๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: müzzemmil üzerinde 19 Eylül 2011, 23:32:33



Konu Başlığı: Bağ Bahçe Sahipleri
Gönderen: müzzemmil üzerinde 19 Eylül 2011, 23:32:33
6. Bağ-Bahçe Sahipleri

Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli olaylar anlatılır. Bazen ferdî bazen de içtimaî olay­lar üzerinde durulur. Kur'ân, hadiseleri tasvir ederken onlara canlı bir ha­yat ya da taze bir hareket verir. Olayları, hikayeleri, sahneleri ve bunların kahramanlarım canlı ve hareketli bir hale sokarak, şu anda yaşanıyormuş-casına bir izlenim meydana getirir. Zaman zaman bunu diyalog şeklinde süsleyerek dinleyicinin dikkatini çeker ve onu usandırmaz ve ayrıca ona bir bakış açısı kazandırır. Kur'ân bunu öyle ustaca işler ki, muhataplarını o ola­yın içine çeker. Artık anlatılan olay, bir hikaye değil, hayatın ta kendisi ol­muştur. Böylece okuyucu veya dinleyici pür dikkatle manzarayı görme, his­setme ve tefekkür etme imkanını yakalamış olur.
Kur'ân'ın geçmiş hadiselerin tasvirindeki temel amacı, hatırlatma, Öğüt verme, sakındırma, ibret almaya sevk etme gibi yollardan gidilerek ahlâki bir netice çıkarmak suretiyle insanları uyarmak ve doğruya teşvik etmektir Kur'ân, bunu övgü ve methetmek için yapar. Bu, aynı zamanda sevap ve ikabı belirtmek, işin önemini yüceltmek veya tahkir etmek için de olabilir Aşağıda bahçe sahipleri ile ilgili sunacağımız âyetlerin genel muhtevasın­dan bütün bu sonuçlan çıkarmamız mümkündür. ALLAH Teâlâ'nm nimetle­rine karşı şükreden kimse ile, kendisine verilen nimetlere karşı nankörlük eden kimse arasında geçen konuşmayı Kur'ân şöyle dile getirir:
"Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm ba­ğı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekin­ler bitirmiştik. îki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırak­mamıştı. İkisinin arasından bir de ırmak fışkırtmıştık. Bu adamın başka ge­liri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: "Ben, ser­vetçe senden daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha güç­lüyüm." (Kehf, 18/32-34)
Bu iki kişinin kimliği hakkında çeşitli görüşler vardır. Birincisi, Mahzû-mî kabilesinden Mekkeli iki kardeştir. İkincisi, bu iki kişiden maksat, ALLAH Resulü ile Mekkeli müşriklerdir. Üçüncüsü, ALLAH'a inanan ve inanmayan herkes için geçerli bîr misaldir. Dördüncüsü, babalarından kalan büyük çapta bir mirası, birisi inancının gereği gibi, diğeri de inançsızlığının gere­ği gibi harcayan iki İsrailli kardeştirler.[300]
Her iki tarafı hurmalıklarla kuşatılmış, meyveleri yetişmiş, ekinleri bit­miş ve aralarında devamlı akan nehirlerin bulunduğu bahçelerin sahibi olan kimsenin, bunların dışında başka servetinin de olduğu anlaşılmakta­dır. Bu yüzden:"Ben, servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımın-' dan daha güçlüyüm" (Kehf, 18/34) diyerek verilen servet ve nimetten dola­yı şımarıyor, kibirleniyor ve kendini üstün görüyordu. Fahruddin Râzî'nin belirttiğine göre âyette geçen "semer" ( yu ) kelimesinin üç türlü oku­nuşu vardır. Birincisi, mim ve sâ harflerinin fethası ile, ikin­cisi, mim harfinin sükûnu ve sâ harfinin otresi İle, üçüncüsü, mim ve sâ harflerinin otresi ile okunmuştur. Dilciler, ötre ile okunduğunda, altm ve gümüş ve bunların dışındaki bütün mal cinslerini kapsar demişlerdir. Mü-cahid, altın ve gümüş olarak yani bu kimsenin iki bahçe dışında nükûd cin­sinden eşyaları da vardı, diye tefsir etmiştir.[301] Hangi açıdan değerlendirirsek değerlendirelim, bu kişinin oldukça zengin olduğu anlaşılmaktadır.
