Konu Başlığı: Bilgilendirme Metodu Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 07 Şubat 2011, 14:55:04 1- Bilgilendirme Metodu Kur'ân'a göre yaratılışın amacını "Allah'a kulluk' olarak tesbit etmiştik. Allah'a kulluk, bir tavrı ve bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine, bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en sonunda da iradî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında sosyal psikoloji açısından üç temel öğeye ihtiyaç vardır: 1- Bilişsel (zihinsel -cognitive) öge, 2- Duygusal (emotional) öge, 3- Davranışsal (behavioral) öge.[747] Kur'ân eğitiminin boyutları da bu üç temel öğeden oluşmaktadır: Bilgi boyutu, duygu boyutu, amel (icra) boyutu. Buna zihnî, kalbi ve amelî boyut da diyebiliriz. Bu üç öge, ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü, ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı ama birbirleriyle dengeli biçimde beslemek, güçlendirmek gerekir. Bilgisiz, duygusuz, amelsiz bir kul İslâm inancında ne kadar hoş karşılanmazsa, bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar hüsn-ü kabul görür. Keza bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. En ilkel dinlerden en mütekâmil semavî dinlere kadar bütün inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür. Kendisinden önceki dönemin adını "câhiliye dönemi" olarak açıklayan İslâm inancı, cahilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle bilgi edinmeyi önermiştir. Bu öneri bazan farz-ı ayn, bazan farz-ı kifâye ve bazan da tavsiye ve teşvik niteliğinde cereyan etmiştir. Kur'ân-ı Kerim, bunun örnekleriyle doludur. Kur'ân'ın Alak sûresinde şöyle buyurulmaktadır. "Ey Muhammed, yaratan insanı pıhttlaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku!. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin en büyük kerem sahibidir." [748] Bakara sûresinde ise şöyle buyurulur: "Ve Âdem'e, bütün o isimleri öğretti. Sonra da onları meleklere gösterdi de, "Haydin, dâvanızda sâdık iseniz, bana şunları isimleriyle birlikte haber verin" dedi. Melekler, "Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Çünkü herşeyi hakkıyla bilen ve yaptığında hikmet sahibi şüphesiz ki sensin." dediler." [749] Ayette geçen "bütün isimler" sözünden ne kastedildiği müfessirler arasında tartışma konusudur. Bir kısım müfessirler, bu isimlerin insanların anlaşmasına sebep olan bütün isimler olduğunu, bir kısmı bu isimlerin meleklerin isimleri olduğunu, bir kısmı Adem'in zürriyetinin isimleri olduğunu belirtmiş, bir kısmı ise isimlerden muradın lisan olmayıp "havâssı eşya, tâbir-i âharle o havastan müteşekkil suver-i ilmiyye" olduğunu beyan etmiştir. [750] Mevdûdî, "Istılahlar insanoğlunun eşyayı algılamasına yarayan araçlardır. Gerçekte insanoğlunun eşya ile ilgili tüm bilgisi, onlara isimler vermesine dayanır. Bu nedenle Hz. Âdem'e (a.s.) herşeyin isimlerinin öğretilmesi onlarla ilgili bilginin de öğretilmesi anlamına gelir" diyor. [751] Tefsirinde müfessirleri özetleyerek veren Süleyman Ateş, şu bilgileri aktarıyor: "Allah, Adem'e kendisinden türeyecek bütün çocuklarının, bütün hayvanların isimlerini öğretti; Allah, Adem'e insanların, hayvanların, göğün, yerin, deniz, at, merkep ve benzeri yaratıkların isimlerini öğretti; Allah, Adem'e çanak çömlek yapmayı öğretti, Bu görüşler İbn Abbas'a nisbet edilir. İbn Kesir şöyle diyor: "Allah, Adem'e, bütün eşyanın kendisini, sıfatını ve ne iş yapabileceğini, neye yaradığını öğretti,." [752] Ayet-i Kerimede tartışılmayan, tartışmasız kabul edilen konu, Allah'ın Hz. Âdem'e birşeyler öğretmesi, birşeyler hakkında bilgi vermesidir. Bu ilâhî ikram, Hz Âdem'le başlamış zamanımıza kadar artarak devam etmiştir. İnsanlar çeşitli yollardan, özellikle peygamberler ve onların getirdiği kitaplar aracılığı ile bilgilendirilmiş, aydınlatılmıştır. Bugün İslâm inancında da durum aynıdır. Bu telakkiye göre dinsiz ilim düşünülmediği gibi ilimsiz din de düşünülmemektedir. Konumuza ışık tutan Ali Medar, "İslâm eğitiminin temeli düşünmek, araştırmak, bilgi sahibi olmaktır" diyor. [753] Batıdaki ilim-din kavgasına dikkat çeken Muhammed Kutup'un tesbiti de şöyle: "Batıda ilim ile din, Allah ile beşer arasında görülen o çirkin nefretleşme müslümanlar arısnda görülmedi.” [754] İslâm düşünce tarihinde önemli bir din-bilim çatışmasının olmadığına işaret eden Mehmed Aydın, "İslâm inancının temel kaynağı olan Kur'ân'ın "ilim" karşısındaki tutumu, son derece müsbet olmuştur" [755] diyor. Luka, Matta ve Markos İncilerini dikkatli bir şekilde inceleyen Richard Robinson şunları söylemektedir: "İsâ, ilmi tavsiye etmediği gibi ilmî araştırmayı sağlayan ve bizi ilme götüren fazileti, yani aklın kullanılmasını da asla tavsiye etmemiştir.... İsâ, tekrar tekrar inanmayı talep eder. "İman" ile de hiçbir delile başvurmadan, ihtimalleri nazar-ı dikkate almadan imkânsız şeylere inanmayı anlatmak ister." [756] Robinson'ın eleştirdiği İnciller şüphesiz muharref incilerdir. Bilgilendirmenin Hz. Âdemden başlayarak artan bir hızla günümüze kadar geldiğini belirtmiştik. Buna işaret eden birkaç âyete göz atalım. Allah (c.c.) buyuruyor ki: "Allah size bilmediklerinizi bildirmek ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve iyi hale dönüşünüzü görerek günahlarınızı bağışlamak diler. Hem, Allah hakkiyle bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." [757] "Biz onu (Zülkarneyn) yeryüzünde büyük bir kudret sahibi yaptık. Ve ona herşeyin yolunu öğrettik." [758] "Vaktaki (Musa) rüşdüne erip olgunlaşınca, biz ona bir hüküm ve ilim verdik. İşte biz, güzel iş yapanları böyle mükâfaatlandırırız." [759] Hüküm ve ilim... Ne güzel ödül!.. "Lût'a da bir hikmet ve bir ilim verdik. Onu, kötülükler yapmakta olan o memleketten kurtardık. Hakikat, onlar kötü, fâsık bir kavim idiler." [760] "Bir de ona (Davud) sizin için, sizi harbin şiddetinden korusun diye zırh san'atını öğrettik. Siz şimdi bunun şükrünü eda ediyor musunuz?” [761] "Vaktiyle İbrahim, babası Âzer'e, "Sen putları kendine birtakım ilâhlar mı yapıyorsun? Doğrusu ben, seni ve kavmini açıkça bir sapıklık içinde görmekteyim" demişti. Bu suretle biz İbrahim'e, sağlam bilgi ve iman sahiplerinden olması için göklerin ve yerin muhteşem varlıklarını gösteriyorduk. " [762] Bu son âyette bilgi ve iman ile göklerin ve yerin melekûtu arasında birbirlerini tamamlayan kavramlar olarak pozitif bir bağ kurulmaktadır. O halde inancın bilgiden, bilginin inançtan korkmaması gerek. Çünkü korku bir zaafın eseridir. Kendisinde kusur ve zaaf görmeyen her inanç ve tutum bilgiden korkmaz. Hele yeni bilgiler o inanç ve tutuma güç katacaksa kavgaya da korkuya da hiç gerek yoktur. Son bir âyete daha bakalım: "Şüphesiz ki, biz onlara, iman edecek bir kavme hidâyet ve rahmet düsturu olması için, tam bir ilim ile fasıl fasıl ayırdettiğimiz bir kitap gönderdik." [763] Bu âyetin bize öğrettiği şu: İnanma kabiliyeti olan bir kavmin hidâyet ve rahmete ulaşabilmesi için sağlam bir bilgiye, kendilerine hakikati öğretecek bir kitaba ihtiyacı vardır. Allah da bunu yapmış, kullarını her konuda sağlıklı bilgilerle donatmıştır. İbn Rüşd'e göre şeriatın amacı hak olan ilmi ve yine hak olan ameli öğretmektir. Öğretmek, biri tasavvur ve biri tasdik olmak üzere iki türlüdür. Halk için tasdik yolları, burhan yolu, cedel yolu veya hatabe yoludur. Tasavvurun da iki yolu mevcuttur: Ya bir