette yardım, peygamberlere ve mü'min kullarınadır. Bu va'dine aykırı davranmadığı gibi değiştirmez de" [43] denilmektedir.

E- Allah (c.c.) Buyuruyor ki:

"Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem dünyâ hayatında hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde yardım ederiz"[44]

İbn-i Kesir (774/1373), bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir:

"Bu, Allah'ın eninde sonunda müminlere dünyâda yardım ve eziyet edenlerin eziyetlerine karşılık onları hoşnut edeceğine dair mahlûkati hakkındaki adeti ve sünnetidir. Süddî ,(245/859) diyorki, "Allah bir millete hiç bir peygamberi veya onları (o milleti) hakka davet etsinler diye mü'minlerden bir toplumu göndermemiştir ki, onlara kötü muameleyi reva görmesin ve mücâdele etmesinler. Allah, bu milleti, kendilerine yardım edecek ve dünyâda onlara bu kötü muameleyi reva görenlerden intikam alacak birilerini gönderir de sonra yok eder. Süddî diyor ki, "Peygamberler ve mü'minler, dünyâda öldürülmüş olabilirler. Oysaki onlar orada Allah'ın yardımını görmüşlerdir. [45]

Bunun mânâsı şudur: Ehl-i Bâtıl ne kadar Ehl-i Hak mü'minleri öldürüp, görünüşte onlara üstünlük sağlasalar da, mü'minler (Allah'ın yardımına) mazhardırlar. Güzel bir akıbet ve galibiyet, zaman sonra da olsa, ancak mü'minlerindir. Şöyle ki, hakkı ortadan kaldırmak isteyenleri cezalandıracak, hakkı savunanlara yaptıklarının cezası olarak onları öldürecek biri geliverir. Bu da, Ehl-i Bâtılın kovulmasına ve hakkı savunanların galibiyetine işarettir.

F- Allah (c.c.) buyuruyor ki:

"Mü'minlere yardım etmek, üzerimize borç idi" [46]

Bu âyetin tefsirinde, "bu âyette, Allah'ın yardımını hak etmelerinden ötürü, mü'minlerin şeref ve üstünlükleri söz konusu olduğu gibi, intikamın, onların lehine olacağına işarettir. Âyetin zahiri gösteriyor ki, bu yardım, dünyâdadır. Peygamberden sonra, bütün mü'minler için umûmî olup, topyekün ümmeti kapsar." Denilmiştir [47]

 Daha Büyüğü İçin Yardım Bâzan Gecikir:

 Bilinmesi gereken bir hususta şudur ki, Allah'ın adetinin bir gereği olarak, mü'minlere yardım bazan gecikir.   Çünkü, Allah, onlar için daha büyük, mükemmel, daha kalıcı ve hayat gerçeğinde mü'minlerin, daha geniş çaplı yardımı hak etmeleri ve karşılamaları için gerekli unsurları hazırladıktan sonra tüm insanlık hakkında daha tesirli yardımı murat ediyor. Resûlullah ve beraberindeki mü'minlere ne bir gece ve gündüz, ne de bir yıl içerisinde; ancak nübüvvetin ekserisi geçtikten sonra yardım gelmiş olması buna delalet eder. Bu yardım hicretin 8. yılında, yâni Resulullahın vefatından iki yıl önce, Kureyş'e karşı galibiyet, intikam ve Mekke'nin fethi ile gün yüzüne çıkmıştı. Bu yardım sebebiyledir ki insanlar grub grub Allah'ın dinine girdiler. Allah (c.c.) bu konuda şu sûreyi indirdi:

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allah'ın dininde girdiklerini gördüğün zaman, Rabbini överek teşbih et, Ondan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir." [48]

Bu sûrenin tefsirinde şöyle denilmiştir:

"Mânâ şöyledir: Resûlullah (a.s) Mekke'nin fethi sırasında araplarla Kureyşe karşı yardıma mazhar olmuştur. Halbuki Mekkenin fethi Hicret'in 8. senesi, Ramazân'ın onu'nda vuku bulmuştu. Resulullah'ın beraberinde ensar, muhacir ve çevre araplardan 10 bin kişi vardı. Fetihten sonra, insanlar yoğun bir şekilde İslâm'a giriyorlardı. Daha önce kabileler birer ikişer İslâm'a girerken, şimdi topluca akın ediyorlar. [49]

