Konu Başlığı: Din Millet Şeriat Minhac Tarikat Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Şubat 2011, 14:10:14 Din Millet Şeriat Minhac Tarikat Din, 'Dâ-Ne De-Ye-Ne' fiil kökünden gelir. Bu fiilin, çeşitli kullanım biçimlerine göre, 'baş eğmek, itaat etmek, hakkını almak, ödünç almak, borç etmek, adet edinmek, baş eğdirmek, zorlamak, hesaba çekmek, idare etmek, ceza veya mükâfat vermek, hizmet etmek, borç vermek' gibi anlamları vardır. [115] 'Dâne'n-nâse', insanları itaate zorladı; ‘dinte'l-kavm, onları zelil ettin; 'dintühû', onu idare ettim demektir. Rasûlüllah bir hadislerinde, “akıllı o kimsedir ki, nefsine hakim olup, onu zelil kılar (dâne nefsehû) ve ameli ölümünden sonra da devam eder” buyurmuşlardır. Deyan 'efendi, hakim' demektir. Bir yaşlı adama Hz. Ali hakkında sorulduğunda, “o, Peygamber'den sonra bu ümmetin hakimidir, efendisidir (deyanıdır)” demiştir. Araplar 'mâ zale zalike dinî ve dîdenî- benim durumum, halim keyfim hep böyledir’ derler. Yine, “kema tüdînü tüdanü - nasıl davranırsan, sana da öyle davranılır” denir.[116] Allah insanı yaratıp da, yeryüzüne gönderdiği zaman, ona yeryüzünde Hilâfet görevini yüklemiş, fakat insan nefsî yönüyle unutkan, bilgisiz, aceleci, nankör, hırslı, saldırgan olduğundan, hilâfetin sorumluluğunu yerine getirebilmek için nasıl davranması gerektiğini bildirmiştir. Gerek, Allah'ın insana yeryüzündeki görevinde yardımcı olması, ona gitmesi gereken yolu göstermesi, Kendi yolunda gittiği sürece ona sürekli yardım etmesi, kitaplar ve peygamberler göndermesi, kâinattaki varlıkları emrine vermesi, onu en güzel biçimde yaratmış olması hep Allah'ın insan üzerindeki birer nimeti, emaneti ve aynı zamanda, ona verdiği borçtur; yani, insan Allah karşısında bütünüyle borçludur. îşte, insan yeryüzünde Allah'ın kendisine verdiği nimetler karşısında ona şükrederse, bu şükrün gereklerini yerine getirirse borcunu ödemiş olur. Borcunu ödemesi için Allah'ın çizdiği yoldan gitmesi, yani O'na itaat etmesi gerekir. O'na itaat, O'nun gönderdiği hükümleri yeryüzünde uygulamakla mümkün olur. Ve, Allah Ahiret'te insanı borcunu ödeyip ödemediğine, yani koyduğu hükümleri uygulayıp uygulamadığı, Kendisi'ne itaat edip etmediğine göre hesaba çekecek, bu hesabın sonunda onu ya mükâfatlandıracak, ya da cezalandıracaktır. Görülüyor ki, din, Allah'ın koymuş olduğu hükümlerin, çizmiş olduğu yolun, baştan sona bir bütünüdür. Din Günü, insanın iradesinin kendinden alındığı, artık istese de istemese de Allah'ın Dini'ne, yani hükümlerine bütünüyle itaat etme zorunluğuyla karşı karşıya kalacağı, Allah'ın Dini'ni din edinip edinmemesine göre yargılanacağı gündür. İnsanlar, batılı hakk sanarak, yokluğu varlığa, karanlığı nura tercih ederek, yeryüzünde kendi nevalarından bir din icad ederler. Bu dini icatta kendilerine en büyük etkiyi yapan İblis'tir; Allah'ın vahyinin aksine insanlara vahyederek, bazılarını kendi emirlerini yerine getiren kulları haline kor, yani onları veliyy'ül-emr'i yapar. Kur'an bunlara Şeytan'ın velileri der ve bu insanlar da şeytanlaşır. İşte, bu insandan şeytanlar, İblis'in en büyük ilâhı olduğu dinin rabbleri haline gelirler. Diğer insanları, İblis'in