๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mart 2011, 17:45:26



Konu Başlığı: Azgınlık ve Azgınlar Hakkında Sünnetullah
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mart 2011, 17:45:26
AZGINLIK VE AZGINLAR HAKKINDA SÜNNETULLÂH
(TUĞYAN VE TUĞYAN EDENLER KÂNUNU)

 Tuğyân'ın Lügat Mânâsı:

 Bu kelime;

Lisânu'l Arab'da [1]  (Tağâ): Ölçüyü aştı, şerefini çiğnedi, küfürde öne geçti, haddi aştı. (Etğahu'l mâl): Malı artırdı veya mal onu âsî yaptı. Ölçüyü aşan her şey tuğyan etmiş, azgınlık göstermiş, haddi aşmıştır. (Tağa'l mau ve'l bahru): Su ve deniz yükseldi, taştı" şeklinde ele alınmıştır.

Râğıb'ın (502/1108) Müfredât'ın da [2] ise (Etğahu Keza):

Haddi aşmaya teşvik etti. Tuğyan, isyanda ölçüyü aşmaktır. Şu âyette (İnnahu lemmâ teğalmâ') geçen "tuğyan", suyun haddi, ve ölçüyü aşmasından dolayı istiâreli olarak kullanıldı" şeklinde incelenmiştir.

Mu'cemu'l Vasît'te [3] de şu tarzda incelenmiştir (Teğâ): Makbul olan ölçüyü aştı. (Teğa'l mâ'): Aşırı derecede çoğaldı, taştı, (Teğâ Fulân): İsyanda aşırı gitti, büyüktendi, zulümde ileri gitti". [4]

 Tuğyân'ın Şer'î Mânâsı:

 Tuğyanın şer'î mânâsı, lügat mânâsı esâsı üzerine kuruludur. İnsanın, haddi ve ölçüyü aşması kasdediîir. İnsanın haddi, Allah'ın, onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması caiz değildir. İnsanın kadri (değeri) ise, Allah'a kul olması itibariyle (sahip olduğu) şerefidir ki efendisi ve sahibine itaati ve sürekli kulluk (ubudiyet) sınırında bulunması lâzım gelir. Ne zaman, Allah'ın insan için koymuş olduğu aşılmaması gereken haddi aşar, şerefini kaybederse (ölçüyü kaçırırsa) günâha (ma'siyete) düşmüş, Allah'a baş kaldırmış olur. "Tuğyân"ın söylediğimiz bu şer'î mânâsına Kur'ân âyetleri delîl olmaktadır. Bu âyetlerin bir kısmını zikredelim: [5]

 Tuğyân'ın Şer'î Mânâlarına Misâller:

 A- Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; (sen de) ve seninle beraber tevbe edenler de (hep doğru olun), aşırı gitmeyin! Zira O, yaptıklarınızı görmektedir" [6]

(Aşırı gitmeyin) âyetini Zemahşerî (538/1143) "Allah'ın hududundan dışarı çıkmayın" şeklinde [7] Âlûsî (1270/1853) ise "İfrat ve tefrit yoluyla, sizin için konular hadden yorumlamaktadır sapmayın" [8]   şeklinde

B- Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:

"İmdi sen firavun'a git; çünkü o azdı"[9].

(Çünkü o azdı) âyetini Kurtubî (671/1273), "O isyan etti, büyüklendi, kâfir oldu, zorbalaştı ve haddi aştı [10] şeklinde, Âlûsî ise "Büyüklenmede, zorbalıkta haddi  aştı,  öyle  ki  rubûbiyet  dâvası  gibi  ululuk arzetmeye    bile  cesaret gösterdi" [11] şeklinde yorumlamaktadırlar. [12]

 İnsanı Tuğyân'a Sevkeden Şey:

 İnsanı tuğyana sürükleyen en büyük etken, ya yanındaki malın çokluğudur veya nüfuzlu otoritesidir. Birincisi, malın tuğyanıdır. Yâni, malın sebep olduğu tuğyandır. İkincisi ise, otoritenin tuğyanıdır. Yâni, otoritenin sebep olduğu tuğyandır. Tuğyanın her' iki türü de değişmez Sünnetullâh gereği, helak edicidir. Biz şimdi, tuğyanın bu iki türünden bahsedeceğiz: [13]

 1- Birinci Tür: Mâlın Tuğyanı:

 Nefsin meylettiği, hayatın kendisiyle neş'elendiği, nefsin fayda ve lezzet cinsinden arzuladığı şeye kendisiyle ulaşıldığı her şey maldır.