 Yardım Bazan, Düşmanın  Eziyet Ve Mağlûbiyetinden Önce Gelir:

 Allah'ın mü'minlere yardımı, âdeti (sünetullah) gereğidir. Adet, harcayacakları büyük gayret ve cehd, ehl-i bâtılla mücadelede takdim edecekleri kurban olmadan hasıl olamaz. Şöyle ki, bazan mü'minlere, adet olarak, bâtıl güruh tarafından şiddetli bir eziyet ve galibiyet dokunur. Bu durum, Allah'ın sünneti gereği mü'minlere yardım etmesiyle çelişmez. Çünkü işler (in değeri) sonuç ve akıbetlerine göredir. Akıbet ise daima ehl-i bâtıla galip gelmek üzere mü'minlerindir. Ehl-i bâtılı dağıtan yardıma kavuşmadan önce, mü'minlerin duçar kaldığı eziyetlerin sır ve hikmeti Allah'a aittir. Bu hususa delalet eden âyet şöyledir (ki, müfessirler de buna işaret etmişlerdir):

"Eğer size (Uhud'da) bir yara dokundu ise, o topluluğa da (Bedir'de) benzeri bir yara dokundu, O günler... (evet)  onları biz insanlar arasında çevirip duruyoruz (bazan galibiyet veriyoruz, bâzan mağlûbiyet, bazan iyi gün gösteriyoruz, bazan kötü gün) Allah inananları ortaya çıkarsın, sizden şahitler edinsi diye. Allah zalimleri sevmez. Ve inananları temizlesin ve kâfirleri mahvetsin diye (böyle günleri insanlar arasında çevirmektedir).  [50] Allah Teala, belirtmiş oluyor ki, savaş sebebiyle, herhangi bir sarsıntı geçirmeleri, Mü'minlerin düşmanla cihâd hususunda gayretlerini zayıflamaması gerekir. Çünkü, onların yara almaları gibi, daha önce düşmanları da böyle bir yara almıştı. Kaldı ki onlar, yaralandılar diye, kötü akıbet ve bâtıl davalarına     rağmen,         sizinle     muharebeden usanmıyorlar. Öyle ise, ey mü'minler, siz ehl-i hak olarak bu tabansız düşmanla muharebe ve mücâdele hususunda za'f ve gevşeklik göstermemeye daha lâyıksınız. [51]

Allah Teâlâ "O günleri biz, insanlar arasında çevirip duruyoruz" buyurmaktadır. Yâni, iyi netice sizin olsa da, hikmetimiz gereği bazan galibiyeti düşmana devrederiz. O hikmetlerden olarak:

1- Mü'minleri bilgi sahibi kılarız,

2- Ehli bâtılla savaşınız neticesinde öldürülerek şehîd olursunuz.

3- Kâfirleri mahv u perişan ettiğimizi gösteririz.

Cenab-ı Hakk'ın bazen galibiyeti düşmana vermiş olması sebep ve illet gibi hikmetler gereğidir. [52]

Âyetteki "Eyyam/Günler" zafer ve galibiyet zamanlarıdır. Galibiyet ve zaferin mü'minlere düşman arasında elden ele dolaşması ise, bunun bir mü'minlere bir düşmanlarına geçmesi demektir. İşte bu, Ehl-i Hak ile Ehl-i Bâtıl’ın mücâdelesindeki Sünnetullâh'tır. (Kanuni İlahi). Bu elden ele geçişte şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü Ehl-i Hakkı kuvvetlendiren sır ve incelik (iyi) akıbetin onlar için olacağıdır. Zaten, işler de neticelerine göredi [53]. Fakat bilinmesi gerekir ki, gerçekte galibiyetin elden ele geçmesi, her iki tarafın da çalışmasına bağlıdır. Yenilginin sebeblerini bilen ve bunlara hakkıyla riâyet eden için mağlubiyet söz konusu değildir. Yardım ve galibiyetten iki taraf arasında dolaşması, ona götüren toparlama, sebat, görüş ve düşünce sağlamlığı, irade ve karar gücü, (psikolojik) hazırlık ve yeterli kuvvet hazırlığı gibi çalışmalara bağlıdır. Mü'minlerin, galibiyeti yakalamaları ve onun düşmana geçmeyip, hep kendilerine kalması için bu ve benzeri çalışmaları yerine getirmesi gerekir. [54] Allah Teâlâ,

"Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim ordumuzdur. [55] buyurmaktadır.