Burada iki adam ve iki bahçe örneği veriliyor. Bu örnekte sahte ve geçi­ci değerlerle ebedi ve kalıcı değerler anlatılıyor. Bu misalde ayrıca dünya ha­yatının zineti ile aldanıp gururlanan nefislerle, ALLAH'a iman ile izzet bulan nefisler arasındaki farkı gösteren çok açık iki örnek canlandırılıyor. Her iki­si de İnsanlar için örnektirler. Birisi, servet sahibi bir adama misaldir ki, ser­veti onu meşgul ediyor, nimet onu şımartıyor. Neticede insanların hayatla­rına ve nefislerine hakim olan gücü unutuyor. Bu nimetin ebedî olduğunu, hiç tükenmeyeceğini sanıyor. Makam ve mevkiin onu hiç yalnız bırakma­yacağını ümit ediyor. Diğer kişi ise, imanıyla izzet bulan, Rabbini anan mü'min kişiye misaldir ki, kendisine verilen nimeti gerçek nimeti veren Al­lah'a bir delil, hamdi ve zikri için bir sebep sayıyor da küfür ve inkara dal­mıyor.[302]
Kıssa çok parlak ve görkemli iki bahçenin tasvirini yapmakta ve bir an­lamda resmini çizmektedir. Her iki bahçe de mahsullerini vermişler ve hiç­bir şeyi eksik bırakmamışlardır. ALLAH Teâlâ, Kehf Sûresi, 33. âyette ürünler­den hiçbir şeyin eksik kalmayışını, normal olarak eksik anlamına gelen bir kelime ile ifade etmiyor da, özellikle "tazlim" kelimesini seçiyor. Bununla biri bahçe sahibi olan iki kişi arasında karşılaştırma yapıp birincisinin ken­disine zulümederek şımardığını ve Rabbine şükretmediğini, verimli bahçe­ler karşısında gurura kapılıp kibirlendiğini belirtiyor.
Bahçelerin cazibesi ve gösterişi kendisini büyüleyen ve bu yüzden de kendini üstün gören bu şahıs, arkadaşıyla konuşurken: "Ben senden maka daha zenginim, nüfusça daha üstünüm" diyerek bahçesinin yanma geliyor. ALLAH'ın kendisine verdiği nimetlere ve varlığa şükredeceği yerde, unutuyor ve kendine zulmediyor. Verimli ve gayet güzel olan bahçenin hiçbir zaman yok olmayacağını ve elinden çıkmayacağını sanıyor. Bu durum onu, asla kı­yamet kopmayacağı inancına götürüyor. Kıyamet kopsa bile orada kendisi­ne değer verileceğini, ayrıcalık tanınacağını ve itibar edileceğini sanıyor, saygı ve hürmet göreceğini bekliyor. İşte onun böyle bir hayal ve varsayımı­nı Kur'ân şöyle dile getiriyor. "(Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmede­rek bağına girdi ve şöyle dedi: "Bunun, hiçbir zaman yok olacağım san­mam. Kıyametin kopacağını da sanmam. Şayet Rabbimin huzuruna götü-rülürsem, hiç şüphem yok ki, forada) bundan daha hayırlı akıbet bukı-İbn Kesir'in ifade ettiğine göre, bu şahıs inkarcı, azgın, kibirli ve zorba bir tavır sergilemek suretiyle bahçesine girdi. Bahçesindeki ağaçları, ekinle­ri, meyveleri, bahçesinin etrafında ve çevresinde birbirini takip eden nehir­leri görünce sandı ki, bunlar tükenmeyecek, bitmeyecek, yok olmayacak ve telef olmayacak. Bu tavrı, onun aklının kıt ve ALLAH'a imanının zayıf olma­sından, dünya hayatı ve ziynetine karşılık âhireti inkar etmesinden dolayı idi. Bunun için o, "Kıyametin vuku bulacağını zannetmem. ALLAH'ın huzu­runa gider ve döndürülürsem bile, benim için daha güzel bir durum vardır. Çünkü ben, Rabbimin nezdinde bahtlı kimseyim. Benim üstünlüğüm ve kerametim olmasaydı, bunu bana vermezdi", diye kendi kendine yorum yapmakta ve haya! kurmaktadır.[303]
Yalnız kendisinin üstün ve hak sahibi olduğunu sanan ve dünyaya bağ­lı olan kimse, âhireti hesaba katmadan yaşar. Dünyada elde ettiği maddi re­fahı ve geçici rahatlığı âhirette de elde edeceğine inanır. Hatta daha üstün ve daha değerli nimetlerin kendisine verileceğini zanneder. Şu ayet bu gibi insanların karakterini ne güzel ifade etmektedir:
"Andolsun ki, kendisine dokunan bir zarardan sonra biz ona bir rahmet tattırırsak: Bu, benim hakkımdır, kıyametin kopacağını sanmıyorum, Rab-bime döndürülmüş olsam bile muhakkak O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır." (Fussilet, 41/50)
