Konu Başlığı: Enfal 72. Ayetinin Tefsiri İle İlgili Müfessirlerin Görüşleri Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 12 Şubat 2011, 18:29:56 Enfal 72. Ayetinin Tefsiri İle İlgili Müfessirlerin Görüşleri Müfessirler ayette geçen “Velayet” kavramının manası hususunda ihtilafa düştüklerinden ayeti birbirinden oldukça uzak manalarla tefsir ederek farklı kanaatler ileri sürmüşlerdir. Rivayet tefsirinin ünlü isimlerinden Hafız İbn Kesîr, “Resûlüllah (s.a.v) bir orduya veya müfrezeye kumandan tayin ettiği zaman, özellikle kendi hususunda Allah'tan korkmayı ve beraberindeki müslümanlar hakkında da hayrı tavsiye eder ve şöyle buyururdu: “Allah'ın yolunda Allah'ın adıyla savaşın. Allah'a küfredenlerle çarpışın. Müşriklerden olan düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç şeye davet et: Bunların hangisinde sana icabet ederlerse, onu kabul et ve onlardan el çek. Sonra onları İslam'a davet et. Şayet sana icabet ederlerse onu kabul et ve kendilerini serbest bırak. Sonra onları kendi yurtlarından muhacirler diyarına hicrete davet et ve onlara, bunu yaptıkları takdirde, muhacirlerin lehine, olan şeyin kendilerinin de lehine, onların aleyhine olanın kendilerinin de aleyhine olacağını bildir. Şayet hicreti reddeder ve kendi yurtlarını tercih ederlerse, onlara, müslümanlarm bedevileri gibi olacaklarını, kendilerine, Allah'ın mü'minler üzerinde geçerli olan hükmünün uygulanacağını ve müslümanlarla birlikte cihad etmedikleri müddetçe fey ve ganimette hiç bir haklarının olamayacağını bildir. Eğer bunu kabul etmezlerse, onlardan cizye iste. Şayet sana icabet ederlerse, onu kabul et ve kendilerini serbest bırak. Eğer bunu da kabul etmezlerse, o zaman Allah'tan yardım isteyerek onrlarla harbet.”[137] şeklinde İmam Ahmed'in, Süleyman İbn Büreyde'den onun da babası Büreyde İbni'l-Husayb el-Eslemi'den rivayet ettiği hadisle istidlal ederek ayette geçen “velayet kavramına”, kavramın taşımadıağı uzak bir mana yükler ve kendinden önceki müfessirlerden çok farklı bir bakış açısı getirerek şöyle der: “İman edip de hicret etmeyen, aksine kâfirlerin beldelerinde ikamet eden mü'minlerin, cihad eden mü'minlerle birlikte savaşta hazır olmadıkları müddetçe “ganimet mallarında ve bu ganimet mallarının humus(l/5)'unda hiç bir hisseleri yoktur.' Eğer dini bir savaş hususunda hicret etmeyen bu bedeviler düşmanlarına karşı yardım isterlerse, onlara yardım edin. Zira dinde kardeşleriniz olduklarından onlara yardım etmek sizin üzerinize bir borçtur. Ancak kâfirlerden sizinle aralarında belli bir süreye kadar anlaşma bulunan bir kavme karşı yardım isterlerse, o zaman kendileriyle anlaşma yaptığınız kimselere karşı yeminlerinizi bozarak emanete ihanet etmeyin.”[138] Burada İbn Kesîr'in “sizin onlara velayet namına bir şeyiniz yoktur” ifadesini, “onların ganimet mallarında ve bu ganimet mallarının humus(l/5)'unda hiç bir hisseleri yoktur.” Şeklindeki izah ve tefsirini kabul etmemiz son derece zordur. En azından ayetten anlaşılması gereken ilk ve öncelikli mana bu değildir. Bu olsa olsa ayetin talî derecedeki dolaylı manalarından biri olabilir. Zira siyâk-sibâkı ve sevkolunduğu ortam dikkate alındığı zaman ayetlerin ganimet taksimini değil, elde edilen