Ayette geçen "Kelime", yine aynı âyetteki "Mutlaka kendilerine yardım edilecektir." ifadesidir. Maksat, (Allah'ın) mü'minlere dünyâda, savaş meydanlarında ve (yeterli) delîl getirmede, düşmanlarına karşı galibiyeti, âhirette üstünlüğü va'detmiş olmasıdır.. Bazı yerlerde, onların yenilgileri (va'dedilen) bu yardım ve galibiyetle çelişmez. Çünkü, üstünlük, nihayet onların ve onlardan sonra gelenlerin olacaktır. [56]

Allah Teâlâ Buyuruyor ki:

"Elbette biz elçilerimize ve manalara hem dünyâ hayatında, hem de şahidlerin (şahidliğe) duracakları günde yardım ederiz." [57]

Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde:

Allah (c.c), bazı zamanlar dünyâda kendinden bir imtihan olarak onlara mağlubiyet verse de her iki dünyâda da muhaliflerine karşı zafer ve delîlle/hüccet hepsine üstünlük verecektir. (iyi) netice onlarındır. [58] demektedir.

Âlûsî (1270/1853) ise bu âyetin tefsirinde "Biz resullerimize ve etbâına dünyâ hayatında delil, zafer ve düşmanlarından intikam almak suretiyle yardım ederiz. İmtihan için, kâfirlerin üstünlük arz edecek şekilde ittifak etmeleri önemli değil. Çünkü, itibâr, neticelere ve durum üstünlüğünedir. [59]

 Mü'minlerin Yardım Faktörleri Ve Yardıma Mâni Haller:

 Bâtıl ehli muhaliflerine karşı, Hak ehli mü'minlere yardım etme hususundaki ilahi Sünnet, onların, Allah'ın emrettiği, İslâm'ın gönderdiği yardım faktörlerini kendi öz nefislerine ve yaşadıkları toplumda hazırladıkları; kendilerinden ve toplumlarından yardıma mani durumları, gevşeklik ve korku amillerini uzaklaştırdıkları zaman gerçekleşir, Nedir, mü'minlerin elde etmesi gereken yardım faktörleri, nefislerinden ve toplumlarından uzaklaştırmaları gereken yardıma mani haller bunları, alt başlıklar halinde açıklayacağız. Önce yardım faktörlerini ele alacağız:[60]
 
1- Îmân:

 İman Sünnetulâh'ın kendisiyle etkin olduğu ve Allah'ın (c.c) bize haber verdiği yardım faktörlerindendir. Allah (c.c.) -ki O söz söyleyenlerin en doğrusudur- "Müminlere yardım etmek, üzerimize borç idî" [61] buyurmaktadır. Menar Tefsiri sahibi bu âyet hakkında "Bu âyet, yardımı imanla sebeplendirmenin delilidir [62] demektedir. Âlûsî ise "âyetin zîhirî, yardımın dünyâda, bütün mü'minleri ve Peygamberlerden sonraki ümmeti de kapsayacağını ifade eder" demektedir".[63]

Allah Teâlâ Buyuruyor ki:

"Eğer fetih istiyorsanız (ey kâfirler), işte size fetih geldi (yenelim derken yenildiniz. Asıl layığınızı buldunuz). Ve eğer (küfürden, düşmanlıktan) vazgeçerseniz, bu sizin için daha iyidir. Yine (ona düşmanlığa) dönersiniz, biz de (Resulümüze) yardıma döneriz. Topluluğunuz ne kadar çok da olsa, sizden hiçbirşeyi savamaz. Allah, Mü'minlerle beraberdir." [64]

Yâni, her kim Allah'ın yardımı içerisinde ise, çok da olsa, hiç bir topluluk ona üstünlük sağlayamaz" [65]

Görülüyor ki, bu "ilâhî beraberlik" îmanları sebebiyle mü'minlere özgü bir beraberliktir. Ki bu da, onların îmanlarının kıymet ve zenginliğinin, onunla yoğrulup şekillenme ve etkilenmenin sınırıyla orantılıdır.Şüphesiz bu âyette "mü'min" vasfıyla muhatab alınan ve "Allah'ın kendileriyle beraber" olduğu ifade edilen Sahabe-i Kiram için, iman zenginliğinden, îmanla şekillenme ve etkilenme anlayışlarından ötürü "husûsî beraberlik"ten büyük bir pay vardı. Bunun için onlar, Resulullah'ın zamanında ve Onun vefatından sonra sayılarının azlığı, düşmanlarının çokluğuna rağmen Allah'ın yardımını görüyorlardı. Böylece "Allah'ın beraberliği" mü'minler için manevî yardım ve destek olarak, daha sonra îmanın niceliği (kemmiyeti) ve mü'min gönüllerdeki zenginliği ile beraber, düşmanları püskürtme tarzında "yardım" olmaktaydı.[66]