şeyin kendisini veya benzerini tasavvur etmek. [764] Allah, insanlara değişik yollardan bilgi vermekle yetinmiyor, insanların, bilgilerinin artması için Allah'a yakarmalarını da tâlim ediyor: "Demek ki o yüce Allah, melik ve hak olandır. Bununla beraber (Cebrail tarafından) sana vahiy tamam edilmeden önce Kur'ân'ı okumakta acele etme. Ve "Rabbim, benim ilmimi artır" de. " [765] Buraya kadar Allah'ın, insanoğlunu çeşitli yollardan bilgilendirdiğini belirttik. Şimdi şöyle bir soru sorabiliriz: Allah, insanlara özellikle hangi konularda bilgi vermiştir? Allah (c.c) birçok konularda bilgi vermiştir. Bunların bir kısmına açıkça, bir kısmına da üstü kapalı olarak temas edilmiştir. Bir kısmı hakkında bilgi verilirken, bir kısmına dikkat çekilir. Allah, insan, peygamberler, cinler, melekler, hayvanlar, denizler, gökler, yer, dünya, âhiret, cennet, cehennem, geçmiş, hal, gelecek, hepsi Kur'ân'da bilgi konusudur. Bunlarla ilgili doğrudan bilgi verildiği gibi, bunların birbirleriyle olan ilişkileri hakkında da bilgi verilmektedir. Kur'ân'ın ihtiva ettiği bilgilerin şüphesiz hepsi de önem taşır. Önem, kabul etmeliyiz ki, izafî özellik taşıyan bir kelimedir. Bir konunun zaman, mekân ve şahsa göre önemi değişebilir. Bir bilgi, falan için çok önemli olduğu, özellik taşıdığı halde bir başkası için aynı oranda taşımamış olabilir. Meselâ; çalıştığımız saha, işlediğimiz konular itibariyle şu anda bizim için önem taşıyan bilgiler, Allah, insan, Kur'ân, peygamber, âhiret ve dünya ile ilgili bilgilerdir. Yarın daha değişik konulara yönelmiş olabiliriz. O durumda, bu konular önemini yitirmiş sıradan konular sayılmazlar. O halde konuyu şöyle bağlayabiliriz: Her bilgi gerektiği yer ve zamanda daha bir önem kazanır. Kur'ân'ın bilgi verdiği sahalara geçmeden önce bilgi konusunda bazı açıklamalar yapmanın yararlı olacağına inanıyoruz. A- Bilgi Ve Bilimin Tanımı a- Bilgi Nedir? Bilgi Arapça ilim, marifet, malûmat, hikmet, burhan, sultan, âyet mânâlarında kullanılan bir kelimedir. Genel olarak insan zihnine konu olan herşey demektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak olarak bilmek, bir şeyin şuurda hasıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin olarak bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek mânâlarına gelmektedir. [766] Felsefe Sözlüğü'nde bilgi için, "Bilme edimi; bilinen şey; bilme edimi sonunda ulaşılan şey... Bir şeyin bir şey olarak kavranması", gibi mânâlar verilmektedir. [767] Bilginin birbirine yakın değişik tanımları yapılmıştır. Meselâ; bilgi, "Ben ile ben dışı var olan şeyin kurduğu ilişki" [768] olarak tanımlandığı gibi "Bilinen (objenin) misâlinin kalbe ulaşması", "süje ile obje arasındaki bağ" şeklinde de tanımlanmıştır. [769] Gazzalî'ye göre ilim, "aklın, eşyanın hakikatini ve şekillerini alması" veya "eşyayı olduğu gibi bilmek ve tanımak" [770] tır. Bilginin, bilen (süje), bilinen (obje) ve bilgi olmak üzere üç öğesi vardır. Bunu bilen ve bilinen olarak mütâlâ edenler de olmuştur. [771] Gazzalî'ye göre süje ile obje arasında bir ilişki yoksa bilgi meydana gelmez. [772] İslâm bilginleri arasında yaygın olarak kullanılan tarifler ise şöyle: "İlim, âlim (bilen) ile malûm (bilinen) arasında tahakkuk eden nisbettir." "Bir nesnenin suretinin akılda (zihin) husul bulmasıdır." [773] Gazzali’nin başka bir tanımında ilim, "müfred zatları (tek tek özleri) ve bu özlerin birbiriyle olan münâsebet ve menfî şekildeki münasebetlerini idrâk etmek" [774] olarak tanıtılmaktadır. Attas, bilgiye daha değişik açıdan yaklaşmaktadır. Ona göre bilgi "Mahlûkât düzeni içerisinde nesnelerin uygun yerlerini bilmek"tir. Böyle bir bilgi varlık düzeni içerisinde Allah'ı hakkıyle değerlendirmeyi de sağlayacaktır. [775] İbn Sina, bilginin oluşumunu şu şekilde açıklıyor: Zihin tümelleri kavramaktadır. Bu durumda tikelleri (cüz'î) algılayacak bir organa ihtiyaç vardır. Burda duyumlar dış dünya ile zihin arasında bir köprü vazifesi görmekte, dış dünyadan tikelleri duyumlar vasıtasıyla alan zihin bunu genelleştirerek ilme dönüştürmektedir. [776] Bilgilerimiz, motivasyon, dikkat ve algı olaylarının ard arda cereyanı ile teşekkül eder. Önce bir uyarıcı tarafından motive ediliriz. Bizi motive eden uyarıcıya karşı vaziyet alır, dikkatimizi o noktada yoğunlaşırız. Dikkat ettiğimiz bu uyarıcıyı ayrıntılarıyla kavrar, örgütler ve algılarız. Algılanan bu uyarıcılar bilgilerimizi oluşturur.[777] Bilginin oluşabilmesi için süje ile obje arasında birtakım bağların bulunması gerektiğine yukarda işaret etmiştik. Bu bağları şu şekilde sıralayabiliriz: 1- Algılama bağı, 2- Düşünme bağı, 3- Anlama bağı, 4- Açıklama bağı. [778] Gazzalî'ye göre bir insanda bilgi edinme güçleri üç devrede oluşmaktadır: 1- İdrâk safhası, 2- Temyiz safhası (yedi yaşlarında ortaya çıkar), 3- Akıl safhası.[779] b- Bilim Nedir? Bilim (ilim), "gözlem ve deney ile elde edilmiş sistematik bilgi"dir. [780] Bilimin daha detaylı bir tanımı da şöyle: Bilim, "...zaman ve mekân dünyasında yer alan şeylerin, olgu ve olayların yapılarını, onlar arasındaki sebep-sonuç bağlantılarının oluşturduğu düzeni keşfetmeyi; bu konuda elde edilen verileri dedüktif bir sistem içinde toplamayı ve nihayet bütün olup-bitenlerin hangi temel yasalara göre cereyan ettiğini belirlemeyi gaye edinen beşerî faaliyetler"dir. [781] Gazzalî'ye göre bir bilginin ilim olabilmesi için tasavvur (marife) derecesinden çıkarak tasdik derecesine ulaşması gerekir. Bunun iki safhası vardır: 1- Apiori yani zihinde evvelce var olan bilgiler; 2- Tasdik veya tekzibi gerektiren merhale. Bu ikinci safhaya ancak "delil, isbat (burhan) ve kıyas ile ulaşılır." [782] Bir bilginin değer ifade edebilmesi için zihnin uyanık ve aktif olması gerekir. Başka bir ifade ile, zihnin eşyaya takılması, eşyanın zihni düşündürmesi ve meşgul etmesi, onun bir mesele ve bir nevi azap haline gelmesi lazımdır. Makbul olan bilgi böyle bir çabanın ürünü olan bilgidir. [783] Bilginin sıradan bir algı olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi de gerekir. Montaigne, bunu bal arası Örneğiyle açıklıyor. Ona göre arılar her çiçekten bal özü alır ama yaptıkları bal kendilerine aittir. "Ortada ne kekik kokusu, ne de mercanköşk çiçeği vardır." [784] Kur'ân da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed Kutup, "Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen, donuk, ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur" diyor. Ona göre İslâm'ın ve Kur'ân'ın istediği bilgi kalbden kalbe geçen, vicdanları harekete getiren, pratiğe dönük faydalı bilgidir. [785] İnkarcılar "Gökleri ve yeri kim yarattı? sorusuna "Allah!" diye cevap veriyorlardı. Demek gökleri ve yeri Allah'ın yarattığını biliyorlardı. Fakat bu bilginin pratikte hiçbir faydası yoktu. Bu nedenle Kur'ân, o bilgiye değer vermiyor ve sahiplerini "bilmeyenler" olarak tanıtıyor. Kur'ân, eşya ve olayların hakikatini yansıtmayan, öze inemeyen sathî bilgileri de tercihe şayan bulmuyor. Dünya hayatının sadece zahirî bilgilerine sahib olan insanlar için şöyle buyuruluyor: "Onlar, dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizlerdir.” [786] c- Marifet Nedir? Marifet, bir şeyi olduğu gibi idrâk etmek [787] anlamına geldiği gibi, şüphe kabul etmeyen ilim anlamına da gelmektedir. [788] Gazzâlî'ye göre marifet, "Hakkı vasıtasız olarak, herhangi bir keyfiyet içinde ifade edilemez