İnsanın mütreflerden (varlıklı şımarıklar) olması, mal tuğyanının bir görüntüsü, netice ve semeresidir. Onların hayattaki bazı gidişatlarını, işlerini, niteliklerini ve haklarındaki Sünnetullâh'ı anlatmıştık. Mal nimetiyle şımarmak ta Malın Tuğyânı'dır. Genel olarak nimet şımarıklığından bahsederken, bu mal şımarıklığını da anlatacağız. Fakat biz şimdi, insanı tuğyana götüren ikinci türden bahsedeceğiz.[14]

 2- İkinci Tür: Siyâsî Otoritenin Tuğyanı:

 Siyâsî otoritenin tuğyanı demek, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşmasıdır. Bu tuğyan türü, genelde idareci ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri, haddi tecâvüzleri insanların genelini ilgilendirir. Böylece onlar tuğyanlarının şer ve kötülükleri ile imtihana tâbi tutulmuş olurlar. [15]

 Siyâsî Otoritenin Tuğyânı Ve Rubûbiyet Dâvası:

 Siyâsî otoritenin tuğyanı, bâzan insanı Rubûbiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavunun yaptığı gibi lisân-ı haliyle (hal dili) ya da lisân-ı kaliyle (konuşma dili) olur. Firavun'un bu iddiasını Allah (c.c.) şöyle bildiriyor:

"(Adamlarım) topladı, (onlara) bağırdı: 'Ben sizin en yüce tanrtmzım' dedi".[16]

 Siyâsî Otoritenin Tuğyanına Örnek:

 Siyâsî otoritenin tuğyanına en güzel örnek Firavun'un tuğyanıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü taşmasının bir görüntüsü de, rubûbiyet dâvası güdecek kadar Hâlık'a, haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah (c.c.) bir çok âyetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun'un kıssasını ve tuğyanından dolayı başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun Otorite Tuğyânı'yla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. Şu âyet Firavun ve tuğyanını anlatır:

"Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabb'i ona Kutsal Vâdi'de, Tuvâ'da seslenmişti: Fir'avn'a git, çünkü o azdı." [17]

İmam Râzî (544/1149) "Çünkü o azdı" âyetini açıklarken şöyle der:

"Kimi müfessirler bunu 'Allah'a karşı büyüklendi ve O'nu inkâr etti' şeklinde, kimisi de 'İsrail Oğullarına karşı taşkınlık etti' şeklinde yorumlamışlardır. Bana göre en uygunu, her ikisinin de doğru olduğudur. Şu halde mânâ şöyledir: Küfürle Yaratıcı'ya baş kaldırdı. Köle etmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı. [18]

 Rubûbiyet Dâvası Ne Demek?

 Firavun, Rubûbiyet (Rabb'lik) iddia ederek küfrün ve tuğyanın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla "eli altındakilerin kendisine itaat ve inkıyadını, başkalarına itaatle meşgul olmamayı" gerekli kılıyordu [19].

İmam Râzî Firavun'un bu iddiâsının ne demek olduğunu şöyle açıklıyor:

"Yâni ben sizin, terbiye eden, büyütüp geliştiren, İhsan eden Rabb'inizim. Size âlemde emredecek ve yasak   koyacak da ancak benim.[20]

 İnsanlara Zulüm De Siyâsî Otoritenin Tuğyânındandır:

 Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Görmedin mi Rabb'in ne yaptı Âd (kavmine)? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdi'de kayaları oyan Semüd'e? Ve kazıklar sahibi Fir'avn'a? Bunlar ülkede azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabb'in onların üzerine azâb kırbacını çarptı. Elbette Rabb'in, gözetleme yerindedir" [21]

İbn-i Kesîr (774/1373), (Bunlar ülkede azmışlardı) âyeti hakkında şöyle demektedir:

"Yâni isyan  edip   günâh   işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesada uğratmakla haddi aştılar. [22]

