๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 14:16:22



Konu Başlığı: Genel Kevni ve Teşri Kavramlar
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 14:16:22
GENEL KEVNÎ VE TEŞRİİ KAVRAMLAR

 Ahd, Akd, Misak, Bi'at


 Bu dört kelimenin, insanın yeryüzündeki hayatıyla ve gerek kendi aralarında, gerekse Allah'la olan ilişki­siyle ilgili olarak ifade ettikleri derin anlamları vardır.

Allah Adem'i insanlığın atası, temsilcisi veya özü olarak yarattığı zaman, gerek onun şahsında, gerekse, Kıyamet'e kadar gelecek tüm insanlardan' tek tek “ben sizin Hatibiniz değil miyim?” diye “ahd” almıştır. (A'raf: 172).

Ahd, sözcük anlamı itibariyle, “bir şeyi her du­rumda koruyup, gereğini yerine getirmek” demektir. Fiil olarak kökü, A-Hi-De'dir. Ahd bu fiilin masdarı olduğu gibi, isim olarak da, “her türlü durumda, o du­rumun gerektirdiği biçimde korunulan ve gereği ye­rine getirilen şey, verilen söz” [101] anlamına gelir.

İnsan, Allah'tan başka rabb tanımayacağına dair Allah'a ahd vermiş, Allah da bu konuda kendisinden ahd almıştır; yani, muahede yapmışlardır, ahdleşmişlerdir. Bu ahd'in, Allah'tan başkasını rabb tanımama­nın içinde, Şeytana ibadet etmemek de vardır ki, (Ey -Adem Oğullanrı'Şeytan'a ibadet etmeyin' diye, size ahd vermedim mi? Yasin: 60) Allah'tan başkasını rabb ta­nımamanın gereklerindendir.

Allah, insanlara hidayetini (bk. Hûda) aralarından seçtiği elçiler aracılığıyla, insanın yeryüzündeki yaşan­tısının kuralları olarak göndermiştir. Bu kuralların ye­rine getirilmesi, öncelikle insanla Allah arasında, ikin­ci derecede de insanlar arasında yeni ahdleşmeler şek­linde olmaktadır. Sözgelimi, “Kabe'yi temizlemeleri Al­lah'ın İbrahim'e ve İsmail'e ahdidir” (Bakara: 125); mü'minler Medine'yi kurduktan, yani Allah'ın hüküm­ranlığını yeryüzünde gerçekleştirme aşamasına geldik­ten sonra, belli bir süre için belli durumlarda müşrik­lerle ahd('anlaşma) yapabilirler” (Tevbe: 1); Bu tür ahdleşmeler de, bir bakıma yine Allah'la olan ahdleşmenin bir parçası durumundadır. Allah nasıl insanlara ahd vermişse, insanlar da Allah'tan ahd almışlardır. İn­sanlar Allah'tan başkasına ibadet etmemeğe, O'ndan başkasını rabb tanımamaya ahdetmişler; Allah da bu­nun karşılığında, insanlara yardım edeceğini ve dünya hayatından sonraki Ahiret hayatında onları cennet­lere koymayı addetmiştir. Ahd, sorumluluk gerektirir (İsra: 34). Eğer insanlar Allah'a verdikleri ahdin ve bu ahd çerçevesinde kendi aralarındaki aftdleşmenin so­rumluluğunu yerine getirirlerse, Allah da ahdini yerine getirecektir.  (Bakara: 40).

