Konu Başlığı: Gayri Müslimlere Karşı Mudârâ Yapmak Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 12 Şubat 2011, 17:53:40 Gayr-i Müslimlere Karşı Mudârâ Yapmak Lügatta mudârâ; birine karşı içindeki kini, düşmanlığı saklamak, yumuşak davranmak, [267] bir sözü nezaketle söylemek, bir şeyi inceltmek, yumuşatmak anlamlarına gelir.[268] Ezherî, Mudârâyı, huy güzelliği ve insanlarla ünsiyet kurup iyi geçinme şeklinde açıklamıştır.[269] İbn Manzur ise, “huy güzelliği ve insanlarla ünsiyet kurup iyi geçinme manasındaki mudârâ hemzeli olarak da, hemzesiz olarak da yazılır. Bir kimse bunu hemze ile yazarsa, manası, şerrinden korunma, demek olur. Hemzesiz yazarsa, “Ceylanı aldattım ve avlayıncaya kadar ona doğru saklanıp siperlenerek gittim” anlamına gelen ibaresinden alınmış kabul eder. Bu kökten gelen ifadesi, ona hile yapıp aldattım, demektir. Buna göre, İnsanlara karşı mudârâ yapmak; onlara karşı içindeki kini, düşmanlığı saklamak ve yumuşak davranmak demektir. Şu hadis, kelimenin bu manasından alınmıştır: “Allah'a imandan sonra en akıllı hareket, insanlara karşı mudârâ yapmak,” yani onlara karşı yumuşak davranmak, onlarla güzel ilişkilerde bulunmak ve senden nefret etmemeleri için onlara tahammül etmektir.”[270] Istılahta Mudârâ ise, bir kimsenin şerrinden korunabilmek ve ondan gelecek tehlikeyi önleyebilmek, kalbini İslama ısındırabilmek için ona yumuşak davranmak, güleryüz göstermektir. Bu anlamda bir kimsenin kötülüğünden ve elinden çıkacak zararlardan korkularak ona yumaşak söz söyleme ve iyi muamele edilmesine şer'an müsaade edilmiştir. Zira, Allah Teâlâ, “Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah ile ilişkisi kesilmiş olur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız (halinde olursa bu) başkadır.” [271] buyurarak şerrinden korkulan, İslam'ın ve müslümanın maslahatı için faydası umulan kimselere karşı takiyye yapılarak dostça davranılmasına ruhsat vermiştir. Ayette yer alan istisna cümlesindeki bu ruhsat, şerrinden korkulan kimselere karşı takiyyeyi içine aldığı kadar, aynı kimselere karşı mudârâ yaparak yumuşaklıkla hareket etme ruhsatını da içine alır. Bu sebeple İslamda, maslahat-ı dîniyye ve dünyeviyye için mudârâ yapılması caiz sayılmıştır, diyebiliriz. Müslüman İslam'ın ve müslümanların menfaatini temin için gerektiğinde şerrinden korkulan kimselere karşı buğz ve nefretini kalbinde gizleyerek insanlığın gereği olan güleryüz ve nezaketle hareket edebilir. Ancak bunda ölçüyü kaçırmamak ve kime karşı mudârâ yapılabileceğini iyi tesbit etmek gerekir. Mudârâda ölçü kaçırılır veya mudârâ yapılmaması gereken kimseye mudârâ ile hareket edilirse, bu müdâhane olur. Nitekim Kurtûbî “Onlar isterler ki sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” [272] âyetini tefsir ederken müdahanenin “yumaşak ve mülâyetle davranılması gerekmeyen kimseye yumuşak ve mülayenetle davranmak”[273] olduğunu ifade etmektedir. Reşid Rıza ise, Al-i İmran 28. Ayetini tefsir ederken konuyla ilgili olarak şunları kaydeder: “Hiç kimse unutmamalıdır ki yumuşak söz veya insanların yüzlerine karşı tebessüm etmek, bir toplumda yaşayan her ferdin daima yapması gereken iki önemli toplumsal edeb kaidesidir. Bunlar ne nifaktan, ne de dalkavukluktan/müdâhaneden addedilebilir. Keza bunlar, Allah Teala'nm, Resulüne, kâfirlere karşı sert davranması emriyle [274] de çelişmez. Çünkü bu emir, kafirlerin eziyetlerini savuşturmak, daveti himaye etmek ve davetin hakikatini beyan sadedinde cihad etmeyi emir makamında varid olmuştur.