vahyi doğrultusunda eğitir, bu vahye göre çizdikleri yolda yürümeğe sevkeder, gerektiğinde zorlar. Kendi dinlerinde, kendi yollarında, kendi koydukları hükümleri doğrultusunda gidenleri mükâfatlandırırlar, kendi cennetlerine korlar; dinlerini din edinmeyenleri ise cezalandırırlar, cehennemlerine atarlar. Bu durum, Allah'ın Dini'ni din edinmemektir. Alah'ın Dini'ni din edinmemek, Allah'ın ve Rasûlü'nün haram kabul ettiklerini haram kabul etmemek (Tevbe: 29), helâllerini ise haram kabul etmektir. Din insanın bütün hayatını kapsar. İnsanın ihtiyaçları çok çeşitlidir. Onda hem madenler, hem bitkiler, hem de hayvanlar vardır. İnsanın bedeni maden cevherlerinden oluşur. Sindirim, solunum, boşaltım vb. insanın bitkisel yönüdür. Güç, şehvet, hareket, acıkma, susama, cinsel arzular, hırs, kibir, saldırganlık, unutkanlık vb. insanın hayvani yönüdür. Bütün bu yönler insanın nefsini oluşturur. Nefsin bundan ayrı, görme, işitme, düşünme, hesaplama gibi melekeleri de vardır. İnsan, yeryüzünde İblis'e uyar ve Nefsi'nin arzularını her ne olursa olsun doyurmayı hayatının amacı haline getirirse, Allah'ın Dini dışında bir başka din icat etmek zorunda kalır. Nefsin arzulan, insanın yeryüzündeki hayatını sürdürmesi için gereklidir. Bu arzular, insana gerçek varlığını kazandıran ve onda İlahî olanı temsil eden Ruh'un hükmü altında, Allah'ın Dini çerçevesinde kullanılırsa, zararlı değil, yararlıdırlar. Fakat,, kibir, hırs, haset, gaflet gibi nitelikler ise giderilmek zorundadır. İnsanın mutluluğu, Nefs'inin arzularını doyurmasında değildir. Çünkü, arzular ve yol açtıkları ihtiyaçlar hiç bir zaman tükenmek bilmez. Giderilen bir ihtiyaç bir başkasına kapı açar. Oysa, insan hemcinsleriyle bir arada yaşamak zorundadır ve onların da arzularını düşünmek ve hesaba katmak durumuyla karşı karşıyadır. Ama, İblis'in peşinde giden ve arzularını ilâhlaştıran insanlar, her ne olursa olsun, doymak bilmez arzularını sonuna kadar doyurmanın yollarını ararlar. Kendilerinin her türlü maddî araca, en güzel elbiselere, en iyi yemeklere, en sağlam ve en güzel bineklere, en lüks eşyaya ve evlere sahip olmakla mutlu olacaklarını sanırlar; bu bakımdan, bu tür arzuların peşinde sonu gelmez bir koşu yarışına girişirler. Ama, kâinattaki imkânlar, herkesin koşusunu sona erdirecek ölçüde değildir. Bu bakımdan, daha güçlüler, daha yetenekliler, daha hilekârlar, daha çok kandırıcı olanlar diğer insanları egemenlikleri altına alırlar ve çok çeşitli yollarla bu egemenliklerini pekiştirme uğraşı içine girerler. Oysa, insanın mutluluğu, kâinattaki sarsılmaz ve muazzam dengeyi yeryüzünde kurmakta yatar. Bu ise, Nefs'in arzularına sınır koymak ve Ruh'un ışığı altında yürümekle mümkün olur. Maddî arzuların giderilmesi mutluluğu getirmez, sürekli olarak mutsuzluk getirir; insanı doyurmaz acıktırır, kandırmaz, kanmamacasına bir susuzluk doğurur. Bu yüzden, gerek Allah'ın Dini, gerekse insanların uydurdukları dinler veya İblis'in dini, insanları mutlu etmenin yollarını ararlar. Allah'ın Dini, insanlara gerçek mutluluğu sunacak araçlara sahipken (genel anlamıyla İbadet kelimesinin kapsamına giren her şey, dua, zikr, namaz, tefekkür...), İblis'in