İslâm'da, Allah'la insanın ahdeleşmesinin sembolü Kabe'deki Kara Taş (Hacer'ül-Esved)tır. Bu taşın Cen­netten inmiş olduğu rivayet edilir; belki de, Adem'le birlikte inmiştir. Bu bakımdan, Hacc'da, yani insanla­rın Allah'ın Evi'ni ziyaretlerinde bu taşa el sürülür ve aynı zamanda öpülür. [102]

Âkd, 'A-Kı-De' fiil kökünden gelir. 'A-Kı-De' 'bir şeyi bir başka şeye sağlam şekilde bağladı' demektir; aynı zamanda, bu fiil 'düğümledi' anlamına da gelir. 'Akd'ül-habl’ 'ipi bağlamak' demektir. Bu anlamdan kal­karak, 'akd-ül-bey' alışverişi bağlamak'; 'akd'ül-ahd ahdi bağlamak', 'akd'ül-eymân - yeminleri bağlamak, sağlam yemin etmek' deyimleri kullanılır. Aynı zaman­da, bu kelime nikâh için de kullanıfır ve 'akd'ün-nikâh' denilir. Akd, isim olarak 'düğüm' anlamına da gelir. [103] Bu anlamlar, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli ayetlerde ifade olunmaktadır: “Y'eminlerinizin 'bağladığı' kimselere paylarını verin(Nisa: 33); Sizi 'bağladığınız' yeminler­den dolayı sorumlu tutar(Maide: 89); “Yazılan süre do­luncaya kadar nikâhı 'bağlamaya' ('nikâh düğümü at­maya  kalkmayın (Bakara:  235)”.

Akd kelimesinden akide kelimesi türetilmiştir. Aki­de, 'bağlantı, bağlanılan şey’ demektir; bu bağlamda 'kişinin akidesi, yani 'bağlandığı şey' denilir. İslâm mez­hepleri arasında büyük tartışmalara yol açan, “iman –amel” ilişkisi İmanla Akîde'nin aynı şekilde değerlen­dirilmesi yanlışlığına yol açmış, veya böyle bir yan­lışlıktan doğmuştur. Ehl-i Sünnet alimleri genellikle İman'ı,, “dil ile ikrar, kalp ile tasdik' saymışlar, ba­zıları yalnızca 'dille ikrar', bazıları, yalnızca 'kalple tasdîk', bazıları da, 'dille ikrar, kalple tasdik ve erkânıyla amel' tanımında bulunmuşlardır. Bu tanımların üçü de bir bakıma doğrudur; bu noktayı, îman, İslâm-Amel konusunda ele alacağız. Burada, akideyle ilgili olarak şu­nu belirtmemiz gerekiyor ki, akide îmandan ayrıdır ve kişinin 'diliyle veya kalbiyle bağlandığı şey; inana­rak veya inanmayarak “evet” dediği ve hem de, te'kid ederek, mutlak anlamda “evet” dediği şeydir. “Allah'a, meleklere, peygamberlere... inandım; namazı kılacak, orucu tutacak, zekâtı vereceğim... Gerektiğinde sava­şacak, hırsızlık yapmayacak, yeryüzünde fesat çıkar­mayacağım... Ölü eti, kan, domuz eti... yemeyeceğim...” demek akd'dir, bağlanmadır. Ama, nasıl ahd sorumlu­luk getiriyorsa, akd de sorumluluk getirir; hattâ, akd, ahdden daha güçlüdür. Kur'an: “Ey iman edenler! Akdleri yerine getirin (Maide: 1)” der. İşte, afedlerin yerine .getirilmesi, verilen sözlerin hayata yansıması akidenin iman halinde olduğunu gösterir.

Misak, bir bakıma akd'le eş anlamlı gibi görünse de, kullanım yerleri, özellikle terim olarak kullanım yerleri bakımından bir takım değişiklikler gösterir. 'Ve-Si-Ka, veya Ve-Sü-Ka' fiil kökünden gelir. 'Ve si ka bifülânin' 'filâna güvendi' demektir. Ve-Sü-Ka, 'sağlam ol­mak, işi sağlam tutmak, sağlama bağlamak' anlamın­da hem geçişli, hem geçişsizdir. 'Vesseka' 'güçlendir­mek' anlamına gelir; bu fiilin masdan 'tevsik', Türkçe de 'tevsik etmek' şeklinde bir kullanıma sahiptir. Yine, Türkçe'de kullanılan vesika kelimesi de (Ve-Se-Ka'  fiilindendir. [104]