şekilde ve şüphe götürmez bir biçimde müşahede etmektir". Onda alelade bilgi, "ilim" sözcüğü ile ifade edildiği halde kalbin ürünü olan bilgi için "marifet" veya "irfan" kelimeleri kullanılmaktadır, ilim, ateşi görmekse, marifet ona dokunmaktır. Bu itibarla marifet ilme nisbetle hakikati daha net, daha kesin olarak bize tanıtan bilgidir. [789] Marifeti, "Hakikate erdikten sonra zuhur eden ilâhî ilhâmât, varidat ve "ilm-i ledünnî" olarak tanımlayanlar da vardır. [790] Marifet kesbî değil, vehbîdir. Marifet erbabı, "Nefs-i emmâreden kurtulmuş, levvâme sıfatını geçmiş, mülheme sıfatıyle muttasıf olmuş, nefsin süflî arzularından ve şeytanın vesveselerinden kurtulmuştur." [791] d- Hikmet Nedir? Hikmet lügatte, hakka uygun söz, adalet, ilim, hilm, felsefe anlamlarına gelmektedir. Cürcânî, Tar'rîfat'ında hikmet için özel olarak şu mânâları vermiştir: Hikmet, kendisinde eşyanın hakikatından bahsedilen bir ilim; aklın aşırılıklardan uzak, itidal halindeki bilme gücü; ilim, icâd ve efâl; helâl ve haramın bilinmesi; hakka uygun söz; ma'kûl ve haşviyattan uzak söz; amelle beraber ilim... [792] Nâkib Attas hikmeti şöyle tanımlıyor: "Hikmet, kendisinde bilgi olan kişinin bu bilgiyi, adaleti tezahür ettiren bir tarzda tatbik etmesini sağlayan Tanrı vergisi bir bilgidir." [793] Ali Medar, hikmet, "mantıklı düşünmek, gerçekleri araştırmak ve gerçek bilgi anlamına gelir" diyor. [794] Ahlâkın esasını hikmet, şecaat, iffet ve adalete bağlayan Gazzalî, hikmet için şunları söylüyor: "Hikmet, bir hal ve keyfiyyettir ki, ihtiyarımızla yaptımız işlerimizde doğruyu yanlıştan onunla ayırd ederiz." Başka bir ifadesinde ilim kuvvetinden bahisle diyor ki: "Bunun güzelliği (ilim kuvvetinin), iyiliği, sözlerde doğruyu ve yalanı, inançlarda hak ile bâtılı, işlerde güzel ile çirkini kolaylıkla ayırd edebilecek bir hal almasıdır. İlim sayesinde bu kuvvetlerin elde edilmesinden meydana gelen neticeye de hikmet denir. [795] Gazzalî'ye göre "hikmet" sözü iki anlama gelmektedir: "1- Eşyanın düzeninin ve en ince, en yüce mânâlarını mücerred olarak kuşatmak ve onlardan umulan gaye tamamlanıncaya kadar bu eşyanın nasıl olmaları gerektiği hususunda belirli bir hükme varmaktır. 2- Eşyanın tertip ve düzeninin yaratmaya ve bunları tam ve sağlam bir şekilde tesise sebep olan bir kudretin bu lafza eklenmesidir." [796] . Gazzalî, tefekkür kuvvetinin gerektiği şekilde terbiye ve ıslah edilmesiyle hikmetin hasıl olacağını söylüyor. [797] Allah (c.c.) Kur'ân'da şöyle buyuruyor: "Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır. " [798] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, bu âyeti tefsir ederken hikmet kelimesinin 29 mânâsına işaret etmiş. Bunlardan 23 tanesini tadat ediyor. Özetle şöyle: Hikmet; 1- Kavilde ve fiilde isabettir; 2- İlmu ameldir; 3- İlim ve fıkıh demektir; 4- Meânîyi eşyayı marifet ü fehimdir (Eşyanın hakikatini anlama yeteneği); 5- Akıl fî emrillâhdır (Allah'ın emrindeki akıldır); 6- Fehm demektir; 7- İcâd demektir; 8- Eşyayı mevzî ve mertebesine koymaktır (Herşeyi kendi yerine koymak); 9- Ef âli hasene-i şaibeye ikdamdır (Fiilleri güzel şeylere yöneltmek); 10- Siyâsette insan takati ölçüsünde Allah'a iktidadır; 11- İlâhî ahlâkla ardaklanmaktır; 12- Tefekkür fî emrillâh ve ona ittibâdır; 13- Allah'a tâat, fıkıh, din ve ameldir; 14- Kendisiyle vesvese ile makam fark edilen bir nurdur; 15- Doğruya isabet eden cevap sür'atidir; 16- Savaba reddir; 17- Ervahın müntehâyi sükûnet ve itminanıdır; 18- Sebepsiz işarettir; 19- Cemî ahvâle hakkı işhâddır; 20- Din ve dünya salahıdır; 21- İlm-i ledünnîdir; 22- Vurûd-i ilham için tecrîd-i sırdır; 23- Bunların hepsidir.[799] Mukâtü'den rivayet olunduğuna göre hikmet kelimesi Kur'ân'da dört anlamda yorumlanmıştır: 1- Kur'ân mânâsında. Örnek: Bakara: 2/231. 2- İlim ve anlayış mânâsında. Örnek: Lokman: 31/12. 3- Nübüvvet mânâsında. Örnek: Nisa: 4/54. 4- "Acâib-i esrâriyle" Sûre-i Nahil'de geçen âyetlerdeki mânâlarda. Örnek: Nahl: 12/125. Fahreddin Râzî, bu dört mânânın "ilim" mânâsına râcî olduğunu söylemiştir. [800] Bursalı İsmail Hakkı, "Felâsifenin hikmet tesmiye ettiği mâkûlât, hakikatte hikmet değildir; zira mümin ve kâfir anda müsavidir ve âfet-i vehm ü hayâl şevâibinden hâlî değildir. Bir mânâ ki kesb-i fikir ile hâsıl olmuş ola, zannîdir ve bir emir ki keşf-i Hak'la vücud bulmuş ola, kat'îdir" diyor. Ona göre vahiy nasıl "mevhibe-i enbiyâ ise hikmet de" "mevhibe-i Evliyâ"dır. [801] Yukarda da belirttiğimiz gibi Kur'ân’da sultan, âyet, burhan kelimeleri de kesin bilgi ve hak anlamında kullanılmıştır. [802] B- Bilginin Tasnifi Bilgi, bilim adamları tarafından değişik ölçüler ve bazlardan hareketle çeşitli taksimata tabi tutulmuştur. Bu taksimi yapan bilim adamlarından bir kısmı konuları esas almış, bir kısmı kaynağını esas almış, bir kısmı uygulanıp uygulanmadığına bakmış, bir kısmı ise bilginin doğruluğunu dikkate almıştır. Bunların hepsini sayıp dökme ne mümkündür, ne de gereklidir. Bununla birlikte bir iki örnek vermede fayda vardır. Bazı bilginler, bilgiyi nefiste sabit olanlar, duyularla idrâk olunanlar, kıyâs ile elde edilenler olmak üzere üç bölümde incelerken, bazıları tasavvur ve tasdik olarak iki bölümde ele alıyorlar. [803] Başka bir tasnif de şöyledir: İlimler kadîm ve hadis olmak üzere iki kısma ayrılır. Kadîm ilim Cenâb-ı Hakk'm zâtına mahsustur; insanların hadis olan ilnıine benzemez. Hadis olan ilim ise üç kısma ayrılır: Bedihî ilim, zarurî ilim ve istidlali ilim. Bedîhî ilim mukaddimeye ihtiyaç göstermeyen ilimdir. Küllün cüzden büyük oluşunun bilgisi gibi. Zarurî ilim de mukaddimeye muhtaç değildir. Beş duyumuzla elde ettiğimiz ilimdir. İstidlali ilim ise mukaddimeye muhtaç olan ilimdir. Sâniin sübâtuna, a'râzın hudûsuna olan İlimdir. [804] Nureddin es-Sâbûnî'nin Mâturîdiyye Akaidi isimli eserindeki taksimi ise şöyle: İlim (mutlak mânâda bilgi) kadîm ve hadis olmak üzere yine iki kısma ayrılmaktadır. Kadım ilim yukarda da işaret ettiğimiz gibi Allah'ın zâtı ile beraber bulunan ilimdir; kulun hadis olan ilmine benzemez. Hadis olan ilim de zarurî ve iktisabı kısımlara ayrılır. Zarurî ilim, süjenin kendi irâde ve gayreti olmaksızın, Allah'ın, nefsinde meydana getirdiği ilimdir. Kişinin kendi varlığını, açlık ve susuzluğunu, haz ve elem gibi çeşitli hallerini hissederek bilmesi gibi. Bu tür bilgi, bütün canlılarda müşterektir. İktisâbî ilim, kulun sebeplere tevessül ederek, kendi gayret ve irâdesi sonunda Allah'ın nefsinde meydana getirdiği ilimdir. [805] Hilmi Ziya Ülken, "âyetini de örnek göstererek Kur'ân'da ilâhî ve insanî olmak üzere iki tür bilgi bulunduğunu kaydetmektedir. İlâhî bilgi, "insan aklının ulaşamayacağı gayb (invisible) âlemi ile insan aklının üzerinde muhakeme yürütebileceği şehâde (sensible) âlemine ait bilgidir. İnsan bilgisi ise sadece idrâk ve muhakemeler dünyasına aittir. [806] Yukardaki âyetten hareketle genel mânâda, bilgiyi, fizik ve metafizik bilgi olarak ikiye ayırmak da mümkündür. Nâkib Attas’a göre genel bir tasnif yapılırsa iki tür bilgiyle karşılaşır: Vehbî ve kesbî bilgi. Vehbî bilgi Allah vergisi, yani Allah'ın lütfü keremiyle insanın kalbinde zuhur eden bilgidir. Kulun, bu seviyeye ulaşabilmesi için iman, âmel ve ahlâk bakımından sağlam bir altyapıya sahip olması gerekir. Kesbî bilgi, "tasavvura ve tasavvurların düşünülebilenlerin (ma'kûlât) ve hissedilebilenlerin (mahsûsât) tecrübesine dayalı zihnî çaba ve araştırmalara" dayanan bilgidir. Attas'a göre kesbî bilginin, vehbî bilginin rehberliğine ihtiyacı vardır. [807] Gazzali, ilimleri aklî ve şer'î diye iki kısma ayırmakta, aklî ilimleri, zarurî ve iktisabı diye ikiye taksim etmektedir. İktisabî ilimleri de dünyevî-uhrevî olmak üzere iki grupta incelemektedir. [808] Gazzalinin, ilmi değişik açıdan başka tasnifleri de vardır. Meselâ, bir tasnifinde bilgiyi, evveliyat, müşâhedât-ı bâtıniyye, mahsûsât-ı zahire, tecrübiyyât, ma'lûmât bi't-tevâtür, meşhûrât ve vehmiyyât olmak üzere yedi kısımda incelemektedir. [809] O, ilimleri dinî ve lâdinî diye ikiye ayırmanın doğru olmadığına işaret eder, "şer'î ilimlerin çoğunda aklîlik bulunduğu gibi, aklî ilimlerin çoğunun da şeriat bakımından bir sakıncası olmadığını" belirtir. [810] Gazzall, iki çeşit bilgiyi benimser: 1- Varlıkların zahirî, yani dış görünüşleriyle ilgili bilgi. Bu bilgiye akıl ve duyu organlarının yardımiyle ulaşılır. 