[275] Aynı şekilde Sâbûnî, Al-i imran 28. âyetini tefsir ederken konuyla ilgili olarak şöyle der: “Kâfir ve fasıklara karşı mudârâ yapmak caizdir. Bu haram kılınan velayet ve dostluğun içerisine girmez. Çünkü Resûlüllah (s.a.v), fâsik ve facir olan kimselere karşı mudârâ yapar ve şöyle derdi: “Biz birtakım insanların yüzüne gülsek de kalblerimiz onlara lanet eder.”[276] buyurmuştur. Bazı alimler, “Dînin asıllarına muhalif olmamak şartıyla başkasına zarara sebebiyet vermeyecek konularda mudârâ yapmak, caizdir. Şayet adam öldürmek, hırsızlık yapmak ve yalan şahitlikte bulunmak gibi başkasına zarara sebebiyet verecek olursa, asla caiz değildir.” demişlerdir.[277] Şu halde müslüman; itina ile hareket etmeyi bilen, dostunu ve düşmanını iyi seçen kimse olmalıdır. Musibetin en büyüğü düşmanı tanımamak ve musibetin nereden geldiğini tesbit edememektir. Huzeyfe (r.a): “İnsanlar Resûlüllah'a hayrı sorar; ben ise, başıma gelir korkusuyla ona şerri sorardım.” [278] diyerek bu konuda önemli bir inceliğe dikkat çekmektedir. Gerçekten de şer ve düşman hakkında bilgi sahibi olmak musibetten sâlİm olmak için lüzumlu bir şeydir. Salâh için fesadın, ıslah için ifsadın bilgisine sahip olmak gerekir. Eşya zıtlarıyla bilinir. Bu hususun, hayır ve iyiliğin ne olduğunun anlaşılmasında bile faydası vardır. Hz. Aişe'den rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir: Bir adam, Resûlullah'ın yanma girmek için izin ister. O da vona izin verin, bu aşiretin oğlu ne fenadır.' buyurur. Adam yanına girince Resûlullah onunla yumuşak konuşur. Bunun üzerine Hz. Aişe şöyle der: “Ya Resûlullah onun hakkında söylediğini söyledin. Sonra kendisiyle yumuşak konuştun.” “Ya Aişe! Şüphesiz ki kıyamet gününde Allah katında insanların en kötü mertebelisi insanların fuhşundan korkarak kendisini terkettiği kimsedir.” buyurdu.[279] Hadisin başka varyantlarında bizzat mudara lâfzı kullanılarak Hz. Aişe'den Resûlullah'a sorusuna cevap olarak şöyle buyurduğunu rivayet edilmiştir: “O adam münafıktır. Münafıklığından dolayı mudârâ ediyorum ve başkalarını da bana karşı kışkırtmasından sakınıyorum.”[280] Bu hadis kötülüklerinden korkulan kimseye karşı yumuşak davranmanın ve fışkını ilân eden fasıkın zemminin caiz olduğuna delildir. Nitekim İbn Battal bu hadisin şerhi sadedinde şöyle demiştir: “Mudârâ, mü'minlerin ahlâkındandır. O, insanlara şefkat kanatlarını indirme, yumuşak söz söyleme ve onlara kaba konuşmayı terketmekten ibarettir. İşte bu, ülfetin en kuvvetli sebeplerindendir. Bazılarının mudârâyı yardakçı lık/müdâhane kabul etmeieri yanlıştır. Çünkü İslam'da, mudârâ teşvik edilmiş, müdâhane ise haram kılınmıştır. Aralarındaki fark: Dalkavukluk/ed-Dihân kökünden gelen “Müdâhane'nin bir olayda dış yüzünü açığa vurup iç yüzünü gizlemekten ibaret olmasıdır. Bazı alimler onu, fasıkın yaptığı işi tenkid etmeksizin ona açıkça rıza göstermek ve onunla iyi geçinmektir, şeklinde açıklamışlardır. Mudârâ ise, câhili eğitirken, fâsıkı yaptığı işten menederken, bilhassa kazanılmasına ihtiyaç duyulduğu zaman, yaptığı işi açıkça belli etmeyecek şekilde kaba davranışı terkedip tenkid ettiğini hissettirmektir.”