Visak ve vesak, aynı fiilden türeme iki isimdir; 'ken­disiyle tevsik olunan, yani güçlendirilen, vesikalandırılan şey' anlamına gelirler. Kur'an-ı Kerim'de bu an­lamda, “Küfredenlerle karşılaştığınız zaman boyunları­nı vurun; onları iyice sindirdiğiniz zaman, ise bağı (ve­sak) güçlendirin (Muhamraed: 4)” ve “o gün O'nun ede­ceği azabı kimse edemez; O'nun vuracağı bağı (vesak) kimse vuramaz (Fecr: 25-26)” ayetlerinde geçmektedir Misak, akd gibi, 'kendisiyle bağlanılan söz, yapı­lan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken anlaşma' demektir. Akd'in düğümüyle düğümlenilirken, misahfın bağıyla bağlanılır. Sözgelimi, “Allah nebilerden, onla­ra kitaptan ve hikmetten verdiğinde ve yanlarındakini doğrulayıcı olarak bir rasûl geldiğinde, ona inanıp yar­dım edeceklerine dair misak” almıştır (A. İmran; 81). Aynı şekilde, Allah İsrail Oğullarından, “Yedinci gü­nün yasağını çiğnememeleri” için “ağır misak” almış­tır (Nisa: 154); aynı şekilde, İsrail Oğulları'ndan “Al­lah'tan başkasına ibadet etmemeleri için de misak al­mıştır (Bakara: 83)”.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, gerek akd, gerekse mi­sak sorumluluk getirir. Kur'an kelimelerle, kelimelerin içerdiği ve çağrıştırdığı anlamların örgüsüyle İslâm'ın örgülerini ortaya kor. Dikkat edilirse, gerek akd ve gerekse misak bir 'ip'i çağrıştırmaktadır. Nitekim, “Kim Tağut'u inkâr eder ve Allah'a iman ederse, sapasağlam (vüska) bir kulpa tutunmuştur (Bakara.: 256)” ayetin­de, yine ve-se-ka fiil kökünden gelen, 'ism-i tafdîl-  güç­lendirilmiş isim' kipindeki 'vüska' kelimesi 'kulp' an­lamına gelen 'urve' kelimesiyle kullanılmaktadır. Esa­sen, misak ve akd kelimelerinin de 'bağlama, bağlanma' anlamında 'ip-kulp' kelimesini çağrıştırdıkları ortadadır. Bu bağın veya ipin bir ucunda Allah, diğer ucunda insan vardır. Eğer insan tuttuğu ucu bırakırsa, Allah'ın ipi çekeceği ve anlaşmanın bozulmuş olacağı açık­tır. Bu durumda, insan başıboş kalacak, Allah'ın yar­dımından uzaklaşacak ve tabiî olarak, verdiği sözü ye­rine getirmediği, Allah'ın Kendi'ne uzattığı ipi bırak­tığı için, 'aşağıların aşağısı'na. ve aynı zamanda da 'cehennem'e yuvarlanacaktır. Allah'ın her emri ve ya­sağı, bu ipin tırmanılmasında kullanılan düğümlerdir, basamaklardır. Bu basamaklar olmayınca, tırmanmak mümkün değildir. İnsan akdlerle düğümleri atacak, ya­ni Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirecek, böyle­ce Allah'ın ahdini ifa etmiş olacak, O'na, 'alâ-yi ılliyyîn'e yükselecektir.