2- Varlıkların özüyle ilgili bilgi. Buna da ilham ve keşf yoluyla ulaşılır. [811] C- Bilginin Kaynağı ( Bilgi Edinme Yolları) Bilginin kaynağı ile ilgili tasnifler de vardır. Bazı eserlerde bu tasnifler "bilgi edinme yolları" adı altında yapılmaktadır. Böyle bir başlığı kullananlar bilginin nihâî kaynağının Allah olduğunu düşünerek kullanmış olabilirler. [812] Bazıları ise "esbâb-ı ilim"; ifadesini kullanmaktadır. Sâbûnî, bilgi edinme yollarını üçe ayırıyor: 1- Duyular, 2- Doğru haber, 3- Akıl Akıl yoluyla elde edilen bilgiyi zarurî (bedihî) ve istidlali diye iki kısımda inceliyor. [813] Hilmi Ziya Ülkenin belirttiğine göre İbn Arabî kaynağı veya geliş yolu itibariyle ilmi üçe ayırmaktadır: 1- Akıl ilimleri: Bu ilim medrese ulemâsına vergidir. 2- Tasavvuft hallerin ilmi: Peygamberlere vergidir; iç tecrübeyle elde edilir. 3- Esrar ilmi: Gizli (esoterique) hakikatlere aittir; gaybî ilimlere karşılıktır. Bütün insan bilgisinin amacı bu noktaya ulaşmaktır. [814] Farâbî'ye göre de bilgi elde etme yolu üçtür: Birincisi duyuİar, ikincisi akıl (intellect), üçüncüsü de nazar (speculation)dır. İlk ikisi ile doğrudan, vasıtasız bilgi elde edilirken, üçüncüsü ile vasıtalı ve speculatif bilgi kazanılır. [815] Farâbî bilginin değerini konusunun şerefine, kanıtının kuvvetine ve temin edeceği faydaya bağlamaktadır. Faydası nedeniyle şer'î ilimler, kanıtının kuvveti nedeniyle geometri ve mantık, konusunun şerefi nedeniyle de yıldızlar ilmi erdemli ilimlerdir. Ona göre ilâhî ilimde bu üç özellik bir arada bulunmaktadır. [816] Kur'ân-ı Kerim’de iki âyet vardır ki, bu âyetlerde şöyle buyurulmaktadır; "Allah sekiz çift hayvan yaratmıştır: Koyundan iki ve keçiden iki; de ki: "iki erkeği mi yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin." Deveden iki, sığırdan iki yaratmıştır; de ki: İki erkeği mi yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavrularını mı haram kılmıştır? Yoksa Allah size bunları buyururken orada mı idiniz?" İnsanları, bilmediklerinden sapıtmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Allah, zâlim milleti doğru yola eriştirmez." [817] Elmaî, bu âyetlere dayanarak üç türlü bilgi kaynağından bahsetmektedir: 1- Akıl yolu: Burada mantıklı bir şekilde haramlık yolu özetlenmektedir. 2- Vahiy yolu: Burada yasak (haram) değişmemiş naklî bilgi ile bildirilmektedir. 3- Duyu yolu: Haram konurken, orada olayın duyu organlarından biri olan gözle görülmesi. [818] Yukarda, Sâbûnî'nin de aynı yolları sıraladığını görmüştük. Bu görüşe Ömer et-Taftazânî ile Ebu Mansûr el-Mâtürtdî'yi de eklemeliyiz. [819] Hüseyin Atay, Bakara sûresinin 151. âyetine dayanarak bilgi edinme yollarının duyular, akıl ve vahiyden ibaret olduğu sonucuna ulaşıyor. Bu âyetin meali şöyledir: "Nitekim biz size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir peygamber gönderdik." [820] Atay'di göre âyetlerin anlatılması ve açıklanması duyuları, kitap ve hikmetin öğretilmesi aklı, bilinmeyenlerin bildirilmesi de vahyi akla getirmektedir. [821] Kelâmla ilgili kitaplarda bilgi edinme yolları akıl, his ve haber-i sadık olarak sıralanırken keşf ve ilhama yer verilmemiştir. [822] Felsefe ise duyu, akıl ve sezgiyi esas almıştır. [823] Gerek Kur'ân-ı Kerim'den yaptığımız tesbitlere dayanarak ve gerekse yukarda verdiğimiz bilgileri birleştirerek Kur'ân'da bilgi edinme yollarının duyular, akıl, sezgi (keşf ve ilham), rüya ve vahiyden ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Bunları maddeler halinde açıklamaya çalışalım: a- Duyular Duyularımız, dünyaya açılan pencerelerimizdir. Onlar olmadan dış dünyayı tanımamız mümkün değildir. Bir an için bütün duyularımızı kaybettiğimizi düşünürsek konunun önemini daha iyi kavrarız sanırım. Tatma duyumuzun dümûra uğradığı bir hayatın ne anlamı kalır? Görme duyumuz olmasa çevremizde oluşan renk cümbüşünü nasıl kavrar, içinde yaşadığımız dünyamızı nasıl tanımlarız? Körün fili tarifi gibi değil mi? Her duyunun kendine has bir dünyası olduğu kabul edilir. [824] Bu dünyaları yıkıvermek veya meçhuller âlemi haline getirmek bize neye mal olur? Düşünmesi bile sıkıcı. Duyular, çevresiyle devamlı ilişki içinde bulunan insanın istihbarat elemanlarıdır. Ancak onların bize verdiği bilgilerle hayata uyum sağlayabiliriz. Dışımızda mevcut olan varlık ve olayları onlar sayesinde algılayabilir, tepkilerimizi onlar sayesinde organize edebiliriz. "Duyular hafızanın en sâdık kılavuzlarıdır" diyen Comeniusa göre görülen, duyulan ve tadılan şeyler hafızaya sağlam bir şekilde yerleşir ve oradan bir daha çıkmaz. [825] Pestalozzi de aynı konuya dikkat çekerek diyor ki: "Bir nesnenin varlığını ya da görünüşlerini arayıp taramada ne kadar çok duyu organlarını harekete geçirirsen, o nesne hakkındaki bilgin o nisbette daha doğru olacaktır." [826] Unutulmamalıdır ki, duyu organlarının pasif bir çalışması da dış dünyayı tanımak için yeterli değildir. Öyle zamanlar olur ki, bakar fakat görmeyiz, dinler fakat işitmeyiz. [827] O halde iş sadece bakmak, sadece dinlemek değil, baktığını görmek, dinlediğini duymaktır. Bu ise sağlıklı bir algının, mükemmel bir yorumun varlığını aklımıza getirir. Aksi halde hayvanlardan ne farkımız kalır. Çünkü onlar da bakmakta, onlar da görmektedir. İnsanla hayvan arasındaki büyük fark duyumların sağlıklı biçimde yorumlanmasıdır. Bu yorumu yapamayan insan, insanlık vasfını kaybeder, hayvanlar seviyesine düşer. Kur'ân, bunlar için "Andolsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir” [828] buyuruyor. Neden daha da sapıktırlar? Çünkü hayvandan farklı olarak kendilerine bir yorum gücü verilmiş olmasına rağmen bu önemli yeteneği sağlıklı biçimde kullanmamışlardır. J.J. Rousseauya göre duyulan çalıştırmak, onları kullanmak demek değildir; onları kullanmak demek, ölçmeyi, hesap etmeyi, tartmayı, karşılaştırmayı ve muhakeme etmeyi öğrenmektir, öğretmektir. Bakmak ve takdir etmek kabiliyetini, emin ve çevik bir ele sahip olmayı, büyüklükler ve şekiller arasındaki gerçek nisbetleri tanımayı öğretmek gerekir. [829] Demek ki eşya ve olaylara bakmak yeterli değildir. Hiçbir ön yargıya, şartlanmışlığa mahkum olmadan eşya ve olaylara özgürce bakmak gereklidir. Kendilerinin veya başkalarının tutsağı olan insanlar görmek istedikleri şeyleri arar, aradıkları şeyleri görürler. Kur'ân eğitiminin böyle çıkmazına rastlamadım. O, kâinatın, olduğu gibi, bütün