esirlerle müslümanlar arasındaki yardımlaşma, destek ve yakınlığı konu aldığını görüyoruz. Diğer taraftan delil olarak zikrettiği hadisle ayetin doğrudan bir ilişkisi söz konusu olmadığı gibi kavramın geçtiği Kehf suresi 44. ayetini tefsir ederken kendisi de orada kavrama bu manayı vermez ve bilâkis “İşte burada hüküm vermek hak olan Allah'a mahsustur” [139] açıklamasını yapar. Aynı kavrama bu şekiîde iki ayrı anlam yüklemesi bir çelişki sayılır. Şevkânî (ö. 1250/1834), bu âyetin ve ayette geçen, velayet kavramının tefsirinde, “Ayetin manası, sizin onlara yardım ve destek namına bir sorumluluğunuz yoktur. [140] Şeklinde kanaatini ortaya koyarak İbn Kesire muhalefet eder. Ancak o, kavramın taşıdığı mana ile ilgili olarak ikinci bir ihtimal daha belirtir ve, “yahut yakın akrabalarınız bile olsalar, hicret etmemelerinden dolayı sizin onlarla miras bağı adına bir ilişkiniz yoktur.”[141] Yorumunu serdeder. Şevkânî'nin ikinci bir ihtimal olarak üzerinde durduğu bu manayı kavramın hakikî ve tek manası gibi telakki eden ayetin izahında sadece bu manayı nakleden bazı müfesirler de yok değildir. Meselâ Nesefi (ö. 710/1310) ile Zemahşerî bunlardan bazılarıdır. Onlar Kehf sûresi 44. âyetinde geçen velayet lafzı hakkında aynı kelimeleri kullanarak, “Hamza ve Alî'nin kıraatine göre vavın kesrası ile el-vilâyetü (şeklinde) okunur. Bu kelime, fetha ile (el-Velâyetü) nusrat/yardım etme ve birinin işini üzerine alıp onu ifa etme demektir. Kesra ile (el-vilâyetü), Sultan/hükümdar/vâli/kuvvet/kudret ve Melik/mutlak malik, lider/mülk sahibi ve amir demektir.” [142] Açıklamasını yapmalarına rağmen Enfal sûresi 72. ayetinin tefsirinde, “mâ leküm min velayetinim min şey'in” ifadesini sizin onlarla miras konusunda bir ilişkiniz yoktur” [143] şeklinde izah ederek kendi kendileriyle çelişkiye düşerler. Halbuki kavrama yüklenmesi gereken manayı Kur'an bütünlüğü içerisinde araştırdığımızda miras manasını yüklemenin ve özellikle de bu manaya tahsis etmenin mümkün olmadığını görürüz. Kaldı ki mevzumuz olan 'Velayet' ve “Vilâyet” kavramlarını tahlil ederken bunlara kendileri de böyle bir mana vermemektedirler. Kavrama yüklenmesi gereken manayı, ayetin ayet çerçevesi, siyâk-sibâk ilişkisi ve Kur'an bütünlüğü içerisinde araştırdığımızda miras manasını yüklemenin ve özellikle de bu manaya tahsis etmenin mümkün olmadığını görürüz. Çünkü bu ayet kendisinden sonraki iki ayetle birlikte düşünülmesi gereken bir ortamda serdedilmekte ve ikisinin muhtevası da kâfirlerle müslümanlar arasındaki dostluk ve yardımlaşmayı reddetmektedir. Kaldıki mevzumuz olan “Velayet” ve “Vilâyet” kavramlarını tahlil ederken bunlara kendisi de miras gibi bir mana vermemektedir. Nitekim İbn Cerîr et-Taberî, Enfal 72, 73 ve 74. ayetlerini bir bütün olarak ele alır ve bu konudaki farklı rivayetleri naklettikten sonra kavrama miras manası yükleyen ve ayeti bu çerçevede anlayanları reddederek şöyle der: “Kâfirler de birbirlerinin velisidir.” ayetinin te'viline en uygun olan görüş şöyle diyenlerin görüşüdür: Kâfirler, mü'minlerin değil, birbirlerinin velisidirler. Bu ayet, Allah Teala'nın mü'mine, hicreti terkederek dâru'l-harpte ikamet etmeyi haram kıldığına delildir. Zira Arapların kelamında velî