Allah, urvet'ül-vüska'yı insanlara, aralarından seç­tiği elçileri (rasûl) aracılığıyla gönderir. Her insanla Al­lah konuşmaz, Kendi'ni O'na açmaz, her insana açık yahy'de bulunmaz; fakat, her insan Allah'a yükselebi­lir, O'na seslenebilir. Bu seslenme, bu çıkış, akidleri ve misakı yerine getirmekle olacaktır. .Rasüllerin risaletlerîne,yani, rasûl olduklarına öncelikle Allah şahiddir ve bu bakımdan, insanlar kabul etseler de, etmeler de rasûller rasûldürler. İslâm konusunda da inceleyeceğimiz gibi, Allah'ın Din'i Usûl (Esaslar, Asıllar) ve Ahkâm (hükümler) olmak üzere iki bölümde ele alınır. Usûl, inanç esaslarıdır. Usûl'e inanmış bir cemaat oluştuğunda ve bu Cemaat ahkâmı alabilecek, yani Allah'ın hükümeti­ni yeryüzünde kurabilecek düzeye geldiğinde, bu dü­zey için gerekli sınavları başarıyla verdiğinde, rasûller bu cemaatle ahdleşirler. Bu ahd, rasûlü ne olursa ol­sun koruyacakları, onun emirlerinden dışarı çıkmaya­cakları, mallarını ve canlarını istediği biçimde vere­cekleri, hırsızlık yapmamaları, yeryüzünde fesat çıkar­mamaları... gibi hükümleri içerir. Daha doğrusu, rasûlün getireceği, Allah'tan alıp tebliğ edeceği her hük­mü yerine getirmek konusundadır bu ahd. Aslında, bu ahd, Allah'la ahdleşmedir; ama, nasıl, Allah'la ahdleşmenin 'sembolü olarak, Kara Taş's. el veriliyorsa, Allah adına rasûlle yapılan ahdde de, rasûlün eline el veri­lir ki, bu ahdleşmenin adı bîat'tır.

Bi'at, 'Bâ-A(Be-Ye-A)' fiil kökünden gelir. Masdarı olan 'bey', veya bî'at' 'alış-veriş' demektir; 'bir değer karşılığında bir değeri vermek' demektir. Alana müş­teri', verene ise 'bayi' denilir. Kelime, bu anlamda Kur'an-ı Kerim'de çok geçer; söz gelimi, “Allah bey'i(alış­verişi) helâl, ribayı haram kıldı” buyurulur. İşte, 'bî'at' bir alış-veriştir; mü'minlerin rasûl aracılığıyla Allah'la yaptıkları bir alışveriştir; bu 'alış-veriş1, şu ayette en güzel anlamını bulur: “Muhakkak Allah, Cennet karşı­lığında mü'minlerden canlarını ve mallarını satın aldı (Tevbe; 111)”. Bundandır ki, Hz. Rasûl-i Ekrem (S.A.V.), Akabe biatlarında, Ensar'dan, “Allah'tan başka ilâh olmadığına, kendisinin Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmeleri (bk. Şehadet), namaz kılıp, malların­dan infakta bulunmaları, her zaman sözlerini dinleyip emirlerine itaat etmeleri, muhtaçlara yardımda bulun­maları, Allah yolunda Allah için hakkı söylemeleri, iyi­liği emredip, kötülükten sakındırmaları ve öz canları­nı, kadınlarını ve çocuklarını korudukları gibi, kendisi­ni de korumaları” hususunda söz almış; “bunların kar­şısında ne var ey Allah'ın Rasûlü?” sorusuna da, “Cen­net” cevabını vermiştir. [105]

İslâm'da, gerek rasûl, gerekse O'ndan sonra gelen veliyy'ül-emr (bk. velî) olsun, ümmetten Allah'ın hü­kümlerini kendi önderliği altında yerine getirmeleri için bî'at alır; yani mü'nıinler, canlarını ve mallarını Cennet karşılığında Allah'a satmaya söz verirler.

