๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 07 Şubat 2011, 14:55:04



Konu Başlığı: Bilgilendirme Metodu
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 07 Şubat 2011, 14:55:04
1- Bilgilendirme Metodu

 Kur'ân'a göre yaratılışın amacını "Allah'a kulluk' olarak tesbit etmiştik. Allah'a kulluk, bir tavrı ve bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluş­maz. Bir bilgi birikimine, bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en sonunda da iradî bir eyleme dayanırlar.

Bir tutumun oluşmasında sosyal psikoloji açısın­dan üç temel öğeye ihtiyaç vardır:

1- Bilişsel (zihinsel -cognitive) öge,

2- Duygusal (emotional) öge,

3- Dav­ranışsal (behavioral) öge.[747]

Kur'ân eğitiminin boyutları da bu üç temel öğeden oluşmaktadır:

Bilgi boyutu, duygu boyutu, amel (icra) boyutu. Buna zihnî, kalbi ve amelî boyut da diyebili­riz. Bu üç öge, ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü, ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı ama birbirleriyle den­geli biçimde beslemek, güçlendirmek gerekir. Bilgisiz, duygusuz, amelsiz bir kul İslâm inancında ne kadar hoş karşılanmazsa, bilgili, duygulu ve güzel davranış­lara sahip bir kul da o kadar hüsn-ü kabul görür. Keza bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. En ilkel dinlerden en mütekâmil semavî dinlere kadar bütün inanç sistemle­rinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür.

Kendisinden önceki dönemin adını "câhiliye döne­mi" olarak açıklayan İslâm inancı, cahilliği temelin­den reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen insanları bil­gilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle bilgi edinmeyi önermiştir. Bu öneri bazan farz-ı ayn, bazan farz-ı kifâye ve bazan da tavsiye ve teşvik niteli­ğinde cereyan etmiştir. Kur'ân-ı Kerim, bunun örnekle­riyle doludur. Kur'ân'ın Alak sûresinde şöyle buyurulmaktadır. "Ey Muhammed, yaratan insanı pıhttlaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku!. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin en büyük kerem sahibidir." [748]

Bakara sûresinde ise şöyle buyurulur:

"Ve Âdem'e, bütün o isimleri öğretti. Sonra da onları meleklere gösterdi de, "Haydin, dâvanızda sâdık iseniz, bana şunları isimleriyle birlikte haber verin" dedi. Melekler, "Seni tenzih ederiz, senin bize öğretti­ğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Çünkü herşeyi hakkıyla bilen ve yaptığında hikmet sahibi şüphe­siz ki sensin." dediler." [749]

Ayette geçen "bütün isimler" sözünden ne kaste­dildiği müfessirler arasında tartışma konusudur. Bir kısım müfessirler, bu isimlerin insanların anlaşmasına sebep olan bütün isimler olduğunu, bir kısmı bu isim­lerin meleklerin isimleri olduğunu, bir kısmı Adem'in zürriyetinin isimleri olduğunu belirtmiş, bir kısmı ise isimlerden muradın lisan olmayıp "havâssı eşya, tâbir-i âharle o havastan müteşekkil suver-i ilmiyye" olduğunu beyan etmiştir. [750]

Mevdûdî, "Istılahlar insanoğlunun eşyayı algıla­masına yarayan araçlardır. Gerçekte insanoğlunun eş­ya ile ilgili tüm bilgisi, onlara isimler vermesine daya­nır. Bu nedenle Hz. Âdem'e (a.s.) herşeyin isimlerinin öğretilmesi onlarla ilgili bilginin de öğretilmesi anlamı­na gelir" diyor. [751]

Tefsirinde müfessirleri özetleyerek veren Süley­man Ateş, şu bilgileri aktarıyor:

"Allah, Adem'e kendi­sinden türeyecek bütün çocuklarının, bütün hayvanla­rın isimlerini öğretti; Allah, Adem'e insanların, hay­vanların, göğün, yerin, deniz, at, merkep ve benzeri ya­ratıkların isimlerini öğretti; Allah, Adem'e çanak çöm­lek yapmayı öğretti, Bu görüşler İbn Abbas'a nisbet edilir. İbn Kesir şöyle diyor:

"Allah, Adem'e, bütün eş­yanın kendisini, sıfatını ve ne iş yapabileceğini, neye yaradığını öğretti,." [752]

Ayet-i Kerimede tartışılmayan, tartışmasız kabul edilen konu, Allah'ın Hz. Âdem'e birşeyler öğretmesi, birşeyler hakkında bilgi vermesidir. Bu ilâhî ikram, Hz Âdem'le başlamış zamanımıza kadar artarak de­vam etmiştir. İnsanlar çeşitli yollardan, özellikle pey­gamberler ve onların getirdiği kitaplar aracılığı ile bil­gilendirilmiş, aydınlatılmıştır.

Bugün İslâm inancında da durum aynıdır. Bu telakkiye göre dinsiz ilim düşünülmediği gibi ilimsiz din de düşünülmemektedir.

Konumuza ışık tutan Ali Medar, "İslâm eğitimi­nin temeli düşünmek, araştırmak, bilgi sahibi olmak­tır" diyor. [753] Batıdaki ilim-din kavgasına dikkat çeken Muhammed Kutup'un tesbiti de şöyle:

"Batıda ilim ile din, Allah ile beşer arasında görülen o çirkin nefretleşme müslümanlar arısnda görülmedi.” [754]

İslâm düşünce tarihinde önemli bir din-bilim ça­tışmasının olmadığına işaret eden Mehmed Aydın, "İslâm inancının temel kaynağı olan Kur'ân'ın "ilim" karşısındaki tutumu, son derece müsbet olmuştur" [755] diyor. Luka, Matta ve Markos İncilerini dikkatli bir şekilde inceleyen Richard Robinson şunları söylemek­tedir:

"İsâ, ilmi tavsiye etmediği gibi ilmî araştırmayı sağlayan ve bizi ilme götüren fazileti, yani aklın kulla­nılmasını da asla tavsiye etmemiştir.... İsâ, tekrar tek­rar inanmayı talep eder. "İman" ile de hiçbir delile baş­vurmadan, ihtimalleri nazar-ı dikkate almadan imkânsız şeylere inanmayı anlatmak ister." [756] Robinson'ın eleştirdiği İnciller şüphesiz muharref inciler­dir.

Bilgilendirmenin Hz. Âdemden başlayarak artan bir hızla günümüze kadar geldiğini belirtmiştik. Buna işaret eden birkaç âyete göz atalım. Allah (c.c.) buyuru­yor ki:

"Allah size bilmediklerinizi bildirmek ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve iyi hale dönüşünüzü görerek günahlarınızı bağışlamak diler. Hem, Allah hakkiyle bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." [757]

"Biz onu (Zülkarneyn) yeryüzünde büyük bir kudret sahibi yaptık. Ve ona herşeyin yolunu öğrettik." [758]

"Vaktaki (Musa) rüşdüne erip olgunlaşınca, biz ona bir hüküm ve ilim verdik. İşte biz, güzel iş yapanları böyle mükâfaatlandırırız." [759] Hüküm ve ilim... Ne güzel ödül!..

"Lût'a da bir hikmet ve bir ilim verdik. Onu, kötü­lükler yapmakta olan o memleketten kurtardık. Haki­kat, onlar kötü, fâsık bir kavim idiler." [760]

"Bir de ona (Davud) sizin için, sizi harbin şiddetinden korusun di­ye zırh san'atını öğrettik. Siz şimdi bunun şükrünü eda ediyor musunuz?” [761]

"Vaktiyle İbrahim, babası Âzer'e, "Sen putları kendine birtakım ilâhlar mı yapı­yorsun? Doğrusu ben, seni ve kavmini açıkça bir sapık­lık içinde görmekteyim" demişti. Bu suretle biz İbrahim'e, sağlam bilgi ve iman sahiplerinden olması için göklerin ve yerin muhteşem varlıklarını gösteriyorduk. " [762]

Bu son âyette bilgi ve iman ile göklerin ve ye­rin melekûtu arasında birbirlerini tamamlayan kav­ramlar olarak pozitif bir bağ kurulmaktadır. O halde inancın bilgiden, bilginin inançtan korkmaması gerek. Çünkü korku bir zaafın eseridir. Kendisinde kusur ve zaaf görmeyen her inanç ve tutum bilgiden korkmaz. Hele yeni bilgiler o inanç ve tutuma güç katacaksa kavgaya da korkuya da hiç gerek yoktur. Son bir âyete daha bakalım:

"Şüphesiz ki, biz on­lara, iman edecek bir kavme hidâyet ve rahmet düstu­ru olması için, tam bir ilim ile fasıl fasıl ayırdettiğimiz bir kitap gönderdik." [763]

Bu âyetin bize öğrettiği şu:

İnanma kabiliyeti olan bir kavmin hidâyet ve rahmete ulaşabilmesi için sağ­lam bir bilgiye, kendilerine hakikati öğretecek bir kita­ba ihtiyacı vardır. Allah da bunu yapmış, kullarını her konuda sağlıklı bilgilerle donatmıştır.