Alûsî ise (Ve kazıklar sahibi Fir'avn'a) âyeti hakkında şu yorumu getirmektedir: "Firavun, askerleri çok olduğundan böyle nitelendi. Yahut dört tane kazık edinir, cezalandıracağı kimseyi yere yatırarak o kazıklarla bağlar, dilediği şekilde cezalandırırdı. Ya döverdi yahut yakar veya başka türlü eziyetler ederdi. [23]

Kurtubî Tefsîri'nde ise şöyle denilmiştir:

"(Ve kazıklar sahibi Fir'avn'a): Yâni, mülkünü güçlendiren, ordu, topluluk ve asker sahibi. İbn-i Abbas ta aynı görüştedir. (Bunlar ülkede azmışlardı):

Yâni, Âd, Semûd ve Fir'avn (Azmışlardı). Yâni, zulüm ve düşmanlıkta haddi ve ölçüyü aştılar, isyan edip baş kaldırdılar. (Oralarda çok kötülük etmişlerdi): Zulüm ve eziyeti çoğaltmışlardı." [24]

 Otoriter Tuğyanın Cezası:

 Fecr Sûresi'nin andığımız âyetlerimde Firavun ve öncekilerin tuğyanının anlatılmasından sonra (Rabb'in onların üzerine azâb kırbacını çarptı) buyuruldu. Bu âyetin tefsirinde şöyle denilmiştir:

Yâni, Allah gökten üzerlerine bir azâb ve suçlu milletlerden geri çevrilmeyecek bir ceza indirdi. [25]

(Elbette Rabb'in gözetleme yerindedir) âyeti hakkında ise Âlûsî Tefsîri'nde şöyle denilmektedir: "Bu ifâde, önce gelen cümlenin illeti (gerekçesi) ve Peygamber (a.s.)'ın kâfir kavminin de başına aynı öncekilerin başlarına gelen azabın geleceğini ilândır. Âyet, tüm âsiler için bir korkutmadır. Kâfirler için olduğu da söylenmiştir. Kimileri de, hem âsîler, hem de başkaları için bir korkutma (vaîd)'dir, demişlerdir. Ki bu Hasan (Basrî)'nin sözünün zahiridir.[26]

Kurtubî Tefsîri'nde (Elbette Rabb'in gözetleme yerindedir) âyetini şöyle yorumlanmaktadır:

"Yâni, her insanın amelini gözetler, ona göre ceza veya mükâfatını verir." [27]

 Azgınlar Hakkında Sünnetullâh:

 Tefsîrcilerin, geçen bölümde andığımız âyetler hakkındaki sözlerinden anlaşılıyor ki, Allah'ın azgınlık ve taşkınlık edenler hakkındaki sünneti, onlara dünyâda azâb indirmesidir. Ki bu, her zaman geçerli ve kaçınılmaz ilâhî bir kânun olup geçmiş azgınlar için söz konusu olduğu gibi, hâli hazırdaki ve gelecek azgınlar için de geçerlidir. Âhiret azabından kimsenin kurtulamayacağı gibi, dünyâda da Allah'ın bu kuralından hiç kimse kurtulamayacaktır.[28]

 Azgınlar Hakkındaki Sünnetullâh'tan Kimler İbret Alır?
 
Azgınlar ve onların başlarına gelen dünyevî azâb hakkındaki Sünnetullâh'tan, ancak Allah (c.c.)'dan ve O'nun azabından korkanlar, Allah'ın Sünneti'nin hiç kimseye iltimas ve müsamahası olmayan değişmez kânun olduğunu bilenler ibret alır. Allah (c.c), Firavun'un başına gelen kötü âkibeti anlattıktan sonra, azgınlar hakkındaki Sünneti'nden ibret alanları açıklayan âyetinde şöyle buyurur:

"Allah ta onu âhiret ve dünyâ azâbıyla yakaladı" [29]

"Şüphesiz bunda (Allah'tan) korkacak kimse için ibret vardır" [30]

Bu âyetin tefsirinde İbn-i Kesîr (774/1373) şöyle demektedir:

"Allah (c.c), benzer âsilere ibret ve ceza olacak biçimde ondan (Firavun) intikam aldı. Allah'ın (Nekâle'l Âhireti ve'l Ûlâ) âyetinden maksat Dünyâ ve Âhirettir. (Şüphesiz bunda korkacak kimse için ibret vardır): Yâni, öğüt alıp sakınanlar için demektir." [31]

(Şüphesiz bunda korkacak kimse için ibret vardır) âyeti Tefsîr-i Râzî'de şöyle yorumlanmıştır; "Yâni, Mûsâ ve Firavun arasındaki kıssa ettiğimiz hâdise ve Firavun'un başına gelen zillet ve azap, Mûsâ (a.s.)'a verilen yücelik ve yardım korkanlar için bir ibrettir. Öyle ki, Firavun'un başına gelenlerden korkarak Allah'a isyan etmeyi ve peygamberlerini yalanlamayı bırakır. Öyle ise ey Muhammed (a.s.)'i yalanlayan topluluk! Anlattıklarımdan ibret alın! Ve bilinki azabı gerektiren konularda onlara iştirak ederseniz azabın inmesinde onlara ortak olmuş olursunuz."[32]

 Müslüman Cemâat Ve Siyâsî Otoritenin Tuğyanı:

 Toplumun ıslâhı için çalışan müslümân cemâat bâzan azgın, faziletli kimseleri ve ıslâh için gayret gösterenleri öldürmeyi salah (düzeltme ve iyileştirme) ve karşı karşıya kalabilir. Tıpkı Firavun da aynı şeyi yapmış ve  söylemişti. Allah (c.c.) Firavun'un Hz. Musa'yı öldürmek istediği zaman, çevresindeki elit tabakaya şöyle dediğini bize hikâye etmektedir:

"Firavun dedi: 'Ben size yalnız (doğru) gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum" [33]

Yâni, ben Musa'nın katli hakkındaki görüşümü ileri sürerken, bunun ancak doğru bir iş ve fitneyi ortadan kaldırmak olduğunu söylüyorum. [34] Firavun, insanlara eziyet ve zulmediyor, şeytan yaptığı kötü işi ona güzel gösterdiği için, bunu da iyi birşey zannediyordu. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Böylece yaptığı kötü iş, Firavun'a süslü gösterildi ve (o), yoldan çıkarıldı" [35]

Aksine, haddini aşan idarecilerin, kötü amellerini kendisine süsleyen, yalnız Allah'a yakarışta bulunan faziletli insanları, şerli ve fesatçı olduklarına hükmederek, kovmaya teşvîk eden kötü yanları vardır. Aynı özellik Firavun'da da vardı. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Firavun kavminden ileri gelen bir topluluk dedi ki: 'Musa'yı ve kavmini bırakıyorsun ki, seni ve tanrılarını terk edip yeryüzünde fesat mı çıkarsınlar?" [36]

Aynı azgın bir idarecinin kötülüğü ile karşı karşıya kalan böyle (Hz.Mûsâ ve toplumu gibi) bir toplum içerisinde müslümân cemaata düşen nedir? [37]

 Siyasî Otoritenin Tuğyanı Karşısında Müslümân Cemaata Düşen Şey:

 Müslümân cemâat zulümde, gururda, eziyet etmede Firavun niteliğindeki azgın ve zâlim bir idareciyle karşı karşıya kaldığı zaman yapması gereken şey, böyle bir yetkiliye nasîhat etmesidir. Çünkü "Dîn Nasihattir". Ve ümmete dînin gereğini' göstermektir. Öyleyse bu uygulama ve bu nasîhat nasıl olacak? [38]

 1- İdareciye Nasîhat:

 Müslüman cemâat, haddi aşan zâlim idareciye nasîhat ve güzel öğütlerle yaklaşır. Gerçekte küçük bir damla su, sonunda kokmuş bir pislik olduğunu, ilk ve son durumu böyle olan bir kimsenin azması ve yeryüzünde büyüklük taslayarak insanlara düşmanlık etmesinin doğru olmadığını ona hatırlatır. Sonra onun Allah'ın kulu olduğunu, büyüklenmenin, efendisinin (Allah'ın) kullarına karşı taşkınlık gösterip zulmetmenin ise kulların hakkı olmadığını, kendisinin de, onların da Allah'ın kulu olduklarını, Allah'ın ondan daha kuvvetli ve daha Yüce olduğunu öğütleriz. [39]Ayrıca cemâat ona Allah'ın geniş müsamaha (tolerans) sından ötürü zâlimlere, günâhından döner ve sevap işler diye mühlet verdiğini, fakat ceza vermeyi asla ihmâl etmediğini de hatırlatır.