kelimesinin manalarından olarak bilineni, onun yardımcı/en-Nasîr, yardım eden/el-muîn veya amca oğlu ve evlenme yoluyla akrabalık manalarıdır. Vâris manasına gelince, bu, velî kelimesinin manaları arasında maruf değildir. Ancak kendisinden sonra mirasım taksim etme konusunda velîsi olur manası müstesna. Bu ise, her ne kadar söz götürse de uzak bir manadır. Halbuki Allah'ın kelamını daha kuvvetli ve daha meşhur olan manasına yöneltmek, aksine hamletmekten daha evlâdır. Halböyle olunca, “Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat çıkar.” ayetinin tevili ile ilgili bu iki görüşten en uygun olanı: “Eğer din konusunda karşılıklı yardımlaşma ve nusrat gibi size emrettiğim şeyleri yapmazsanız, yeryüzünde fitne çıkar.” diyenlerin görüşüdür. Zira “İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler, birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret etmeyenler gelince, sizin onlar için velayet namına bir şeyiniz yoktur...” [144] Kavlinden itibaren ayetin başlangıcı, din konusunda velayet ve karşılıklı yardımlaşmaya teşvik için nazil olmuştur. Dolayısıyla ayetlerin sonunun da bu teşvikle bitmesi gerekir. Bu münasebetle Allah Teala, iman edip de şirk diyarından hicret etmeyen, müşriklerin arasında ikâmete devam eden ve müslümanlar la birlikte düşmanlarına karşı savaşmayanlar değil, İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler/Allah'ın Resulünü ve muhacirleri barındıran, onlara ve Allah'ın dinme yardım edenler; işte Allah'a ve Resulüne hakkıyla iman eden gerçek mü'minler onlardır. Onlar için bir mağfiret/kendilerini affetmesi sebebiyle Allah tarafından günâhlarına bir perde ve cennette mideye yarar, hazmı kolay, karınlarında bozulup yel ve pisliğe dönüşmeyen bilâkis cildin terlemesi gibi bir ter haline gelecek olan yiyecek ve içecekten ibaret bol bir rızik vardır.”[145] İşte bu ayet, bizim beyân ettiğimiz şu görüşün doğruluğunu ifade etmektedir: Allah Teala'nın bu ayetteki “Onlar birbirlerinin velisidirler.” ve “Onlar hicret edinceye kadar sizin için onlara” Velayet” nâmına bir şey yoktur” kavliyle kastettiği mana miras değil, ancak nûsret ve maûnetten ibarettir. Çünkü Allah Teala, bunun ardından hicret etmeyenleri değil, “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler gerçek mü'minlerdir.” kavliyle hicret eden muhacirlerle onları barındıran ensara övgüyü zikrederek onlar için kendi katında olan mükâfaatı haber vermiştir. Şayet bundan önceki ayetlerle kastedilen, onların miraslarının hükmüne del let etmek olsaydı, bunun peşinden gelenin, emredildiği şekilde mirası yerine getirmeye teşvikten başka bir şey olmazdı. Bu husus bu şekilde sahih olunca, bu ayetlerin hiçbirinde nasih ve mensuhun söz konusu olmadığına apaçık delil teşkil eder.”