İbn Rüşd'e göre şeriatın amacı hak olan ilmi ve yine hak olan ameli öğretmektir. Öğretmek, biri tasav­vur ve biri tasdik olmak üzere iki türlüdür. Halk için tasdik yolları, burhan yolu, cedel yolu veya hatabe yo­ludur. Tasavvurun da iki yolu mevcuttur:

Ya bir şeyin kendisini veya benzerini tasavvur etmek. [764]

Allah, insanlara değişik yollardan bilgi vermekle yetinmiyor, insanların, bilgilerinin artması için Allah'a yakarmalarını da tâlim ediyor:

"Demek ki o yüce Al­lah, melik ve hak olandır. Bununla beraber (Cebrail tarafından) sana vahiy tamam edilmeden önce Kur'ân'ı okumakta acele etme. Ve "Rabbim, benim il­mimi artır" de. " [765]

Buraya kadar Allah'ın, insanoğlunu çeşitli yollar­dan bilgilendirdiğini belirttik. Şimdi şöyle bir soru so­rabiliriz: Allah, insanlara özellikle hangi konularda bilgi vermiştir? Allah (c.c) birçok konularda bilgi ver­miştir. Bunların bir kısmına açıkça, bir kısmına da üs­tü kapalı olarak temas edilmiştir. Bir kısmı hakkında bilgi verilirken, bir kısmına dikkat çekilir. Allah, in­san, peygamberler, cinler, melekler, hayvanlar, deniz­ler, gökler, yer, dünya, âhiret, cennet, cehennem, geçmiş, hal, gelecek, hepsi Kur'ân'da bilgi konusudur. Bunlarla ilgili doğrudan bilgi verildiği gibi, bunların birbirleriyle olan ilişkileri hakkında da bilgi verilmek­tedir. Kur'ân'ın ihtiva ettiği bilgilerin şüphesiz hepsi de önem taşır. Önem, kabul etmeliyiz ki, izafî özellik taşıyan bir kelimedir. Bir konunun zaman, mekân ve şahsa göre önemi değişebilir. Bir bilgi, falan için çok önemli olduğu, özellik taşıdığı halde bir başkası için aynı oranda taşımamış olabilir. Meselâ; çalıştığımız sa­ha, işlediğimiz konular itibariyle şu anda bizim için önem taşıyan bilgiler, Allah, insan, Kur'ân, peygam­ber, âhiret ve dünya ile ilgili bilgilerdir. Yarın daha de­ğişik konulara yönelmiş olabiliriz. O durumda, bu ko­nular önemini yitirmiş sıradan konular sayılmazlar. O halde konuyu şöyle bağlayabiliriz:

Her bilgi gerektiği yer ve zamanda daha bir önem kazanır.

Kur'ân'ın bilgi verdiği sahalara geçmeden önce bil­gi konusunda bazı açıklamalar yapmanın yararlı olaca­ğına inanıyoruz.

 A- Bilgi Ve Bilimin Tanımı
 
a- Bilgi Nedir?

 Bilgi Arapça ilim, marifet, malûmat, hikmet, burhan, sultan, âyet mânâlarında kullanılan bir keli­medir. Genel olarak insan zihnine konu olan herşey de­mektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak olarak bilmek, bir şeyin şuurda hasıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin olarak bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçe­ğini bilmek mânâlarına gelmektedir. [766] Felsefe Sözlüğü'nde bilgi için, "Bilme edimi; bilinen şey; bilme edi­mi sonunda ulaşılan şey... Bir şeyin bir şey olarak kav­ranması", gibi mânâlar verilmektedir. [767]

Bilginin birbirine yakın değişik tanımları yapıl­mıştır. Meselâ; bilgi, "Ben ile ben dışı var olan şeyin kurduğu ilişki" [768] olarak tanımlandığı gibi "Bilinen (objenin) misâlinin kalbe ulaşması", "süje ile obje ara­sındaki bağ" şeklinde de tanımlanmıştır. [769]

Gazzalî'ye göre ilim, "aklın, eşyanın hakikatini ve şekillerini alması" veya "eşyayı olduğu gibi bilmek ve tanımak" [770] tır.

Bilginin, bilen (süje), bilinen (obje) ve bilgi olmak üzere üç öğesi vardır. Bunu bilen ve bilinen olarak mütâlâ edenler de olmuştur. [771] Gazzalî'ye göre süje ile obje arasında bir ilişki yoksa bilgi meydana gelmez. [772]

İslâm bilginleri arasında yaygın olarak kullanılan tarifler ise şöyle:

"İlim, âlim (bilen) ile malûm (bilinen) arasında tahakkuk eden nisbettir." "Bir nesnenin sure­tinin akılda (zihin) husul bulmasıdır." [773]

Gazzali’nin başka bir tanımında ilim, "müfred zatları (tek tek özleri) ve bu özlerin birbiriyle olan münâsebet ve menfî şekildeki münasebetlerini idrâk etmek" [774] olarak tanıtılmaktadır.

Attas, bilgiye daha değişik açıdan yaklaşmakta­dır. Ona göre bilgi "Mahlûkât düzeni içerisinde nesnelerin uygun yerlerini bilmek"tir. Böyle bir bilgi varlık düzeni içerisinde Allah'ı hakkıyle değerlendirmeyi de sağlayacaktır. [775]

İbn Sina, bilginin oluşumunu şu şekilde açıklıyor:

Zihin tümelleri kavramaktadır. Bu durumda tikelleri (cüz'î) algılayacak bir organa ihtiyaç vardır. Burda duyumlar dış dünya ile zihin arasında bir köprü vazifesi görmekte, dış dünyadan tikelleri duyumlar vasıtasıyla alan zihin bunu genelleştirerek ilme dönüştürmekte­dir. [776]

Bilgilerimiz, motivasyon, dikkat ve algı olayları­nın ard arda cereyanı ile teşekkül eder. Önce bir uyarı­cı tarafından motive ediliriz. Bizi motive eden uyarıcı­ya karşı vaziyet alır, dikkatimizi o noktada yoğunlaşı­rız. Dikkat ettiğimiz bu uyarıcıyı ayrıntılarıyla kavrar, örgütler ve algılarız. Algılanan bu uyarıcılar bilgileri­mizi oluşturur.[777]

Bilginin oluşabilmesi için süje ile obje arasında birtakım bağların bulunması gerektiğine yukarda işa­ret etmiştik. Bu bağları şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Algılama bağı,

2- Düşünme bağı,

3- Anlama bağı,

4- Açıklama bağı. [778]

Gazzalî'ye göre bir insanda bilgi edinme güçleri üç devrede oluşmaktadır:

1- İdrâk safhası,

2- Temyiz safhası (yedi yaşlarında ortaya çıkar),

3- Akıl safhası.[779]

 b- Bilim Nedir?

 Bilim (ilim), "gözlem ve deney ile elde edilmiş sistematik bilgi"dir. [780] Bilimin daha detaylı bir tanımı da şöyle: Bilim, "...zaman ve mekân dünyasında yer alan şeylerin, olgu ve olayların yapılarını, onlar arasın­daki sebep-sonuç bağlantılarının oluşturduğu düzeni keşfetmeyi; bu konuda elde edilen verileri dedüktif bir sistem içinde toplamayı ve nihayet bütün olup-biten­lerin hangi temel yasalara göre cereyan ettiğini belirle­meyi gaye edinen beşerî faaliyetler"dir. [781]

Gazzalî'ye göre bir bilginin ilim olabilmesi için ta­savvur (marife) derecesinden çıkarak tasdik derecesine ulaşması gerekir. Bunun iki safhası vardır:

1- Apiori yani zihinde evvelce var olan bilgiler;

2- Tasdik veya tekzibi gerektiren merhale. Bu ikinci safhaya ancak "delil, isbat (burhan) ve kıyas ile ulaşılır." [782]

Bir bilginin değer ifade edebilmesi için zihnin uya­nık ve aktif olması gerekir. Başka bir ifade ile, zihnin eşyaya takılması, eşyanın zihni düşündürmesi ve meş­gul etmesi, onun bir mesele ve bir nevi azap haline gel­mesi lazımdır. Makbul olan bilgi böyle bir çabanın ürü­nü olan bilgidir. [783]

Bilginin sıradan bir algı olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi de gerekir. Montaigne, bunu bal arası Örneğiyle açıklıyor. Ona göre arılar her çiçekten bal özü alır ama yaptıkları bal kendilerine aittir. "Or­tada ne kekik kokusu, ne de mercanköşk çiçeği vardır." [784]

Kur'ân da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler iste­miyor.

Muhammed Kutup, "Zihinde kalan, aksiyon hali­ne gelmeyen, donuk, ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur" diyor. Ona göre İslâm'ın ve Kur'ân'ın istediği bilgi kalbden kalbe geçen, vicdanları harekete getiren, pratiğe dönük faydalı bilgidir. [785] İnkarcılar "Gökleri ve yeri kim yarattı? sorusuna "Allah!" diye ce­vap veriyorlardı. Demek gökleri ve yeri Allah'ın yarat­tığını biliyorlardı. Fakat bu bilginin pratikte hiçbir fay­dası yoktu. Bu nedenle Kur'ân, o bilgiye değer vermi­yor ve sahiplerini "bilmeyenler" olarak tanıtıyor.

Kur'ân, eşya ve olayların hakikatini yansıtmayan, öze inemeyen sathî bilgileri de tercihe şayan bulmuyor. Dünya hayatının sadece zahirî bilgilerine sahib olan insanlar için şöyle buyuruluyor:

"Onlar, dünya hayatı­nın görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizlerdir.” [786]

 c- Marifet Nedir?