dini insanları çeşitli şeylerle uğraştırarak, hayallerle avutarak, yalanları doğru, sahteleri ve gölgeleri gerçek göstererek, sporla, eğlencelerle, seksle, uyuşturucularla insanları mutlu etmeğe çalışır. Yukarıda yaptığımız açıklama çerçevesinde Din, hem insanların birarada yaşamaları için gerekli toplumsal kuralları, hem insanlar için bireysel kuralları içerir. Bir takım eski hakimler dini bir tekerleğe benzetmişlerdir. Tekerleğin çevresini, herkesin gücü yettiğince yerine getirmekle sorumlu olduğu hükümler oluşturur. Sözgelimi, İslâm'la ilgili olarak Zekât, Hacc, Ma'ruf u emr münker'den nehy, Allah'ın koyduğu vergileri toplayıp dağıtmak, insanların iradeleriyle seçim yapabilmeleri için ortamı hazırlamak ve bu amaçla dini yaymak, dinin yayılmasına engel olunduğunda gerekirse savaşmak, ticarî-malî gibi her türlü karşılıklı ilişkileri ve toplumsal hayatı düzenleyici kurallar, evlenme-boşanma ve miras hükümleri, Allah'ın koyduğu haddleri uygulamak Tekerleğin çevresini, zikr, infak, dua, tefekkür, murakabe, tevekkül, sabır, şükür, ihlâs, zühd, hile yapmama, aldatmama, güzel davranış vs. de çubukları oluşturur. Tekerleğin çevresinin adı İslâm'ın terminolojisinde Şeriat'tır. Kur'an'da şöyle buyurulur: “O sise, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı; dini tastamam yerine getirin ve onda ayrılığa düşmeyin diye..” (Şura; 13). Ayette de açıkça ortaya konduğu gibi, Şeriat Din'in bir bölümüdür ve kişinin Din'in içinde olup olmadığı Şeriat'ı kabul edip etmemesiyle anlaşılır. Tekerleğin dışında kalan, ne durumda olursa olsun Dinin dışındadır. Şeriat'la özdeş olan bu çevreye Kur'an'da, 'hudud'u-llah' “Allah'ın sınırları' denilir. İşte, müslüman olmak bu sınırların içine girmek, yani, Şeriat'ı kabul etmekle mümkündür. Şeriat, lûgatta 'Şe-Ra-A' fiilinden gelir. 'Şe-Ra-A 'yol açtı' demektir. 'Şera'tü lehû tarikan - ona yol açtım' denilir. Bu fiilin masdarı olarak 'şer'a şira, şeriat' 'geniş yol, su yolu' demektir. Açıktır ki, yolun bir yapıcısı, çizicisi vardır, bu Alah'tır. İkinci olarak, Kur'an’ da, “o gün balıklar akın akın (şürraan) gelirlerdi (A'ral: 163)” ayetinde ortaya konduğu gibi, Şeriat, genellikle 'su yolu' anlamına geldiğinden, suyun kaynaklandığı bir pınar vardır. İşte, bu pınara, veya kaynağa minhac denilir. Esasen, minhac da “geniş yol” demektir. Fakat, “her ümmet için bir minhac ve şir'a kıldık (Maide: 48)” ayetinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır'ın belirttiği gibi, minhac ilk insandan bu yana, Allah'ın Dini'nde değişmeden gelen iman esaslarıdır. Buna, İ. Abbas'ın 'sünnet' dediği de rivayet olunmuştur. [117] Her ne halse, minhac ve şeriat dinin çevresini, sınırlarını oluştururlar. Bir hadis-i şerifte, “insanlar madenler gibidir” buyurulmuştur. Nasıl madenlerin içinde bakırı, demiri, kömürü, tuncu, gümüşü ve altını varsa, insanların içinde de, aynı şekilde bakırı, demiri, kömürü, gümüşü, altını vardır. Bundan ayrı olarak, Allah insanları çeşit çeşit yaratmıştır. İşte, her insan kendine özgü bir biçimde yolda yürür; bazısı hızlı, bazısı yavaş, bazısı atlı, bazısı yaya gider. Yani, insanların Şeriatta, yürüyebilmeleri için daha bazı yollar