[146] Fahreddin er-Râzî (ö.606/1209) bu âyetleri tefsir ederken orada geçen “Velayet” kavramını mirasla izah eden müfes-sirleri daha açık bir üslupla eleştirerek şöyle der: “Alimler bu âyette bahsedilen “Velayet” ile neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak el-Vahidî (ö. 468/1075), İbn Abbas ve diğer müfessirleerden şunu nakletmiştir: “Bundan murad, mirastaki velayettir.” Müfessirler sözlerine devamla verasetin sebebi kılmıştı. İman edip de, hicret etmeyen akraba, hicret etmediği ve yardımcı olmadığı için, vâris olamıyordu.' Bilki “Velayet” lafzı, bu manayı ihsas ettirmemektedir. Zira bu lafız, kitabımızın birçok yerinde belirttiğimiz gibi, yakınlığı ihsas ettirmektedir. Nitekim, “Sultan, velisi olmayan kimsenin velîsidir' [147] denilmektedir. Dolayısıyla bu ifadede geçen “Velayet” lafzı vâris olmayı ifade etmez. Allah Teala da “Haberiniz olsun ki Allah'ın velileri için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.”[148] buyurmuştur ki, bu mirasçı olmayı ifade etmez. Aksine “Velayeti” de “Vâris Olma” manasının dışındaki bir manaya hamletmek gerekir. Bu mana da; onların birbirlerine saygı duymaları, birbirlerinin işlerini üstlenmeleri ve birbirlerine muavenette bulunarak yardimlaş-malarıdır. Bunun da gayesi, onların düşmana karşı tek yumruk gibi olmaları ve onlardan her birinin diğerine karşı olduğu sevginin, kendisine karşı duyduğu sevginin yerini almalı yani, onu da kendisi kadar sevmesidir. Lâfız, bu manaya muhtemel olunca, bunu vâris olmak anlamına hamletmek, lafzın delaletinden uzak bir mana olur.[149] Çağdaş müfessirîer arasında da bu kelimeyi tek ba miras manasına anlayan hiç bir müfessir yoktur. Bilâkis onlar kavrama hassaten yardım, dostluk, koruma ve bir kimsenin işini üzerine alıp onun adına bu işi yürütme manasına alımca ve ayeti bu manaya uygun olarak tefsir etmektedirler. Meselâ, Elmalılı Hamdi Yazır, ayeti şu şekilde tefsir eder: “İman edip de henüz hicret etmemiş olanlar, şu anda dar-ı harbde bulunan ve oranın tebaası durumunda olan mü’minler ise, hicret edinceye kadar sizin onlara velayet namına bir şeyiniz yoktur, işlerine müdahale edemezsiniz. Bununla beraber sizden din konusunda yardım isterlerse, onlara yardım etmeniz üzerinize borç olur. Ancak sizinle aralarında bir anlaşma bulunan kavim aleyhine bir durum söz konusu olmamalıdır. Zira anlaşma yapmış olduğunuz bir kavmin aleyhine olacak bir şekilde o mü'minlere yardım ederek antlaşmayı geçersiz kılmanız ahde vefasızlık olur. Bu da sizin için caiz olmaz.”[150] dedikten sonra Yunus Suresi 62. ayetinin tefsiri sadedinde velayet kavramı ile ilgili olarak orada da, “Velayet; muhabbet, dostluk, yardım ve vekâleten bir başkasının işini üstlenip onun adına bu işi icra etmek manalarını ifade eder.”[151] Açıklamasını yapar. Ebu'1-A'lâ el-Mevdûdî ise, mevzumuz olan Enfal 72. ayetini tefsir ederken, “Arapça “el-Velâyet” kelimesi çok geniş bir anlama sahiptir. Gerek devletle vatandaşlar arasında, gerekse vatandaşların kendi aralarında var olan yardım, koruma, destek, dostluk gibi ilişkiler için kullanılan bir kelimedir.”[152] Diyerek kavramın içerdiği manaların sınırını belirledikten sonra şöyle devam eder: “Bu ayet İslam anayasasının çok önemli bir maddesini içermekte ve müslümanlar arasında velayet ilişkisinin şartlarını ortaya koymaktadır. Buna göre, sadece dâru'1-İslamda yaşayanlar veya oraya hicret edenler velayet ilişkisi ile bağlı olabilirler. İslam devletinin sınırları dışında yaşayan müslümanlar içinse, sadece İslam kardeşliği bağı varolacak fakat onlarla velayet ilişkisi içinde olunamayacaktır. Aynı şeklide küfür diyarından İslam diyarına hicret etmeksizin sadece bir yabancı gibi ziyaret için