 Marifet, bir şeyi olduğu gibi idrâk etmek [787] an­lamına geldiği gibi, şüphe kabul etmeyen ilim anlamı­na da gelmektedir. [788]

Gazzâlî'ye göre marifet, "Hakkı vasıtasız olarak, herhangi bir keyfiyet içinde ifade edilemez şekilde ve şüphe götürmez bir biçimde müşahede etmektir". Onda alelade bilgi, "ilim" sözcüğü ile ifade edildiği halde kal­bin ürünü olan bilgi için "marifet" veya "irfan" kelimeleri kullanılmaktadır, ilim, ateşi görmekse, marifet ona dokunmaktır. Bu itibarla marifet ilme nisbetle ha­kikati daha net, daha kesin olarak bize tanıtan bilgi­dir. [789]

Marifeti, "Hakikate erdikten sonra zuhur eden ilâhî ilhâmât, varidat ve "ilm-i ledünnî" olarak tanım­layanlar da vardır. [790] Marifet kesbî değil, vehbîdir. Marifet erbabı, "Nefs-i emmâreden kurtulmuş, levvâme sıfatını geçmiş, mülheme sıfatıyle muttasıf ol­muş, nefsin süflî arzularından ve şeytanın vesvesele­rinden kurtulmuştur." [791]

 d- Hikmet Nedir?

 Hikmet lügatte, hakka uygun söz, adalet, ilim, hilm, felsefe anlamlarına gelmektedir.

Cürcânî, Tar'rîfat'ında hikmet için özel olarak şu mânâları vermiştir:

Hikmet, kendisinde eşyanın hakikatından bahsedilen bir ilim; aklın aşırılıklardan uzak, itidal halindeki bilme gücü; ilim, icâd ve efâl; helâl ve haramın bilinmesi; hakka uygun söz; ma'kûl ve haşvi­yattan uzak söz; amelle beraber ilim... [792]

Nâkib Attas hikmeti şöyle tanımlıyor:

"Hikmet, kendisinde bilgi olan kişinin bu bilgiyi, adaleti tezahür ettiren bir tarzda tatbik etmesini sağlayan Tanrı vergi­si bir bilgidir." [793]

Ali Medar, hikmet, "mantıklı düşünmek, gerçek­leri araştırmak ve gerçek bilgi anlamına gelir" diyor. [794]

Ahlâkın esasını hikmet, şecaat, iffet ve adalete bağlayan Gazzalî, hikmet için şunları söylüyor:

"Hik­met, bir hal ve keyfiyyettir ki, ihtiyarımızla yaptımız işlerimizde doğruyu yanlıştan onunla ayırd ederiz." Başka bir ifadesinde ilim kuvvetinden bahisle diyor ki:

"Bunun güzelliği (ilim kuvvetinin), iyiliği, sözlerde doğ­ruyu ve yalanı, inançlarda hak ile bâtılı, işlerde güzel ile çirkini kolaylıkla ayırd edebilecek bir hal almasıdır. İlim sayesinde bu kuvvetlerin elde edilmesinden mey­dana gelen neticeye de hikmet denir. [795]

Gazzalî'ye göre "hikmet" sözü iki anlama gelmek­tedir:

"1- Eşyanın düzeninin ve en ince, en yüce mânâlarını mücerred olarak kuşatmak ve onlardan umulan gaye tamamlanıncaya kadar bu eşyanın nasıl olmaları gerektiği hususunda belirli bir hükme var­maktır.

2- Eşyanın tertip ve düzeninin yaratmaya ve bun­ları tam ve sağlam bir şekilde tesise sebep olan bir kudretin bu lafza eklenmesidir." [796] . Gazzalî, tefekkür kuvvetinin gerektiği şekilde terbiye ve ıslah edilmesiyle hikmetin hasıl olacağını söylüyor. [797]

Allah (c.c.) Kur'ân'da şöyle buyuruyor:

"Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüp­hesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır. " [798]

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, bu âyeti tefsir ederken hikmet kelimesinin 29 mânâsına işaret etmiş. Bunlardan 23 tanesini tadat ediyor. Özetle şöyle: Hikmet;

1- Kavilde ve fiilde isabettir;

2- İlmu ameldir;

3- İlim ve fıkıh demektir;

4- Meânîyi eşyayı marifet ü fehimdir (Eşyanın hakikatini anlama yeteneği);

5- Akıl fî emrillâhdır (Allah'ın emrindeki akıldır);

6- Fehm de­mektir;

7- İcâd demektir;

8- Eşyayı mevzî ve mertebesi­ne koymaktır (Herşeyi kendi yerine koymak);

9- Ef âli hasene-i şaibeye ikdamdır (Fiilleri güzel şeylere yöneltmek);

10- Siyâsette insan takati ölçüsünde Allah'a iktidadır;

11- İlâhî ahlâkla ardaklanmaktır;

12- Tefek­kür fî emrillâh ve ona ittibâdır;

13- Allah'a tâat, fıkıh, din ve ameldir;

14- Kendisiyle vesvese ile makam fark edilen bir nurdur;

15- Doğruya isabet eden cevap sür'atidir;

16- Savaba reddir;

17- Ervahın müntehâyi sükûnet ve itminanıdır;

18- Sebepsiz işarettir;

19- Cemî ahvâle hakkı işhâddır;

20- Din ve dünya salahı­dır;

21- İlm-i ledünnîdir;

22- Vurûd-i ilham için tecrîd-i sırdır;

23- Bunların hepsidir.[799]

Mukâtü'den rivayet olunduğuna göre hikmet keli­mesi Kur'ân'da dört anlamda yorumlanmıştır:

1- Kur'ân mânâsında. Örnek: Bakara: 2/231.

2- İlim ve anlayış mânâsında.  Örnek: Lokman: 31/12.

3- Nübüvvet mânâsında. Örnek: Nisa: 4/54.

4- "Acâib-i esrâriyle" Sûre-i Nahil'de geçen âyetlerdeki mânâlarda. Örnek: Nahl: 12/125.

Fahreddin Râzî, bu dört mânânın "ilim" mânâsına râcî olduğunu söylemiştir. [800]

Bursalı İsmail Hakkı, "Felâsifenin hikmet tesmi­ye ettiği mâkûlât, hakikatte hikmet değildir; zira mü­min ve kâfir anda müsavidir ve âfet-i vehm ü hayâl şevâibinden hâlî değildir. Bir mânâ ki kesb-i fikir ile hâsıl olmuş ola, zannîdir ve bir emir ki keşf-i Hak'la vücud bulmuş ola, kat'îdir" diyor. Ona göre vahiy nasıl "mevhibe-i enbiyâ ise hikmet de" "mevhibe-i Evliyâ"dır. [801]

Yukarda da belirttiğimiz gibi Kur'ân’da sultan, âyet, burhan kelimeleri de kesin bilgi ve hak anlamın­da kullanılmıştır. [802]

 B- Bilginin Tasnifi

 Bilgi, bilim adamları tarafından değişik ölçüler ve bazlardan hareketle çeşitli taksimata tabi tutulmuş­tur. Bu taksimi yapan bilim adamlarından bir kısmı konuları esas almış, bir kısmı kaynağını esas almış, bir kısmı uygulanıp uygulanmadığına bakmış, bir kısmı ise bilginin doğruluğunu dikkate almıştır. Bunların hepsini sayıp dökme ne mümkündür, ne de gereklidir. Bununla birlikte bir iki örnek vermede fayda vardır.

Bazı bilginler, bilgiyi nefiste sabit olanlar, duyu­larla idrâk olunanlar, kıyâs ile elde edilenler olmak üzere üç bölümde incelerken, bazıları tasavvur ve tas­dik olarak iki bölümde ele alıyorlar. [803]

Başka bir tasnif de şöyledir:

İlimler kadîm ve ha­dis olmak üzere iki kısma ayrılır. Kadîm ilim Cenâb-ı Hakk'm zâtına mahsustur; insanların hadis olan ilnıine benzemez. Hadis olan ilim ise üç kısma ayrılır:

Bedihî ilim, zarurî ilim ve istidlali ilim. Bedîhî ilim mukaddimeye ihtiyaç göstermeyen ilimdir. Küllün cüz­den büyük oluşunun bilgisi gibi. Zarurî ilim de mukad­dimeye muhtaç değildir. Beş duyumuzla elde ettiğimiz ilimdir. İstidlali ilim ise mukaddimeye muhtaç olan ilimdir. Sâniin sübâtuna, a'râzın hudûsuna olan İlim­dir. [804]

Nureddin es-Sâbûnî'nin Mâturîdiyye Akaidi isimli eserindeki taksimi ise şöyle:

İlim (mutlak mânâda bilgi) kadîm ve hadis olmak üzere yine iki kısma ayrılmaktadır. Kadım ilim yukarda da işaret ettiğimiz gibi Allah'ın zâtı ile beraber bulunan ilimdir; kulun hadis olan ilmine benzemez. Hadis olan ilim de zarurî ve iktisabı kısımlara ayrılır. Zarurî ilim, süjenin kendi irâde ve gayreti olmaksızın, Allah'ın, nefsin­de meydana getirdiği ilimdir. Kişinin kendi varlığını, açlık ve susuzluğunu, haz ve elem gibi çeşitli hallerini hissederek bilmesi gibi. Bu tür bilgi, bütün canlılarda müşterektir. İktisâbî ilim, kulun sebeplere tevessül ederek, kendi gayret ve irâdesi sonunda Allah'ın nef­sinde meydana getirdiği ilimdir. [805]

Hilmi Ziya Ülken, "âyetini de örnek göstererek Kur'ân'da ilâhî ve insanî olmak üzere iki tür bilgi bulunduğunu kaydetmekte­dir. İlâhî bilgi, "insan aklının ulaşamayacağı gayb (invisible) âlemi ile insan aklının üzerinde muhakeme yü­rütebileceği şehâde (sensible) âlemine ait bilgidir. İn­san bilgisi ise sadece idrâk ve muhakemeler dünyası­na aittir. [806]

Yukardaki âyetten hareketle genel mânâda, bilgi­yi, fizik ve metafizik bilgi olarak ikiye ayırmak da mümkündür.