hârikalarıyla tanınmasını istiyor. İstiyor, çünkü oradan mutlak gerçekliğe ulaşılacağını biliyor. Kur'ân biliyor ki, evreni, hatta kendim keşfedemeyen insan, Allah'ı keşfedemez. Ona göre insan için en önemli mesele kendisini ve çevresini tanımasıdır. Bu da bütün kemâliyle bakmak, görmek; dinlemek ve duymakla mümkündür. Bir ressam gibi bakmak, bir müzisyen gibi dinlemek. Adler, "Bir kimseyi tanıyabilmek için onun dış dünyaya hangi organı ile açık olduğunu anlamamız gerekir" [830] diyor. Duyular genelde beş olarak bilinir. Aslında bilim adamları, bunları ona kadar çıkarmaktadır. Görme, işitme, tad, koku, dokunma duyusu. Bilim adamları deri duyusunu bir değil, dokunma, sıcak, soğuk ve ağrı olarak dört adet kabul etmişlerdir. Bu sekiz duyuya, kendilerine "proprioseptif' duyular adı verilen knestetik ve vestibüler duyuları eklediğimiz zaman duyularımızın toplam sayısının ona ulaştığını görürüz. [831] Mekanizma nasıl çalışır kısaca buna da göz atmakta fayda vardır. Her duyu "receptor" adı verilen bir hücre grubuna sahiptir. Bu hücre grubuna "alıcı" da denir. Bunlar çevremizdeki bazı değişik enerji türlerine duyarlık gösterecek şekilde özelleşmişlerdir. Görme ve koklama duyularının alıcıları sinir hücrelerinden, tad, işitme, vestibiller ve diğer deri duyularının alıcıları da deri hücresinden oluşmuştur. Her alıcı bir lif aracılığı ile sinir hücrelerine bağlanmıştır. Çoğunlukla birden fazla alıcı ile bağlantı kuran sinir lifi, "genellikle de fazla bağlantı yapmadan sinir sistemine girer. Ancak alıcıları aslında beynin bir parçası olan koku ve görmede lifler beyne sinir akımı (impulse) göndermeden önce duyu organlarındaki diğer sinir hücreleriyle bağlantı kurar." [832] Morgan'a göre bir alıcı uyarıldığı zaman iki olay hızla birbirini izler: " 1- Uyarıcı enerji, jeneratör potansiyeli (generator potantial) adı verilen elektrik enerjisine dönüşür... 2- Alıcı hücredeki jenaratör potansiyeli yeterince yüksek düzeyde olduğu takdirde sinir hücresi ile bağlantılı sinir lifinde sinir akımını başlatır... Sinir akımı, sinir sisteminde lif boyunca ilerler ve çeşitli sinir hücrelerindeki aktarılmalardan sonra beyin kabuğuna (cerebral cortex) gelir." [833] Her alıcı, bir duyusal şifreye sahiptir. "Bu şifre alıcının uyarılmasından doğan yaşantının niteliğini belirler." [834] Yukarda bahsettiğimiz jeneratör potansiyeli, yani elektrik enerjisi uyarıcının şiddetiyle doğru orantılıdır. Sinir akımının oluşması için bu jeneratör potansiyelinin belli bir düzeye gelmesi gerekir. Buna mutlak eşik adı verilir. Daha şiddetli bir uyarıcı, daha büyük bir enerji, bu da beyne giden daha fazla sayıda sinir akımı demektir. Bu da bizi şu sonuca götürür: Bir uyarıcı ne kadar sayıda sinir akımının beyne gitmesine yol açıyorsa o kadar şiddetli algılanıyor demektir. [835] İnsanın ayırdedebileceği sinir akımı sayısının belli sınırı vardır. "Bunun sonucu olarak, şiddet farklarını ayırdedebilme de sınırlıdır." Bu sınıra "fark eşiği" (differantial threshold) adı verilir. [836] Bütün alıcılar farklı uyum yapma özelliğine sahiptirler. Sinir uçlarının ve sinirlerin bir uyarıcı sonucunda harekete geçmesi, uyarıcının vibrasyonuna uygun, benzer ve eşdeğer titreşimler (senkranizasyon) göstermesi olayına "uyarılma" denir. [837] Uyarılmada uyarıcının şiddeti, sinir liflerinin incelik veya kalınlığı rol oynar. Uyarıcılar vasıtasiyle meydana getirilen sinir akımları özelliklerine göre beyindeki ilgili bölgelere iletilir. Burada duyulur ve anlaşılırlar. Beyne gelen bu akımların ilgili merkez ve bölgeler tarafından alınarak, neye ait olduklarının anlaşılmasına da "duyum" adı verilir. [838] Bunun için ilgili beyin merkezlerinin, taşıyıcı sinirlerin ve duyu organlarının sağlıklı olması gerekir. Kur'ân-ı Kerim'de "Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmediğiniz halde çıkarmış, size kulak, göz ve kalb vermiştir" [839] buyurulmuştur. Bu âyet bize insan bilgisinin sonradan kazanıldığını, göz, kulak ve kalbin de bilgi edinme vasıtaları olduğunu anlatmaktadır. Bu organlar sıradan, refleks ve içgüdülerin sorumsuz elemanları da değildirler. Kendilerine göre hayatî işlevleri ve bu işlevleri yerine getirirken sorumlulukları vardır. Bir başka âyette şöyle buyurulur: "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur. " [840] Duyu organlarımız bizim için bir imtihan sebebidir. Onlar, görevlerini ne kadar verimli yaparlar, bize gerçek duyumlar sağlayabilirlerse imtihanı kazanmamız o kadar kolaylaşır. Onları kullanamadığımız veya yanlış yolda kullandığımız takdirde sınavı kaybederiz. İnsan için buyuruluyor ki: "Onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör." [841] Muhammed Kutup, "Hiçbir maddî güç, duyu organlarından ve organların idrâk ettiklerinden, İslâm'ın yaptığından daha fazla faydalanmağa gücü yettiğini iddia edemez" diyor. [842] Kur'ân, duyu organlarının idrâk ettikleriyle insan kalbini devamlı beslemiş, terbiye etmiş kalble duyular arasında devamlı ve sarsılmaz bir bağ kurmuştur. Duyularından yeterince ve sağlıklı biçimde yararlanmayanların düşünemeyeceklerini, salim düşünebilmek için duyulardan yararlanmanın gerektiğini vurgulayan Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "İnkâr edenlerin durumu, çağırma ve bağırmadan başkasını duymayarak haykıran gibidir. Sağırdırlar; dilsizdirler; kördürler; bu yüzden akledemezler." [843] A'râf sûresinde duyularını kullanarak doğruyu bulamayan insanlar zemmediliyor: "Onları doğru yola çağırsanız duymazlar. Sana baktıklarını görürsün, oysa görmezler. " [844] Kur'ân'ın duyulara atfettiği önem biraz da duyuların verdiği bilginin niteliğine bağlıdır. Her zaman ifade ettiğimiz gibi daima insan gerçeğinden yola çıkan bu kitap, insanı aklın soyut verileriyle başbaşa bırakmaz, soyut bilgileri duyulardan gelen müşahhas bilgilerle takviye eder. Bir peygamber olmasına, kalbiyle de inanmış bulunmasına rağmen Hz. İbrahim'in "görmek istemesini" başka ne ile izah edebiliriz? Mücerred verilere karşı vurdumduymaz olan insanın, müşahhas bilgiler karşısında hiç itiraza mecali yoktur. Bakınız Kur'ân, bu gerçeği nasıl ifade ediyor: "Kesin olarak biliyoruz ki, onların söyledikleri seni gerçekten üzüyor. Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zâlimler, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar." [845] Mevdûdî bu âyeti özet olarak şöyle yorumluyor: "Yalancı olarak reddettikleri sen değilsin; onlar bizim mesajımızı reddediyorlar; biz herşeye sabreder ve onlara süre üstüne süre verirken, sen ne diye kaygılanırsın?" [846] Peki, neden peygamber değil de Allah'ın âyetleri? Bilim adamları, görme ve işitme duyularını "yüksek duyular", bunun dışındaki duyulan ise "alt duyular" olarak kabul etmişlerdir. [847] Neden? Çünkü en önemli duyularımız görme ve işitme duyularımızdır. [848] Günlük hayatımızda en çok bu duyularımızı kullanırız. Adolph W. Aleck, görme ve işitme duyularının düzenli, örgün eğitimdeki önemine işaret ettikten sonra şunları söylüyor: "İşitme ve görme bozukluğu ile birlikte, çok defa, sakıncalı zihin yönelimleri de görülüyor. Bunlar çok defa zararlı engellemelere temel olur iyi işitmeyen çocuklar, bazan normal toplum yönelimleri geliştirmek fırsatından yoksun bırakılır, insanlar, bu çocuklara, haksız yere, aptal gözüyle bakar. Çocuk iyi işitmediği ya da iyi görmediğinden, gelişmesi kösteklenebilir." [849] Yapılan çalışmalar görsel ve işitsel araçların daha çok ilgi uyandırdığını, öğrenmeyi arttırdığını göstermiştir. Öğretimde en yüksek verim görsel ve işitsel araçlar vasıtasiyle elde edilmiştir. Bu bulgudan hareket eden eğitimciler eğitim-öğretim faaliyetlerinde, sesli-sessiz sinema filmleri, radyo, projeksiyon araçları, levhalar, haritalar, modeller, örnekler, gösteri tecrübeleri, resimler, san'at galerileri, müze ve benzeri işitsel ve görsel materyaller kullanmayı önermişlerdir. [850] Görme ve işitme duyuları arasında bilim adamları gözü tercih etmişlerdir. Meselâ, Gazzalî'ye göre duyu organlarının en önemlisi görme duyuşudur. Çünkü en kuvvetli duyudur; bilgi ve idrâklerinin oluşmasında en büyük rolü o oynamaktadır. [851] O, görme duyusu bakımından eşyayı üçe ayırmıştır: 1- Kendisi görünmeyenler; karanlık cisimler bu kategoridedir; 2- Kendisi görünen fakat kendisi vasıtasiyle başkası görünmeyenler; yıldızlar bu kategoriye girerler. 