gelen müslüinanlar da velayet ilişkisi içinde olunamayacaktır. Dâru'l-îslam sınırları dışındaki müslümanların velayetinin-kabul edilmesinin birçok yasal sonuçları vardır. Bu kurala göre dâru'l-küfürde yaşayan müslümanlar, dâru'l-îslam müslümanlarına ve bunlar da onlara vâris olamazlar. Bunlar birbirlerinin velisi olamazlar. Aralarında evlilik de söz konusu olamaz. İslam devleti de dâru'l-küfürde yaşayan bir müslümanı dâru'l-küfrün vatandaşlığından çıkmadıkça sorumluluk gerektiren bir mevkiye tayin edemez. Bunların yamsıra bu ayet İslam devletinin dış politikasını da etkilemekte ve İslam devletini sadece sınırları içinde yaşayan müslümanlara karşı sorumlu kılıp sınırları dışında yaşayan müslümanların sorumluluğundan kurtarmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v) de aynı şeyi ifade etmektedir: “Müşrikler arasında yaşayan hiç bir müslümana sorumluluk borcum yoktur”. İslamın dış politikada takındığı bu tavır, genellikle uluslararası birçok sorunun nedenini oluşturan bu tür tartışmalara kökten bir çözüm getirmektedir. Çünkü gerçek şu ki eğer devlet kendi sınırları dışında yaşayan azınlıkların koruma ve bunun gibi sorumlulukları üzerine almayı reddederse, onlarla ilgili tekrar savaşlara neden olan tartışmalar ortaya çıkmaz.[153] Asrımız alimlerinden ve sosyolog bir müfessir olan Seyyid Kutup (1906-1966) da, Mevdudî ve Elmalılı'nın görüşlerine paralel olarak ayetin tefsiri sadedinde şunları kaydeder: “Hicret etmeye gücü yettiği halde bir takım menfaatlerini veya müşriklerle olan akrabalıklarını gözeterek hicret etmeyenlerle İslam cemiyeti arasında hiç bir velayet ve dostluk bağı yoktur. [154] Çünkü onlar akîde bakımından bu dîne girseler de, Allah'ın şeriatının hâkim olduğu ve işlerini müslüman liderlerinin idare ettiği İslam toplumuna fiilen iltihak etmemişlerdir. Allah da onların bu cemiyetle olan dostluklarını, velayetin her çeşidi ile yasakladı. Çünkü onlar İslam cemiyetine mensup değildiler. İşte bu İnsanlar hakkında; “... İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar sizin için onlara “ Velayet” nâmına bir şey yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, onlara yardım etmeniz gerekir. Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir topluma karşı yardım etmeniz olmaz. Allah yaptıklarınız görmektedir.” Bu hüküm gayet mantıkî olup bu dîne ve onun realist nizamına gayet uygun düşmektedir. Ancak kendilerine din yönünden tecavüz edilir ve mesela akideleri tehlikeye maruz kalır da İslam yurdundaki müslümanlardan bu hususta yardım isteyecek olurlarsa, o zaman, sadece bu hususta onlara yardım etmek müslümanlar üzerine bir borçtur. Ancak bu yardım, müslümanlann diğer bir devletle olan anlaşmasını bozmamalıdır. Burada aslolan; İslam cemiyetinin kendi maslahatını, faaliyet planını ve üzerine terettüb eden anlaşmaları korumasıdır. Birinci derecede gözetilmesi lâzım gelen husus budur.”