Nâkib Attas’a göre genel bir tasnif yapılırsa iki tür bilgiyle karşılaşır:

Vehbî ve kesbî bilgi. Vehbî bilgi Allah vergisi, yani Allah'ın lütfü keremiyle insanın kalbinde zuhur eden bilgidir. Kulun, bu seviyeye ula­şabilmesi için iman, âmel ve ahlâk bakımından sağlam bir altyapıya sahip olması gerekir. Kesbî bilgi, "tasav­vura ve tasavvurların düşünülebilenlerin (ma'kûlât) ve hissedilebilenlerin (mahsûsât) tecrübesine dayalı zihnî çaba ve araştırmalara" dayanan bilgidir. Attas'a göre kesbî bilginin, vehbî bilginin rehberliğine ihtiyacı vardır. [807]

Gazzali, ilimleri aklî ve şer'î diye iki kısma ayır­makta, aklî ilimleri, zarurî ve iktisabı diye ikiye tak­sim etmektedir. İktisabî ilimleri de dünyevî-uhrevî olmak üzere iki grupta incelemektedir. [808] Gazzalinin, ilmi değişik açıdan başka tasnifleri de vardır. Meselâ, bir tasnifinde bilgiyi, evveliyat, müşâhedât-ı bâtıniyye, mahsûsât-ı zahire, tecrübiyyât, ma'lûmât bi't-tevâtür, meşhûrât ve vehmiyyât olmak üzere yedi kısımda ince­lemektedir. [809] O, ilimleri dinî ve lâdinî diye ikiye ayır­manın doğru olmadığına işaret eder, "şer'î ilimlerin ço­ğunda aklîlik bulunduğu gibi, aklî ilimlerin çoğunun da şeriat bakımından bir sakıncası olmadığını" belirtir. [810] Gazzall, iki çeşit bilgiyi benimser:

1- Varlıkla­rın zahirî, yani dış görünüşleriyle ilgili bilgi. Bu bilgi­ye akıl ve duyu organlarının yardımiyle ulaşılır.

2- Varlıkların özüyle ilgili bilgi. Buna da ilham ve keşf yoluyla ulaşılır. [811]

 C- Bilginin Kaynağı ( Bilgi Edinme Yolları)

 Bilginin kaynağı ile ilgili tasnifler de vardır. Bazı eserlerde bu tasnifler "bilgi edinme yolları" adı altında yapılmaktadır. Böyle bir başlığı kullananlar bilginin nihâî kaynağının Allah olduğunu düşüne­rek kullanmış olabilirler. [812] Bazıları ise "esbâb-ı ilim"; ifadesini kullanmaktadır.

Sâbûnî, bilgi edinme yollarını üçe ayırıyor:

1- Duyular,

2- Doğru haber,

3- Akıl Akıl yoluyla elde edilen bilgiyi zarurî (bedihî) ve istidlali diye iki kı­sımda inceliyor. [813]

Hilmi Ziya Ülkenin belirttiğine göre İbn Arabî kaynağı veya geliş yolu itibariyle ilmi üçe ayırmakta­dır:

1- Akıl ilimleri: Bu ilim medrese ulemâsına vergi­dir.

2-  Tasavvuft hallerin ilmi: Peygamberlere vergi­dir; iç tecrübeyle elde edilir.

3- Esrar ilmi: Gizli (esoterique) hakikatlere aittir; gaybî ilimlere karşılıktır. Bütün insan bilgisinin amacı bu noktaya ulaşmaktır. [814]

Farâbî'ye göre de bilgi elde etme yolu üçtür: Bi­rincisi duyuİar, ikincisi akıl (intellect), üçüncüsü de na­zar (speculation)dır. İlk ikisi ile doğrudan, vasıtasız bilgi elde edilirken, üçüncüsü ile vasıtalı ve speculatif bilgi kazanılır. [815] Farâbî bilginin değerini konusunun şerefine, kanıtının kuvvetine ve temin edeceği faydaya bağlamaktadır. Faydası nedeniyle şer'î ilimler, kanıtı­nın kuvveti nedeniyle geometri ve mantık, konusunun şerefi nedeniyle de yıldızlar ilmi erdemli ilimlerdir. Ona göre ilâhî ilimde bu üç özellik bir arada bulun­maktadır. [816]

Kur'ân-ı Kerim’de iki âyet vardır ki, bu âyetlerde şöyle buyurulmaktadır;

"Allah sekiz çift hayvan yarat­mıştır: Koyundan iki ve keçiden iki; de ki: "iki erkeği mi yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin." Deveden iki, sığırdan iki yaratmıştır; de ki: İki erkeği mi yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavrularını mı haram kılmıştır? Yoksa Allah size bun­ları buyururken orada mı idiniz?" İnsanları, bilmedik­lerinden sapıtmak için Allah'a karşı yalan uyduran­dan daha zâlim kimdir? Allah, zâlim milleti doğru yo­la eriştirmez." [817]

Elmaî, bu âyetlere dayanarak üç türlü bilgi kay­nağından bahsetmektedir:

1- Akıl yolu: Burada mantıklı bir şekilde haramlık yolu özetlenmektedir.

2- Vahiy yolu: Burada yasak (haram) değişmemiş naklî bilgi ile bildirilmektedir.

3- Duyu yolu: Haram konurken, orada olayın du­yu organlarından biri olan gözle görülmesi. [818]

Yukarda, Sâbûnî'nin de aynı yolları sıraladığını görmüştük. Bu görüşe Ömer et-Taftazânî ile Ebu Mansûr el-Mâtürtdî'yi de eklemeliyiz. [819]

Hüseyin Atay, Bakara sûresinin 151. âyetine da­yanarak bilgi edinme yollarının duyular, akıl ve vahiyden ibaret olduğu sonucuna ulaşıyor. Bu âyetin meali şöyledir:

"Nitekim biz size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğrete­cek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir pey­gamber gönderdik." [820]

Atay'di göre âyetlerin anlatıl­ması ve açıklanması duyuları, kitap ve hikmetin öğre­tilmesi aklı, bilinmeyenlerin bildirilmesi de vahyi akla getirmektedir. [821]

Kelâmla ilgili kitaplarda bilgi edinme yolları akıl, his ve haber-i sadık olarak sıralanırken keşf ve ilha­ma yer verilmemiştir. [822] Felsefe ise duyu, akıl ve sezgi­yi esas almıştır. [823]

Gerek Kur'ân-ı Kerim'den yaptığımız tesbitlere dayanarak ve gerekse yukarda verdiğimiz bilgileri bir­leştirerek Kur'ân'da bilgi edinme yollarının duyular, akıl, sezgi (keşf ve ilham), rüya ve vahiyden ibaret ol­duğunu söyleyebiliriz.

Bunları maddeler halinde açıklamaya çalışalım:

 a- Duyular

 Duyularımız, dünyaya açılan pencerelerimizdir. Onlar olmadan dış dünyayı tanımamız mümkün değil­dir. Bir an için bütün duyularımızı kaybettiğimizi dü­şünürsek konunun önemini daha iyi kavrarız sanırım. Tatma duyumuzun dümûra uğradığı bir hayatın ne an­lamı kalır? Görme duyumuz olmasa çevremizde oluşan renk cümbüşünü nasıl kavrar, içinde yaşadığımız dünyamızı nasıl tanımlarız? Körün fili tarifi gibi değil mi? Her duyunun kendine has bir dünyası olduğu kabul edilir. [824] Bu dünyaları yıkıvermek veya meçhuller âlemi haline getirmek bize neye mal olur? Düşünmesi bile sıkıcı.

Duyular, çevresiyle devamlı ilişki içinde bulu­nan insanın istihbarat elemanlarıdır. Ancak onların bi­ze verdiği bilgilerle hayata uyum sağlayabiliriz. Dışı­mızda mevcut olan varlık ve olayları onlar sayesinde algılayabilir, tepkilerimizi onlar sayesinde organize edebiliriz.

"Duyular hafızanın en sâdık kılavuzlarıdır" diyen Comeniusa göre görülen, duyulan ve tadılan şeyler hafızaya sağlam bir şekilde yerleşir ve oradan bir daha çıkmaz. [825] Pestalozzi de aynı konuya dikkat çekerek diyor ki:

"Bir nesnenin varlığını ya da görünüşlerini arayıp taramada ne kadar çok duyu organlarını hare­kete geçirirsen, o nesne hakkındaki bilgin o nisbette daha doğru olacaktır." [826]

Unutulmamalıdır ki, duyu organlarının pasif bir çalışması da dış dünyayı tanımak için yeterli değildir. Öyle zamanlar olur ki, bakar fakat görmeyiz, dinler fa­kat işitmeyiz. [827] O halde iş sadece bakmak, sadece din­lemek değil, baktığını görmek, dinlediğini duymaktır. Bu ise sağlıklı bir algının, mükemmel bir yorumun varlığını aklımıza getirir. Aksi halde hayvanlardan ne farkımız kalır. Çünkü onlar da bakmakta, onlar da görmektedir. İnsanla hayvan arasındaki büyük fark duyumların sağlıklı biçimde yorumlanmasıdır. Bu yo­rumu yapamayan insan, insanlık vasfını kaybeder, hayvanlar seviyesine düşer. Kur'ân, bunlar için

"Andolsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarat­tık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmez­ler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da sapıktır­lar. İşte bunlar gafillerdir” [828] buyuruyor. Neden daha da sapıktırlar? Çünkü hayvandan farklı olarak kendi­lerine bir yorum gücü verilmiş olmasına rağmen bu önemli yeteneği sağlıklı biçimde kullanmamışlardır.

