Konu Başlığı: Giriş Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 13 Şubat 2011, 15:27:51 Giriş İnsanı hedef alan, ister beşeri, ister ilâhî karekterli oİsun, bütün dinler, hatta bütün beşerî sistemler, mensuplarının bütün hayat telakkilerini, dünya görüşlerini mensubu bulunduğu din veya sistemden almasını, kendi inanç felsefesine uygun hareket etmesini, örf, adet, gelenek ve göreneklerini bu doğrultuda şekillendirmesini isterler. Zira bir dinin veya sistemin hayatiyetini muhafaza edebilmesi ancak kendi cemaat veya mensuplarının, örf, adet, gelenek ve göreneklerini, inanç ve düşünce tarzlarını söz konusu dinin başlangıçtaki asli safiyetine mütenasip bir biçimde sürdürmesiyle mümkündür. Değilse başka din veya inanç sistemlerinin, değişik, örf ve adetlerin tesirine giren cemaat veya fertlerin belirli bir süre sonra, tesiri altında bulundukları düşünce veya sistem içerisinde çözülüp erimeleri, asimilasyona uğramaları kaçınılmaz olur. Bu da, söz konusu din veya sistemin çözülmesi, hayat sahnesinden silinmesi veya en azından nüfuzunu kaybetmesi demektir. Bu sebeple beşer tarihi boyunca insanlığın hayatına yön vermeyi gaye edinen; bâtıl olsun, hak olsun, bütün dinler, hatta beşeri ideolojiler kendi cemaatlerini, dolayısıyla da kendi varlığını korumak için bu hususta belirli tedbirler almak ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu tedbirler çerçevesinde onlar, kendi mensubu olmayan insanlara ve kendilerine yabancı görüşlere karşı tıpkı bir kapalı havza gibi hareket etme anlayışına sahiptirler. Bugün yeryüzünde yaşamakta olan bütün din ve sistemlerde bunu görmemiz mümkündür. Dolayısıyla yeryüzünde mensubu bulunan bütün din ve sistemlerin cemaat veya mensuplarının sosyal, siyasal, ahlâki, kültürel, hukuki kısaca bütün ihtiyaçlarını karşılayacak ve bütün sorunlarını çözecek ilkeler, kendi sistemine uygun tarzda prensipler va'z etmesinin nedenini bu düşüncede aramak gerekir. Bu münasebetle hristiyanlığın, yahudiliğin, budizmin ve benzeri dinlerin kendine has örf, adet, gelenek, görenek ve ahlak anlayışı, aile yapısı, cemaati ve belirli bir dünya görüşü olduğunu söylememiz mümkündür. Bu dinlere mensup olan insanların hayat anlayışı ve dünya görüşü de bu saydıklarımız ilkelere uygun tarzda şekillenmiş ve beşeri münasebetlerini tanzim ederken bu dini inanç ve ilkelerine göre tanzim etmişlerdir. O halde insanlığın yegane kurtuluş vasıtası olan ve ilâhî yapısını muhafaza eden son tevhid dini İslamın da, varlığını sürdürebilmesi, mensuplarını hertürlü dağılma ve çözülmeden koruyabilmesi için kendine has bir cemaat anlayışı ve bu cemaatin sosyal, siyasal, dini, ahlaki, kültürel yönden tâbi olacakları bir takım prensip ve yasaları olması gerekirdi, işte İslam da kendi inanç sistemini ve mensuplarının inanç yapılarını asli safiyeti içerisinde sürdürebilmesi için gerekli olan bu nevi tedbirleri almayı ihmal etmemiş ve mü'rninlerin beşeri münasebetlerini nasıl tanzim edeceklerinin kurallarını Kur'an ve sünnette açık bir şekilde ortaya koymuştur. İslam, her şeyden önce bütün insanlara karşı hoşgörülü ve dostça münasebetler içerisinde hareket edilmesini, başkalarının hak ve hukukuna âdil ölçüler içerisinde saygılı davranılmasını, ahde vefayı, ciddiyeti, mürüvveti, merhameti ve imanın gereği olan her türlü güzel ahlakı şiar edinmesini emretmiş olmakla birlikte, mü'minin inanç ve hareketlerinde samimi olmasını ve islam cemaatinin tevhidi yapışma zarar verecek her türlü davranıştan uzak kalmasını esas almıştır. Diğer bir ifadeyle islam, müslümanların, her türlü hareket ve düşüncelerinin, başka dinden olan insanlarla kuracağı beşeri münasebetlerinin, bu dinin özüne ve tevhid akidesine uygun olmasını ve sadece bu daire içerisinde tanzim etmelerini istemiştir. Yüce Allah, insanların gerek dünya hayatı, gerekse ahiret hayatı açısından maslahat ve menfaatlerine zararlı ve faydalı olan her türlü davranışı tarif etmiş, faydalı olanı yapmalarını, zararlı olanları da bırakmalarını istemiştir. Aynı şekilde Allah