emredilmiştir. Kur'an'ın diliyle, “tefekkür, teemmül, zikr..” bu yollardandır. İnsanlar Şeriat'ta yürüyebilmeleri ölçüsünde derecelere ayrılırlar. Bazıları 'muhsin'dir, bazıları 'müttakî'dir, bazıları 'yakîn sahibi', bazıları 'akıl', bazıları 'lübb' sahibidir. Bazı insanlar vardır ki, üşene üşene Şeriat'ın hükümlerini yerine getirir; bazıları birazını yerine getirir, birazını yerine getirmez; bazıları isteyerek, bazıları coşarak, bazıları da tam bir aşkla yerine getirirler. İşte, nasıl, sözgelimi bazı madenler altın gibi bir hale getirilirse, bazıları cilalanarak veya daha başka şekillerde çok daha güzel bir biçime sokulurlarsa, insanlar da böyledir. Şeriat'ın uzandığı bir kaynak vardır; bu kaynağa ulaşmak Din'in en gerçeğine, özüne ulaşmaktır. Bu öz, tekerleğin Merkezi'dir, İslâm'ın dilinde hakikattır; yani Hakk'a, ulaşmak, hakk olmaktır; yokluktan varlığa çıkmak, yoklukta yok olup, varlıkta dirilmektir. İşte, Şeriat'tan Hakikat'a, çevreden merkez'e uzanan yola tarikat denilir. Burada, daha açık bir örnek verelim. Bir ağaç kökü, gövdesi ve dallarıyla ağaçtır. Bu ağacın kökü minhacdır, gövdesi şeriatta; dalları ise tarikatlardır. Dalları kırıldığında, kökü ve gövdesiyle ağaç yine ağaçtır; ama, dallarıyla bütünlenir. Fakat, ağacın amacı çiçek açıp, yapraklanıp meyve vermektir. İşte, Minhac, Şeriat ve Tarikat kanalıyla meyveye, hakikata ulaşılır. Bu nokta, Kur'an'da daha güzel bir örnekle şöyle açıklanır: “Eğer doğru yol üzerinde dosdoğru gitseydiler, bol sularla sulardık onları.” (Cinn: 16). Kur'an'ın benzetmeleri cidden ilginçtir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Şeriat 'su yolu' demektir. Su yolundan akan su denize veya göle dökülür; bu yolda giden insan tükenmez suya ulaşır. Burada, şu önemli noktayı bir kez daha hatırlatmak gerekiyor ki, insanın tarikattaki yürüyüşünün ölçüsü de Şeriattır. Tekerleğin çubukları üzerinde merkez'den çevreye, çevreden merkez'e yürüyüşün yönü duruma göre değişir. Tekerleğin kurulma aşamasında önce merkez bir kabul ve tasdik konusu olarak ortaya konur; sonra çubuklar merkez'e raptedilerek çevreye ulaşılır. Tekerlek tamamlandıktan sonra çevre'de bulunmak Tekerlek'te bulunmak demektir. Çevreden çubuklar aracılığıyla daha bir derinliğine merkez'e varılır. Şu halde, aslolan çevredir, sınırlardır. İnsanın çubuklarda yürüyüp yürümediği, yürüyüşünün doğru olup olmadığı, çevreyi oluşturan hükümlere uyup uymadığına göre değerlendirilir. Sözgelimi, sürekli zikreden, Allah diyen, tefekkürde bulunan, hattâ zamanın ve mekânın izafiyetlerini aşıp, aralıklarında bir sultanla yol alan (Rahman: 33) insan, eğer çevre'nin sınırlarının dışına taşıyorsa veya onu yok sayıyor ya da görmezlikten geliyorsa Allah'ın emirlerine aykırı emirlere rızasıyla itaat ediyorsa, bu insan ancak ve ancak bir gözboyacıdır, büyücüdür, istidrac sahibidir. Kur'an'da belirtildiği şekilde, sözgelimi, insanları kötülüklere bulaştıran değil de, her türlü kötülükten arındıran namaz, ancak Şeriat'ı ve Tarikat'ı sağlam tutmakla mümkündür. Örneğin, hem namazın şeklen farz, vacip, hattâ müstehap olan hükümlerini yerine getirmek, hem de onu tam bir huşu' ile kılınan namazda sırtına bir bıçak saplansa, veya