J.J. Rousseauya göre duyulan çalıştırmak, onları kullanmak demek değildir; onları kullanmak demek, ölçmeyi, hesap etmeyi, tartmayı, karşılaştırmayı ve muhakeme etmeyi öğrenmektir, öğretmektir. Bakmak ve takdir etmek kabiliyetini, emin ve çevik bir ele sa­hip olmayı, büyüklükler ve şekiller arasındaki gerçek nisbetleri tanımayı öğretmek gerekir. [829]

Demek ki eşya ve olaylara bakmak yeterli değil­dir. Hiçbir ön yargıya, şartlanmışlığa mahkum olma­dan eşya ve olaylara özgürce bakmak gereklidir. Ken­dilerinin veya başkalarının tutsağı olan insanlar gör­mek istedikleri şeyleri arar, aradıkları şeyleri görürler. Kur'ân eğitiminin böyle çıkmazına rastlamadım. O, kâinatın, olduğu gibi, bütün hârikalarıyla tanınmasını istiyor. İstiyor, çünkü oradan mutlak gerçekliğe ulaşı­lacağını biliyor. Kur'ân biliyor ki, evreni, hatta kendim keşfedemeyen insan, Allah'ı keşfedemez. Ona göre in­san için en önemli mesele kendisini ve çevresini tanı­masıdır. Bu da bütün kemâliyle bakmak, görmek; din­lemek ve duymakla mümkündür. Bir ressam gibi bak­mak, bir müzisyen gibi dinlemek.

Adler, "Bir kimseyi tanıyabilmek için onun dış dünyaya hangi organı ile açık olduğunu anlamamız ge­rekir" [830] diyor.

Duyular genelde beş olarak bilinir. Aslında bilim adamları, bunları ona kadar çıkarmaktadır. Görme, işitme, tad, koku, dokunma duyusu. Bilim adamları deri duyusunu bir değil, dokunma, sıcak, soğuk ve ağrı olarak dört adet kabul etmişlerdir. Bu sekiz duyuya, kendilerine "proprioseptif' duyular adı verilen knestetik ve vestibüler duyuları eklediğimiz zaman duyuları­mızın toplam sayısının ona ulaştığını görürüz. [831]

Mekanizma nasıl çalışır kısaca buna da göz at­makta fayda vardır. Her duyu "receptor" adı verilen bir hücre grubuna sahiptir. Bu hücre grubuna "alıcı" da denir. Bunlar çevremizdeki bazı değişik enerji türleri­ne duyarlık gösterecek şekilde özelleşmişlerdir. Görme ve koklama duyularının alıcıları sinir hücrelerinden, tad, işitme, vestibiller ve diğer deri duyularının alıcıla­rı da deri hücresinden oluşmuştur.

Her alıcı bir lif aracılığı ile sinir hücrelerine bağ­lanmıştır. Çoğunlukla birden fazla alıcı ile bağlantı ku­ran sinir lifi, "genellikle de fazla bağlantı yapmadan si­nir sistemine girer. Ancak alıcıları aslında beynin bir parçası olan koku ve görmede lifler beyne sinir akımı (impulse) göndermeden önce duyu organlarındaki diğer sinir hücreleriyle bağlantı kurar." [832]

Morgan'a göre bir alıcı uyarıldığı zaman iki olay hızla birbirini izler: "

1- Uyarıcı enerji, jeneratör potan­siyeli (generator potantial) adı verilen elektrik enerjisi­ne dönüşür...

2- Alıcı hücredeki jenaratör potansiyeli yeterince yüksek düzeyde olduğu takdirde sinir hücresi ile bağlantılı sinir lifinde sinir akımını başlatır... Sinir akımı, sinir sisteminde lif boyunca ilerler ve çeşitli si­nir hücrelerindeki aktarılmalardan sonra beyin kabu­ğuna (cerebral cortex) gelir." [833]

Her alıcı, bir duyusal şifreye sahiptir. "Bu şifre alıcının uyarılmasından doğan yaşantının niteliğini belirler." [834]

Yukarda bahsettiğimiz jeneratör potansiyeli, yani elektrik enerjisi uyarıcının şiddetiyle doğru orantılıdır. Sinir akımının oluşması için bu jeneratör potansiyeli­nin belli bir düzeye gelmesi gerekir. Buna mutlak eşik adı verilir. Daha şiddetli bir uyarıcı, daha büyük bir enerji, bu da beyne giden daha fazla sayıda sinir akımı demektir. Bu da bizi şu sonuca götürür:

Bir uyarıcı ne kadar sayıda sinir akımının beyne gitmesine yol açı­yorsa o kadar şiddetli algılanıyor demektir. [835]

İnsanın ayırdedebileceği sinir akımı sayısının belli sınırı vardır. "Bunun sonucu olarak, şiddet farklarını ayırdedebilme de sınırlıdır." Bu sınıra "fark eşiği" (differantial threshold) adı verilir. [836] Bütün alıcılar farklı uyum yapma özelliğine sahiptirler.

Sinir uçlarının ve sinirlerin bir uyarıcı sonucunda harekete geçmesi, uyarıcının vibrasyonuna uygun, ben­zer ve eşdeğer titreşimler (senkranizasyon) göstermesi olayına "uyarılma" denir. [837] Uyarılmada uyarıcının şiddeti, sinir liflerinin incelik veya kalınlığı rol oynar.

Uyarıcılar vasıtasiyle meydana getirilen sinir akımları özelliklerine göre beyindeki ilgili bölgelere ile­tilir. Burada duyulur ve anlaşılırlar. Beyne gelen bu akımların ilgili merkez ve bölgeler tarafından alına­rak, neye ait olduklarının anlaşılmasına da "duyum" adı verilir. [838] Bunun için ilgili beyin merkezlerinin, ta­şıyıcı sinirlerin ve duyu organlarının sağlıklı olması gerekir.

Kur'ân-ı Kerim'de "Allah sizi annelerinizin kar­nından bir şey bilmediğiniz halde çıkarmış, size kulak, göz ve kalb vermiştir" [839] buyurulmuştur. Bu âyet bi­ze insan bilgisinin sonradan kazanıldığını, göz, kulak ve kalbin de bilgi edinme vasıtaları olduğunu anlat­maktadır. Bu organlar sıradan, refleks ve içgüdülerin sorumsuz elemanları da değildirler. Kendilerine göre hayatî işlevleri ve bu işlevleri yerine getirirken sorum­lulukları vardır. Bir başka âyette şöyle buyurulur:

"Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur. " [840]

Duyu organlarımız bizim için bir imtihan sebebidir. Onlar, görevlerini ne kadar verimli yaparlar, bize gerçek duyumlar sağlayabilirlerse imtihanı kazanmamız o kadar kolaylaşır. Onları kullanamadığımız veya yanlış yolda kullandığımız takdirde sınavı kaybederiz. İnsan için buyuruluyor ki:

"Onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör." [841]

Muhammed Kutup, "Hiçbir maddî güç, duyu or­ganlarından ve organların idrâk ettiklerinden, İslâm'ın yaptığından daha fazla faydalanmağa gücü yettiğini iddia edemez" diyor. [842] Kur'ân, duyu organlarının idrâk ettikleriyle insan kalbini devamlı beslemiş, terbi­ye etmiş kalble duyular arasında devamlı ve sarsılmaz bir bağ kurmuştur. Duyularından yeterince ve sağlıklı biçimde yararlanmayanların düşünemeyeceklerini, salim düşünebilmek için duyulardan yararlanmanın gerektiğini vurgulayan Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyu­rulur:

"İnkâr edenlerin durumu, çağırma ve bağırma­dan başkasını duymayarak haykıran gibidir. Sağırdır­lar; dilsizdirler; kördürler; bu yüzden akledemezler." [843]

A'râf sûresinde duyularını kullanarak doğruyu bulamayan insanlar zemmediliyor:

"Onları doğru yola çağırsanız duymazlar. Sana baktıklarını görürsün, oy­sa görmezler. " [844]

Kur'ân'ın duyulara atfettiği önem biraz da duyula­rın verdiği bilginin niteliğine bağlıdır. Her zaman ifade ettiğimiz gibi daima insan gerçeğinden yola çıkan bu kitap, insanı aklın soyut verileriyle başbaşa bırakmaz, soyut bilgileri duyulardan gelen müşahhas bilgilerle takviye eder. Bir peygamber olmasına, kalbiyle de inanmış bulunmasına rağmen Hz. İbrahim'in "görmek istemesini" başka ne ile izah edebiliriz? Mücerred veri­lere karşı vurdumduymaz olan insanın, müşahhas bil­giler karşısında hiç itiraza mecali yoktur. Bakınız Kur'ân, bu gerçeği nasıl ifade ediyor:

"Kesin olarak bi­liyoruz ki, onların söyledikleri seni gerçekten üzüyor. Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zâlimler, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar." [845]

Mevdûdî bu âyeti özet olarak şöyle yorumluyor:

"Yalancı olarak reddettikleri sen değilsin; onlar bizim mesajımızı red­dediyorlar; biz herşeye sabreder ve onlara süre üstüne süre verirken, sen ne diye kaygılanırsın?" [846] Peki, ne­den peygamber değil de Allah'ın âyetleri?