Küfür ve nankörlükle hayatlarım sürdürenler, iman ve amelden uzak olarak günah ve isyanla Ömürlerini geçirenler, ölüm ve ölüm ötesi hayatla­rının da İnananlar gibi olacağını ve hatta onlardan daha güzel ve rahat bir hayata kavuşacaklarına inanırlar. Bu gibi insanlara Kur'ân'm cevabı şöyle­dir. "Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, ina­nıp iyi ameller işleyen kimseler iîe bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" (Câsiye, 45/21)
Kendi yandaşlarının çokluğu ve zenginliği ile Övünen bahçe sahibine karşı, iman ve irfan dolu arkadaşının cevabını Kur'ân gayet açık ve veciz bir şekilde şöyle dile getirmektedir:
"Karşılıklı konuşan arkadaşı ona hitaben: "Sen, dedi, seni topraktan, ^J sonra nutfeden (spermden) yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine so­kan ALLAH') inkar mı ettin? Fakat o Aliah, benim Rabbimdİr ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmanı. Bağına girdiğinde: MaşALLAH! Kuvvet yalnız $ ALLAH'ındır, deseydin ya! Eğer malca ve evlatça beni kendinden güçsüz görüyorsan (şunu bil ki:) Belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini ve­rir, senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de bag kupkuru bir toprak haline gelir. Yahut, bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu arayıp bula-mazsm."(Kehf, 18/37-4J)
Seyyid Kutup bu âyetleri şöyle açıklamaktadır: "İman ve akidesi ile izzet bulan bu mü'min kimse, o şımarık, mağrur arkadaşına karşı gerçekleri bir bir anlatmaktadır. Aslının nereden geldiğini, bir damla sudan yaratıldığını, daha önce ise bir parça çamur ile birkaç damla sudan ibaret olduğunu ha­tırlatmakta ve onu uyarmaktadır. İman ve ihsanda bulunan ALLAH hakkında onu, gerekli edebe davet etmektedir. Mü'min kişinin nefsinde imanın şere­fi böyle canlanır. Böylece mü'min kimseler, mal, mülk ve yakınlara, yandaş­lara aldırış etmez. Arkadaşlarına güzel görünmek için gerçekleri söylemek­ten uzak durmaz. Mü'min makam ve mal karşısında izzetini böyle hisseder. Çünkü o, ALLAH katında mü'minlere verilen şeylerin dünya hayatının ni­metlerinden daha üstün olduğunu bilir.[304]
Mevdûdî, ALLAH'ı "inkar" etmenin sadece ALLAH'ın varlığını kabul etme­mekle sınırlı olmadığını, fakat gurur, kibir, kendini beğenmişlik ve âhireti inkarın da küfür olduğunu belirtmektedir. Ayrıca bu kişinin,"Şayet Rabbi-me döndürülürsem" İfadesi ile O'nun varlığına şahadet etmesine rağmen komşusu onu, ALLAH'ı inkar etmekle suçlamaktadır. Çünkü zenginlik ve ser­vetini ALLAH'ın bir lütfü olarak değil de kendi güç ve becerilerinin bir ürünü olarak kabul eden, bu nimetlerin sonsuz olduğunu ve kimsenin bunları kendisinden alamayacağına inanan ve kendisini hiç kimseye karşı hesap vermekle sorumlu hissetmeyen bir kimse, ALLAH'a inandığını söylese bile Al­lah'ı inkar etmektedir. Çünkü böyle bir kimse ALLAH'ı tek hakim, mabut ve malik değil de sadece bir varlık olarak kabul etmektedir. Gerçekte ALLAH'a iman, sadece O'nun varlığım kabul etmeyi değil, aynı zamanda O'nu tek hakim, tek mabut ve tek hüküm koyucu olarak kabul etmeyi gerektirir.[305]
Bu âyetlerde, bîri zengin, servet ve bahçe sahibi, diğeri de serveti olma­yan iki kişinin tasviri yapılmaktadır. Bu iki arkadaşın karşılıklı konuşması canlı bir şekilde sunulmaktadır. Birisi iman, teslimiyet ve ALLAH'a tevekkü­lün bir numunesi, diğeri de küfrün, isyanın ve kibrin bir örneği olarak tak­dim edilmiştir. Her ikisinden çıkarılacak ders ise, imanın hakiki bir serma­ye olduğunu, güç ve kuvvetin ve her türlü tasarrufun ALLAH'ın elinde bulun­duğunu anlamak ve itiraf etmek, iman ve amelden uzak olarak serveti tek gaye edinmek, mal yığmak, kibir ve üstünlük taslamak gibi davranışların ise insanı zulme ve zarara sürükleyeceğini kavramaktır.