3- Hem kendisi görünen, hem de kendileri vasıtasiyle başkaları görünenler; güneş, ay vb, bu kategoriye girmektedir. [852] Duyu organlarının dünyayı algılamadaki önemi üzerinde duran Adler, "Bunlar içinde en önemlisi gözdür" diyor. Çünkü insan en çok göz vasıtasiyle dış dünyadan haberdar olmakta, gerekli tecrübeleri onunla sağlamaktadır. Diğer duyulara oranla görsel algılarda süreklilik daha çok dikkat çekmektedir. [853] Garrett, görme algısı alanının işitme algısı alanına göre daha geniş olduğunu söylemektedir. [854] "Görme alanı'nın bu öneminin pedagojik bakımdan büyük bir fikir telkin ettiğini ifade eden Mustafa Şekib Tunç, gözü, zekânın "en zengin ve aydın öncüsü" olarak nitelemektedir. [855] Morgan, Psikolojiye Giriş adlı eserinde "İnsanlar dünyayı tüm duyu organları (sense organ) yoluyla algılarlar; dolayısıyle görsel algı, işitsel algı ve diğerleri gibi her duyuma ilişkin algıları vardır. Ancak, normal hallerde en büyük ağırlığı görsel algılar taşır" [856] diyor. Hz. İbrahim'den sonra Hz. Musa'nın görme [857] arzusu, görmenin diğer duyular yanındaki yerine işaret ediyor. Edindiğimiz bütün bilgilerden sonra görüyoruz ki, insanlarda egemen olan en büyük tutku görme tutkusudur. Göz, 390-760 milimikron (bir milimetrenin milyonda biri) boyunda olan dalgaları alabilecek duyarlılıktadır. Bunların altında veya üstünde olan dalgaları göremez. [858] Kulağın da göz gibi yetenekleri sınırlıdır. Her titreşimi alamaz. Ses dalgalarının frekansları binlerce Hz. olabilir. Kulağın işitebileceği frekanslar ise 20-2000 Hz. arasındadır. Kulak, bu rakamların altındaki veya üstündeki frekansları işitemez. [859] Bazıları kulağın saniyede 16 titreşimi alabileceğini kaydetmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de ençok yer verilen duyular, görme ve işitme duyularıdır. Bunları bazan ayrı ayrı, bazan ikisini birlikte, bazan da kalble beraber üçünü birarada kullanmaktadır. Bunlardan örnekler vermede yarar var sanırım. 1- Görme Duyusu İle İlgili Âyetler: "O, gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik; ondan bitirdiğimiz yeşilden,-birbirine benzeyen ve benzemeyen-yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine, olgunlaşmalarına bir bakın. Bunlarda, inananlar için şüphesiz deliller vardır." [860] Burada Kur'ân'ın istediği bakış mânâsız, sıradan bir bakış olmayıp, bilinçli, öğrenmeye yönelik bir bakıştır. "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu durdururdu. Sonra biz, güneşi ona delil kılıp yavaş yavaş kendimize çekmişizdir," [861] "Tanrılarımız üzerinde direnmeseydik, doğrusu neredeyse bizi onlardan uzaklaştıracaktı" derler. Azabı gördükleri zaman, kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir.” [862] Bu âyette duyduklarına itibar etmeyen insanların gördükleri zaman öğrenecekleri ifade edilmektedir. "Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Mûsâ, "Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım" dedi. Allah, "sen beni asla göremezsin ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de beni göreceksin" buyurdu. Rabbi'dağa tecellî edince onu yerle bir etti ve Mûsâ da baygın düştü. Aydınca, "Ya Rabbi, münezzehsin, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim" [863] Bu âyetten ilk bakışta üç önemli şey öğreniyoruz: 1- Bilgisel doyumun en ideal olanı gözle görmektir. 2- Görme duyusu sınırlı bir duyudur. 3- Sınırlı duyularımızla herşeyi algılamaya kalkmamalıyız. Aşağıdaki âyetler görerek öğrenmeye işaret eden önemli örneklerdir: "İnsan, yiyeceğine bir baksın.” [864] "Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın." [865] Baksın çünkü oradan öğreneceği çok şeyler var. "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur." [866] Bu âyetlerin sayısını daha da arttırmak mümkündür. 2- İşitme Duyusu İle İlgili Âyetler: Bilgi elde etme yollarından biri de dinlemektir. Kur'ân-ı Kerim'de dinleyen, duydukları üzerinde düşünerek doğruyu bulabilen insanlar övülmektedir. "Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar, işte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar, akl-ı selim sahipleridir." [867] Ayet-i kerimede övülen, takdir edilen kimselerin özelliklerini sıralayacak olursak şunları söyleyebiliriz: 1- Bahse konu olan insanlar kendilerine söylenenleri kemâl-i ciddiyetle dinlemektedirler. 2- Duydukları şeyleri birbirleriyle karşılaştırmaktadırlar. 3- Bu karşılaştırma sonunda en güzel sözü bulmakta ve ona uymaktadırlar. Bunlar doğruyu bulmuş, akıllı kimselerdir. Ayette zihnî bir süreçle karşı karşıyayız. Bu sürecin ilk şartı da dinlemektir. Sonra mukayese ve sonra hüküm. Tabi, bunların hepsi aklın rehberliğinde cereyan etmektedir. Bütün kötülüklerin cehaletten, bilgisizlikten kaynaklandığını bilen Yüce Allah, Kur'ân aracılığı ile önce bu cehaleti ortadan kaldırmak istiyor. Bunun yollarından birinin de dinlemek olduğunu gösteriyor. "Eğer müşriklerden biri aman dilerse ona aman ver. Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar gönder. Çünkü bunlar hakikaten bilmez bir kavimdir." [868] Câhil bir kavmin, içine düştüğü çıkmazdan kurtulabilmesi için bilgilenmesi, bunun için de dinlemesi gerekiyor. Allah, bunun tahakkuku için bizzat Peygamberine emir veriyor: "Bırak dinlesinler..." Rasûlullah (s.a.), her güzel işte olduğu gibi bu konuda da örnek davranışlar sergiliyordu. İyi bir dinleyici idi. Onun bu hali bazan muarızlarını rahatsız eder, bundan dolayı peygamberi incitirlerdi. Konu ile ilgili olarak şöyle buyuruluyor: "Yine içlerinden öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve "O her söyleneni dinleyen bir kulaktır" diyorlar. De ki: "Sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır, müminlere inanır. Ve iman edenleriniz için bir rahmettir." Allah'ın rasûlünü incitenler için ise acıklı bir azap vardır." [869] Ayet, münafıkların, peygamber için, "O saf bir adam. Herkes ona yaklaşıp dilediğini söylüyor; o da her duyduğuna inanıyor" şeklindeki sözlerine cevap veriyor: O, sizin zannettiğiniz veya tavsif ettiğiniz gibi olur olmaz herşeyi dinleyen saf birisi değildir, O, hayır kulağıdır. İnsanlar için hayırlı olan şeyleri dinler. Herkesi dinler belki ama müminlere inanır. Sözün en doğru ve en güzelini seçer. İnsanları yöneten, onlara yön verme durumunda olan bir kimsenin sağlıklı bilgiler edinmesi kadar tabiî ne olabilir? Bu da ancak herkesi dinlemekle mümkündür. Herkesi dinlemek, herkesin etkisi altında