Bilim adamları, görme ve işitme duyularını "yük­sek duyular", bunun dışındaki duyulan ise "alt duyu­lar" olarak kabul etmişlerdir. [847] Neden? Çünkü en önemli duyularımız görme ve işitme duyularımızdır. [848] Günlük hayatımızda en çok bu duyularımızı kullanırız. Adolph W. Aleck, görme ve işitme duyularının düzenli, örgün eğitimdeki önemine işaret ettikten sonra şunları söylüyor:

"İşitme ve görme bozukluğu ile birlikte, çok defa, sakıncalı zihin yönelimleri de görülü­yor. Bunlar çok defa zararlı engellemelere temel olur iyi işitmeyen çocuklar, bazan normal toplum yönelim­leri geliştirmek fırsatından yoksun bırakılır, insanlar, bu çocuklara, haksız yere, aptal gözüyle bakar. Çocuk iyi işitmediği ya da iyi görmediğinden, gelişmesi kösteklenebilir." [849]

Yapılan çalışmalar görsel ve işitsel araçların daha çok ilgi uyandırdığını, öğrenmeyi arttırdığını göster­miştir. Öğretimde en yüksek verim görsel ve işitsel araçlar vasıtasiyle elde edilmiştir. Bu bulgudan hare­ket eden eğitimciler eğitim-öğretim faaliyetlerinde, sesli-sessiz sinema filmleri, radyo, projeksiyon araçları, levhalar, haritalar, modeller, örnekler, gösteri tecrübe­leri, resimler, san'at galerileri, müze ve benzeri işitsel ve görsel materyaller kullanmayı önermişlerdir. [850]

Görme ve işitme duyuları arasında bilim adamları gözü tercih etmişlerdir. Meselâ, Gazzalî'ye göre duyu organlarının en önemlisi görme duyuşudur. Çünkü en kuvvetli duyudur; bilgi ve idrâklerinin oluşmasında en büyük rolü o oynamaktadır. [851] O, görme duyusu bakı­mından eşyayı üçe ayırmıştır:

1- Kendisi görünmeyenler; karanlık cisimler bu kategoridedir;                                                     

2- Kendisi görünen fakat kendisi vasıtasiyle baş­kası görünmeyenler; yıldızlar bu kategoriye girerler.

3- Hem kendisi görünen, hem de kendileri vasıta­siyle başkaları görünenler; güneş, ay vb, bu kategoriye girmektedir. [852]

Duyu organlarının dünyayı algılamadaki önemi üzerinde duran Adler, "Bunlar içinde en önemlisi göz­dür" diyor. Çünkü insan en çok göz vasıtasiyle dış dünyadan haberdar olmakta, gerekli tecrübeleri onun­la sağlamaktadır. Diğer duyulara oranla görsel algılar­da süreklilik daha çok dikkat çekmektedir. [853]

Garrett, görme algısı alanının işitme algısı alanı­na göre daha geniş olduğunu söylemektedir. [854] "Gör­me alanı'nın bu öneminin pedagojik bakımdan büyük bir fikir telkin ettiğini ifade eden Mustafa Şekib Tunç, gözü, zekânın "en zengin ve aydın öncüsü" olarak nite­lemektedir. [855]

Morgan, Psikolojiye Giriş adlı eserinde "İnsanlar dünyayı tüm duyu organları (sense organ) yoluyla algı­larlar; dolayısıyle görsel algı, işitsel algı ve diğerleri gi­bi her duyuma ilişkin algıları vardır. Ancak, normal hallerde en büyük ağırlığı görsel algılar taşır" [856] di­yor.

Hz. İbrahim'den sonra Hz. Musa'nın görme [857] arzusu, görmenin diğer duyular yanındaki yerine işa­ret ediyor. Edindiğimiz bütün bilgilerden sonra görüyo­ruz ki, insanlarda egemen olan en büyük tutku görme tutkusudur.

Göz, 390-760 milimikron (bir milimetrenin mil­yonda biri) boyunda olan dalgaları alabilecek duyarlı­lıktadır. Bunların altında veya üstünde olan dalgaları göremez. [858]

Kulağın da göz gibi yetenekleri sınırlıdır. Her tit­reşimi alamaz. Ses dalgalarının frekansları binlerce Hz. olabilir. Kulağın işitebileceği frekanslar ise 20-2000 Hz. arasındadır. Kulak, bu rakamların altındaki veya üstündeki frekansları işitemez. [859] Bazıları kula­ğın saniyede 16 titreşimi alabileceğini kaydetmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'de ençok yer verilen duyular, gör­me ve işitme duyularıdır. Bunları bazan ayrı ayrı, bazan ikisini birlikte, bazan da kalble beraber üçünü birarada kullanmaktadır. Bunlardan örnekler vermede yarar var sanırım.

 1- Görme Duyusu İle İlgili Âyetler:

 "O, gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitir­dik; ondan bitirdiğimiz yeşilden,-birbirine benzeyen ve benzemeyen-yığın yığın taneler, hurmaların tomur­cuklarından sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine, olgunlaş­malarına bir bakın. Bunlarda, inananlar için şüphesiz deliller vardır." [860]

Burada Kur'ân'ın istediği bakış mânâsız, sıradan bir bakış olmayıp, bilinçli, öğrenmeye yönelik bir bakıştır.

"Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu durdururdu. Sonra biz, güneşi ona delil kılıp yavaş yavaş kendimize çekmişizdir," [861]

"Tanrılarımız üzerinde direnmeseydik, doğrusu neredeyse bizi onlardan uzaklaştıracaktı" derler. Aza­bı gördükleri zaman, kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir.” [862]

Bu âyette duyduklarına itibar etme­yen insanların gördükleri zaman öğrenecekleri ifade edilmektedir.

"Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Mûsâ, "Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım" dedi. Allah, "sen beni asla göremezsin ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de beni görecek­sin" buyurdu. Rabbi'dağa tecellî edince onu yerle bir etti ve Mûsâ da baygın düştü. Aydınca, "Ya Rabbi, münezzehsin, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim" [863]

Bu âyetten ilk bakışta üç önemli şey öğreniyoruz:

1- Bilgisel doyumun en ideal olanı gözle görmektir.

2- Görme duyusu sınırlı bir duyudur.

3- Sınırlı duyuları­mızla herşeyi algılamaya kalkmamalıyız.

Aşağıdaki âyetler görerek öğrenmeye işaret eden önemli örneklerdir:

"İnsan, yiyeceğine bir baksın.” [864]

"Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın." [865]

Baksın çünkü oradan öğreneceği çok şeyler var.

"On­lar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur." [866]

Bu âyetlerin sayısını daha da arttırmak mümkündür.

 2- İşitme Duyusu İle İlgili Âyetler:

 Bilgi elde etme yollarından biri de dinlemektir. Kur'ân-ı Kerim'de dinleyen, duydukları üzerinde düşü­nerek doğruyu bulabilen insanlar övülmektedir.

"On­lar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar, işte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimseler­dir ve onlar, akl-ı selim sahipleridir." [867]

Ayet-i keri­mede övülen, takdir edilen kimselerin özelliklerini sı­ralayacak olursak şunları söyleyebiliriz:

1- Bahse konu olan insanlar kendilerine söylenen­leri kemâl-i ciddiyetle dinlemektedirler.

2- Duydukları şeyleri birbirleriyle karşılaştırmaktadırlar.

3- Bu kar­şılaştırma sonunda en güzel sözü bulmakta ve ona uy­maktadırlar. Bunlar doğruyu bulmuş, akıllı kimselerdir. Ayette zihnî bir süreçle karşı karşıyayız. Bu süre­cin ilk şartı da dinlemektir. Sonra mukayese ve sonra hüküm. Tabi, bunların hepsi aklın rehberliğinde cere­yan etmektedir. Bütün kötülüklerin cehaletten, bilgisizlikten kaynaklandığını bilen Yüce Allah, Kur'ân aracılığı ile önce bu cehaleti ortadan kaldırmak istiyor. Bunun yollarından birinin de dinlemek olduğunu gös­teriyor.

"Eğer müşriklerden biri aman dilerse ona aman ver. Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar gönder. Çünkü bunlar hakika­ten bilmez bir kavimdir." [868]

Câhil bir kavmin, içine düştüğü çıkmazdan kurtulabilmesi için bilgilenmesi, bunun için de dinlemesi gerekiyor. Allah, bunun ta­hakkuku için bizzat Peygamberine emir veriyor:

"Bı­rak dinlesinler..."

Rasûlullah (s.a.), her güzel işte olduğu gibi bu ko­nuda da örnek davranışlar sergiliyordu. İyi bir dinleyi­ci idi. Onun bu hali bazan muarızlarını rahatsız eder, bundan dolayı peygamberi incitirlerdi. Konu ile ilgili olarak şöyle buyuruluyor:

"Yine içlerinden öyleleri var­dır ki, peygamberi incitiyorlar ve "O her söyleneni din­leyen bir kulaktır" diyorlar. De ki: "Sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır, müminlere inanır. Ve iman edenleriniz için bir rahmettir." Allah'ın rasûlünü inci­tenler için ise acıklı bir azap vardır." [869]

Ayet, münafıkların, peygamber için, "O saf bir adam. Herkes ona yaklaşıp dilediğini söylüyor; o da her duyduğuna inanıyor" şeklindeki sözlerine cevap veriyor:

O, sizin zannettiğiniz veya tavsif ettiğiniz gibi olur olmaz herşeyi dinleyen saf birisi değildir, O, hayır kulağıdır. İnsanlar için hayırlı olan şeyleri dinler. Herkesi dinler belki ama müminlere inanır. Sözün en doğru ve en güzelini seçer.