Kaiem Sûresinde de bahçe sahiplerinden, onların karakter ve psikolojik yapısından bahsedilmekte ve onların belaya uğratıimasmdan söz edilmek­tedir. Burada geçen olay, daha fazla kişiler arasında cereyan etmektedir. Ay­rıca burada anlatılan hadise, babalarından miras kalan bahçeden çıkan ürünlerden fakirleri istifade ettirmek istemeyen mü'mİn kardeşler arasında vuku bulmaktadır. Kendilerine ihsan edilen güzel ve verimli bahçelerin asıl sahibinin ALLAH olduğunu unutarak fakir fukaranın hakkını vermemek için sinsi ve gizli planların hiçbir şeye yaramayacağı ve böyle bir niyetin boşa çı­kacağı özenle vurgulanmaktadır. Olayı Kur'ân'ın ifadeleriyle anlamaya çalı­şalım:
"Biz vaktiyle "bahçe sahiplerine bela verdiğimiz gibi, onlara da bela verdik. Hani onlar (bahçe sahipleri), sabah olurken (kimse görmeden) onu (mahsullerini) devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar İstisna da etmiyor­lardı. Fakat onlar uykudayken Rabbin katından (gönderilen) kuşatıcı bir âfet (ateş) bahçeyi sanverdi de, bahçe kapkara kesiliverdi. (Beri tarafta ise) onlar, sabah olurken: Madem devşirecektiniz, hadi erkenden mahsulünü­zün başına gidin! diye birbirlerine seslendiler. Derken: Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanmıza sokulmasın! diye fısıldaşa fısıldaşa yola koyuldular. (Evet, yoksullara yardıma) güçleri yettiği halde, onları yardımdan mahrum etmek niyeti ile erkenden yola düştüler." [306]
Tefsirlerde rivayet edilen hikayenin özeti şöyledir: Müslüman olan Sa-kıfli birisinin, Yemen'de Sana'ya yakın bir yerde, içinde hurmalıkların ve zi­raata elverişli arazilerin bulunduğu taşınmaz bir malı, akan, güzel bir bağı vardı. Ona iyi bakar, ALLAH'ın hakkını yerine getirir, hasat zamanında bu arazide bulunan her şeyden fakir ve miskinlerin hakkını bolca verirdi. Ge­rek hurmalıkların ve gerekse ekin tarlalarının üzerlerinde arta kalan ürün­leri onlara bırakırdı. Bu sayede fakirler için çok şey toplanırdı. Adam ölün­ce, çocukları ona varis oldular. Fakat onlar, "Çoluk çocuğumuz çoğaldı, ma­lımız ise az. Babamızın yaptığı gibi fakirlere bir şey veremeyiz. Eğer böyle yapacak olursak İşimiz zorlaşır ve bu bize zor gelir. Babamız ahmak birisiy­di. Bunların hepsini fakirlere dağıtırdı," diyerek fakirleri bahçenin ürünle­rinden istifade ettirmediler. ALLAH'ın hakkını kıskanıp cimrilik yaptılar. Böyle davranınca ALLAH, onları istediklerinin tersiyle cezalandırdı ve elleringeçmiş milletlere sunulan nimetler \r bu nimetlere karşı vapılan nankörlük.