Cemâatin yaptığı bu ve benzeri nasîhatlar idarecinin kalbindeki îman ve Allah korkusundan arta kalanların uyanışa geçmesine sebep olabilir. Böyle bir nasîhat ise, ancak faydalı bir uslûb ve yumuşak sözlerle olur. Allah Teâlâ, Peygamberi Hz.Mûsâ ve kardeşi Harun (a.s.) ı Firavun'a gönderirken şöyle buyuruyordu:

"Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar"   [40]

Nasîhat, Emr-i Bi'l Ma'rûf ve Nehy-i Ani'l Münker kurallarına göre yüzyüze dokundurmalar (tarizli sözler) ve izahatlarla olabileceği gibi, mektup veya elçi göndermek, yahut ona yakınlığı olan birini (tebliği iletmek üzere) vazifelendirmek veyahut da başka faydalı ve şer'an caiz olan bir üslûpla da yapılabilir.[41]

 2- Ümmete Vazifelerini Göstermek:

 Müslüman cemâat haddi aşan zâlim idareci karşısındaki görevlerini ümmete göstererek; Allah'ın, zâlimlere yardım etmeyi haram kıldığını, hatta onlara meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranışlardan, övgü, yaptıklarını tasvîb etmek veya meclislerinde bulunmaktan ve onlarla karşılaştıkça memnuniyet bildirmekten nehyettiğini onlara bildirir. Çünkü Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur".[42]

 Cemâatin Ümmete Göstermesi Gereken Vazifeler:

 Cemâatin zâlim idareci karşısında ümmete göstermesi gereken görevlerinden biri de, idarecinin yardımcıları olmasa zulmetmeye gücünün yetmeyeceğini açıklamasıdır. Yardımcılar ise, ümmetin herhangi bir ferdidir. Onlar zulüm ve tuğyanda idarecinin kullandığı malzemeleridir. Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim gibi suçlu ve zulmünün cezasında ortaktırlar. Bunun için Allah (c.c.) Firavun ve avenelerini aynı vasıfla anarak şöyle buyurmuştur:

"Gerçekten Fir'avn, Hâmân ve askerleri yanılıyorlardı"   [43]

Allah (c.c.) Firavun'u helak edince, onları da (avânelerini de) nasıl helak ettiğini şöyle açıklıyor:

"Fir'avn, askerleriyle onların ardına düştü, denizden onları örten örttü (deniz onları içine alıp boğdu)"  [44]

Bir diğer âyette de:

"Biz de onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu" [45] buyuruluyor.[46]

 
Zâlimler Gibi Yardımcılarının da Aynı Muameleyi Görecekleri, Ümmete Gösterilmesi Gereken Bir Husustur:

 Müslüman cemâatin, ümmete göstermesi gereken bir husus ta, zâlim idareci efendilerinin tuğyan ettiği gibi, yardımcıları da tuğyan ederler. Çünkü onlar, onun zâlim hükmüne, zulüm ve tecâvüzüne yardımcı oluyorlar. Allah, Firavun'un yardımcılarının tuğyanlarına işaret ederek şöyle buyurur:

"O (Fir'avn) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve kendilerinin bize döndürülmeyecekler ini sandılar" [47]

Buna göre, zâlimlere meylin haram olmasından ve onlara va'zu nasihat etmek gerektiğinden, zâlim idarecinin yardımcıları da onların gördüğü aynı muameleyi göreceklerdir.[48]
 
Müslümânın İslâmî Kimliği:

 Müslüman cemâatin, şu görevini de ümmete bildirmesi gerekir: Müslüman için tek bir şahsiyet vardır, o da her şahsî mânâ ve kıymeti içeren bir hükümle İslâm'ın hükmü altına girmiş İslâmî kişilik'tir. Öyleyse, müslümândan İslâm'ın özüne, hükümlerine ve yalnız Allah'ın rızâsına uygun olan söz ve hareketten başkası beklenemez. Allah (c.c):

"De ki: 'Benim namazım, ibâdetim, hayâtım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb'i Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümânların ilkiyim" [49] buyurmaktadır.