İnsanları yöneten, onlara yön verme durumunda olan bir kimsenin sağlıklı bilgiler edinmesi kadar tabiî ne olabilir? Bu da ancak herkesi dinlemekle mümkün­dür. Herkesi dinlemek, herkesin etkisi altında kalmak demek de değildir. Doğru karar vermenin en güzel yolu herkesi dinlemektir. Bugünkü modern dünya çoğulcu­luk adına bu savaşı vermiyor mu?

Kur'ân-ı Kerim, duyularını sağlıklı biçimde kulla­namayan kimseleri "ölüler" olarak da nitelendiriyor.

"Ancak işitmesi olanlar davete icabet ederler. Ölülere gelince, onları Allah diriltir; sonra hepsi onun huzuru­na çıkarılırlar.” [870]

İşitmesi olmayanlar, yani içtenlik­le dinlemeyenler davete icabet etmezler. Çünkü bunlar aynen ölü gibidirler. Ölü için nasıl bir tepki sözkonusu değilse, dinlemeyen, duymayan kimse için de olumlu ve normal bir tepki sözkonusu değildir.

Kur'ân eğitiminde, Kur'ân'ı dinlemenin özel bir önemi vardır. Çünkü esas odur, ölçü odur. Kur'ân'ı bir altyapıya dayanmayan bilgiler insanlar ve insanlık için zararlı da olabilir. Dünyamız bugün bunun acı ve taze örneklerini yaşamaktadır. Bu itibarla bugün İslâm entellektualizminin en büyük hedef ve görevi bil­ginin İslâmîleştirilmesidir. Kötüye kullanılan bilgi, ha­yatı zehir eden korkunç bir silaha dönüşebilir.

Allah, Kur'ân'da şöyle buyurmaktadır:

"Kur'ân okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve susun. Umu­lur ki, merhamet edilirsiniz." [871]

İşitmedikleri, özü kavrayamadıkları ve kabullenemedikleri halde kendi kendilerini aldatarak "işittik" diyen insanlar az değildir. Kur'ân, bu insanlara dikkat çekerek onlar gibi olmamayı öğütlüyor. Allah buyuru­yor ki: "İşitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi olmayın.” [872]

Çünkü böyle bir davranış insanın hem başka­larını, hem kendisini aldatması demektir. Eskilerin "cehl-i mürekkep" dedikleri hal bu olmalıdır. Bu du­rumda olan insanlar, bilmeyen ama bilmediğini de bil­meyen kimselerdir.

Âyette, hakkı, kulakları ile duydukları halde onu kabul etmeyen, ona inanmayan münafıkların durumu ifade edilmektedir. Ayetin devamında bu kimseler, "yerde debelenenlerin en kötüsü", aklını kullanmayan, sağır ve dilsiz olarak tanıtılmaktadır.

Kur'ân, âyetlerin yol gösterici olabilmesi için bir­takım şartları öngörmüştür. Bunlardan biri de dinle­mektir. Dinleyen insan âyetlerden yararlanabilir. Din­lemeyen kimseler için hiçbir âyetin anlamı ve yararı yoktur. [873]

 3- Kulak, Göz Ve Kalbi Bir Arada Zikreden Âyetler:

 Kur'ân, doğru yorumlanmayan duyumu, normal duyum olarak kabul etmez. Bir duyum doğru yorumlanmışsa Kur'ân için bir anlamı vardır. Bunun için alınan duyumların kalbe uluşması, onun imbiğinden geçmesi gerekir. Meselâ bir âyette şöyle buyurulmaktadır:

"İçlerinden, sana bakanlar da var. Fakat basiretleri de yokken körlere sen mi hidâyet edecek­sin." [874]

Ayetten anladığımıza göre bir şeyin hakikati­ni görmek, ona inanmayı, onu kabul etmeyi gerektirir. Bu da basiret yani kalb gözüyle mümkündür. Kalb gö­züyle bakmayan insanlar, Kur'ân'ın anladığı mânâda görmüş sayılmazlar. Bu âyeti başka bir âyet şöyle tav­zih etmektedir:

"Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, ora­da olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalbler de körleşir." [875]

Duyuların değerlendirilmesinde kalbe büyük rol veren Kur'ân-ı Kerim, birçok âyette kalbi görme ve işitme duyusuyla bir arada zikretmektedir. İnsanın ya­ratılış sürecinden bahseden bir âyette şöyle buyuruluyor:

"Sonra onu düzeltip içine ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler ve kalbler yaptı. Siz pek az şükrediyorsunuz." [876]

Ayette insanların az şükrettikleri, çok şükretmeleri gerektiği vurgulanıyor. Çünkü kendileri­ne verilen bu üç nimet o kadar önemlidir ki, bunları verdiği için Allah'a çok çok şükretmek gerekir. Bir baş­ka âyet ise şöyle: "Halbuki sizin için o kulağı, o gözle­ri, o gönülleri yaratan odur. Ne az şükredersiniz." [877]

İnsanlara verilen göz, kulak ve kalb gibi yetilerin gereğince kullanılmaması hoş karşılanmaz. Hatta böy­le insanlar hayvan mesabesine veya daha aşağılara in­dirilerek, onların kötü geleceklerine işaret edilir. Ör­nek: "Andolsun ki, cin ve insanlardan birçoğunu ce­hennem için yarattık. Onların kalbleri vardır onunla (gerçeği) anlamazlar; gözleri vardır onlarla görmezler; ve kulakları vardır onlarla işitmezler, işte bunlar hay­vanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir." [878]

Bu yetilerini ge­rektiği gibi kullanmayan insanlar bazı âyetlerde ölü, sağır ve kör olarak tavsif edilirler. Örnek: "Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarına dönmüş kaçar­larken sağırlara da daveti işittiremezsin. Sen o körleri sapıklıklarından hidâyete erdirecek de değilsin. Sen ancak, âyetlerimize iman edeceklere işittirsin de onlar müslüman olurlar." [879]

Allah, bunca bilgi ve belge karşısında kendisine inanmayan insanları, organik olarak görüyor olsalar bile, "görür" ve "işitir" kabul etmemektedir. Modern pedagojide de insanın tavır ve davranışında bir deği­şikliğe yol açmayan öğrenmeler öğrenme kabul edilmemektedir. [880] Eğitimin bir niteliği de bireyi, duyuş, dü­şünüş ve tavır yönünden değiştirme süreci olmasıdır. Tabi bu değişikliğin olumlu yönde teşekkül etmesi lazımdır. [881] Böyle olumlu bir değişmeye yanaşmayan kimseler için şöyle buyuruluyor:

"Onlar, öyle kimseler­dir ki, Allah, kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir. Gaflet içinde olanlar da işte bunlar­dır." [882]

"Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördüler; (Hakka da) dönmezler." [883]

"Yoksa onların çoğunu işitirler veya akıl ederler mi zannediyorsun? Onlar başka delil, hayvanlar gibidirler. Hatta gidişçe daha sapık­tırlar." [884]

"O halde sen mi işittireceksin o sağırlara? Yahut sen mi hidâyet edeceksin o körlere ve açık bir sa­pıklık içinde bulunanlara? " [885]

Gazzalî, bilgi kaynağı olarak insanda ilk defa du­yuların teşekkül ettiğini savunur. [886] Ona göre duyular yanılmaz değildir. Bu yanılma ihtimalini şöyle sıralar:

1- Bedendeki ilgili bir organın bozulmasiyle algı ya gerçekleşmez, ya zayıf gerçekleşir veya yanlış gerçekle­şir.

2- Duyu organları kendilerini idrâk imkânından mahrumdurlar.

3- Duyu organları uyarıcılar yeterli değilse algılayamazlar.

4- Aşırı uyarıcılar duyuları ya bozar veya zayıflatır.

5- Yaş ilerledikçe duyular zayıf. [887]

Gazzali, insanın önce dış gözü ile bakmasını, son­ra iç gözü ile görmesini ister. Ona göre dış göz iç gözün anahtarıdır. Dış gözü olup da iç gözü olmayan kimse­nin mertebesi hayvana yakındır. [888] Düşünürün bu görüşünden hareket eden S. Ahmed Arvasî, şuurlu in­sanlardan bahisle şunları söylüyor:

"Bu ahlâk kahra­manları, varlığa "iç gözleri" ile bakarlar. "Dış gözleri" ile, yani duyumları ile gördüklerini, "iç gözleri" ile gör­düklerine göre tevil ederler." [889]

Konumuzu Arapça bir sözle bitirelim:

Duyusunu kaybeden kimse bilgisini kaybetmiştir.

 b- Akıl

 Bilgi edinme yollarından biri de akıl 'dır. Daha önce "akıl" konusunda da belirttiğimiz gibi, Kur'ân'ın birçok âyetlerinde, aklın Allah tarafından verilmiş bir nimet olduğu, doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan, güze­li çirkinden, hayrı serden ayırmak ve doğruyu bulmak için mutlaka kullanılması gerektiği vurgulanmaktadır. Akıl, doğruyu yanlıştan, hayrı serden ayırmanın önemli ölçülerinden biri olduğu gibi, önemli bilgi edin­me yollarından da biridir. Duyularımızla çevremizden topladığımız bilgileri onunla değerlendirir, onun saye­sinde yeni bilgiler üretiriz. Ürettiğimiz bu sağlıklı bilgiler bizi yeni yeni bilgilere götürür. Bu bilgi birikimi ise hayatı daha sağlıklı bir şekilde yorumlamamızı, ya­şanan bu hayat içinde kendi yer ve rolümüzü öğrenme­mizi sağlar.