 Müslümanların Başına Gelen Hâdiseler, Allah'ın, Haklarındaki Yardım Sünnetini Bozmaz:

 Allah'ın haberi ve Kur'anı Kerim'in bildirmesiyle öğrendiğimiz "Mü'minlere yardım"hakkındaki Sünetullah,   hakkında zerrece şüphe edemiyeceğimiz kuvvetli ber sünnettir. Öyle ki, mü'minlerin yenilgileri, düşmanları tarafından perîşân edilişleri ve yardımsız kalışlarıyla Sünnetullâh bozulmaz ve sarsılmaz. Çünkü "Sünnetullâh" mü'minlere yardım hususunda devrededir. Mü'minler ise, Allah'ın kitabında, Resulünün Sünnetin'de ölçü ve niteliklerini açıkladığı mü'minlerdir. Yoksa kendi ölçülerinin, hayal ve kuruntularının gereği inanan "mü'minler" değil. Bu takdirde onların bâtıl ehline galebe çalmaları söz konusu olamaz. Çünkü onlardan istenen, iman ve bu imanın gereği olan nitelikler ve icraattır. Bu da onlarda yoktur. Üstelik onlar, Allah'ın va'dettiği yardıma müstehâk olamazlar.  Şu halde onlara yaraşan, hal ve gidişatlarını hatalarını ve mevcut eksikliklerini düzeltip anlayarak kendilerine gelmeleri, iman üzere kalıp imanlarının gereğini yapmaları, "Mü'minlere yardım etmek bize haktır" haberiyle ilgili Sünnetullâh'ın kapsamına girmek için de îmanın mânâ  ve inceliklerini gönüllerine yerleştirmeleri, meyvelerini de dış dünyâlarına sunmak suretiyle vaziyeti düzeltip kaybedilenin tedarikine bakmaları gerekir. [67]

 Îman Ve Fiziksel Yardım Unsurları:

 Bil ki, iman, tek başına savaş esnasında, savaş için asker sayısı, donanım vesair gerekli görülen harp vasıtaları gibi maddi yardım unsurlarının yerini tutamaz. Harb alanı dışında da, yâni diğer cihâd sahalarında ve bâtılla bu sahada mücadelede de durum aynıdır. Bunun içindir ki, Allah (c.c.) bize, maddi kuvvet hazırlamamızı emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." [68]

Çünkü İslâm, gerçek dîndir. Yardım sebeplerine imâna destek olan güç ve maddi amillerden habersiz kalamaz. Fakat bunun da, Allah'ın beyân ettiği belli bir ölçüsü vardır. Ta ki, düşmanlarımıza mağlûb olmamak, hesab ve ölçülerimizde hata ve yanılgıya düşmemek için, aşırı gitmeden, takdir ve kıymet ölçüsüne riâyetle her şeyin hakkını verelim.

Az olmalarına rağmen, Mü'minlerin üstün geleceklerine işaret eden âyet şöyledir:

"Ey peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa (onlar), kâfirlerden iki yüz kişiyi yenerler. Sizden yüz kişi olsa (onlar), ikiyüz (kâfir)i yenerler. Çünkü o kâfirler anlamaz bir topluluktur. Şimdi Allah sizden yükü hafifletti, sizde zaaf bulunduğunu bildi. Bundan böyle sizden sabreden bin kişi olsa Allah'ın izniyle iki bin (kafir)i yenerler. Allah  sabredenlerle beraberdir."  [69]

Birinci âyette Allah (c.c), Resûlullâh'ın ashabı olan mü'minlere sabırlı yirmi kişinin, kafirlerden iki yuz kişinin hakkından geleceğini haber veriyor. Bu bir kolaylıktır, hafifliktir. Allah Teâlâ, sabırlı mü'minlerden yirmi kişi, iki bin kişiye galip gelecek demedi. Çünkü sabırlı mü'minlerin imanları, kafirlerin yüreklerindeki küfür kuvvetinden daha güçlü olsa da, îman kuvvetinin küfür kuvvetini yenmesinde belli bir ölçü vardır. Allah (c.c), iman gücünü, bir mü'minin on kâfire, yirmi mü'minin iki yüz kâfire üstün gelecek tarzda vermiştir.