sırtından bir hançer çıkarılsa acısını duymaz. Şafaktan geceye kadar yemeyen, içmeyen, cinsel ilişkide bulunmayan oruç tutmuştur; ama bu orucun kalpte bir nur meydana getirmesi, insanı yerin ve göğün, zamanın ve mekânın aralıklarında seyahat ettirmesi ise dosdoğru yolda yürümekle mümkün olur. Minhac, Şeriat ve Tarikat ve bunlarla ulaşılan Hakikat Din'in tamamıdır ve Dini yalnızca Allah'a has kılmak, dinde ihlâsla Allah'a ibadet etmektir. Yukarıda, açıklamaya çalıştığımız “erim” anlamıyla 'Tarikat'tan ayrı olarak Tarîk, Allah'a da, Cennet'e de Cehennem'e de götüren, normal günlük dilde ise, hangi şekilde olursa olsun, ister dar, ister geniş, ister asfalt, ister patika, her türlü yol anlamına gelir. İslâm, genel anlamıyla Tarık'î, kendi genel çerçevesi ve örgüsü içinde Sırat ve Sebil diye iki ayrı şekilde daha ele almıştır ki, bunlara aşağıda değineceğiz. MİLLET, 'söyleyip yazdırmak' veya 'ezbere yazmak' anlamına gelen ‘imlâl’ masdarıyla ilgili bir kelimedir. [118] Kur'an-ı Kerim'de, “Ey iman edenler! Belli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman, onu yazın; aranızdan bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan çekinmesin, yazsın; borçlu olan da yazdırsın (imlâl etsin) Bakara: 282)” buyurulmaktadır. Nasıl, “Ke-Te-Be” yazmak fiilinden, 'yazılmış, hükmolunmuş' anlamında 'kitap' gelmişse (bk, Kitap); 'millet' de, yazdırmak anlamındaki ‘imlâl'le bağlantılıdır; sözcük anlamı bir bakıma, 'yazdırılmış' demek olmaktadır. Gerçi, kelimenin kaynağı hakkında daha değişik fikirler de vardır. Bunun İbranice ve Yahudi-Hristiyan-Aramice olan ve 'kavram, kelime’ anlamına gelen 'milla, mille' kelimesiyle ilgili olduğu da söylenmiştir. Ayrıca, kelimenin gerçekten Arapça mı, yoksa, Arapça'ya sonradan mı girme olduğu konusunda daha başka tartışmalar da varsa da, müsteşrik Nöldeke'nin ve çoğunlukla İslâm dil bilginlerinin kabul ettiği şekilde, millet' in 'İmlâlle ilgili olup, 'emlâ – imlâ /yazdırmak' fiiline işaret ettiği görüşü daha fazla taraftar bulmuştur. [119] Millet, 'din, şeriat, dinde gidilen yol, tarikat, sünnet, yol' anlamlarına gelir.[120] Bu anlamda, hem Yahudi, Hristiyan ve müşriklerin, hem de müslümanların milleti söz konusudur. Elmalılı, 'Millet, Din ve Şeriat' kelimeleri arasındaki farklılığa şöyle değinir: “Şehristanî'nin 'El-Milel ve'n-Nihal'deki açıklamasına göre, din, şeriat ve millet gerçekte aynı şeylerdir; fakat, kavram olarak her birinin belli bir yönü vardır. İtikad yönüyle din, amel yönüyle şeriat, birlik, toplama yönüyle de millet denilir. Aslında, itikad edilen neyse, amel edilen de odur; amel edilen neyse, toplanılan da odur. Bu bakımdan millet, bir topluluğun çevresinde toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, bir diğer deyişle, toplumsal ruhunun tabî olduğu egemen prensipler ve tutmuş olduğu yoldur. Hakkı hak, batılı batıl, eğrisi eğri, doğrusu doğrudur. Demek ki, millet toplumun kendisi değildir. Ona 'cemaat, ümmet, kavm veya ehl-i millet' denilir.” [121] Belirlilik takısıyla 'el-mille', Hz. Peygamber'e vahyedilmiş olan gerçek dini ve dolayısıyle 'ehl’ül-mille'yi, yani müslümanları ifade etmek için kullanılmıştır. Bu