Akim iki tür bilgisi vardır:

Bunlardan birincisi zorunlu (bedîhî-apriori) bilgilerdir. Gazzalî'nin "evveliyat" dediği bu bilgilerin duyularımızla ilgisi yok­tur. Bütünün parçalardan büyük olduğunu bilmemiz bu tür bilgilere bir örnektir. İkincisi ise istidlali bilgi­lerdir. Bunlar akıl yürütmeyi, zihnin çaba göstermesi­ni gerektiren kazanılmış bilgilerdir. Birinci tür bilgi için yapılacak pek bir şey olmamasına rağmen, ikinci tür bilgiler için çaba ve gayrete ihtiyaç vardır. Nazari veya istidlali bilgiler, daha önce çeşitli yollardan edin­diğimiz bilgilerin belli şartlarda işlenmesi sonucunda ulaştığımız bilgilerdir. [890]

Akıl yürütürken hataya düşmemek, doğru ve sağ­lıklı düşünebilmek için birtakım kurallar koyan man­tık ilmine göre, delil aramak, delil kullanmak, delile başvurmak anlamına gelen istidlalin üç türü vardır:

1- Tümdengelim (Ta'lîl veya Kıyas),

2- Tümevarım (İstikra), S-Analoji (Temsü). [891]

Bu yollardan yürüyerek önbilgileri değerlendiren aklımız, yeni yeni bilgiler elde eder. Tabiatiyle önbilgi­lerimiz ne kadar doğru delillere dayanır, ne kadar doğ­ru hükümler ifade ederse onlara dayanarak elde ettiği­miz yeni bilgilerimiz de o derece sağlıklı ve yanılmaz olur. Bu nedenledir ki, Kur'ân'ın zihni eğitirken kabul ettiği ilkelerden biri kesin bilgiye dayanmaktır.

"Bil­mediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur."[892]

Burada kastedilen bilgi tahmin ve varsayım­dan uzak, kesin bilgidir. [893]

Gazzalî'ye göre akıl yürütmede iki hareket noktası vardır:

1- Tümevarım, tümdengelim veya analoji yo­luyla bilinen temel önermelerden hareket ederek yeni fikirler kazanmak;

2- Hads (sezgi) yoluyla, başka bir ifadeyle kaynağı belirsiz bir önermeye dayanarak bir sonuca ulaşmak. Bu ikinci yolda hads (sezgi), düşünce­nin prensiplerinden sonuca vasıtasız olarak intikal etmektedir. [894]

Şöyle veya böyle, aklın yaratılış amacı, mevcut bil­gileri değerlendirmek, yeni bilgiler kazanmak, sağlıklı sonuçlara ulaşmaktır. Bunun için her an bir çaba ve gayret içerisinde olması gerekir. İslâm inancı ferdin göstereceği bu aklî çabayı ibâdet telakki etmiştir. Kur'ân'da sanki herşey aklın kullanılmasına, gerçeğe ulaşmasına yöneliktir. Şöyle buyuruluyor:

"İşte Allah, size âyetlerini böyle açıklar; umulur ki aklınızı kulla­nırsınız." [895]

İnsanın gerçeğe ulaşmasına vasıta olan herşey âyettir. Bu âyetlerin muhatabı ise insan aklıdır. Hedefi, insana aklını kullandırarak hakikate ulaşması­nı sağlamaktır. Evrende birçok hakikat vardır. İslâm inancına göre nihâî ve mutlak olan hakikat Allah'dır. Kur'ân'a göre, insan aklı ne yapıp yapıp bu hakikate ulaşmalıdır. Buraya ulaşması için etrafında bir yığın işaret (âyet) vardır. Ölülerin diriltilmesi bir âyettir.

“Sığırın bir parçasıyla ona vurun" dedik, işte böylece Allah ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini gösterir." [896]

"Göklerin ve yerin yaratılma­sında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen (aklını kullanan) kimseler için deliller (âyetler) vardır." [897]

İnsandan istenen şey, bu âyetlere bakmak, aklını kullanarak buralarda­ki gizli hakikatleri kşefetmek ve oradan bütün haki­katlerin kendisinde düğümlendiği mutlak hakikate uzanmak.

Kur'ân, zaman zaman "umulur ki aklınızı kulla­nırsınız" dediği insanlara, zaman zaman sorar:

"Aklı­nızı kullanmayacak mısınız?" ''Andolsun ki, size şerefi­niz ve öğüt veren bir kitap indirdik; akletmiyor (aklını­zı kullanmıyor) musunuz?" [898]

Zaman zaman aklını kullanmayan insanların du­rumlarına dikkat çeker:

"Onlar sizinle toplu olarak, ancak surla çevrilmiş kasabalar içinde veya duvarlar arkasından savaşı kabul edebilirler. Kendi araların­daki çekişmeleri ise serttir; onları birlik sanırsın, oysa kalbleri birbirinden ayrıdır. Bu, akletmeyen (aklını kullanmayan) bir topluluk olmalarındandır." [899]

Bazan aklını kullanmayan insanların acı itiraf ve nedametlerini sergiler. Allah'ı inkâr ederek, cehenne­me mahkum olmuş kimseler için şöyle buyurulur:

"Onlar, "Evet, doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve "Allah hiçbir şey indirmemiştir; siz bü­yük bir sapıklık içindesiniz" demiştik" derler, "Eğer kulak vermiş veya akletmiş (aklımızı kullanmış) ol­saydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık" derler.” [900]

Kur'ân'a göre bütün olumsuzlukların sebebi aklı doğru kullanmamaktan kaynaklanır. Hz. İbrahim, puta tapanlara Kur'ân diliyle şöyle seslenir:

"İbrahim, "O halde Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Aklet­miyor (aklınızı kullanmıyor) musunuz?" [901]

Aklını kullanan bir kimsenin helvadan put yapıp tapmasına ve sonra yemesine imkân var mı? Bir başka âyet şu olumsuzluğa dikkat çekiyor:

"Namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar. Bu, onların akletmeyen (aklını kullanmayan) bir topluluk olmasındandır." [902]

Konuyla ilgili bütün âyetleri buraya almamız imkânsızdır. Sanırım şu söz İslâm'ın akıl karşısındaki müsbet tavrını belirlemeğe yeter: 'Aklı olmayanın di­ni de yoktur." [903]

 c- Sezgi

 Sezgi kelimesinin Arapça karşılığı "hads" ingi­lizce karşılığı ise "intuition"dur. Hads kelimesinin söz­lük anlamı zan, tahmin, sezgi, seziş demektir. Kelime­nin çoğulu olan hadsiyât da mümkün olan şeyler anla­mında kullanılmaktadır. [904]

İntuition kelimesi Latinceden İngilizceye geçmiş bir kelimedir. Latince intueri, bakmak, içinden bak­mak, dikkatle bakmak, mânâsındadır. [905] İngilizcede kazandığı anlam ise "âni, vasıtasız, doğrudan doğruya, doğrudancılıktır." [906]

Sezginin değişik tanımları yapılmıştır. Batılı bilim adamları sezgiyi uzun süre zihin yorduktan sonra bir­denbire algılanan duyusal gözleme ve mantıksal çıkar­samaya veyahut da aniden algılama ile birdenbire açı­ğa çıkıveren meknuz (gizli duran) hislere ve duygusal yığılmaya indirgemişlerdir. [907]

Descartes, sezgiyi, "apaçık fikirleri elde etme" va­sıtası olarak kabul etmiştir. Ona göre sezgi, "mâhiyeti ne olursa olsun, muhakemede prensip ve temel olarak kullanılan, apaçık bir hakikatin bilgisidir." [908]

Bilgi kaynaklarını deney, akıl ve sezgi olarak üçe ayıran Spinoza'ya göre sezgi, objelerin mâhiyetini doğ­rudan bilmektir. Bu durumda sezgi, deney ve akıl yo­luyla kavrayıp algılayamadığımız bilgilerin kaynağı ol­maktadır. [909]

Robert H. Kameron, "Sezgi, Allah'ın bizim gönlü­müze akıttığı ve kendisiyle birçok şeyleri öğrendiğimiz ışık kaynağıdır" diyor. [910]

Bergson'un sezgiyi tarifi de şöyle:

"Kendisinde bi­ricik ve tanımı imkânsız olan şeyle birleşmemizi sağla­mak için, bizi bir varlığın içine sürükleyen zihnî sem­patiye sezgi denir." [911] Bergson, sezgiyi metafiziğin metodu olarak kabul eder; sezgiyle mutlak varlığın bil­gisine ulaşılacağına inanır. Onun sezgi anlayışı kendi­sinden önceki sezgi anlayışlarından farklıdır. [912]

İç gözlemle yetinmeyerek, zihin hayatının derinliklerine dalındığında dil ve bilimin ulaşamadığı, düşüncede bulunmayan, ruhumuzu en iyi muhakemeden daha iyi anlatacak ve kendiliğinden gelen bir sesin bir işaretin yakalanacağına inanır. [913] Onun için sezgi, başlangıcı olmayan bir düşünce hareketi değildir. Olsa olsa belli bir düşünce sisteminin sonu ve gayesi olabilir.


Konu Başlığı: Ynt: Bilgilendirme Metodu
Gönderen: Mehmed. üzerinde 26 Ocak 2019, 19:04:35
Esselamu aleyküm Rabbim bizleri hayırlı ilimler öğrenenlerden eylesin Rabbim paylaşım için razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Bilgilendirme Metodu
Gönderen: Ceren üzerinde 26 Ocak 2019, 20:47:22
Esselamu aleykum. Rabbim razı olsun bilgilerden kardeşim. ..