[155] Netice itibariyle diyebiliriz ki bu âyet-i kerîme, ne Nesefî ve benzerlerinin dediği gibi, sadece İslamın hakim olduğu İslam yurduna hicret ederek orada meskun bulunan müslümanlarla, iman ettiği halde İslam devletine hicret etmeyip hakimiyetlerine boyun eğerek müşrikler arasında ikamete devam eden müslümanlar arasındaki miras hükümlerini, ne de îbn Kesîr'in benimsediği gibi ganimet ve feyle ilgili hükümleri tanzim etmek üzere değil, aksine bu iki gruba giren müslümanlann birbirleri ile olan, dostluk, yardımlaşma, birbirlerinin işlerine müdahale etme ve koruyup gözetme bakımından ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini tanzim etmek üzere nazil olmuştur. Bu ayet, Kurtubî [156] ve İbn Cerîr et-Taberî'nin tefsirlerinde yaptıkları gibi siyâk-sibâk ilişkisine dikkat edilerek kendinden sonraki ayetlerle bir bütünlük içerisinde mütalâa edildiği zaman, bu husus hiç bir şüpheye mahal kalmayacak şekilde ortaya çıkmış olur. Diğer taraftan ayet, bu yönüyle düşünüldüğünde kapsamı daraltılmadığı için İbn Kesir ve Nesefi gibi müfessirlerin düşündüğü manaları da dışarıda bırakmayacak biçimde hepsini içine alan hükümlere şamil kılınmış olacaktır. Aksi halde ayet, delilsiz olarak bir tek manaya tahsis edilerek hükmü daraltılmış olur ki bu doğru değildir. Buraya kadar yaptığımız bütün tahlillere ilâveten bizzat ayetin kendisi de tek başına ele alındığında orada geçen kavramın mücerret ganimet ve miras manalarında, bir bütün olarak ayetin de sırf ganimet ve mirasla ilgili hükümleri tanzim eden bir manada anlaşılmasının imkânsız olduğuna kuvvetli bir delil teşkil eder. [157] [137] Ahmed, Müsned, V/352; Hadis için ayrıca bkz: Nevevi, Şerhu Sahih-i Müslim, 12/281-282. [138] İbn Kesîr, Tefiru'1-Kur'âni'l-Azîm, IV/40. [139] Bkz: İbn Kesîr, a.g.e, V/156. [140] Şevkânî, a.g.e, 11/329. Nesefi, a.g.e, H/14. [141] Şevkânî, a.g.e, 11/329. Nesefi, a.g.e, 11/14. [142] Ebu'l-Berâkât Abdullah İbn Ahmed Mahmud en-Nesefi, Medârikü’t-Tenzil ve Hakâiku't-Te'vil, Halebi Baskısı, Tarihsiz, 111/14; Zemahşeri, el-Keşşaf, 11/391. [143] Nesefi, a.g.e, II/l 13; Zemahşeri, el-Keşşaf, 11/135-136. [144] Enfal: 8/72. [145] Enfal: 8/74. (Bu Meal, Taberi'nindir.) [146] Taberî, Câmiu'l-Beyan, VI/298-299. [147] Ebu Davud, Sünen-i Ebî Davud, 11/229, H. no: 2083; Tirmizi, Sünen-i Tirmizî, III/407-408, H. Ho: 1102; İbn Mace, 1/605, H. No: 187 Sünen-i Dârimî, 11/137; Ahmed, Müsned-i Ahmed İbn Hanbel, VI/66. [148] Yunus: 10/62. [149] Razî, Fahreddin İbnü'l-Allame Ziyauddin Ömer, Mefatihu'1-Gayb (Tefsîra'l-Kebîr), XI/386; Ayrıca bkz: Kurtubî, el-Câmiu li Anka. 1/37; Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, 11/375. [150] Elmalılı, a.g.e. IV/257-258. [151] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'an Dili, İstanbul, 1992, IV/494. [152] Ebu't-Alâ el-Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'an, (Çev: Heyet), İstanbul, 11/172. [153] Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'an, 11/172-173. [154] Kutup, Seyyid, Fî Zilâl, 111/1555 [155] Kutup, Seyyid, Fî Zilâli'l-Kur'ân, III/1559; Ayrıca bkz: Zemahşerî, Keşşaf, 2/135-136; Taberî, 6/ [156] Kurtubî, a.g.e, VIII/36-38. [157] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 68-79. Konu Başlığı: Ynt: Enfal 72. Ayetinin Tefsiri İle İlgili Müfessirlerin Görüşleri Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 27 Haziran 2015, 05:00:45 Esselamu aleykum. Enfal süresinin bu ayetlerini hep ganimet olarak değerlendirmistik, velayet olarak degerlendirildigini de öğrendik. Rabbim razi olsun.
|