deki sermayeleri kaybolduğu gibi, hem kârları, hem de sadaka olarak ver dikleri şeyler gitti ve kendilerine hiçbir şey kalmadı.[307] Bu bahçe sahipleri­nin kitap ehlinden olduğu da rivayet edilmiştir.[308]
"Biz vaktiyle bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi onlara da belâ ver­dik..." Burada zikredilen cennetten maksadın dünya cenneti, güzel bağ ve daha derin bir bakışla da vatan demek olduğunu söyleyen Elmah'lı, Kehf Sûresinde "ve bağına girdi" (Kchf, 18/35) âyetinde olduğu gibi bir tek kişi­yi misal getirmeyip "bağ sahipleri" diye çoğul kipiyle ortak bîr mülkün mi­sal olarak getirilmesi, bireysel mülkün idaresinden ziyade toplum ve vatan kavramları açısından yapılmış bir temsilin olduğunu gösterir, demekte­dir.[309]
Elmahlı'nm belirttiğine göre bunlar, gönüllerince bağın kendisini değil, meyvesini devşirmeyi kastetmiş olsalar da yeminlerinde şöyle demişlerdi. "Vallahi o bağı sabahleyin mutlaka ve kesinlikle keseceğiz." Oysa bu tama­men kendi ellerinde değildi. Gerek o bağın ve gerekse kendilerinin sabaha çıkıp çıkmayacaklarını Öyle kesin bir şekilde bilemezlerdi. Bir İstisna da yapmıyorlardı, "inşALLAH", "ALLAH izin verirse", yahut "sağ salim sabaha çıkar­sak", bir kazaya ve belaya uğramazsak" gibi bir şart, ilerisi için hesaba katı­lan bir kayıt koymuyorlardı. Çok kuvvetli ve kararlı olmak için yeminlerini yerine getirememek ve bu yüzden felâkete uğramak ihtimallerini düşün­müyorlardı, O bahçeyi kendilerinden başka birisinin kesebileceğini hesaba katmıyorlardı.[310]
"Onlar sabah olurken: Madem devşireceksiniz, hadi erken mahsulünü­zün başına gidin! diye birbirlerine seslendiler." Sanki o bağı kendileri yetiş­tirmiş, sadece oniarın ekimi, ürünü imiş gibi, düşmanın üzerine saldırır gi­bi son derece hırslı hareket ediyorlardı. Onun için hemen fırladılar. Gider­ken gizli gizli birbirleri ile fısıldamıyorlardı. Düşünmeleri gerekirdi ki, o bag ve ürün, kendilerinden önce onu onlara veren ve onlar uyurken onu göze­tecek olan ALLAH'ındır. Onda öncelikle bir ALLAH hakkı, bir de ALLAH'ın yok­sul kullarının haklan vardır. O yoksulları gözetmek, ALLAH için onlara efen­dilik etmek, bağlarındaki mahsulleri devşirmeye giderlerken öyle despotça hareket etmeyip mümkün olabileceği kadar onlardan bir kısmına da yarar­lanma imkanı vermek, hırs ve zorbalıkla bağlarına düşman çoğaltacakları­na, hayırlarını isteyen duacılar, bekçiler yetiştirmek ve bunu kendileri İçin bir görev olduğunu unutmamak gerekirdi.[311]
Fısıldaşa fjsıldaşa bahçelerine doğru ilerlediler. Fakat bahçeyi gördükle­rinde, biz her halde yanlış yere gelmişiz, yok biz mahrum edilmişiz, diyerek şaşırıp kaldılar. Bahçeleri, Ailah tarafından gönderilen bir âfetle kapkara ke­silmişti. Ne yapacaklarını sardılar. Pişman oldular. Ama iş işten geçmişti.
Gerek Kehf ve gerekse Kalem Sûrelerinde verilen her iki misalin, sadece Kur'ân'ın ilk muhatabı olan Mekke halkını değil, bütün insanlığı kapsa­maktadır. Dolayısıyla bu iki misalde, her türlü servete, zenginliğe, bağ bah­çeye ve kısacası her çeşit maddî ve manevî nimetlere sahip olan her ferde, her topluma, her millete bir ibret, bir uyart, bir hatırlatma vardır. Nimetin sahibini unutarak, emir ve yasaklarını kulak ardı ederek, bütün yaşamını şehevî ve nefsânî arzuların emrine tahsis eden kimselerin, eninde sonunda, ummadıkları bir anda böyle cezalara çarptırıldığı bir vakıadır. Sahip oldu­ğu arazisi, meyve bahçeleri, hububat tarlası, davarları, villası, apartmanı, fabrikası, iş yeri, otomobili ve hatta sağlık, afiyet, güç ve kuvvet vs. ile ken­dini başkasından üstün gören, ALLAH yolunda in faktan kaçman, fakirlerin, yoksulların, yetimlerin hakkını vermeyen, gasp eden ve ketmeden kibirli, gururlu, şımarık ve dik başlı kimselerin, hak hukuk tanımaz insanların, he­sap etmedikleri bir anda ellerinden servetlerinin çıktığını ve çıkacağını, yu­karıda sunulan Kurân'm verdiği mesajdan anlamamız mümkündür. Bu se­beple her insanın ALLAH'ın verdiği nimetlere şükretmesi, ALLAH'ın ve O'nun kullarının hakkım cimrilik etmeden vermesi kendi menfaatinedir. ALLAH yo­lunda infak eden yardımsever ve cömert kişileri, Hakk'm ve halkın sevdiği­ni hatırdan çıkarmadan insanlığa hizmet etmek, ulvî bir vazife ve şereftir. Her insan, böyle bir ideali gerçekleştirmek için çalışmalı, gayret etmeli ve seferber olmalıdır.