Fakat, kafirler bin kişi olsa, Allah'ın yirmi mü'minin bin kafire üstün geleceğine dair haberi yoktur. Aksine âyet işaret ediyor ki bu durumda mü'minlerin sayısı galibiyet için -adeten- yeterli değildir. Bunun mânâsı şudur: Fiziksel gücün (asker sayısıda buna dahil) ölçü tesiri inkar edilemez. Ayrıca, mü'minlerin topyekün bir ümmet olarak bu hususa ibretle gözlerini açması, kendi güçleriyle düşmanlarının gücünü eşitleyerek veya onların güçlerine yakın olacak şekilde ince hesaplar yapmaları gerekir. İşte o zaman mü'minler, iman gücüyle düşmana ağır basar ve Allah'ın izniyle, galibiyet mü'minlere nasîb olur. [70]

 Fiziksel Gücün Yüreklerde Bıraktığı İz:

 Bil ki, fiziksel gücün -Ehl-i Hakk ve Bâtıl'ın çokluğu- yüreklerde tesiri vardır. Mü'minlerle kafirlerin yüreklerinde bu, eşit ölçüdedir. Bir tarafın, fiziksel yönden kuvvetli gördüğü tarafa kendi gücünü belli ettirmesi, diğer tarafın da hasmını azımsaması bu kabildendir. Nitekim mü'minler, azim ve sebatla yardım unsurlarına sarılıp, sabırla düşmana karşı savaşacak ve hücuma geçebilecek cesareti kendilerinde bulmaları için kafirleri azımsalardı. Silah türü ve bunun çokluğu gibi diğer fiziksel güç "unsurlarının çokluğu da, savaşçıların çokluğu ve onların kuvvetin azlığı ve çokluğunu belli ettirecek tahrik girişimleri gibidir. Anlattığım bu gerçek; fert fert, ümmet ve cemaatler olarak (özellikle müslüman cemaatlar) mü'minleri, fiziksel gücün çok yönlü olup tek bir türle sınırlanmadığı şu asırda, maddî güç bakımından düşmanlarından daha kuvvetli olmaya davet ediyor.

Şu âyetler, fiziksel gücün, mü'min ve kafir muhariblerin/savaşçı yüreklerinde bıraktığı ize işaret etmektedir:

"Allah, sana onları uykunda az gösteriyordu. Eğer sana onları çok gösterseydi, çekinirdiniz ve (savaş) işinde birbirinizle çekişirdiniz. Fakat Allah, sizi bundan kurtardı. Çünkü o, göğüslerin özünü bilir. Karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki yapılmış bir işi yerine getirsin, işler hep Allah'a döndürülecektir.”   [71]

Bu iki âyetin tefsirinde "Allah (c.c), Bedir Savaşı'nın başlamasından biraz önce, Peygamberine rüyasında kafirlerin sayısının az olduğunu gösterdi. Resûlullâh (a.s.) bu durumu ashabına haber verdi. Bu haber onlar için, düşmana karşı sebat ve şecaat kaynağı oldu. Allah bu durumu Nebi'sine şöyle açıkladı:

(Size onları çok gösterseydi):Yâni, sana düşman sayısnı çok gösterseydim, (çekinirdiniz): Yâni, kafirlere hucûm ve yönelme hussunda mü'minlere korku isabet ederdi, ve birbirinizle çekişirdiniz): Yâni mü'minler arasında görüş ayrılığı ve çatışma çıkar, parçalanma baş gösterir ve gerisin geri çekilir, savaşamazlardı. Sonra düşmanla karşılaşınca Resulünün rüyasını doğrulasın, verdiği haberi bizzat gözleriyle görsünler, imanları artsın ve savaşta daha sebatlı olsunlar diye Allah onları mü'minlere az gösterdiğini açıkladı: (Sizide onların gözlerinde azaltıyordu). Yâni, kâfirleri cesaretlendirecek şekilde mü'minleri az gösteriyordu. Daha sonrada mü'minlerden beklemedikleri ve fark edemedikleri çokluğu ansızın görünce paniğe kapılıp can kaybına uğrarlar. Böylece mü'minler üstünlüğü sağlamış olurlar [72] denilmektedir.