Teala, mü'minlerin dost ve düşmanların kimler olduğunu, insanlara kimlerden zarar, kimlerden fayda geleceğini, diğer bir ifade ile mü'minlerin kimleri dost/veli edinip kimleri veli edinemeye-ceklerini de beyan buyurmuştur. Buna göre mü'minler, başka dinlerden olan insanlarla ilişkilerini hangi düzeyde sürdürmelidir? Ehl-i Kitap statüsüne giren insanlara karşı müslümanın hareket tarzı nasıl olmalıdır? Müslüman, gayr-i müslimleri, sırdaş, yardımcı, koruyucu, hakim, idareci tanıyabilir mi, işlerini onlara havale edip sorumluluk ve tasarrufları altına girebilir mi? Bütün bu hususlar Kur'an ve Sünnet çerçevesinde İslam'ın başlangıcından günümüze gelinceye kadar sahabe ve tâbiun alimleri başta olmak üzere bütün alimler tarafından ele alınarak, tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvufî kaykaynaklarda dağınık bahisler halinde irdelenip incelenmiş olmakla beraber, müslümanlar açısından son derece hayati öneme sahip olan bu konuda günümüzde ciddi ve ilmî nitelikte her hangi bir araştırma yapılmamıştır. Günümüzde önemli bir eksiklik olduğunu düşünerek bu mevzuyu kitabımıza konu olarak seçtik, elimizden geldiği ve imkanların müsaade ettiği ölçüde araştırmaya çalıştık. Çalışmamızın ana eksenini Kur'ânî nasslar teşkil ettiği için önce velayet ve veli edinme meselesini işleyen Kur'an ayetlerini bir bir tesbit etmeye çalıştık. Sonra bu nasslarda geçen kavramların lügat ve ıstılah yönünden Araplarca nasıl ve hangi manalarda kullanıldığını tesbit etmek üzere önemli lügat kaynaklarını taradık ve kavramların manalarını doğru bir şekilde tesbit etmeye gayret gösterdik. Kur'an naslarında bu kavramların hangi manada kullanıldıklarını tesbitte bize en ziyade yardımcı olacak kaynaklar, tefsir kaynakları olduğu için tesbit ettiğimiz nasların tefsirlerini incelemek üzere tefsirle ilgili klasik ve çağdaş kaynakları taradık. İslamî her hangi bir mesele, tefsir kaynaklan kadar, hadis, fıkıh, hatta tasavvuf ve benzeri gibi daha başka alanları da ilgilendireceği için bu sahalarla ilgili belli başlı kaynakları da taramaya çalıştık. Bu çerçevede çalışmamızı üç ana bölüme ayırdık. Birinci bölümde veli kavramının lügat ve semantik açıdan anlamlarını, ıstılah yönünden manalarını ve Kur'an-ı Kerim'de hangi anlamlarda kullanıldığını ortaya koymaya çalıştık. İkinci bölümde velayet kavramını, lügat ve semantik a-çılardan tahlile tabi tuttuktan sonra Kur'an-ı Kerim'de kavramın geçtiği âyetleri, kavramla ilgili kıraat ihtilaflarını ve müfessirlerin bu ayet etrafındaki görüşlerini ortaya koymaya çalıştık. Bunu yaparken de kavramın, konumuzu ağırlıklı olarak ilgilendiren şekliyle Enfal 72. ayetinde yer alması münasebetiyle, söz konusu ayeti, ayet çerçevesi, siyâk-sibâk çerçevesi, sure çerçevesi, tarihi nüzul ortamı ve Kur'an bütünlüğü açılarından tahlile tabi tutarak ulaştığımız nihâi manayı ortaya koymaya gayret ettik. Üçüncü ve son bölümde ise, normal şartlarda beşerî münasebetler açısından mü'minlerin gayr-i müslimleri, Ehl-i kitab kapsamına giren kimseleri, münafıkları ve tâğutu veli edinmesi ve nihayet mü'minlerin mü'minleri veli edinmesi mevzularını ele aldık. Aynı şekilde bu bölümde ihtiyaç hallerinde beşeri münasebetlerin nasıl olacağı konusunu ele aldık. Bu çerçevede gayr-müslimlere karşı takiyye ve mudârâ yapma, savaş ve barış hallerinde onlarla ittifak ve antlaşma yapma, yardımlaşma ve yiyeceklerinden yiyip kadınlarını nikahlama meselelerini inceledik. Bu çalışmamızın hazırlanması ve araştırılması safhasında faydalandığımız kaynaklan dipnotta gösterirken, yazar İsimlerini, soyadı veya meşhur isim sırasına göre vermeye çalıştık. Bir kaynağa göndermede bulunurken ilk geçtiği yerde tam is-minİ, varsa baskısı, birden fazla işarette bulunulmuşsa, oralarda da yazarın meşhur adını veya soyadını ve eserin kısa adını veya 'adı geçen eser' anlamına (a.g.e) rumuzunu kullandık. Diğer bibliyografik bilgileri ise, kitabımızın son kısmında bibliyografya kısmında verdik. [6] [6] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 16-20. |