kalmak demek de değildir. Doğru karar vermenin en güzel yolu herkesi dinlemektir. Bugünkü modern dünya çoğulculuk adına bu savaşı vermiyor mu? Kur'ân-ı Kerim, duyularını sağlıklı biçimde kullanamayan kimseleri "ölüler" olarak da nitelendiriyor. "Ancak işitmesi olanlar davete icabet ederler. Ölülere gelince, onları Allah diriltir; sonra hepsi onun huzuruna çıkarılırlar.” [870] İşitmesi olmayanlar, yani içtenlikle dinlemeyenler davete icabet etmezler. Çünkü bunlar aynen ölü gibidirler. Ölü için nasıl bir tepki sözkonusu değilse, dinlemeyen, duymayan kimse için de olumlu ve normal bir tepki sözkonusu değildir. Kur'ân eğitiminde, Kur'ân'ı dinlemenin özel bir önemi vardır. Çünkü esas odur, ölçü odur. Kur'ân'ı bir altyapıya dayanmayan bilgiler insanlar ve insanlık için zararlı da olabilir. Dünyamız bugün bunun acı ve taze örneklerini yaşamaktadır. Bu itibarla bugün İslâm entellektualizminin en büyük hedef ve görevi bilginin İslâmîleştirilmesidir. Kötüye kullanılan bilgi, hayatı zehir eden korkunç bir silaha dönüşebilir. Allah, Kur'ân'da şöyle buyurmaktadır: "Kur'ân okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki, merhamet edilirsiniz." [871] İşitmedikleri, özü kavrayamadıkları ve kabullenemedikleri halde kendi kendilerini aldatarak "işittik" diyen insanlar az değildir. Kur'ân, bu insanlara dikkat çekerek onlar gibi olmamayı öğütlüyor. Allah buyuruyor ki: "İşitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi olmayın.” [872] Çünkü böyle bir davranış insanın hem başkalarını, hem kendisini aldatması demektir. Eskilerin "cehl-i mürekkep" dedikleri hal bu olmalıdır. Bu durumda olan insanlar, bilmeyen ama bilmediğini de bilmeyen kimselerdir. Âyette, hakkı, kulakları ile duydukları halde onu kabul etmeyen, ona inanmayan münafıkların durumu ifade edilmektedir. Ayetin devamında bu kimseler, "yerde debelenenlerin en kötüsü", aklını kullanmayan, sağır ve dilsiz olarak tanıtılmaktadır. Kur'ân, âyetlerin yol gösterici olabilmesi için birtakım şartları öngörmüştür. Bunlardan biri de dinlemektir. Dinleyen insan âyetlerden yararlanabilir. Dinlemeyen kimseler için hiçbir âyetin anlamı ve yararı yoktur. [873] 3- Kulak, Göz Ve Kalbi Bir Arada Zikreden Âyetler: Kur'ân, doğru yorumlanmayan duyumu, normal duyum olarak kabul etmez. Bir duyum doğru yorumlanmışsa Kur'ân için bir anlamı vardır. Bunun için alınan duyumların kalbe uluşması, onun imbiğinden geçmesi gerekir. Meselâ bir âyette şöyle buyurulmaktadır: "İçlerinden, sana bakanlar da var. Fakat basiretleri de yokken körlere sen mi hidâyet edeceksin." [874] Ayetten anladığımıza göre bir şeyin hakikatini görmek, ona inanmayı, onu kabul etmeyi gerektirir. Bu da basiret yani kalb gözüyle mümkündür. Kalb gözüyle bakmayan insanlar, Kur'ân'ın anladığı mânâda görmüş sayılmazlar. Bu âyeti başka bir âyet şöyle tavzih etmektedir: "Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalbler de körleşir." [875] Duyuların değerlendirilmesinde kalbe büyük rol veren Kur'ân-ı Kerim, birçok âyette kalbi görme ve işitme duyusuyla bir arada zikretmektedir. İnsanın yaratılış sürecinden bahseden bir âyette şöyle buyuruluyor: "Sonra onu düzeltip içine ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler ve kalbler yaptı. Siz pek az şükrediyorsunuz." [876] Ayette insanların az şükrettikleri, çok şükretmeleri gerektiği vurgulanıyor. Çünkü kendilerine verilen bu üç nimet o kadar önemlidir ki, bunları verdiği için Allah'a çok çok şükretmek gerekir. Bir başka âyet ise şöyle: "Halbuki sizin için o kulağı, o gözleri, o gönülleri yaratan odur. Ne az şükredersiniz." [877] İnsanlara verilen göz, kulak ve kalb gibi yetilerin gereğince kullanılmaması hoş karşılanmaz. Hatta böyle insanlar hayvan mesabesine veya daha aşağılara indirilerek, onların kötü geleceklerine işaret edilir. Örnek: "Andolsun ki, cin ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır onunla (gerçeği) anlamazlar; gözleri vardır onlarla görmezler; ve kulakları vardır onlarla işitmezler, işte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir." [878] Bu yetilerini gerektiği gibi kullanmayan insanlar bazı âyetlerde ölü, sağır ve kör olarak tavsif edilirler. Örnek: "Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarına dönmüş kaçarlarken sağırlara da daveti işittiremezsin. Sen o körleri sapıklıklarından hidâyete erdirecek de değilsin. Sen ancak, âyetlerimize iman edeceklere işittirsin de onlar müslüman olurlar." [879] Allah, bunca bilgi ve belge karşısında kendisine inanmayan insanları, organik olarak görüyor olsalar bile, "görür" ve "işitir" kabul etmemektedir. Modern pedagojide de insanın tavır ve davranışında bir değişikliğe yol açmayan öğrenmeler öğrenme kabul edilmemektedir. [880] Eğitimin bir niteliği de bireyi, duyuş, düşünüş ve tavır yönünden değiştirme süreci olmasıdır. Tabi bu değişikliğin olumlu yönde teşekkül etmesi lazımdır. [881] Böyle olumlu bir değişmeye yanaşmayan kimseler için şöyle buyuruluyor: "Onlar, öyle kimselerdir ki, Allah, kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir. Gaflet içinde olanlar da işte bunlardır." [882] "Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördüler; (Hakka da) dönmezler." [883] "Yoksa onların çoğunu işitirler veya akıl ederler mi zannediyorsun? Onlar başka delil, hayvanlar gibidirler. Hatta gidişçe daha sapıktırlar." [884] "O halde sen mi işittireceksin o sağırlara? Yahut sen mi hidâyet edeceksin o körlere ve açık bir sapıklık içinde bulunanlara? " [885] Gazzalî, bilgi kaynağı olarak insanda ilk defa duyuların teşekkül ettiğini savunur. [886] Ona göre duyular yanılmaz değildir. Bu yanılma ihtimalini şöyle sıralar: 1- Bedendeki ilgili bir organın bozulmasiyle algı ya gerçekleşmez, ya zayıf gerçekleşir veya yanlış gerçekleşir. 2- Duyu organları kendilerini idrâk imkânından mahrumdurlar. 3- Duyu organları uyarıcılar yeterli değilse algılayamazlar. 4- Aşırı uyarıcılar duyuları ya bozar veya zayıflatır. 5- Yaş ilerledikçe duyular zayıf. [887] Gazzali, insanın önce dış gözü ile bakmasını, sonra iç gözü ile görmesini ister. Ona göre dış göz iç gözün anahtarıdır. Dış gözü olup da iç gözü olmayan kimsenin mertebesi hayvana yakındır. [888] Düşünürün bu görüşünden hareket eden S. Ahmed Arvasî, şuurlu insanlardan bahisle şunları söylüyor: "Bu ahlâk kahramanları, varlığa "iç gözleri" ile bakarlar. "Dış gözleri" ile, yani duyumları ile gördüklerini, "iç gözleri" ile gördüklerine göre tevil ederler." [889] Konumuzu Arapça bir sözle bitirelim: Duyusunu kaybeden kimse bilgisini kaybetmiştir. b- Akıl Bilgi edinme yollarından biri de akıl 'dır. Daha önce "akıl" konusunda da belirttiğimiz gibi, Kur'ân'ın birçok âyetlerinde, aklın Allah tarafından verilmiş bir nimet olduğu, doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan, güzeli çirkinden, hayrı serden ayırmak ve doğruyu bulmak için mutlaka kullanılması gerektiği vurgulanmaktadır. Akıl, doğruyu yanlıştan, hayrı serden ayırmanın önemli ölçülerinden biri olduğu gibi, önemli bilgi edinme yollarından da biridir. Duyularımızla çevremizden topladığımız bilgileri onunla değerlendirir, onun sayesinde yeni bilgiler üretiriz. Ürettiğimiz bu sağlıklı bilgiler bizi yeni yeni bilgilere götürür. Bu bilgi birikimi ise hayatı daha sağlıklı bir şekilde yorumlamamızı, yaşanan bu hayat içinde kendi yer ve rolümüzü öğrenmemizi sağlar. Akim iki tür bilgisi vardır: Bunlardan birincisi zorunlu (bedîhî-apriori) bilgilerdir. Gazzalî'nin "evveliyat" dediği bu bilgilerin duyularımızla ilgisi yoktur. Bütünün parçalardan büyük olduğunu bilmemiz bu tür bilgilere bir örnektir. İkincisi ise istidlali bilgilerdir. Bunlar akıl yürütmeyi, zihnin çaba göstermesini gerektiren kazanılmış bilgilerdir. Birinci tür bilgi için yapılacak pek bir şey olmamasına rağmen, ikinci tür bilgiler için çaba ve gayrete ihtiyaç vardır. Nazari veya istidlali bilgiler, daha önce çeşitli yollardan edindiğimiz bilgilerin belli şartlarda işlenmesi sonucunda ulaştığımız bilgilerdir. [890] Akıl yürütürken hataya düşmemek, doğru ve sağlıklı düşünebilmek için birtakım kurallar koyan mantık ilmine göre, delil aramak, delil kullanmak, delile başvurmak anlamına gelen istidlalin üç türü vardır: 1- Tümdengelim (Ta'lîl veya Kıyas), 2- Tümevarım (İstikra), S-Analoji (Temsü). [891] Bu yollardan yürüyerek önbilgileri değerlendiren aklımız, yeni yeni bilgiler elde eder. Tabiatiyle önbilgilerimiz ne kadar doğru delillere dayanır, ne kadar doğru hükümler ifade ederse onlara dayanarak elde ettiğimiz yeni bilgilerimiz de o derece sağlıklı ve yanılmaz olur. Bu nedenledir ki, Kur'ân'ın zihni eğitirken kabul ettiği ilkelerden biri kesin bilgiye dayanmaktır. "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur."[892] Burada kastedilen bilgi tahmin ve varsayımdan uzak, kesin bilgidir. [893] Gazzalî'ye göre akıl yürütmede iki hareket noktası vardır: 1- Tümevarım, tümdengelim veya analoji yoluyla bilinen temel önermelerden hareket ederek yeni fikirler kazanmak; 2- Hads (sezgi) yoluyla, başka bir ifadeyle kaynağı belirsiz bir önermeye dayanarak bir sonuca ulaşmak. Bu ikinci yolda hads (sezgi), düşüncenin prensiplerinden sonuca vasıtasız olarak intikal etmektedir. [894] Şöyle veya böyle, aklın yaratılış amacı, mevcut bilgileri değerlendirmek, yeni bilgiler kazanmak, sağlıklı sonuçlara ulaşmaktır. Bunun için her an bir çaba ve gayret içerisinde olması gerekir. İslâm inancı ferdin göstereceği bu aklî çabayı ibâdet telakki etmiştir. Kur'ân'da sanki herşey aklın kullanılmasına, gerçeğe ulaşmasına yöneliktir. Şöyle buyuruluyor: "İşte Allah, size âyetlerini böyle açıklar; umulur ki aklınızı kullanırsınız." [895] İnsanın gerçeğe ulaşmasına vasıta olan herşey âyettir. Bu âyetlerin muhatabı ise insan aklıdır. Hedefi, insana aklını kullandırarak hakikate ulaşmasını sağlamaktır. Evrende birçok hakikat vardır. İslâm inancına göre nihâî ve mutlak olan hakikat Allah'dır. Kur'ân'a göre, insan aklı ne yapıp yapıp bu hakikate ulaşmalıdır. Buraya ulaşması için etrafında bir yığın işaret (âyet) vardır. Ölülerin diriltilmesi bir âyettir. “Sığırın bir parçasıyla ona vurun" dedik, işte böylece Allah ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini gösterir." [896] "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen (aklını kullanan) kimseler için deliller (âyetler) vardır." [897] İnsandan istenen şey, bu âyetlere bakmak, aklını kullanarak buralardaki gizli hakikatleri kşefetmek ve oradan bütün hakikatlerin kendisinde düğümlendiği mutlak hakikate uzanmak. Kur'ân, zaman zaman "umulur ki aklınızı kullanırsınız" dediği insanlara, zaman zaman sorar: "Aklınızı kullanmayacak mısınız?" ''Andolsun ki, size şerefiniz ve öğüt veren bir kitap indirdik; akletmiyor (aklınızı kullanmıyor) musunuz?" [898] Zaman zaman aklını kullanmayan insanların durumlarına dikkat çeker: "Onlar sizinle toplu olarak, ancak surla çevrilmiş kasabalar içinde veya duvarlar arkasından savaşı kabul edebilirler. Kendi aralarındaki çekişmeleri ise serttir; onları birlik sanırsın, oysa kalbleri birbirinden ayrıdır. Bu, akletmeyen (aklını kullanmayan) bir topluluk olmalarındandır." [899] Bazan aklını kullanmayan insanların acı itiraf ve nedametlerini sergiler. Allah'ı inkâr ederek, cehenneme mahkum olmuş kimseler için şöyle buyurulur: "Onlar, "Evet, doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve "Allah hiçbir şey indirmemiştir; siz büyük bir sapıklık içindesiniz" demiştik" derler, "Eğer kulak vermiş veya akletmiş (aklımızı kullanmış) olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık" derler.” [900] Kur'ân'a göre bütün olumsuzlukların sebebi aklı doğru kullanmamaktan kaynaklanır. Hz. İbrahim, puta tapanlara Kur'ân diliyle şöyle seslenir: "İbrahim, "O halde Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akletmiyor (aklınızı kullanmıyor) musunuz?" [901] Aklını kullanan bir kimsenin helvadan put yapıp tapmasına ve sonra yemesine imkân var mı? Bir başka âyet şu olumsuzluğa dikkat çekiyor: "Namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar. Bu, onların akletmeyen (aklını kullanmayan) bir topluluk olmasındandır." [902] Konuyla ilgili bütün âyetleri buraya almamız imkânsızdır. Sanırım şu söz İslâm'ın akıl karşısındaki müsbet tavrını belirlemeğe yeter: 'Aklı olmayanın dini de yoktur." [903] c- Sezgi Sezgi kelimesinin Arapça karşılığı "hads" ingilizce karşılığı ise "intuition"dur. Hads kelimesinin sözlük anlamı zan, tahmin, sezgi, seziş demektir. Kelimenin çoğulu olan hadsiyât da mümkün olan şeyler anlamında kullanılmaktadır. [904] İntuition kelimesi Latinceden İngilizceye geçmiş bir kelimedir. Latince intueri, bakmak, içinden bakmak, dikkatle bakmak, mânâsındadır. [905] İngilizcede kazandığı anlam ise "âni, vasıtasız, doğrudan doğruya, doğrudancılıktır." [906] Sezginin değişik tanımları yapılmıştır. Batılı bilim adamları sezgiyi uzun süre zihin yorduktan sonra birdenbire algılanan duyusal gözleme ve mantıksal çıkarsamaya veyahut da aniden algılama ile birdenbire açığa çıkıveren meknuz (gizli duran) hislere ve duygusal yığılmaya indirgemişlerdir. [907] Descartes, sezgiyi, "apaçık fikirleri elde etme" vasıtası olarak kabul etmiştir. Ona göre sezgi, "mâhiyeti ne olursa olsun, muhakemede prensip ve temel olarak kullanılan, apaçık bir hakikatin bilgisidir." [908] Bilgi kaynaklarını deney, akıl ve sezgi olarak üçe ayıran Spinoza'ya göre sezgi, objelerin mâhiyetini doğrudan bilmektir. Bu durumda sezgi, deney ve akıl yoluyla kavrayıp algılayamadığımız bilgilerin kaynağı olmaktadır. [909] Robert H. Kameron, "Sezgi, Allah'ın bizim gönlümüze akıttığı ve kendisiyle birçok şeyleri öğrendiğimiz ışık kaynağıdır" diyor. [910] Bergson'un sezgiyi tarifi de şöyle: "Kendisinde biricik ve tanımı imkânsız olan şeyle birleşmemizi sağlamak için, bizi bir varlığın içine sürükleyen zihnî sempatiye sezgi denir." [911] Bergson, sezgiyi metafiziğin metodu olarak kabul eder; sezgiyle mutlak varlığın bilgisine ulaşılacağına inanır. Onun sezgi anlayışı kendisinden önceki sezgi anlayışlarından farklıdır. [912] İç gözlemle yetinmeyerek, zihin hayatının derinliklerine dalındığında dil ve bilimin ulaşamadığı, düşüncede bulunmayan, ruhumuzu en iyi muhakemeden daha iyi anlatacak ve kendiliğinden gelen bir sesin bir işaretin yakalanacağına inanır. [913] Onun için sezgi, başlangıcı olmayan bir düşünce hareketi değildir. Olsa olsa belli bir düşünce sisteminin sonu ve gayesi olabilir. Konu Başlığı: Ynt: Bilgilendirme Metodu Gönderen: Mehmed. üzerinde 26 Ocak 2019, 19:04:35 Esselamu aleyküm Rabbim bizleri hayırlı ilimler öğrenenlerden eylesin Rabbim paylaşım için razı olsun
Konu Başlığı: Ynt: Bilgilendirme Metodu Gönderen: Ceren üzerinde 26 Ocak 2019, 20:47:22 Esselamu aleykum. Rabbim razı olsun bilgilerden kardeşim. ..
|