Alış-veriş her iki tarafın rızasıyla olur ve sonunda 'aldım, verdim' denilerek el sıkışılır. Bî'at da Allah'la mü'minlerin alış-verişi olarak, aynen böyledir. Bu ba­kımdan, bî'at'ın bazı şartları olması gerekir:

1. İslâmî hükümet bîatsız olamaz ve zorla bîat alınmaz; insanlar da bîata zorlanmaz. Bu iman sorunu­dur. Nitekim, Hz, Ali, kimseyi kendisine biata zorlama­dığı gibi, bîat ettikleri halde, kendine yardım etmeyenleri de zorlamamıştır. Kılıç zoruyla alınan bîatlar ge­çerli değildir.

2.  Bî'at edecekler niçin bîat ettiklerini bilmelidir­ler. Artık, bundan sonra, öncelikle Allah'a karşı so­rumludurlar.

3.  Bî'at herkese edilmez. Allah'ın hükümlerini en iyi bilen, yani emr'in sahibi (bk. Emr) olana, zikir ehli'ne biat edilir. Kendisinde, bu nitelik olmayan kimselerin bîat istemeleri bir zulümdür.

4.  Nasıl, alış-evrişte, satan malın eksikliğini söy­lemez, bu da sonradan ortaya çıkar ve bunun sonucun­da, alan anlaşmadan dönebilirse, kendisine bîat olu­nan şartların gereğini yerine getirmezse, bîat edenler onu buna zorlayabilir veya bîatı feshedebilirler.

5.  Bîattan dönülmez. îki taraf da biat şartlarına bağlı kaldıkça, bîattan dönen olursa ve biatına rağmen, biatinin gereklerini yerine getirmezse, bu Allah'a veri­len sözden dönme olur ve Allah'ın azabını gerektirir. [106]

“Doğrusu sana biat edenler, ancak ve ancak Al­lah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli onların ellerinin üze­rinedir. Artık kim cayarsa, kendi aleyhine cayar. Kim de, Allah'la yaptığı ahdi yerine getirirse, Allah ona bü­yük bir karşılık verecektir.” (Feth: 10).

Burada, bir kez daha tekrar edelim ki, bîat, ahkâm indikten, hükümet kurma aşamasına gelindikten son­radır. Rasûlüllah daha önce kimseden biat almamıştır. Fakat, gerek rasûlün, gerekse Veliyy'ül-Emr'in görevi her zaman hükümet kurmak değildir. Öyle zamanlar olur ki, yeni bir Mekke'nin yaşanması gerekir. Bu nok­tada, tüm rasûllerin ana görevi, insanlara Allah'ın ayet­lerini okumak, onları tezkiye etmek (bk. Tezkiye), on­lara Kitab'ı ve Hikmeti öğretmektir. Bu noktada, ra­sûlün rasûllüğü için insanların biati gerekmez; şartsız iman etmeleri gerekir. Rasûl'e biattan sonra, emrde ortaklık yoktur; Rasûl ne emreder ve neyden sakındırırsa, mü'minler onu yapmak zorundadırlar. Rasûl'den son­ra aynı yetki Veliyy'ül-emr'e geçer. Tekrar belirtmek gerekir ki, Veliyy'ül-emr'in zikir ehli, yani Kur'an ve Sünnet ehli olması, Kur'an ve Sünnet'i en iyi derecede bilme, adil ve takva sahibi olma niteliklerini de kendin­de barındırması gerekir.

Bîat, belirli durumlarla ilgili olarak yenilenebilir; Bîat-ı Rıdvan olayında olduğu gibi. [107]


[101] Müfredat, 350. Külliyat, 258.

[102] Hakim, müstedrek, c. I, s: 457.

[103] Müfredat, 341.

[104] a.g.e. 511-2.

[105] Buharİ, 'Kitab'ül-İman’ I: 12; Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. S. Mutlu. I:  118.

[106] Ebu'l-Hasan  el-Maverdi.  Ahkâm'üs-Sultaniyye,  çev.  A. Şafak Bedir yayınevi, s: 6-14; Ö. Nasuhl Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen yayınevi, c. 6, s: 4-28.

[107] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 109-117.