Yâni, namazım ve ibâdetim, îman ve sâlih amel gibi hayâtımda ve ölümümde birlikte olduğum her şey, hiç kimsenin kendisine ortak olmadığı bir biçimde şeriki olmayan, tek ve âlemlerin Rabb'i olan Allah içindir. Bu ihlâs ve samimiyetle emrolundum. Ve ben müslümânların ilkiyim. Çünkü her peygamberin müslümânlığı, ümmetinin İslâm'a girişinden öncedir. [50]

Buna göre, müslümânın iki şahsiyeti (kimliği) olamaz: Mescitte olan İslâmî kimliği ve zulmünü, isyan ve tuğyanını icra ettiren zâlim idarecinin hizmetkârı durumundaki Yardımcı Kimliği. Ki bu, İslâmî kimliğin gereklerine ters düşen bir kişiliktir. Müslümâna düşen, açıkça kimlik ve kişiliğini koruması, amellerinin de bu kişilikle uygunluk arzetmesidir.[51]


[1] Lisânu'l Arab, c.19, s.231

[2] Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât, s.304

[3] Mu'cemu'l Vasît, c.2, s.565

[4] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 248.

[5] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 248-249.

[6] Hud: 11/112.

[7] Tefsîr-i Zemahşerî, c.2, s.433

[8] Tefsîr-i Âlûsî, c.12, s.153.

[9] Tâhâ: 20/24

[10] Tefsîr-i Kurtubî, c.2, s.433

[11] Tefsîr-i Âlûsî, c.16, s.181

[12] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 249-250.

[13] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 251.

[14] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 251.

[15] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 251.

[16]  Nâzi'ât: 79/23-24. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 252.

[17] Nâzi'ât: 79/15-17.

[18] Tefsîr-i Râzî, c.31, s.39. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 252-253.

[19] Tefsîr-i Âlûsî, c.16, s.203

[20] Tefsîr-i Râzî, c.31, s.42. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 253.

[21] Fecr: 89/6-14.

[22] İbn-i Kesîr, c.4, s.508

[23] Tefsîr-i Âlusî, c.30, s.124

[24] Tefsîr-i Kurtubî, c.16, s.203. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 253-254.

[25] İbn-i Kesîr, c.4, s.508

[26] Tefsîr-i Âlûsî, c.30, s.121

[27] Tefsîr-i Kurtubî, c.30, s.48. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 254-255.

[28] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 255.

[29] Nâzi'at: 79/25

[30] Nâzi'ât: 79/26.

[31] İbn-i Kesîr, c.4, s.468

[32] Tefsîr-i Râzî, c.31, s.43. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 255-256.

[33] Mü'min: 40/29.

[34] Tefsîr-i Zemahşerî, c.4, s.164

[35] Mü'min: 40/37.

[36] A'râf: 7/127.

[37] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 256-257.

[38] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 257-258.

[39] Birinci Dünyâ Savaşı'ndan önce çağdaşım olan bir Osmanlı âlimi bana şöyle bir âdetin olduğunu anlatmıştı: Osmanlı Sultanları cum'a namazını edâ etmek için atma binmiş olarak Sultan Ahmet Câmii'ne gelirlerdi. Camiin kapısına gelince, onun fetişini bekleyen askerlerden biri öne çıkar. Sultanın önünde durur. Sultan başı eğik bir vaziyette iken asker yüksek sesle "Pâdişâhın, senden büyük Allah var" diye bağırır. Sonra Sultan atından iner. Yaya olarak camiye girer

[40] Tâhâ: 20/44.

[41] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 258-259.

[42]  Hûd: 11/113. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 259.

[43] Kasas: 28/8.

[44] Tâhâ: 20/78.

[45] Kasas: 28/40

[46] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 259-260.

[47] Kasas: 28/39.

[48] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 260.

[49] En' âm: 6/162-163

[50] Tefsîr-i Zemahşerî, c.2, s.84; Tefsîr-i Kurtubî, c.7, s.152.

[51] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 261.