Bu iki âyet ve tefsirinden anlaşıldığı gibi, fiziksel gücün -burada askerlerin azlık veya çokluğu söz konusudur- meydana atılma ve cesaret yönüyle yardımlı ve yardımsız kalma bakımından yüreklerde bir tesir ve izi vardır. Çünkü bir taraf hasmının sayıca azlığını farkedince, bu onun saldırıya geçmesine cesaret verici olur, sebatını ve üstün gelme gayretini artırır. Aksine hasmının sayıca çokluğunu fark edince, bu onu çarpışmada tereddüte sevkeder, direncini kırar. Aynen bunun gibi, silah ve türleri, silahın azlığı veya çokluğu ile güç elde etmek ve savaşın diğer donanımlarıyla kuvvet sağlamak, savaş meydanında ve diğer cihâd alanlarında mücadele etmek de yüreklerde iz bırakır.[73]


[1] Lisânu'l Arab, c.ll, s.332 vd.

[2] Kasas: 28/63

[3] Zümer: 39/71

[4] Maide: 5/107

[5] Mu'cemul Vasît, c.l, s.187

[6] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 54.

[7] Lisânu'l Arab, c.13, s.59

[8] Mu'cemu'l Vasît, c.l, s.60

[9] Râğıb el-İsfehânî, el-Müfrehdat, s.50

[10]  Hacc: 22/62. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 55.

[11] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 55.

[12] Lisânu'l Arab, c.9, s.441 vd

[13] Mu'cemu'l Vasît, el, s.288

[14] Bakara: 2/251

[15] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık:55-56.

[16] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 56.

[17] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 56-57.

[18] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 57.

[19] Enfal: 8/36

[20] Bakara: 2/217

[21]  Nisa: 4/76. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 57-58.

[22] Enfal: 8/60

[23] Tevbe: 9/41

[24] Bakara: 2/216

[25] Enfal: /3 9 . Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 58-59.

[26] Şürâ: 26/24

[27] Zemahşerî, c.4, s.222.

[28] Enbiya: 21/18

[29] Tefsir-i Râzî, c.27, s.168

[30] Yunus: 10/81

[31] Tefsir-i Menâr, c.ll, s.468

[32] Tefsir-i Zemahşerî, c.2, s.263-264

[33] Âlûsî Tefsiri, c.ll, s.167. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 59-60.

[34] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 60-61.

[35] Fetih: /22-23

[36] Tefsir-i Kurtubî, c.16, s.280

[37] Tefsir-i İbn-i Kesîr, c.4, s,196

[38] En'am: 6/34

[39] Tefsir-i İbn-i Kesîr, c.2, s.130. Saffat: 37/171-173

[40] Saffat: 37/171-173

[41] Tefsir-i Zemâhşeri, c.4, s.67

[42] Mücadele: 58/21

[43] Tefsir-i İbn Kesir, c.4, s.229

[44] Gafir/Mü'min: 23/51.

[45]  a.g.e., c.4, s.83-84

[46] Rum: 30/47

[47] Âlûsî Tefsiri, c.21, s.52. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 61-64.

[48] Nasr: 110/1-3

[49] Tefsir-i Zemahşerî, c.4, s.810-811. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 64-65.

[50] Al-i İmrân: 3/140-141.

[51] Tefsir-i Râzî, c.9, s.14

[52] Tefsir-i İbn-i Kesîr, c.2, s.208; Tefsir-i Râzî, c.9, s.14

[53] Tefsir-i Menâr, c.4, s.147

[54] a.g.e, c.4, s.148.

[55] Saffat: 37/171-173

[56] Zemahşeri, a.g.e., c.4, s.67

[57] Mü'min: 23/51

[58] a.g.e., c.4, s.172.

[59] Tefsir-i Âlûsî, c.24, s.76. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 65-68.

[60] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 68.

[61] Rûm: /47

[62] Tefsir-i Menâr, c.7, s.38

[63] Tefsir-i Âlûsî, c.21, s.52

[64] Enfal: 8/19

[65] Tefsir-i Kurtubî, c.7, s.387

[66] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 69-70.

[67] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 70-71.

[68] Enfal: 8/60

[69] Enfal: 8/65-66

[70] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 71-72.

[71] Enfal:8/43/44

[72] Tefsir-i Zemahşerî, c.2, s.224-225

[73] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 72-74.