[281] Böyle bir hareketin iki yüzlülük ve müdâhene ile ilgisi yoktur. Çünkü tehlikesinden korkulan veya kazanılması umulan kimselere karşı iyi ve yumuşak davranmakla ondan gelecek fenalık önlenir, hatta islam'a ve müslümanlara karşı muhabbeti sağlanır. Ayrıca kötülüğü bildirilen insandan da diğer kimselerin sakınma imkânı hasıl olur. “Gerçekten Allah bana farzları yerine getirmemi emrettiği gibi insanlara mudârâ etmemi/yüzlerine gülmemi de emretti.” [282] hadisi de bu konuda ümmete irşaddır. Kastalânî'ninde belirttiği gibi, “mudârâ güzel hasletlerin en seçkinlerindendir. Bununla nice faydalar kazanılır, nice zararlar savuşturulur.”[283] Hadiste serdedilen Resûlüİlah'ın tavrı kötü niyet sahiplerinin güzel yüzlerine, görüntülerine aldanmamaları ve onlardan sakınmaları yolunda ümmetine yapılan bir öğüttür. Aksi takdirde müslümanlar onların tuzaklarına düşerler de kendilerine onlardan kötülük/şer isabet eder. Ancak bunun ölçüsünü iyi ayarlamak ve “kötülüğü gördüğü ve onu defetmeye gücü yettiği halde işleyenin veya başkasının tarafını tutarak ya da dindeki dikkat ve ihtimamının azlığı sebebiyle bu kötülüğü defetmemek[284] anlamına gelen müdâhene ile karıştırmamak gerekir. Zira mudârâda aşırı gitmek, mudâhâne, dalkavukluk ve yağcılık olduğundan normali aşılırsa, menfaat yerine zarar görülür. Çünkü bu davranış, düşmanın cesurlaşmasma, kendisinin küçük düşmesine sebep olur. Netice olarak diyebiliriz ki asayiş ve huzurun sim şu iki şeyin iyi anlaşılıp uygulanmasına bağlıdır. 1- Dostlara nazik davranmak. 2- Düşmanlara ise mudârâ etmek/kavga etmemek için idâre-i kelam eylemektir. [285] [267] Cevheri, es-Sihah, "DRY" Madd, VI/2335; İbn Manzur, Lisân, "DRY" Madd,XIV/255. [268] Zebîdî, Tâcu'1-Arûs, "DRY" Madd, VI/2335; İbn Manzur, Lisân, "DRY" Madd, XIV/255. [269] Zebîdî, Tâcu'1-Arûs, "DRY" Madd, X/129. [270] İbn Manzur, a.g.e, "DRY" Madd, XIV/255. [271] Al-i İmran: 3/28. [272] Kalem: 68/ 9. [273] Bkz: Kurtubî El-Câmi li Ahkâm, XVIII/150. [274] Bkz: Tahrim: 66/9. [275] M. Reşîd Rıza, a.g.e. 111/281-282. [276] İbn Hacer, a.g.e, X/544. [277] Sâbûnî, a.g.e. 1/404; Ayrıca bkz: M. Reşid Rıza, Tefsîru'l-Menâr, 111/281-282. [278] Nevevî, Muhyiddîn Ebû Zekeriyya Yahya İbn Şeref, Şerhu Sahîh-i Müslim, I Baskı, Beyrut, 1987, XII/478-479. [279] İbn Hacer et-Askalânî, Feth'1-Bârî, 10/544; Tirmizî, Sünen, IV/316, H. No: 1996; Ebu Davud, Sünen, IV/251, H. No: 4791; Ahmed, Müsned, VI/38. [280] İbn Hacer, a.g.e, X/545. [281] İbn Hacer, a.g.e, X/545 [282] Münâvî, Şemseddin Muhammed Zeynüddin Abdurraif, Feyzü'l-Kadir Şerhu'l-Câmi'us-Sağîr, Beyrut, 1982,11/215. [283] Kastalânî, Mevlânâ Ahmed Hatîb, Mevâhibü Ledünniye, (Çev: H. Rahmi Yaenanlı), İstanbul, 1983,1/677. [284] Seyyid Cürcânî, et-Ta'rifât, s. 207. [285] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 120-126. |