anlamda, kelimenin zıddı olarak ehl'üz-zimme terimi ise, müslümanların yönetimi altındaki gayr-ı müslimleri ifade eder. Bu iki terim ayrıca, millî ve zımmî şekillerinde de ifade olunmuştur. [122] Millet'le din arasındaki dikkatimizi çeken ayrılık, mill et'in Allah'a değil, yalnızca kişilere izafe edilmesidir; söz gelimi, hiç bir zaman 'Allah'ın milleti' denmez. Kur'an'da, en çok 'İbrahim Milleti' deyimi geçer. Hz. Peygamber ve İbrahim'den sonra gelen tüm peygamberler İbrahim Milleti'ne tabî olduğu gibi, kavmlerini de bu 'millet'e tabî olmaya çağırmışlardır. Bu bağlamda, Hz. Yusuf,. “Allah'a iman etmeyen ve Ahiret'e küpeden bir kavim milletini bıraktım ve babalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un milleti'ne uydum” der (Yusuf: 37-38). Demekki, bir İbrahim Milleti, bir de, başka kavimlerin milleti vardır. Şuayb'ın kavmi, Hz. Şuayb'ı 'kendi milletleri'ne tabî olmaya çağırmışlar (A'raf: 88), Cenab-ı Allah, “Yahudi ve Hristiyanları'n milletlerine tabı olmadıkça müslümanlardan razı olmayacaklarını” belirtmiştir (Bakara: 120). Kur'an'da dikkatimizi çeken, Allah'a ve Rasûlü'ne 'itaat' edilir, dinde (ihlâs'lı olunur veya din 'sapasağlam tutulur (ikame edilir), yerine getirilir'ken, millet'e tabî' olunduğudur. Bu bakımdan, millet, Elmalılı Hamdi Yazır'ın da belirttiği gibi, dinin toplumsal yanını açıklar. Yani, tarih boyunca müslümanlar İbrahim'in Milleti üzere olmuşlardır; dini uygulamak, ikame etmek, millete tabî olmakla mümkündür; yani,' aynı din üzerinde, bir imamın peşinde bir ümmet oluşturmak sorunudur ana sorun. İşte, İbrahim'den beri, İslâm'ı din kabul eden ve bu din üzerinde bir millet halinde bir ümmet oluşturan müslümanlar hep kardeştirler. Din'den Ümmet'e giden yolun adı millettir. Yani, millet, bir gidiş, bir yol tutuş, bir sünnet ifade etmektedir; topluca bir yürüyüşü dile getirmektedir. Sözgelimi, İslâm'a, Allah'ın Dini'ne inanan bir kimse ümmet oluşturmaya yönelmez, yani bir millet üzerinde olmazsa, onun inancı havada kalır. Bu yüzden, Mekke'de hicret emredilince, güçleri yettiği halde hicret etmeyen müslümanlar Kur'an'da 'münafık' olarak anılmış ve fakihler, bir müslümanın İmam'ın izni olmadıkça 'Dar'ül-İslâm'ın dışında yaşamasını haram saymışlardır. İşte, millet, bir önderin, imamın çevresinde bir arada bulunma halidir; bir din üzerinde bir ümmet oluşturma halidir. Nitekim, hadislerde, müslümanların 73 millete bölüneceklerinden sözedilir[123] bu, müslümanların birer liderin çevresinde ümmetten koparak, gerçek lideri bırakarak 73 grup halinde bölüneceğinin işaretidir. Millet'in bugün Türkçe'de kullanıldığı şekliyle 'ulus, budun, ırk, kavim' ve yabancı dillerdeki 'nation' kelimeleriyle hiç bir ilgisi yoktur. [124] [115] Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, çev. İ. Kaya, O. Cilacı, İst. 1979, s: 109-112. [116] a.g.e. 112. [117] Hak Dini Kur'an Dili, III: 1698. [118] a.g.e. s: 483. [119] İslâm Ansiklopedisi, 'millet' md. [120] Hak Dini Kur'an Dili s: 484; El-Müncid üt-Tullâb, Beyrut, s: 743. [121] Hak Dini Kur'an Dili, a.y. [122] İslâm Ansiklopedisi, a.y. [123] Keşfül-Hafa: I, 169-170. [124] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 122-132. |