Bu bölümde, geçmiş milletlere sunulan nimetleri ve bu nimetlere karşı yapılan nankörlükleri anlatmaya çalıştık. Kur'ân-ı Kerim'de, geçmiş pey­gamberlere ve milletlere ait ibret alınacak kıssalar ve örnekler pek çoktur. Kur'ân'daki bu kıssalardan ve misallerden güdülen amaç, tarihî olayların anlatılması değildir. Asıl maksat, geçmiş peygamberlerin ve milletlerin ba­şına gelen hadiselerden ibret alınmasını sağlamaktır. Geçmişteki oiaylar, is­tikbale ışık tutan ve insanların ufkunu ve yolunu aydınlatan önemli mesaj­ları ihtiva etmektedirler.
Kur'ân, olayların teferruatlı anlatımından ziyade, kendi gayesine uygun ve insanların müşterek dertleri ve onların istifadesine yönelik olan meseleleri ön plana çıkarır ve anlatır. Bazı olaylar, çeşitli sûrelerde tekrar tekrar an­latılsa bile, her anlatımda ayrı bir canlılık ve tazelikle ortaya çıkarlar, insa­nın yaradılışını göz önünde tutan Kıır'ân, en güzel kıssaları âdeta gözleri­mizin önünde cereyan ediyormuşçasma anlatır. Kur'ân'daki anlatılan olay­ların asıl hedefi, ahlâka ve terbiyeye yönelik olmasıdır.
Kur'ân, ibret alınacak hassas noktaları ele alarak insanlara hayatı tanzim etme yollarını öğretir. Biz de bu düşünceyle hareket ederek bazı hadiseleri ele aldık. Seçtiğimiz bazı peygamberlerin ümmetlerini, onların davranış ve tutumlarını ön plana çıkararak anlatmaya gayret ettik. Aslında Kur'ân'da anlatılan her hadise ibretle doludur. Ancak bizim çalışmamızın sınırlarını aşar düşüncesiyle konumuzu sınırlı tuttuk. Bir iki satırla söylemek gerekir­se, bu bölümün verdiği teme! fikir ve düşünce "İbret ve öğüt" almaktır. Za­ten Kur'ân'm en önemİi hedeflerinden biri de budur. [312]


[300] Özek, Ali ve Arkadaşları, a.g.e., Kebf Sûresi, 32. âyetin izahı
[301] Bkz. Râzî, a.g.e., XXI, 106-107
[302] Bkz. Seyyid Kutub, a.g.e., IV, 2270
[303] Bkz. Ibn Kesir, a.g.e., V, 153
[304] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., IV, 2270-2271
[305] Bkz. Mevdûdİ, a.g.e., III, İ73
[306] Kur'ân-ı Kerim, Kalem, 68/17-25
[307] Bkz. Taberî, a.g.e., e. XII, ez. XXIX, 19-20; Râzî, a.g.e., XXX, 77; Beydâvî, a.g.e., VI, 329; Nesefi, a.g.e., VI, 329; Hazin, a.g.e., VI, 329; Nisâbûrî, Ğarâibü'l-Kur'ân ve Reğaibü'1-Für-kân, c. XII, ez. XXIX, 19, İbn Kesir, a.g.e., VIII, 223; Alûsî, a.g.e., XXIX, 29; Elmalıh, a.g.e., V, 5278-5279
[308] Taberî, a.g.e., e. XII, ez. XXIX, 19; Râzİ, a.g.e., XXX, 77; Ibn Kesir, a.g.e., VIII, 223
[309] Bkz. Elmatıh, a.g.e., VIII, 5278
[310] Bkz. Elmalıh, a.g.e., VIII, 5279-5280
[311] Bkz. Elmahh, a.g.e., VIII, 5280-5281
[312] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 377-385.